EVLENİLMESİ
YASAK OLANLAR
Bu
derste yer alan üçüncü bölüm, evlenilmesi yasak olan diğer kadınları
ele almaktadır. Kuşkusuz bu, gerek ailenin gerekse toplumun düzenlenmesinde
atılan bir adımdır.
23-
Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kardeşleriniz,
halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin
kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, kaynanalarınız,
cinsel ilişkide bulunduğunuz èşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey
kızlarınız -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar
ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile
evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız
size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Evlenilmesi
yasak olan kadınlar, ilkel-ileri tüm milletlerde bilinmektedir. Ancak yasağın
nedenleri ve dereceleri değişik milletlerin yanında farklılık arz etmiştir.
İlkel halklarda bu çemberin oldukça genişken, ileri halklarda ise çemberin
daraldığı görülmektedir.
İslâm'da
evlenilmesi yasak olan kadınlara gelince, bunlar şu ayette, öncekinde ve
sonraki ayette açıklanan sınıflardır. Bunlardan bazısı ebediyyen yasaktır,
bazısı ise geçicidir. Kimisi hesap nedeniyle, kimisi emzirmeden dolayı,
kimisi de evlilikten doğan akrabalık yüzünden yasaktır.
Bunun
dışında, diğer toplumlarda tanınan her tür bağı ortadan kaldırmıştır
İslâm. İnsanların ırk, renk ve kavmiyetlerinin bir de bir ırk ve bir vatan
için deki sınıfsal ve toplumsal konumların farklılığından doğan bağlar
gibi..." İslâm şeriatında yakınlık nedeniyle evlenilmesi yasak olan
kadınlar dört sınıftır:
Birincisi;
ne kadar yukarda olursa olsun usûl, (yukarıya doğru say) dolayısıyle, ne
kadar yukarıda olurlarsa olsunlar kişinin anasıyla, gerek ana tarafından
gerekse baba tarafından neneleriyle evlenmesi yasaktır. "...Analarınız
size haram kılındı.."
İkincisi;
aşağıya doğru tüm çocuklar (fürû); Yani kişinin kızlarıyla ve kız
erkek çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. "...Kız çocuklarınız..."
Üçüncüsü;
aşağıya doğru anne-babanın tüm çocukları. Buna göre kişinin kız kardeşiyle,
erkek veya kız kardeşlerinin kızlarıyla ve kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla
evlenmesi yasaktır. "...kız kardeşleriniz..." ".... Erkek
kardeşinizin kızları ve kız kardeşinizin kızları..."
Dördüncüsü;
Dedelerine doğrudan bağlanan çocukları, yani kişinin halası, teyzesi,
babasının halası, babadan veya anadan taraf ninesinin halası ile evlenmesi
yasaktır. "...Halalarınız, teyzeleriniz..." Ancak dedelere doğrudan
bağlanmayan çocuklarla evlenmek helâldir. Bu nedenle amca ve hala çocuklarının,
dayı ve teyze çocuklarının evlenmesi serbesttir.
Evlilik
nedeniyle meydana gelen yasaklar ise beş tanedir:
1-
Karının yukarıya doğru (usul) akrabası, adamın eşinin anasıyla, ne kadar
yukarıda olursa olsun baba veya ana tarafından nenesiyle evlenmesi yasaktır.
Bu yasak erkeğin eşiyle yalnızca nikah ahdini gerçekleştirmesiyle birlikte
yürürlüğe girer. Cinsel ilişkide bulunması ya da bulunmaması fark etmez.
"...Kaynanalarınız..."
2-
Karının aşağıya doğru tüm çocukları... Yani kişinin eşinin kızıyla
ne kadar aşağıda olursa olsun erkek kadın tüm çocuklarının kızlarıyla
evlenmesi yasaktır. Ancak bu yasak, cinsel ilişkide bulunmadığı sürece yürürlüğe
girmez. "...Cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz
altındaki üvey kızlarınız. Eğer analarıyla cinsel ilişkide bulunmamış
iseniz bu kızlarla evlenmenizin sakıncası yoktur."
3-
Babanın ve ne kadar yukarıda olursa olsun her iki tarafın dedelerin eşleri.
Yani kişinin babasının karısı ve ne kadar yukarıda olursa olsun ana ve
baba tarafından dedelerinden birinin karısıyla evlenmesi yasaktır. "Geçmiş
uygulamalar bir yana bundan böyle babalarınızın nikahladığı kadınları
kendinize nikahlamayın." Yani bu tür nikahtan cahiliyede yaptıkları müstesna.
Bilindiği gibi cahiliyyeden bu nikahı caiz görürlerdi.
4-
Oğulların ve aşağıya doğru tüm çocukların oğullarının eşleri. Kişinin
kendi sülbünden olan oğlunun ve ne kadar aşağıda olursa olsun oğlunun ve
kızının
oğullarının
karılarıyla evlenmesi yasaktır. "...Öz oğullarınızın eşleriyle
evlenmeniz haram kılındı..." Böylece bu ayet cahiliyede evlatlığın
karısıyla evlenmeyi yasaklayan adeti iptal edip bu yasağı öz oğullarının
karısıyla sınırlandırmaktadır. Ahzab suresinde değinileceği gibi evlatlıklar
öz babalarının adıyla çağrılırlar.
5-
Karının kız kardeşi. Bu yasaklama geçicidir. Ve karının sağ oluşuna ve
adamın nikahında bulunmasıyla bağlıdır. Yasak olan iki kız kardeşi aynı
anda bir nikah altında tutmaktır.
"...İki
kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız size haram kılındı...
Geçmiş uygulamalar bir yana." Yani cahiliye de yaptığınız bu tür
nikah hariç. Çünkü o dönemde bu nikahı caiz görüyorlardı.
Nesep
ve evlilik dolayısıyla yasak olanların tümü emzirme nedeniyle de yasaktırlar.
Bu da dokuz yasağı içermektedir:
1-
Süt anne ve ondan yukarısı (usul) "...Sizi emziren süt anneleriniz..
"
2-
Süt kızı ve aşağıya doğru onun kızları (Adamın süt kızı nikahı altındaki
karısının emzirdiği kızdır)
3-
Süt kız kardeş ve aşağıya doğru onun kızları "...Süt kardeşleriniz..."
4-
Süt hala ve teyze (süt teyze, süt annenin kız kardeşidir. Süt hala ise sütannenin
kocasının kız kardeşidir.)
5-
Karının süt annesi (çocukluğunda kadını emziren kadın) ve ondan yukarısı.
Bu yasak nesepte olduğu gibi kadının yalnızca nikahlamakla yürürlüğe
girer.
6-
Karının süt kızı (kadının evlenmeden önce emzirdiği kız) ve aşağıya
doğru onun kızları . Kadınla cinsel ilişkiye girilmedikçe bu yasak yürürlüğe
girmez.
7-
Süt baba, süt dede ve bundan yukarısının eşleri. (Süt baba çocukları
karısına emzirten adamdır. Bu çocuğun yalnızca kendisini emziren eşiyle
evlenmesi yasak değildir, bu onun süt annesidir. Süt babasının karısı
olan diğer kadınlarla evlenmesi yasaktır.)
8-
Süt oğlunun ve ondan aşağısının karıları.
9-
Kadınla süt kız kardeşini, süt halasım, süt teyzesinin veya emzirme
nedeniyle mahrem olan herhangi bir kadını nikah altında bulundurmak yasaktır.·
Yukarıda
açıklanan yasakların bir, iki ve üçüncüsü ayetin nassıyla yasaklanmıştır.
Ancak diğer yasaklar Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
"Nesep bakımından haram olanlar emzirme yoluyla da haramdır."·(Buhari
ve Müslim) hadisi uyarınca belirlenmiştir.
Bunlar,
İslâm şeriatında evlenilmesi yasak olan kadınlardır. Ancak ayet yasaklamanın
-özel ya da genel- bir nedenini belirlememektedir. İleri sürülen tüm
nedenler, insanların düşünce, görüş ve de değerlendirmesidir
Ancak
burada genel bir neden olacaktır. Aynı zamanda her yasağın kendine özgü
yasaklama nedenleri de bulunacaktır. Bazı yasakların arasında ortak dedenler
de olacaktır kuşkusuz.
Örneğin
şöyle denilebilir; "Akrabalar arasındaki evlilik neslin cılızlaşmasına
zamanla da zayıflaşmasına neden olmaktadır. Çünkü zayıflık özellikleri
çocukta odaklaşıp birleşirler. Bunun tersine, sürekli yeni yabancı kanların
karışmasına fırsat verilirse çocuğun seçkin yetenekleri artar, neslin
canlılık ve yetenekleri tazelenir.
Ya
da "Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek ve kız
kardeşin kızları, aynı şekilde emzirme nedeniyle akraba olunan benzerleri,
karıların anneleri, eşlerin kızları, -himayedeki üvey kızlar- gibi
evlenmesi yasak sınıflarla kurulacak ilişkinin gözetim, şefkat, saygı ve
vakara dayanması istenmektedir. Bu yüzden evlilik hayatında boşanma ve ayrılığa
kadar götüren ihtilaflar gibi şeylere meydan verilmemesi arzu edilmektedir.
Çünkü -bu ayrılıkların bıraktığı kötü etkilerle- kalıcı olması
istenen duygular tahrip olur" denilebilir.
Veya
şöyle denilebilir: "Himaye edilen üvey kızlar, iki kız kardeşi bir
nikahta bulundurmak, karının annesi ve babanın karısı gibi sınıfların
yasaklanmasıyla oğulluk ve kardeşlik duygularının zarar görmemesi
hedeflenmektedir. Çünkü kızının kocası konusunda kendine rakip gören
annenin -kız ve kız kardeş de bu durumdadır- hayatını paylaştığı kızına,
ya da bir anne-baba da birleştikleri kız kardeşine ve annesine -annesi olduğu
halde- karşı tertemiz duygularının devam etmesi mümkün değildir.
Kendisinden sonra karısının oğluna kalacağını düşünen baba ya da boşanan
babanın kendisine rakip olduğunu düşünen oğul da öyle. Baba ile oğul
arasında lekelenmesi istenmeyen ilişkiler nedeniyle aynı şey soyundan gelen
oğullar için de geçerlidir."
Şöyle
de denilebilir; Evlilik ilişkisi, aile çemberinin genişleyip akrabalık bağlarının
ötesine taşması için bir araçtır. Bu yüzden yakın akrabalık bağlarıyla
birbirine bağlı kimseler arasında evlenme zorunluluğu yoktur. Bir hikmeti
bulunmadığından bu durumda olanların evlenmesi yasaklanmıştır. Akrabalık
bağı nerdeyse kopmak üzere olacak kadar uzak bulunanların dışında
akrabaların evlenmesine müsaade edilmemiştir."
Nedeni
ne olursa olsun biz, yüce Allah'ın seçtiklerinin ötesinde bir hikmetin, bir
iyiliğin bulunduğunu kabul ediyoruz. Bilmemiz ya da bilmememiz fark etmez.
Bunun soruna herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Hoşnutluk ve kabullenme
ile birlikte uyup uygulama zorunluluğundan herhangi bir şey eksiltmez. Çünkü
Allah'ın şeriatıyla hükm olunmadan sonra da buna karşı göğsünde
herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça bir
kalpte iman gerçekleşmez.
Ardından
Kur'an'ın hüküm bildiren nassının açıkladığı tüm yasaklara ilişkin
son bir söz yer almaktadır.
Kuşkusuz
bu yasaklar, iki durumun dışında cahiliye geleneğinde de yasaktı. Bunlar
babaların nikahladıkları kadınlar ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamaktı.
Cahiliye toplumunda hoş karşılamamakla beraber caizdi bu tür evlilik.
Ancak
-bütün bu yasakları koyan- İslâm, bunları yasaklarken kesinlikle cahiliye
geleneğine dayanmamaktadır. Bu yasakları yeni baştan ve kendine özgü
otoritesine dayanarak koymaktadır. Hüküm şöyle geliyor:
"Analarınız
size haram kılındı..."
Buradaki
sorun göstermelik bir sorun değildir. Bir bütün olarak bu dinin sorunudur.
Bu konudaki düğümün kavranması bir bütün olarak bu dinin kavranması
demektir. Onun dayandığı temelin kavranması demektir. uluhiyet temeli ve tek
başına Allah'a özgü kılma...
Bu
din, helal kılma (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama)'nın tamamen
Allah'a ait olduğunu yerleştiriyor. Çünkü her ikisi de uluhiyetin en
belirgin özellikleridir. Allah'tan başka hiçbir otoritenin helal kılma
(serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama) yetkisi yoktur. Tek başına
Allah insanlar için dilediğini helal dilediğini haram kılar. Bunda ve şunda
Allah'tan başka hiç kimse herhangi bir hüküm koyamaz. Kimse böyle bir
iddiaya kalkışamaz. Çünkü bu davranış uluhiyyet iddiasında bulunmakla eş
anlamlıdır.
Bu
yüzden cahiliye herhangi bir şeyi serbest ya da yasak kıldığında bu
yasaklama ve serbest bırakma temelden batıldır. Düzeltmek mümkün değildir.
Çünkü daha başlangıçtan varlığı söz konusu değildir. İslâm
cahiliyenin helal ya da haram kıldığı şeylerle karşılaşınca, işin başında
temelden bunların battığına hükmeder ve onları tümden yok sayar. Çünkü
bunlar böyle bir hüküm koymaya yetkisi bulunmayan -çünkü ilah değildir-
bir kaynaktan doğmaktadırlar. Bundan sonra İslâm hükümlerini yeni baştan
inşa eder. Cahiliyede helal olan şeyi helal kılarken ya da haram bir şeyi o
da haram kılarken bile bunu yeni baştan belirliyor, İslâm. Temelden batıl
kabul ettiği cahiliyenin hükümlerine bu konuda itibar etmez. Çünkü
cahiliye batıldır. Tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden
kaynaklanmamaktadır. Kuşkusuz bu merci yüce Allah'tır.
İnsan
hayatındaki herşeyi kapsayan helal ve harama ilişkin İslâm'ın görüşü
budur. Bu hayattaki hiçbir şey bu çerçevenin dışına çıkamaz. Nikahta
yeme içmede, giyim-kuşamda, hareket ve davranışta inanç ve ilişkilerde, bağlılıklarda,
gelenek ve hayat düzeninde onun şeriatına uymak suretiyle yetkisini yüce
Allah'a dayandırmadıkça hiç kimsenin helal veya haram kılma yetkisi yoktur.
Bunun
dışında insan hayatında -büyük, küçük- yasaklama (haram) veya serbest
(helal) bırakma işlevini gören tüm mercilerin hükümleri temelden boştur,
batıldır. Ve temyizi mümkün değildir. İslâm şeriatında yer alan hükümler
cahiliyede bulunan hükümleri düzeltmek veya onlara dayanmak için gelmemişlerdir.
Aksine
bunlar, tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden kaynaklanan
yeni baştan bir inşadır.
İslâm
helal ve harama ilişkin hükümlerini böyle inşa etti. Sistem ve düzenini işte
böyle kurdu İslâm. Gelenek ve göreneklerini İslâm böyle düzenledi. Bu
faaliyetinde tek başına bu yetkiye sahip güce dayanmıştır kuşkusuz.
Kur'an
bu görüşün yerleşmesine büyük özen gösterir. Bu yüzden bütün haram
ve helal kılma olaylarında cahiliye mensuplarıyla tekrar tekrar mücadeleye
girişmektedir. İlkeyi belirlerken istinkârı bir soru yöneltmektedir:
"De ki; Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz rızıklan
kim haram edermiş?" (A'raf suresi; 32)
"De
ki; gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyalım." (En'am
suresi; 151)
"De
ki; Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiyeceğinde ölü yahut akıtılan
kan veya domuz etinin dışında haram edilmiş bir şey bulmuyorum..." (En'am
suresi; 145)
Bu
istinkâri sorularla yüce Allah onları şu temel ilkeyle yüzyüze getirmeyi
istemektedir: Haram ve helal kılma hakkına tek başına Allah sahiptir. Allah'ın
şeriatına uygun olarak onun otoritesine dayanandan başka fert, sınıf, ulus
veya tüm insanlar içinde hiç kimsenin böyle bir yetkisi söz konusu değildir.
Helal ve haram kılma -serbest bırakma ve yasaklama- şeriat demektir, din
demektir. Buna göre helal ve haram kılan bütün insanların boyun eğdiği
din koyma yetkisine sahip kimsedir. Haram ve helal kılan Allah'tan başka
biriyse bu durumda insanlar ona boyun eğiyorlar, onun dinindendirler, Allah'ın
değil.
Bu
şekliyle sorun uluhiyyet ve özellikleri sorunudur. Bu sorun din ve anlamı
sorunudur. İman ve sınırları sorunudur. O halde yeryüzündeki müslümanlar,
kendileri ile bu durumu gözden geçirmelidirler. Kendileri nerede bu din
nerede? Nerede onlar nerede İslâm? Ona bir baksınlar. Şayet henüz onlar müslümanlık
iddiasını sürdürüyorlarsa.
5.
CÜZ'ÜN BAŞLANGICI
Sûrenin
giriş bölümünde de işaret ettiğimiz amaçların ve konuların çoğunu içeren
bu cüzde Nisa suresini incelemeye devam edeceğiz. Bu cüzde surenin temel
hedefleri ve ana konularının başlıcaları işleniyor. Bu temel hedefler ile
ana konuları şöyle sıralayabiliriz:
Cüzün
ilk bölümündeki ayet demetinde şunları buluyoruz: Aile kurumuna ilişkin
yasal düzenlemelerin devamı; bu kurumu fıtratın değişmez kurallarından
oluşmuş bir temel üzerine oturtmak; yine bu kurumu, eşlerin hayatını
etkileyen geçici şartların sarsıntılarından korumak; bunun yanısıra hem
aileyi ve-hem de toplumu fuhuşa düşmekten, yasakların çiğnenmesinden ve
aile-içi ilişkileri zedelemekten korumak konuları bulunmaktadır.
Yine
bu derste, sosyal ve ekonomik düzenlemelere yeni hükümlerin eklendiğini görüyoruz.
Bu hükümler, mali ve ticari ilişkileri içerdikleri gibi bazı miras hükümlerini
ve hem erkeğin, hem de kadının toplumda mülk edinmesinin hukukî kurallarını
da açıklamaktadır.
Bütün
bu yasal düzenlemelerin -surenin giriş bölümünde dediğimiz gibi temel amacı
şudur: Müslüman toplumu, cahiliye düzeninden uzaklaştırıp İslam'ın önerdiği
hayat düzenine geçirmek, ayrıca cahiliye sisteminin toplumsal niteliklerinin
artıklarını silip yerlerine İslâm'ın yeni toplumsal vasıflarını yerleştirmek.
İlâhi sistemin cahiliye bataklığından çekip çıkardığı bu İslâm
toplumuna yükseliş merdivenini basamak basamak çıkmasını sağlayarak o yüce
doruğa tırmanmasına imkan hazırlamak.
Beşinci
cüzün ikinci bölümünün âyetlerinde İslâm düşüncesinin temel
ilkelerinin belirlenmesinin yeniden ele alındığını görürüz. Bu ayetlerde
imanın sınırları belirleniyor, müslüman olmanın temel şartı vurgulanıyor.
Bu yenilenen vurgulama ile sosyal dayanışmanın diğer yasal düzenlemelerine
temel oluşturuluyor. En dar anlamıyla ailede başlayıp toplumdaki tüm
yoksulları ve düşkünleri içerecek şekilde genişliyor. İyilikseverliğin
ve sosyal dayanışmanın emredildiği bu bölümde cimriliğin, malla böbürlenmenin,
nankörlüğün ve gösteriş olsun diye iyilikte bulunmanın kınandığını görüyoruz.
Yine
burada yapılmakta olan ibadete ilişkin psikolojik eğitimin bir yönüne; bu
ibadet için temizlenmeye-arınmaya, alkollü içkiyi bu ibadetle bağdaşmaz
bir pislik olarak kabul etmeye de değiniliyor. Böylece bu hikmetli eğitim
sisteminin planı uyarınca alkollü içki yolunda bir adım daha atılmış
oluyor.
Üçüncü
bölümde bu surenin ana konularından biri olan ehl-i kitapla hesaplaşma
konusu gündeme geliyor. Bu hesaplaşma ayetlerinde kitap ehlinin müslüman
cemaate ilişkin kötü niyetleri ve kirli emelleri açığa vuruluyor, tuzaklarının
ve entrikalarının mahiyeti açıklanıp, tutumları belirtilerek sonunda
kendilerini bekleyen kötü akıbetle ve acıklı azapla tehdit ediliyorlar.
Bu
cüzün dördüncü bölümünü oluşturan ayetlerin amacı ise; dinin anlamını,
mümin olmanın vazgeçilmez şartını ve İslâm'ın tanımını kesin ve
yoruma kapalı bir dille açıklamaktır. Bu ayetlerde İslâmi düzenin
mahiyeti; müslümanın itaat, bağlılık, emir ve yasakları sadece yüce
Allah'tan alma, sırf yüce Allah'ın sisteminin hakemliğine başvurma,
peygamberimizin hükümlerine uyma ve boyun eğme konuları açıklığa kavuşturuluyor.
Bunların yanısıra müslümanların, emanetleri ehillerine teslim etme,
insanlar arasında adil hükümler verme, insanların hayatında yüce Allah'ın
sistemini egemen kılma uygulamalarına ilişkin yükümlülükleri
vurgulanmakta ve bu yükümlülükler, imanın pratikte gerçekleşebilmesinin
şartı sayılmaktadır. Bu prensiple bağlantılı olarak mümin olduklarını
iddia ettikleri halde imanın bu ilk şartına, yani yüce Allah'ı ve
peygamberimizi her konuda hakem kabul edip bunların hükümlerine tam bir gönül
hoşnutluğu ile teslim olma şartına sırt çevirenlerin çelişkili tutumları
hayretle karşılanmakta ve bu açık ve kesin şartı yerine getirmeyenlerin,
bu yoldaki bütün kuru iddialarına rağmen asla mümin olamayacakları ısrarla
vurgulanmaktadır.
Bu
ilke ile bağlantılı olarak yine bu beşinci bölümde müslüman cemaat, bu
apaçık sistemi savunma uğrunda savaşmaya çağrılmakta, bu çağrıya yan
çizen yılgınlar ile ona sırt çeviren münafıklar kınanmakta, müminlerin
kalblerine cihad şevki aşılanmak amacı ile İslâmi savaşın amaçları açıklanmakta;
baskı altında yaşayan müminleri küfür diyarından kurtararak İslâm ülkesine
kavuşturmanın, onlara bu yüce sistemin egemenliği altında onurlu bir hayat
sürdürme imkânı sağlamanın bu cihadın başta gelen hedefi olduğu
belirtilmektedir. Ayrıca kalbleri korkudan ve yılgınlıktan arındırmak amacı
ile ölümün ecelin ve kaderin mahiyeti anlatılmaktadır. Bu bölüm tek başına
bile kalsa cihada devam etmesini içeren peygamberimizin (salât ve selâm üzerine
olsun) şahsına yönelik bir emirle sona eriyor. Demek ki; bu dini, bu tutarlı
ilâhi sistemi egemen kılmak için sürekli savaşmak, kaçınılmaz bir görevdir.
Bu
cüzün altıncı bölümünü oluşturan ayetlerde savaşma yükümlülüğü
ile bağlantılı olarak devletlerarası hukukun birçok kuralı açıklanıyor;
İslâm toplumu ile ateş-kes imzalamış ya da barış antlaşması yapmış düşman
devletler arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği anlatılıyor. Buna
göre mesele basit bir kaba kuvvet, bir tepeleme ve boyunduruk altına alma
meselesi değildir. Tersine farklı ideolojilere bağlı düşman blokların bağlılarına
hadise ve şartların gerektirdiği gerçekçi bir yaklaşımla muamele yapmak
gerekir.
Yedinci
bölümün ayetlerinde belirli bir İslâm devleti kurulduğu, İslâm'ın aziz
ve onurlu sancağı bu devletin göklerinde dalgalandığı halde buraya göç
etmeyi ihmal ederek küfür diyarında dini inançlarının zayıflaması
ihtimaline meydan verenlerin çekingenlikleri kınanırken bununla bağlantılı
olarak mali ve bedeni cihad görevi işlenmektedir. Bu kısım, müminleri savaşmaya,
düşmanlarının izini sürmeye, onlara soluk aldırmamaya, düşmanlarını
kovalama hususunda gevşekliğe kapılmamaya teşvik eder. Bunun yanısıra müminlerin
durumu ile İslâm düşmanlarının durumunu; her ikisinin istikametleri, akıbetleri
ve Ahirette görecekleri karşılıklar bakımından birbirlerinden farklı
olduklarını belirten ayetler ile sona erer.
Sekizinci
bölümün ayetleri İslâm adaletinin bir şahikasını, doruk noktasına ulaşmış
somut bir uygulamasını gözlerimizin önüne getiriyor. Bilindiği gibi bir
yahudi haksız olarak zırh hırsızı olmakla suçlanmış ve bu suçlama asılsız
şahitlikler ile perçinlenmişti. İşte bunun üzerine yüce Allah'ın katından
birbiri peşi sıra inen bir dizi ayet, bu masum yahudiyi aklıyor. Oysa
yahudiler o sırada İslâm'a ve müslümanlara karşı komplo üstüne komplo düzenlemekle
meşguldürler. Fakat İslâm adaleti, sempati ve antipati gibi duyguların
etkisi altında kalmayan ilahi bir adalettir. Bu olay; insanlığın bu eşsiz
ve yüce sistemin dışında hiçbir sistemde ulaşamadığı, benzerini yaşamadığı
bir adalet doruğudur.'
Dokuzuncu
bölümün konusu; şirk, müşrikler, şirk kaynaklı hurafeler, bu hurafelerin
etkisi ile oluşmuş sapık sloganlar ve saçma düşüncelerdir. Bu kısmın
ayetlerinde yüce Allah'ın adaletine ilişkin asılsız saplantılar ve
kuruntular ele alınıp düzeltiliyor, cezaların ve ödüllerin bu saplantılara
ve kuruntulara göre değil, işlenen amellere göre biçileceği belirtiliyor;
bunun yanısıra tek gerçek dinin sadece İslâm olduğu ve bu dinin aynı
zamanda Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) de dini olduğu vurgulanıyor.
Onuncu
bölümün ayetlerinde ise bu surenin ilk konusunu oluşturan kadınların -özellikle
yetim kızların- ve kimsesiz çocukların haklarına tekrar dönüldüğünü görürüz.
Bununla bağlantılı olarak kadının, kocası tarafından ihmal edilmesi ya da
aldatılması olaylarına ilişkin çözümler anlatılıyor. Bu arada ideal karı-koca
hayatının gerçekleşebilmesi için hangi şartlara uyulması gerektiği açıklanıyor.
Eğer bu şartlara uyulmaz ise ortak aile hayatının yürüyemeyeceği ve bu şartlara
ilişkin aksaklıklar giderilemezse eşlerin birbirinden ayrılmalarının daha
hayırlı olacağı belirtiliyor.
Eşlere
adil davranma ve genel anlamda aile hayatına ilişkin bu hükümlerin arkasından
gelen uyarıcı sonuç cümlelerinde; bu hükümler ile bu direktifler, yüce
Allah'a, Allah'ın göklerin ve yeryüzünün maliki oluşuna ve yüce Allah'ın
şimdiki bütün insanları ortadan kaldırıp yerlerine başka insanlar
getirmeye gücü yettiğine bağlanıyor. Bu da meselenin, ilahlığın dehşet
verici gerçeği ile ilgili son derece önemli bir husus olduğunu kanıtlar.
Arkasından kalplerdeki Allah korkusu harekete geçiriliyor ve müminlere, her türlü
insanlar arası ilişkilerinde ve verdikleri bütün hükümlerde mutlak anlamda
adil olmaları çağrısı yenileniyor. Bu çağrı yenilemesi, Kur'an'ın bildiğimiz
üslûbu uyarınca, belirli bir konunun dar alanından hareket ederek genel ve
yaygın bir çevreye açılıyor.
Arkasından
bu cüzün son bölümünü oluşturan ayet demeti geliyor. Bu kısmın hemen
hemen tek konusu münafıklığı ve münafıkları kınamak; müminleri ciddi
belirgin ve istikametli bir imana sahip olmaya çağırmaktır. Bunun gereği
olarak müminleri müslüman cemaatten başka bir dost, bir dayanak edinmekten,
İslâm yönetiminden başkasına bağlılık göstermekten kaçınmak, gerek münafıklara
ve gerekse bu dinin açık düşmanlarına karşı yersiz bir nezaket göstererek
ya da onlarla aradaki sosyal ve şahsi ilişkilerin etkisinde kalarak dini
konularda gevşek ve savsaklayıcı davranmamalarım müslümanlara önemle
telkin etmektir. Bu son tutum münafıklığın belirtilerinden biridir. Münafıkların
yeri ise cehennemin en alt katıdır. Münafıklar; kâfirleri dost ve müttefik
edinen kimselerdir.
Daha
sonra bu cüzle birlikte bu bölüm yüce Allah'ın sıfatlarına, O'nunla
kulları arasındaki ilişkinin niteliğine ve yine O'nun yoldan çıkmışları
ve sapıkları neden cezalandırdığına ilişkin etkili bir açıklama ile
noktalanıyor. Eğer kullar Allah'a iman etseler, O'na şükretseler, O'nun
onları cezalandırmakta hiçbir yararı yoktur. Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer
Allah'a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç şüphesiz,
Allah şükre karşılık verir ve her şeyi bilir." (Nisa Suresi, 147)
Bu
ifade acayip bir ifade., Yüce Allah'ın rahmetini, insanlara azap çektirmede
hiçbir yararı olmadığını, eğer O'nun sistemine uygun yaşasalar, bu
sistemi sunuşundaki lütfa ve bağışa karşı şükretseler insanları azaba
çarptırmasının söz konusu olmayacağını kalplere duyuran, şaşırtıcı
derecede sıcak ve cana yakın bir ifade. Fakat durum böyleyken insanlar; kâfirlikleri,
inkârcılıkları, bu küfür ve inkârcılığın sebep olduğu psikolojik
(ferdi), sosyal ve uluslararası bozgunculukları yüzünden ilâhi azabı kendi
elleri ile satın alıyorlar.
İşte
bu cüz bu konular ve amaçlar yığınını bu kadar geniş çapta ve boyutta
sayfalarına sığdırıyor. Burada bazı kısa değinmeler yapmakla yetiniyor
ve yüce Allah'ın yardımı ile tek tek ayetlerin ayrıntılı açıklamasına
geçiyoruz.
EVLİLİK
KURUMU
Bu
surenin aşağıda inceleyeceğimiz ayetleri, aile kurumunu fıtri temellere
oturtma çabasının tamamlayıcısı niteliğini taşır. Surenin akışı
boyunca iki nokta dışında bu konuya bir daha değinilmeyecektir. Bu iki nokta
ile de bu son derece önemli temel konuya ilişkin ek niteliğinde bazı hükümler
açıklanacaktır. Gerçekten aile kurumunun yasal düzenlemeye kavuşturulması
o kadar önemlidir ki, insan hayatının fıtrî mecrası (doğuştan gelen akışı)
içinde dengeli ve sağlıklı seyri bu yasal düzenlemeye bağlı olduğu gibi
bu kurumun amacından sapması kesinlikle yeryüzünde kargaşalığa ve sosyal
çalkantılara yol açar.
Bu
bölümün ayetleri kendileri ile evlenmenin yasak olduğu kadınlara ilişkin
ek bir açıklama gündeme getiriyor; sağlıklı bir aile kurumu içinde yüce
Allah'ın kadınlar ve erkekler tarafından ortaklaşa gözetilmesini istediği
şartları belirliyor. Bu şartları gözetmenin temiz ve sağlıklı bir aile
yuvasını güvence altına alıcı niteliği yanında insanlar için kolaylık
ve problemsizlik sağladığı anlatılıyor. Bunların yanısıra bu kurumun
dayanağını oluşturan temel yasal kurallar ile evlilik akdini gerçekleştiren
tarafların her ikisinin omuzlarına yüklenen karşılıklı haklar ve görevler
açıklanıyor.
Sözü
edilen aile kurumu düzenlemesine paralel olarak müslüman toplumda geçerli
olacak mali ilişkilerin bazı yasaları da belirtiliyor. Gerek ferdi teşebbüs
ve gerekse miras yolu ile kazanılan mallara ilişkin hukuki düzenlemeler
getirilip bununla bağlantılı olarak akraba olmayanlar arasında evlilik yolu
ile birbirine miras geçişini sağlayan sözleşmelerin nasıl çözüme bağlanacakları
açıklanıyor.
Bu
bölümde genel olarak şu nokta dikkatimizi çekmektedir. Bu kısmı oluşturan
ayetler, bütün bu yasal düzenlemeler ve hükümler ile imanın başta gelen
temel ilkesi arasında sıkı bir bağ kuruyor. Bu temel ilke şudur: Bütün bu
yasal düzenlemeler, bu hükümler yüce Allah'tan kaynaklanıyor ve bunlar
O'nun ilâhlığının vazgeçilmez gerekleridir. Çünkü bu surenin giriş bölümünde
ısrarla vurguladığımız gibi, en başta gelen karakteristik özellik kayıtsız-şartsız
egemenlik konusudur, insanlar için yasa koyma yetkisidir, insanların hayatlarının
ve karşılıklı ilişkilerinin dayanağını oluşturan temel ilkeleri düzenleme
tekelidir.
Bu
dersin ayetleri boyunca bu duyarlı ilişki ısrarla tekrarlanır ve özel
yetkinin ilâhlığın karakteristik niteliklerinden biri olduğu vurgulanır.
Bunun yanısıra bu yasal düzenlemelerin engin bilgi ve hikmet sahibi olan,
Kur'an'ın deyimi ile "Alîm" ve "Hakîm" olan yüce
Allah'tan kaynaklandığı gerçeği de ısrarla vurgulanır. Bu ısrarlı
vurgulama derin bir anlam taşır. Sebebine gelince bu ilâhi sistemin temel özelliği,
her şeyden önce kapsamlı ve eksiksiz bilgi ile kavrayıcı ve geniş görüşlü
hikmete dayalı olmasıdır. Oysa bu özellikler insanda yoktur. Buna göre
insan, sosyal hayatın isabetli temel kurallarını koyma yeteneğinden
kesinlikle yoksundur.
İşte
insanoğlunun yeryüzündeki bahtsızlığı ve mutsuzluğu bu noktadaki yanılgıdan
kaynaklanıyor. İnsan ne zaman engin bilgi ve hikmetin mutlak sahibi olan yüce
Allah'ın sistemine sırt çevirirse sapar. Böylece uçsuz-bucaksız bir çölde
kılavuzsuz olarak taban tepmiş olur. Eksik bilgisini azgınlığını ve şahsi
arzuların tutsağı olmaya yatkın yapısını göz ardı ederek yüce Allah'ın
kendisi ve sosyal hayatı için seçmiş olduğu sistemden daha yararlı bir
sistem ortaya koyabileceği yanılgısına düşerse kesinlikle mutsuz ve
bedbaht olur!
Aşağıda
ayetlerini okuyacağımız bu bölümün ısrarla vurguladığı bir başka gerçek
de şudur: Yüce Allah'ın sistemi, insanların şahsi arzularının ürünü
olarak ortaya koymak istedikleri bütün sistemlerden daha kolay, daha külfetsiz
ve fıtrata daha yakındır. Yüce Allah'ın bu sistemi ortaya koymuş olması,
O'nun insan yetersizliğini telâfi edici bir rahmetidir. Eğer insanoğlu bu
sistemden saparsa hayvanlık düzeyine doğru inişe ve gerilemeye geçeceği
gibi ayrıca kendini ağır bir zorluk ve sıkıntı yükünün altına da sokmuş
olacaktır. Aşağıda bu bölümün ayetlerini açıklamaya çalışırken, bu
gerçeğin insanlık tarihinin pratiği tarafından doğrulandığını ve
ispatlandığını hep birlikte göreceğiz. Bu gerçek, sözünü ettiğimiz
tarihi pratiğin gözler önüne serdiği açık bir realitedir.
Fakat
bu gerçeği görebilmek için insan ihtiraslarının kalpleri dumûra uğratmaması,
gözleri kör etmemesi, cahiliye zihniyetinin karanlık baskısı altında
kalplerin ve gözlerin tabiî fonksiyonlarını yitirmemiş olması gerekir.
Şimdi
bu dersin ilk ayetlerini okuyalım:
24-
Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında evli kadınlar ile
evlenmeniz haramdır. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır.
Bunların dışında kalan kadınları iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı
ile mehirlerini vererek nikahlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız
faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız
mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak
yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir.
Dördüncü
cüzün sonunda yer alan aşağıdaki ayette, nikâhlanmaları doğrudan doğruya,
yani hiçbir yan sebebe bağlı olmaksızın yasak olan kadınların kimler
olduklarını açıklamıştık. Şimdi bu ayeti bir kere daha okuyalım:
"Geçmiş
uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlar
ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin
bir gelenektir." (Nisa Suresi, 22)
"Geçmiş
uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz,
halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin
kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, kaynanalarınız,
cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey
kızlarınız, -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar
ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile
evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikâhınız altında bulundurmanız
size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
(Nisa suresi, 23)
Yukarıda
okuduğumuz "Evli kadınlar..." ifadesi ile başlayan ayet, bu konuda
ek bir yasaklama getiriyor. Çünkü bu kadınlar başka erkeklerin (kocalarının)
ırz korunağı içindedirler. Erkekler ile evli oldukları için bu korunağın
sınırları içine girerek dokunulmaz olmuşlardır. Bu yüzden bu kadınlar
kocaları dışındaki erkeklere haramdırlar, başka erkeklerin onlarla
evlenmeleri helâl değildir.
Bu
yasak; İslâmî toplum düzeninin ana ilkesini gerçekleştirme amacı güder.
Bu ana kurala göre, İslâm toplumu aile temeline dayanır, aile kurumu bu
toplumun birimidir. Buna göre aileyi, gerek "ortaklaşmalı" cinsel
ilişkilerden ve gerekse toplumu kirletecek yaygın fuhuş alışkanlıklarından
kaynaklanabilecek neseb karışıklığı, soy belirsizliği gibi lekeleyici
uygulamalara karşı korumak gerekir.
Belirli
bir kadının belirli bir erkeğe ait olduğunu resmîleştiren ve sözünü
ettiğimiz "ırz koruma"sını gerçekleştiren açık evliliğe dayalı
aile, "insan" fıtratı ile, insanın insan olmasından doğan gerçek
ihtiyaçları ile uğraşan, bağdaşan en mükemmel sistemdir. Çünkü insan
hayatının, hayvan hayatını aşan ondan çok daha yüce bir amacı vardır.
Gerçi bu yüce amaç, söz konusu hayvanî amacı da içerir. Açık evliliğe
dayalı aile yuvası bunun yanısıra, insan toplumunun amaçlarını da gerçekleştirir.
Aynı zamanda vicdan huzuru, aile dirliği ve son çözümde toplumsal barış güvencesi
getirir.
Şurası
açıkça gözlenen bir gerçektir ki, insan yavrusu, diğer bütün canlı
yavrularından çok daha uzun süren bir bakım ve gözetim dönemine muhtaçtır.
Bunun yanısıra insan yavrusu, insanı diğer canlılardan ayırarak imtiyazlı
bir konuma yükselten, ileri düzeyli bir sosyal hayatın gereklerini
kavrayabilmek için, yine hayli uzun zaman alan bir eğitim dönemine de muhtaçtır.
Bilindiği
gibi hayvanlardaki cinsiyet içgüdüsü, cinsel birleşmeyi, üremeyi ve çoğalmayı
sağlamakla hedefine ulaşmış olur. Fakat insandaki cinsiyet içgüdüsü bu
fonksiyonları gerçekleştirmekle amacına ulaşamaz, onun amacı daha da ötelere
uzar. Bu aşkın amaç, erkek ile kadın arasında sürekli ve uzun ömürlü
bir ilişkiyi gerekli kılar. Çünkü bu sürekli ana-baba ilişkisi, beraberliği
sayesinde insan yavrusunun varlığı ve hayatı korunacak, onun beslenmesi ve
diğer zaruri ihtiyaçları karşılanacaktır. Bunun yanısıra insan hayatının
gerekleri açısından bundan daha önemli olmak üzere; bu yavrunun eğitilmesi,
insanlığın ortak deney birikimi ve bilgi hazinesi ile donatılması gerekir.
İnsan yavrusu, ancak bu eğitim sayesinde toplumsal hayata katılabilecek,
ardarda gelecek kuşaklar ile gerçekleştirilmesi gereken gelişme süreci içindeki
ortak yükümlülük payını taşıyabilecektir.
İşte
bundan dolayı, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "cinsel
haz" değildir. Cinsel haz, insan hayatının sadece bir aracıdır, amacı
değildir. İnsan hamuruna bu mayanın katılmış olmasının sebebi, erkek ile
kadını bir araya getirmek, sonra bu ilişkiyi devam ettirerek insan türünün
ortak gelişme sürecine katkıda bulunma görevini yerine getirmektir. Demek
ki, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "sorumluluk"tur.
Eşler; buluşmalarının ve birleşmelerinin ürünü olarak meydana gelen güçsüz
yavrularının bakımı ve gözetimi ile yükümlüdürler. Bunun yanısıra bu
konuda insanlık toplumunun omuzlarına bindirdiği bir başka yükümlülükleri
daha vardır: Yavrularına ilerde insânî sorumluluklarının gereğini yerine
getirme, insan varoluşunun amacını gerçekleştirme gücü ve yeteneği sağlayacak
düzeyde bir eğitim vereceklerdir.
Bütün
bu faktörler bizi şu kaçınılmaz sonuçlara götürür: Erkek-kadın ilişkisini
aile temeli üzerine oturtmak tek sağlıklı sistemdir. Belirli bir kadının
belirli bir erkeğe ait olmasını resmileştirmek, karşıt cinsler arasındaki
bu ilişkiye devamlılık sağlayacak en sağlıklı çözümdür. Gerek aile
yuvasının kurulmasında ve sürdürülmesinde gerek ortak hayat boyunca baş gösterebilecek
problemlerin çözümünde ve gerekse -kesin bir kaçınılmazlık haline
gelince- bu yuvanın dağılmasında birinci derecede rol oynayacak faktör
"sorumluluk duygusu" olacak, sırf cinsel haz ya da şahsî arzular
olmayacaktır.
Buna
göre aile ilişkilerine ve bu ilişkilerin temel dayanağına yönelik her zayıflatma
girişimi, ağır bir suç niteliği taşır. Ki bu ilişkileri zayıflatma girişimi,
"sorumluluk duygusu"nu bu ilişkilerin temeli olmaktan çıkarıp onun
yerine ya değişken karakterli "şahsi arzular"ı ya gelip geçici
"içgüdüler"i ya da bilinçsiz "şehvet"i geçirmek anlamına
gelir. Bu zayıflatma girişimlerinin ağır bir insanlık suçu olmaları
sadece cinsel anarşiye, fuhuşa ve toplumsal çözülüşe sebep olmaları ile
değil, aynı zamanda toplumun temel dayanaklarını dinamitleyerek onu kesin
bir yıkıma götürmeleri yüzündendir.
İşte
bu gerçeği kavrayınca, kendilerini aile ilişkilerini zayıflatmaya, evlilik
bağını küçümsemeye, bu bağı gölgelemeye ve horlamaya, buna karşılık
sırf değişken karakterli arzulara yanar-döner heyecanlara ve şuursuz içgüdülere
dayalı kadın-erkek ilişkilerini yücelten bunlara, evlilik bağını ortadan
kaldırmaya yol açacak derecede övgüler düzmeye adayan iğrenç kalemlerin
ve propaganda kurumlarının ne büyük çapta bir insanlık suçu işlediklerini
iyi anlarız.
Aynı
zamanda eşini eskisi gibi sevmediğini ileri sürerek onu boşamayı düşündüğünü
söyleyen müslümana cevap olarak Hz. Ömer'in (Allah ondan razı olsun) söylediği
şu sözün ne kadar derin bir hikmet içerdiğini iyi anlarız; "Yazıklar
olsun sana! Aile yuvalarının temeli sevgi midir? Karşılıklı bağlılık
duygusu; sorumluluk duygusu nerede kaldı?" Hz. Ömer'in bu sözü, yüce
Allah'ın şu direktifine, Allah'ın seçkin kulları olan müminlere yönelik
şu eğitici Kur'an buyruğuna dayanıyordu: "Kadınlara karşı iyi davranınız,
onlarla iyi geçininiz. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki, hoşlanmadığınız
bir şeyi Allah hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." (Nisa
Suresi, 19)
Bu
ilâhi telkinin amacı; mümkün olduğu oranda yuvaları ayakta tutmak, yıkıcı
duygusal parlamalara karşı koymak, onları yatıştırmak, genç kuşağın
muhtaç olduğu gözetimi güvence altına alabilmek için -bütün yapıcı çabalar
iflas etmedikçe- evlilik bağının koparılmasına meydan vermemek; bu kutsal
bağı değişken heyecanların, bilinçsiz içgüdülerin ve havada uçuşan
arzuların sarsıntılarına karşı korumaktır.
Bu
yüce ve derin anlamlı bakış açısının ışığı altında, az önce sözünü
ettiğimiz yıkıcı yaygaraların ne kadar yüzeysel ve basit olduğu gerçeği
meydana çıkar. Bu sorumsuz yaygaracılar, sorumluluk duygusunun egemen olduğu
ve insan soyunun omuzlarındaki kutsal emaneti gözetmeyi amaçlayan evlilik ilişkisi
dışındaki bütün kadın-erkek ilişkilerine methiye düzerler. Sözünü
ettiğimiz kutsal emanet; faziletli insanlık hayatının gereklerini yerine
getirecek genç kuşaklar yetiştirmek ve bu kuşakların yararını güvenceye
almaktır. Yoksa kısa ömürlü, gelip geçici heyecanların yararını gözetmek
değildir.
Bu
ucuz ve iğrenç kalemler, kirli ve alçak propaganda kurumları ile kalbi kocasından
hafifçe soğuyan her kadına derhal bir kadın avcısının gayri meşru kucağına
atılmayı telkin ederler. Kadının böyle bir erkekle arasındaki ilişkiye
"kutsal ilişki" yaftası takarlar. Oysa aynı kadının hafif kırgın
olduğu kendi erkeği ile sürdüreceği ilişkiye "Vücudunu maddî çıkar
karşılığında satışa çıkarma" sözleşmesi adını takarlar.
Yüce
Allah, nikâhlanması yasak olan kadınları anlatırken "Evli kadınlar
ile evlenmeniz haramdır" buyurarak nikâhlı kadınların "İlişki
kurulması yasak" kadınlar olduklarını belirtiyor. Bu yüce Allah'ın sözü.
Yukarda değindiğimiz yıkıcı propaganda ise, kendilerini toplumun
temellerini dinamitlemeye, fuhşu yaygınlaştırmaya adamış olan yaygaracıların
sözleri. "Hiç şüphesiz Allah gerçeği söyler ve doğru yola eriştiren
sadece O'dur." (Ahzab Suresi, 7)
Toplumda
yüce Allah'ın diledikleri dışında, başka kriterler, değer yargıları ve
düşünceler oluşturmaya yönelik sistematik çabalarla karşı-karşıyayız.
Yüce Allah'ın koydukları dışında başka hayat prensipleri ve insanlar arası
ilişki türleri ortaya koymak için yoğun gayretler harcanıyor. İnsanları
ve hayatı yüce Allah'ın belirlediği istikametin dışında başka yönlere sürüklemek
uğruna gece-gündüz çalışılıyor. Bu amansız kampanyayı yönlendirip yürütenlerin
hesabı şùdur: İslâm toplumunun temel dayanaklarını dinamitlemek, müslüman
ülkelerde yaşanan İslâmî hayat tarzını yıkmaktır. Böylece, İslâm'ın
inanç sistemini, ahlâkını ve toplum yapısını çökerttikten sonra bu ülkelere
yönelik tarihi emperyalist emelleri önünde hiçbir engel kalmayacak diye düşünüyorlar.
Fakat hazırlanan felaketin çapı ve etki alanı onların bu sinsî maksatlarını
fazlası ile aşmaktadır. Çünkü hazırladıkları felâket sadece İslam
toplumunun temellerini değil, bütünüyle insanlık toplumunun temellerini
dinamitliyor. İnsan hayatının dayanağını oluşturan fıtratın temellerini
yıkıyor, insan toplumunu, büyük emaneti taşıyacak unsurlardan yoksun bırakıyor.
Bu büyük emanet faziletlerle dolu insanca hayat tarzıdır. Çünkü bu
felaketli kampanya insanlığı, istikrarlı, sağlıklı; azgın şehvetlerin,
değişken içgüdülerin ve rüzgârda uçuşan arzuların kasırgalarından
emin bir aile yuvasının sıcak ortamında yetişecek analı-babalı çocuklardan
yoksun bırakıyor. Oysa tümüyle insan soyunun omuzlarındaki emaneti ancak böyle
kuşaklar taşıyabilir. Bu nitelikteki kuşakları yetiştirme amacı; sırf
hayvansal üremeden, sırf "içgüdüler"e dayalı şehvet
motivasyonlu çiftleşmelerden, dengeli değişmez ve soğukkanlı
"sorumluluk duygusu" ilkesini kadın-erkek ilişkilerinin temel dayanağı
olmaktan çıkarma girişiminden bambaşka bir şeydir.
Böylece
bütün insan soyu yüce Allah'ın lânetine çarpılmış oluyor. Çünkü
insanlık, kendi kendini mahvediyor, bugünkü kuşaklar ilerdeki kuşakların
geleceğini yıkıma uğratıyorlar. Bunu kendi hazlarını, kendi şehvetlerini
tatmin etmek ve gelecek kuşakları İlâhî lanete müstehak kılmak için yapıyorlar.
Tabii ki, yüce Allah'ın sözünün, yönlendirmesinin ve istediği fıtratın
dışına çıkanlar O'nun tehditkâr hükmünün kapsamına girmekten
kendilerini kurtaramayacaklar ve böylece insanlık soyu tümü ile yaptıklarının
cezasını tadacaktır.
Bunun
tek kurtuluş yolu vardır: Yüce Allah, sözünü ve yeryüzüne ilişkin hayat
sistemini onaylayan mümin cemaat aracılığı ile insanlığa acıyacak, bu
cemaat insanlığın elinden tutarak onu Allah'ın hayat sistemine yöneltecek
ve böylece müminler insanlığı, onların kendi elleri ile hazırladıkları
yok edici felâketlerin şerrinden kurtaracaklardır. Demek oluyor ki, sadece İslâm
dünyasının temellerini çökerteceğini ve böylece emelleri önünde
engelsiz ve savunmasız bir sömürge alanı oluşturacağını sandıkları bu
yolda kaleyi içerden fethedebilmek için kiralık kalemlerini ve iğrenç
propaganda kurumlarını seferberliğine koştukları felâketlerinin,
cinayetlerinin şerrinden onları yine ancak müslümanlar kurtarabileceklerdir.
"Savaş
tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında, evli kadınlar ile
evlenmeniz haramdır."
Buradaki
istisna İslâm uğruna cihad etmek amacı ile girişilmiş savaşlarda esir
olarak alınmış cariyeler ile ilgilidir. Bu kadınlar, müslümanlar için
"Darü'l-Küfr" ve "Daru'l-Harb" olan kendi yurtlarında
evlidirler. Fakat yurtları ile ilişkileri kesilince oradaki kâfir kocaları
ile ilişkileri kopar ve artık korumasız, serbest kadınlar haline gelirler.
Bunların İslâm yurdunda da kocaları yoktur. Bundan dolayı rahimlerinin boş
olduğunu anlamak için bir defa âdet görmeleri yeterlidir. Böylece hamile
olmadıkları meydana çıkmış olur. Bu durumda eğer müslüman olurlarsa nikâhlanmaları
helâl olur. Bunun yanısıra ister müslüman olsunlar ister olmasınlar esir
paylaşımı sırasında payına düştükleri müslüman savaşçı arada nikâh
sözleşmesi olmaksızın cariye sıfatı ile bunlarla cinsel ilişkide
bulunabilir.
Daha
önce ikinci cüzde İslâm'ın genel olarak kölelik konusuna ilişkin tutumunu
anlatmıştık. Ayrıca yirmialtıncı cüzde yer alan Muhammed suresinin
"Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurunuz,
sonunda üstün geldiğinizde onları esir alınız, savaş sona erince bu
esirleri ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında salıveriniz"
ayeti açıklanırken bu konu bir kere daha ele alındı. (Muhammed Suresi, 4)
Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu söylediğimiz yerlere başvurabilirler.
Burada
sadece şu kadarını söylemekle yetinelim: İslâm blokunun savaş tutsaklarını
köleleştirme konusundaki tutumu ilke olarak düşmanlarının bu konudaki
kendisine yönelik tutumu gibidir. Fakat köleleştirme noktasındaki bu tutum
benzerliğinin yanında İslâm'ın kölelere karşı takındığı tavır ve
onların insanlıklarına gösterdiği saygı bakımından düşmanlarından çok
üstün olduğu kesindir.
İslâm'ın
savaş esirlerini köleleştirme uygulamasına katılmaktan başka çaresi
yoktu. Çünkü, tutsakları köleleştirmek o günün dünyasında
milletlerarası geçerliliği olan bir düzendi. İslâm, bu uygulamayı tek
yanlı olarak ortadan kaldıramazdı. Çünkü o zaman kâfirlerin eline tutsak
düşen müslümanlar köle olurlarken müslümanların ellerine düşen kâfir
tutsaklar, özgür kalacaklardı. Bu durumda kâfirler bloğu, müslüman bloğu
karşısında aradaki dengeyi müslümanlar aleyhine değiştirecek nitelikte önemli
bir avantaj elde edecekti. Bunun sonucu olarak kâfirler, müslümanlara karşı
cesaretlendirilmiş olacak ve onlara saldırılarının akıbetini düşünmeden
pervasızca saldırma, hatta bu saldırılardan her zaman kazançlı ve
ganimetli çıkma imkânı verilmiş olacaktı.
Bundan
dolayı İslâm toplumunda tutsak kâfir kadınlardan oluşmuş cariyelerin
bulunması kaçınılmazdı. Peki İslâm bunlara karşı nasıl davranacaktı?
Fıtrî istekler, sadece yemek ve içmekle bitmez. Fıtratın bunlar dışında
bir cinsel içgüdüsü de var ki, kadınların mutlaka onu da tatmin etmeleri
gerekiyordu. Yoksa fuhuş yoluna başvurarak toplumun tümünün ahlâkını
bozacaklar, yapısını kirleteceklerdi. Öte yandan müslüman erkekler, bu kadınlar
ile kâfir kaldıkları sürece evlenemezlerdi. Çünkü müslüman erkek ile kâfir
kadın arasında evlilik ilişkisi kurmak haramdı. (Bir cariye müslüman
olunca onunla cinsel ilişkide bulunabilmek için mutlaka kendisini nikâhlama
zorunlucu yoktur. Bu durumda onunla evlenmek caiz hale gelir, o kadar.) Bu
durumda bir tek çözüm yolu kalıyor. O da bu kadınlar kâfir kaldıkları sürece
nikâhsız olarak kendileri ile cinsel ilişkide bulunulmasını serbest bırakmak.
Yalnız bunun için daha önce ülkelerinde evli olan cariyelerin gebe olmadıklarından
emin olmak ve kâfir kocaları ile ilişkilerinin koptuğunu tespit etmek şarttır.
Bu
ayette, nikâhlanması haram olan kadınlar belirtildikten sonra, nikâhlanması
helal kadınlardan söz edilmeden önce helâl ve haram kılma ilkesi ile helâl
ve haram kılma kaynağı arasındaki sıkı ilişkiye parmak basılıyor. O
kaynak ki, O'nun dışında hiçbir mercî herhangi bir şeyi, haram ya da helâl
yapamaz, O'ndan başka hiç bir merci insanların hayatına ilişkin herhangi
bir hüküm kovamaz. Ayetin bu cümleciğini birlikte okuyalım:
"Bunlar
Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır."
Yani
bu yasaklar, yüce Allah'ın sizi uymakla yükümlü tuttuğu taahhütler, sözleşmeler
ve yazılı talimatlardır. Burada ne keyfï arzulara uymak ne herhangi bir
geleneğe bağlı kalmak ve ne de geçmişten miras kalan toplumsal birikimin önerdiği
uygulamaları sürdürmek mümkündür. Söz konusu olan yüce Allah'ın
direktifi, taahhüdü ve sözleşmesidir. Helâllik ya da haramlık hükümlerini
dayandıracağınız, tek kaynak budur. Sadece bu kaynağın size dikte ettiği,
emir ve yasak olarak bildirdiği direktiflere uyacak, yalnız O'nun emirleri ve
taahhütleri konusunda hesaba çekileceksiniz.
Burada
dikkatimizi çekmesi gereken bir gerçek var ki o da şudur: Bir önceki ayette
nikâhlanması yasaklanan kadınların çoğunluğu cahiliye döneminde de yasak
evlilikler olarak sayılıyordu. Bunların içinde sadece babanın eski eşlerini
nikâhlamak ile aynı anda iki kız kardeşi nikâh altında bulundurmak
serbestti. Üstelik üvey anneler ile evlenmek o dönemin gelenekleri tarafından
da hoş karşılanmıyor, "şiddetle kınanacak bir hareket" olarak anılıyordu.
Fakat İslâm gelip bu yasak evliliklerin yasaklığını onaylayınca yasaklama
hükmünü söz konusu cahiliye geleneklerine dayandırmadı. Bunun yerine yüce
Allah "Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" buyurdu.
Gerek
İslâm inancının ve gerekse İslâm hukukunun kaynağının ne olduğunu açıklığa
kavuşturmak için bu ince nokta üzerinde biraz durmamız gerekir. Ayetin bu
ifadesi pratik hayatımızın birçok meselesinin çözümünde bize yol gösterecektir.
İslâm'a
göre insanların uyacağı kanunların tek kaynağı yüce Allah'ın emri ve
iznidir. Çünkü bu emirler ve müsaadeler ilk ve son otorite kaynağını oluştururlar.
Buna göre başlangıçta bu kaynağa dayalı olarak ortaya çıkmayan her hüküm,
kökeni bakımından batıldır, geçersizdir. Bu yüzden sonradan düzeltilmeye
elverişli değildir. "Varlığını bu biricik doğru kaynağa dayandırmayan
bütün hükümler ve uygulamalar" anlamına gelen cahiliye düzeni bütünüyle
kökten batıldır, geçersizdir. Bütün düşünceleri ile, bütün değer
yargıları ile, bütün kriterleri ile, bütün adetleri ve gelenekleri ile, bütün
kanunları ve hükümleri ile batıldır, geçersizdir.
İslâm
hayata egemen olup ona yön vermeye girişince onu bütünüyle ele alır. İlk
iş olarak cahiliye düzeninin bütün kurumlarını, bütün değer yargılarını,
bütün geleneklerini ve bütün yasal düzenlemelerini yürürlükten kaldırır.
Çünkü bunların tümü kökenleri itibarı ile batıldırlar, düzeltilip sürdürülmeye
elverişli değildirler. Eğer İslâm, cahiliye düzeninde geçerli olan bir
geleneği onaylıyorsa onu bu cahiliye kökeni ile, bu kaynağa dayalı olarak
onaylamaz: İslâm o geleneği, yüce Allah'ın emrinden ve izninden kaynaklanan
başlangıç otoritesine dayandırarak onaylar. Cahiliye döneminde geçerli
olan o eski geleneğe gelince o artık yürürlükten kalkmıştır, artık hiçbir
yasal nitelik taşımamaktadır.
Bu
arada, eğer İslâm hukuku, (fıkıh) bazı meselelerde "geleneği (örfü)"
dayanak olarak kabul ediyorsa daha baştan yüce Allah'ın izni ile geleneğe
kendinden kaynaklanan bir yetki vermesinden ötürüdür. O zaman söz konusu
meselelerde gelenek, kanun koyma gücü kazanmış oluyor. Ama bu gücünü, asıl
kanun koyucu olan yüce Allah'tan alıyor, yoksa bu gücü insanlardan, daha önce
o geleneği uygulaya gelmiş olan sosyal yapıdan almıyor. Yani bu geleneğe
yasal dayanak olma gücünü, yetkisini veren faktör onun o sosyal yapıdaki
uygulanışı değildir, asla. Ona yasal dayanak olma yetkisini veren faktör,
asıl kanun koyucu olan yüce Allah'ın onu kaynak olarak kabul etmesidir. Yoksa
o temeldeki batıl, geçersiz olma niteliğini sürdürecektir. Çünkü yüce
Allah'ın emrine dayanmayacaktı. Oysa tek yetki kaynağı Allah'tır. O, daha
sonra kendi iznine bağlanmamış olan cahiliye kaynaklı yasa koyma girişimleri
hakkında bize şöyle buyuruyor:
"Yoksa
onların Allah'tan başka ilâhları var da bu ortaklar dini konularda Allah'ın
iznine dayanmayan yasalar mı koyuyorlar?" (Şura Suresi, 21)
Bu
ayet kanun koyma yetkisinin yüce Allah'ın tekelinde olduğunu vurguluyor. Yani
"Onların Allah'ın izin vermemiş olduğu hükmü yasal ilan eden, Allah dışında
başka ilahları mı var?"
"Bunlar
Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" cümlesinin dile getirdiği
bu önemli temel ilkeyi, Kur'an'ın kanun koymadan söz eden bütün ayetleri ısrarla
vurguluyor. Kur'an-ı Kerim ne zaman bir yasa koyma olgusundan bahsederse
mutlaka bu kanun koyma olayına yetki kazandıran kaynağa parmak basar. Buna
karşılık cahiliye yasalarından, cahiliye geleneklerinden ve cahiliye düşüncelerinden
söz ettiğinde çoğunlukla hemen arkasından "Allah, onların doğruluğu
hakkında hiç bir delil, hiçbir güç gerekçesi indirmiş değildir"
(Yusuf Suresi, 40) ifadesini kullanır. Böylece daha baştan söz konusu
yasaları, gelenekleri ve düşünceleri otorite dayanağından soyutlar, onların
batıl olma ve geçersiz olma gerekçelerini açıklar. Bu gerçekçe; o yasaların,
geleneklerin ve düşüncelerin O tek doğru kaynağa dayanmamalarıdır.
Anlatmaya
çalıştığımız bu temel ilkeyi İslâm hukukunun kanun koyma usulüne ilişkin
şu ünlü kuralı ile karıştırmamak gerekir. Bu kurala göre
"Nesnelerde aslolan nitelik helâl olmaktır, haram olduğuna dair delil
bulunmayan herşey helâldir". Bu iki ilke birbiri ile çelişmez. Çünkü
nesnelerin asıl niteliklerinin helal oluşu kuralı yüce Allah'ın emrinin ve
izninin bir sonucudur. Buna göre bu kural, anlattığımız temel ilkenin
kendisine dayanıyor. Biz cahiliye toplumunun yüce Allah'ın şeriatına başvurmaksızın
koyduğu yasalardan ve hükümlerden söz ediyoruz. Bunların temel niteliği, tümü
ile ve top yekün anlamda batıllık ve geçersizliktir. Yalnız yüce Allah'ın
şeriatı bu yasalar ve gelenekler içinden dilediğini yeni baştan
onaylayabilir. O takdirde bu yasa ya da gelenek Allah'ın şeriatının kapsamına
girdiği andan itibaren meşrûluk ve yaptırım gücü kazanır.
CAHİLİYET
DÖNEMİNDE KADIN
Haram
evlilikler anlatıldıktan ve bu yasaklama yüce Allah'ın emrine ve direktifine
bağlandıktan sonra insanların evlenme yolu ile fıtrî içgüdülerini tatmin
edebilecekleri alanın anlatımına, yüce Allah'ın erkek ve kadınların hangi
yoldan bir araya gelerek yuvalar oluşturmalarım, ev-bark kurmalarını sevdiğinin
belirtilmesine ve yine O'nun bu kurumun önemine yaraşır temizlik, namusluluk
ve ciddiyet içinde erkek ve kadının birbirinden yararlanmalarına ilişkin
direktiflerinin irdelenmesine geçiliyor:
"Bunların
dışında kalan kadınları, iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile
mehirlerini vererek nikâhlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız
faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız
mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak
yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir."
Yani,
belirtilen bu yasak evlilikler dışında kalan evlilikler helâldir,
serbesttir. Yalnız evlenmek isteyenler, kadınlara mehirlerini vereceklerdir,
yoksa onların ırzlarını nikâhsız olarak para karşılığında satın
almaya başvurmayacaklardır. İşte bu noktayı vurgulamak amacı ile ayette
"İffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile..." buyuruluyor
Ayet,
cümleyi tamamlamadan, sözün devamını getirmeden önce mehir vererek evlenme
isteğini bu şarta bağlıyor, bu kayıtla sınırlandırıyor. Üstelik bu şartı
sadece olumlu biçimde, yani "İffetli yaşamanız" şeklinde ifade
etmekle yetinmemiş, bu anlamı bir de olumsuz biçimde dile getirerek
"zina işlememeniz..." diye buyurmuştur. Maksat yasal düzenlemenin,
hüküm getirmenin eşiğinde bu şartı daha da pekiştirmek, daha da açıklığa
kavuşturmaktır. Diğer bir amaç da, yüce Allah'ın, gerek sevdiği ve
gerekse nefret ettiği kadın-erkek ilişkilerinin somut biçimlerini iki zıt
tablo halinde zihinlere işlemektir. O'nun sevdiği ve istediği kadın erkek
arası ilişki biçimi evlilik, buna karşılık nefret ettiği ve kendisinden
kaçınılmasını istediği kadın-erkek ilişki şekli de dost edinme ve
metresliktir. Bu ilişkilerin her ikisi de cahiliye toplumunda bilinen ve normal
karşılanan ilişkilerdi. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun) bu konuda
şöyle diyor:
"Cahiliye
döneminde dört türlü nikâh vardı:
1-
Bunlardan biri insanların günümüzde de bilip uyguladıkları nikâhtır.
Yani adam, birinin kızına ya da evlatlığına talip olur, arkasından mihrini
vererek onu nikâhlardı.
2-
Cahiliye döneminde geçerli olan bir başka nikah şekli şöyle idi: Erkek,
aybaşı kanaması kesilen karısına "Falancaya haber gönder de döl
almak amacı ile kendisi ile cinsel ilişkide bulun" derdi. Karısının o
erkekten gebe kaldığı anlaşılıncaya kadar ondan uzak durur ve kendisi ile
cinsel ilişkide bulunmazdı. Kadının gebe kaldığı anlaşılınca adam,
isterse karısı ile yatıp kalkmaya başlardı. Erkekler bu yola, soylu çocuk
edinmek amacı ile başvuruyorlardı. Bu erkek kadın birleşmesine "Döl
alma amaçlı birleşme" denirdi.
3-
Bir başka kadın-erkek arası birleşme biçimi de şöyle idi: On kişiden az
sayıda bir erkek grubu bir arada bir kadına gider ve ayrı ayrı onunla cinsel
ilişkide bulunurlardı. Kadın hamile kaldığı taktirde doğum yaptıktan
birkaç gece sonra o erkeklere haber salarak kendilerini çağırırdı. Bu çağrıyı
alan erkekler gelmemezlik edemezlerdi. Adamlar yanına gelince kadın
"Marifetinizin ürününü tanımış oldunuz, onu doğurdum" şeklinde,
bir giriş yaptıktan sonra o erkekler arasında kimi seviyorsa ona döner ve
kendisine adı ile seslenerek "Ey falanca, bu çocuk senindir" derdi.
Bunun üzerine çocuk o erkeğin sayılırdı ve adam bu işe itiraz edemezdi.
4-
Cahiliye döneminde geçerli olan diğer bir kadın-erkek arası birleşme biçimi
de şöyle idi:
Çok
sayıda erkek bir arada bir kadının yanına giderlerdi. Kadın kendisine gelen
erkeklerden hiç birini geri çevirmezdi. Bunlar kapılarına özel işaret
olsun diye bir bez parçası asan genelev fahişeleri idi. İsteyen herkes
onlarla yatmaya gidebilirdi. Bu tür kadınlardan biri gebe kaldığı takdirde
doğum yapınca söz konusu erkekler bu kadın için bir toplantı yaparlar ve
bu işi bir uzmanlar (bilirkişiler) gurubuna havale ederler, onlar da bu
erkekler arasında kimi uygun görürlerse onu bu çocuğun babası ilan
ederlerdi. Böylece çocuk o adamın soyuna katılır, onun oğlu olarak anılırdı.
Adam bu karara karşı çıkamazdı." (Sahih-i Buhari ve Tercemesi)
Bu
kadın-erkek birleşmelerinin üçüncü ve dördüncü biçimleri ayetin açıkça
yasakladığı "zina" türünde ilişkilerdir. İster dost tutulan bir
kadınla ve isterse bir genelev fahişesi ile yatıp kalkma biçiminde olsun,
fark etmez. Bu ilişkilerin birincisi ise ayetin erkekleri teşvik ettiği
namuslu evlenme biçimidir. Bu birleşme türlerinin ikincisine ise ne isim
vereceğimizi bilemiyoruz!
Kur'an,
burada yüce Allah'ın istediği kadın-erkek ilişki biçimini
"koruma", `kollama", "sağlama alma" ve "gözetme"
anlamlarına gelen "ihsan" kavramı ile tanımlıyor. Burada her erkeğin
korunması ve gözetim altına alınması söz konusudur. Bu kavram bizim de
benimsediğimiz kıraat şeklinde ism-i fail olarak "muhsanîne" ve başka
bir kıraat şeklinde ism-i mefûl olarak "muhsanîne" biçiminde
okunuyor. Sözünü ettiğimiz namuslu, sağlıklı ve iffetli birleşme biçimi
bu okuyuşların her ikisinin de verdiği anlamı içerir. Bu anlam evin, aile
yuvasının, çocukların; bu değişmez, köklü ye temelli esasa dayanan
sosyal kurumun korunması, gözetim altında tutulmasıdır.
İkinci
şekil de zinadır. Ayette kadın-erkek ilişkisini tanımlamak amacı ile
kullanılan öbür terim "Sifah"tır. Bu terim "Suyun eğimli bir
yatak, bir çukur boyunca akıtılması" anlamına gelen "safh" kökünün
işteşlik (müşareket) ifade eden kalıbıdır. Yani burada erkek ile kadının
ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir eylem meydana geliyor. Bu eylemde kadın
ile erkeğin ortak katkısı altında, temiz soylu çocuk meydana getirmek, bu
çocuğu gözetmek, eğitmek ve büyütmek amacı ile kullanılsın diye Allah
tarafından verilmiş olan "hayat suyu"nu geçici bir haz, içgüdüsel
bir dürtü uğruna "Eğimli bir toprak parçası bir çukur boyunca akıtılması"
söz konusudur. Bu başıboş aldatma eylemi ne bu çifti kirlenmekten, ne
ortaya çıkacak çocuğu telef olmaktan ve ne de aile yuvasını yıkımdan
kurtaramaz.
Burada
Kur'an-ı Kerim, iki kelime aracılığı ile iki ayrı hayat tarzını iki
eksiksiz tablo halinde gözlerimizin önünde canlandırıyor. Bir yandan bu iki
ilişki biçiminin pratik hayattaki mahiyetlerini tasvir ederken öbür yandan
beğendiği ilişki biçimini övme ve hoşlanmadığı ilişki biçimini yerme
amacını gerçekleştiriyor. Bu ifade, Kur'an üslûbunun en sanatsal örneklerinden
birini oluşturur."
Mal
vererek eş edinilmesi işleminin öncesinde yer alan şart açıklandıktan
sonra mal vererek eş edinme işleminin nasıl olacağının anlatımına geçiliyor.
"Bu
kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda
kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz."
Bu
ifade, kadınların mehrini, onlardan yararlanmanın karşılığı olan bir
hak, ödenmesi zorunlu olan bir borç olarak belirliyor. Erkek, daha önceki bir
ayette tek tek sayılan yasaklı kadınlar dışındaki bütün kadınlardan
yararlanabilir. Fakat bunun yolu, bu kadınlarla "ihsan" şartına bağlı
kalarak, yani nikaha dayalı evlenme aracılığı ile eşleşmektir, başka bir
şekilde onlara el sürmeye kalkışmamalıdır. Ayrıca erkek, evleneceği kadının
mehrini de vermelidir. Mehir, kadının kesin ve belirli bir hakkıdır. Yoksä
erkeğin kadına vereceği bir bağış, bir hediye, "Olmasa da olur"
türünden bir cömertlik tezahürü değildir. Tersine yüce Allah tarafından
verilmesi farz kılınmış bir kadın hakkıdır. Bunun yanısıra erkek kadına,
cahiliye döneminin bazı uygulamalarında görüldüğü gibi, karşılıksız
bir miras biçiminde sahip olamaz. Ayrıca erkek, cahiliye döneminin takas esasına
dayalı evlilikleri gibi değiş-tokuş nitelikli bir yolla da evlilik yapamaz.
Bu tür cahiliye dönemi evliliklerinde "Ben sana istediğin bir kızı ya-da
kadını vereyim, karşılığında sen de bana kızını ya da evlâtlarını
ver" şeklinde pazarlık yapılırdı. Başka bir deyimle kadınlar ya da kızlar
birer hayvan ya da ticaret malıymışlarcasına birbiri ile takas edilirlerdi.
Ayet,
mehrin kadının hakkı olan bir farz olduğunu belirttikten sonra karı ile
kocanın, ortak hayatlarının gerekleri, karşılıklı duygularının bütünleştiriciliği
uyarınca bu konuda yeni bir uyuşmaya varmalarının önündeki kapıyı açık
bırakıyor. Şöyle ki:
"Daha
önce belirlenen mehri eşiniz ile anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın
sakıncası yoktur."
Mehrin
miktarı belirlendikten ve açıklandıktan, kadının diğer malları gibi
istediği şekilde kullanabileceği öz malı ve hakkı olduğu kesinliğe kavuştuktan
sonra kendisi isterse bu hakkının tümünden ya da bir bölümünden vazgeçebilir.
Ayrıca erkek de daha önce belirlenen mehir miktarını arttırabilir. Bu onun
arzusuna kalmış bir şey. Kısacası bu konuda karı ile kocanın karşılıklı
özgürlük ve hoşgörü içinde diledikleri yeni bir karara varmalarının hiçbir
sakıncası yoktur.
Bu
cümlenin arkasından ayetteki bütün bu hükümleri ana kaynağına bağlayan
ve dikkatlerimizi bu hükümlerin arkasındaki engin bilgiye ve ufuk açıcı
hikmete çeken yorum cümlesi geliyor. Okuyalım:
"Hiç
kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Bu
hükümleri yasallaştıran, onları bilgiye ve hikmete dayalı olarak ortaya
koyan O'dur. O halde müminin vicdanı, özellikle eşi ile arasındaki
meseleleri ve genel olarak hayatının tüm gelişmelerini düzenleyen hükümleri
nereden alacağını bilir. Bunun yanısıra bilgiden ve hikmetten kaynaklanan
bu hükümler ile tatmin olur. Çünkü "Allah her şeyi bilir ve hikmet
sahibidir."