CARİYELİK
OLAYI
Eğer
müslüman erkeğin özel şartları özgür bir kadın ile evlenmesine elverişli
değil ise özgür olmayan bir kadın ile yani bir cariye ile evlenebilir. Özgür
bir kadın ile evlenebileceği güne kadar sabredemeyen, sıkıntı çekmekten
ya da kötü yola sapmaktan çekinen erkeklere böyle bir kolaylık tanınmıştır.
Okuyalım:
25-
İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla evlenmeye elverişli
olmayanlar. ellerini;,de bulunan mümin cariyeler ile evlensinler. Hanginizin
imanı olduğunu en iyi Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız. Onlarla;
namuslu olmaları, zinadan uzak durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları
halinde velilerinden izin alarak evleniniz. Ve kendilerine geleneğe uyacak
miktarda mehir veriniz. Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür
kadınlara verilecek cezanın yarısını uygulayınız. Bu, içinizden günaha
gireceklerinden korkanlara tanınan bir imkândır. Yoksa eğer sabrederseniz
sizin için daha iyi olur. Allah affedici ve merhametlidir.
İslam
dini "insan"a, onun fıtratına, gücüne, pratik şartlarına ve gerçek
ihtiyaçlarına göre davranır: O, insanın elinden tutup onu, cahiliye bataklığından
çıkararak İslâmî hayatın doruğuna tırmandırırken fıtratını, gücünü,
pratik şartlarını ve gerçek ihtiyaçlarını göz ardı etmez. Tersine bu yüce
doruğa tırmandırıcı yolu boyunca bu faktörlerin gereğine uyar.
Fakat
İslâm, cahiliye realitesini alternatifi olmayan vazgeçilmez bir realite
olarak kabul etmez. Cahiliye realitesi geriye götürücü, düşük düzeyli
bir realitedir. İslâm, insanlığı bu realitenin bataklığından çıkarmak
için geldi. İslâm "İnsan realitesi"ni onun fıtratına ve özüne
bağlı olarak düşünür ve bu realiteden daha yüksek aşamalı bir seviyeye
çıkmaya yetenekli olduğunu hareket noktası kabul eder. Başka bir deyimle
insan realitesi, sadece cahiliye bataklığından her hangi bir cahiliye bataklığına
bağımlı kalınarak, bu bataklığın içinde debelenmek değildir. Yüce
Allah tarafından fıtratına katılmış yetenekleri sayesinde bu bataklıktan
çıkarak yüceliklere doğru tırmanabilmesi de onun realitesinin bir parçasıdır.
"İnsanın realitesi"ni tümü ile bilen yüce Allah'tır. Çünkü
"İnsanın özünü, gerçek mahiyetini" O bilir; insanı yaratan ve içinde
cirit atıp duran tüm duyguları tanıyan O'dur. Nitekim O, bize şöyle
buyuruyor:
"Yaratan
bilmez mi hiç? O lâtiftir ve herşeyden haberdardır." (Mülk Suresi, 14)
İlk
İslâm toplumunda savaşlardan kalma esirler vardı. Bunlar için daha sonra
gerekli önlemler alınacaktı. Bu önlem, ya onları karşılıksız olarak tek
taraflı bir kararla salıvermek ya kendilerini müslüman esirlere karşılık
serbest bırakmak veya müslümanlar ile savaşçı düşmanlarının arasındaki
şartların türüne bağlı olarak para karşılığında özgürlüklerine
kavuşturma şıklarından biri idi.
İslâmiyet
bu pratik probleme, efendinin sahibi olduğu cariyesi ile cinsel ilişkide
bulunmasını serbest bırakarak çözüm getirdi. Daha önce söylediğimiz üzere
cariyelerin fıtrî realitelerini gerçekçi bir yaklaşımla ele almak için bu
çareye başvuruldu. Cariyeler ile cinsel ilişkide bulunmak onların müslüman
olanları ile evlenmek yolu ile olabileceği gibi kendilerini nikâhlamaksızın
da mümkün idi. Bu konudaki tek şart, bir adet görme dönemi geçirmeleri ve
böylece karınlarında "Daru'l-Harb"de kalan kocalarının çocuğunu
taşımadıklarının ortaya çıkması idi. Fakat İslâm, bu cinsel ilişkide
bulunma serbestisini sadece bu cariyelerin efendilerine tanımıştı. Diğer
erkekler onlarla ancak evlilik yolu ile böyle bir ilişki kurabilirlerdi. Bu
arada İslâm bu kadınlara toplumda namuslarını satarak para kazanmayı
yasakladığı gibi efendileri tarafından yine para karşılığında kendi rızaları
ile Pazarlaşmalarına da izin vermemişti.
İşte
bu ayette bu cariyeler ile nasıl evlenileceği, nikâhlanmalarının hangi şartlar
altında serbest olduğu anlatılıyor:
"İçinizden
mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla evlenmeye elverişli olmayanlar.
ellerinde bulunan cariyeler ile evlensinler."
İslâm,
erkeğin mâlî imkânları elverdiği takdirde özgür kadın ile evlenmesini
tercilı eder. Çünkü özgür kadının özgür niteliği onun için koruyucu
bir zırh oluşturur, bu sayede o ırzını nasıl koruyacağını, kocasının
namusunu nasıl gözeteceğini öğrenir. Burada bu kadınların "Korumalı"
olmakla nitelenmeleri, hiç kuşkusuz evli olmaları anlamında değildir. Çünkü
evli kadınları nikâhlamanın yasak olduğu daha önce belirtilmişti.
Buradaki "Korumalı"lık terimi, bu kadınların özgür olmaları, özgürlük
zırhının koruması altında bulunmaları, özgürlüğün vicdanlarına sağladığı
..nurluluğun ve hayatlarına kazandırdığı güvencelerin sakındırıcılığından
yararlandıkları anlamını taşır.
Gerçekten
özgür kadının bir ailesi, bir yuvası, bir çevresi, bakımını üstlenen
yakınları vardır. Bu yüzden namusunun lekelenmesinden çekinir. İçinde,
vicdanında şeref ve onurluluk duyguları egemendir. Bundan dolayı fuhuştan
ve başıboş cinsel ilişkilerden kaçınır. Fakat özgür olmayan cariye üzerinde
bu faktörlerin hiç biri etkili değildir. Bundan dolayı o evlendiği takdirde
bile "Koruma zırhı içinde" değildir. Çünkü içinde kölelik günlerinin
tortularını, kalıntılarını taşır. Bundan dolayı özgür kadın için
varolan korunmuşluk, iffet ve onur onda bulunmaz. Üstelik lekelemekten çekineceği
bir aile şerefi de yoktur. Bütün bunlara ek olarak bir cariyenin hür bir
kocadan edineceği çocuklara şu ya da bu oranda köleliğin aşağılayıcılığı
bulaşır. Bu ayetin koyduğu yasaya muhatap olan toplumda bütün bu faktörler
geçerlidir.
İşte
bütün bu faktörler yüzünden İslâm, özgür kadınlarla evlenebilecek imkânlara
sahip olan müslüman erkeklerin cariyeler ile evlenmemelerini tercih etti ve
cariyeler ile evlenmeyi maddî durumu normal evlilik yapmaya elverişli olmadığı
gibi bekâr kalmanın sıkıntısına da katlanamayan erkeklerin
yararlanabilecekleri bir kolaylık kabul etti.
Eğer
müslüman erkekler bekârlıktan sıkılmışlar ise, gerek bu sıkıntının
ve gerekse kötü yola sapma endişesinin baskısını içlerinde duyuyorlarsa
İslâm önlerine dikilip kendilerini kolaylıktan, rahatlamaktan ve tatmin
olmaktan yoksun tutmuyor. Bunun yerine böyle erkeklerin, başkalarının sahip
olduğu mümin cariyelerle evlenmelerini serbest bırakıyor.
Fakat
İslâm söz konusu özgür erkekler ile cariyeler arasında kurulmasını
tercih ettiği tek ilişki biçimini belirliyor. Bu ilişki biçimi, daha önce
özgür kadınların evlenmesinde öngörülen ilişki biçiminin aynısıdır
ve şu şartları içerir:
1-
Her şeyden önce bu cariyelerin mümin olmaları gerekir. Okuyalım:
"...ellerinizde
bulunan mümin cariyeler ile evlensinler."
2-
Bu cariyelerin hakları olan mehir, efendilerine değil, doğrudan doğruya
kendilerine verilecektir. Çünkü bu onların öz haklarıdır. Okuyoruz:
"Kendilerine
geleneğe uygun miktarda bir mehir veriniz."
3-
Cariyelere ödenecek bu meblağın mutlaka mehir adı altında ödenmesi
gerekir. Bunun yanısıra onlardan metres ya da fahişe olarak değil, nikahlı
eş olarak yararlanılacaktır.
Ayette
geçen "Metres (hıdn)" deyimi belli bir erkekle gayri meşru ilişki
kuran kadın anlamına gelirken "fahişe (sefiha)" deyimi isteyen her
erkek ile yatıp kalkan kadın için kullanılır. Okuyoruz:
"Onlar
ile namuslu olmaları, zinadan (fuhuştan) uzak durmaları ve gizli dost tutmamış
olmaları halinde velilerinden izin alarak evleniniz."
Yukarda
okuduğumuz Hz. Aişe'nin hadisinde belirtildiği gibi o günlerin Arap
toplumunda özgür erkek ve kadınlar arasında bu tür gayri meşrû ilişkiler
oldukça yaygındı. Ayrıca köleler arasında da birçok fuhuş türleri yaygındı.
O günün ileri gelenleri sahip oldukları cariyelerini bu iğrenç yoldan kendi
hesaplarına para kazanmak için kullanıyorlardı. Meselâ aynı zamanda
kabilesinin şefi olan Medine münafıklarının başı Abdullah b. Ubeyy b.
Selul'un bu yoldan kendisine para kazandıran dört kadın kölesi vardı. Bu
gayri meşrû cinsel ilişkiler cahiliye dönemi iğrençliklerinin kalıntıları
idi. İslâm önce arapları ve arkasından insanlığın tümünü bu iğrençliklerin
bataklığından çekip çıkarmak, arıtıp temizlemek için gelmişti.
Bunun
yanısıra İslâm, hür erkekler ile bu "Kadın" köleler arasındaki
ilişkiyi tek bir yola bağlamıştı. Bu yol evlenmek, aile yuvası oluşturmak
amacı ile kadını belli bir erkeğe bağlayan nikâhlama yoludur. Hayvanlarda
olduğu gibi cinsel içgüdülerin başıboş biçimde tatmin aramaları yolu tıkanmıştır.
Yine İslâm, kadınlara hakları olan mihri versinler diye malı erkeklerin
ellerine verdi. Yoksa bu mallar, metreslere ya, da fahişelere peşkeş çekilmek
için verilmiş değildir.
İslâmiyet
cinsel ilişkileri, köleler dünyasında da cahiliye bataklığının iğrençliklerinden
arındırmıştır. İnsanlık her cahiliye geriliğinin pençesine düştüğünde
bu bataklıkta debelenmektedir. Nitekim günümüzde dünyanın her yerinde
insanların bu debelenişine tanık oluyoruz. Çünkü her yerde dalgalanan
cahiliye bayrağıdır, İslâm sancağı değil.
Okuduğumuz
ayetin gündeme getirdiği bu konuyu noktalamadan önce İslâm toplumunda özgür
insanlar ile köleler arasındaki ilişkilerin özüne ışık tutan Kur'an üslubuna,
bu dinin bu mesele karşısında daha onunla yüzyüze geldiği ilk günlerde
nasıl bir tutum takındığına parmak basmalıyız. Âyet köle kadınlardan
"kadın köleler", "cariyeler" ya da "dişi
tutsaklar" diye söz etmiyor, onlardan söz ederken "kızlarınız
(kadınlarınız)" ifadesini kullanıyor. Tekrar okuyalım:
"...ellerinizde
bulunan mümin kızlarınızdan (kadınlarınızdan)..."
Görüldüğü
gibi ayet, özgür olan ve olmayan insanlar arasında insanlık tabanına inecek
şekilde köklü bir ayırım gözetmiyor. Oysa o günün dünyasında egemen
olan inanç sistemleri, o çağın toplumlarında geçerli olan görüşler bu
konuda böylesine köklü bir ayırımı olabildiğince ortaya koyuyorlardı.
Bunun tam tersine ayet, özgür olan ve olmayan insanların aynı kaynaktan türediklerini
hatırlatıyor, bu iki insan kesimi arasındaki irtibatın eksenini ortak insanlık
bağı ile inanç bağının oluşturduğunu vurguluyor:
"Hanginizin
imanlı olduğunu Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız." Ayrıca İslâm,
bu tutsak kadınların sahiplerinden "efendi" diye değil, "aile,
veli" diye söz ediyor. Okuyalım:
"Ailelerinin
(velilerinin) izni ile onlarla evleniniz.'
Yine
İslâm, bu kadınların mehrini efendilerine vermiyor, mehri kendilerinin öz
hakkı sayıyor. "Kölenin tüm kazancı efendisinindir" kuralı bu
noktada geçerli değil. Çünkü mehir, bir kazanç türü değil, kadının
kocasına bağlanmasından doğan bir haktır. Okuyalım:
"Kendilerine
geleneğe uygun miktarda bir mehir veriniz"
Bunların
yanısıra İslâm, bu cariyeleri ırzlarını para karşılığında satma aşağılığına
düşürmüyor, tersine onları nikâhın, evliliğin koruyucu zırhı altına
alarak onurlandırıyor. Okuyoruz:
"Cariyeler
ile namuslu olmaları, fuhuştan uzak durmaları ve gizli dost tutmamış
olmaları halinde... evleniniz."
Görüldüğü
gibi ayette yer alan bu dokunaklı direktiflerin tümü; bu konuda kadıncağızların
insanlık onurunu okşama niteliği taşır. Özel şartların kendilerine
empoze ettiği geçici konumları yüzünden insan olmaktan kaynaklanan temel
haklarının zedelenmemesi gerektiği mesajını verir.
Oysa
İslâm'ın geldiği günlerde dünyanın her tarafındaki yaygın cahiliye
uygarlığının geçerli mantığına göre "insan" olma onuru sadece
efendilere özgü bir imtiyazdı. Köleler bu onuru paylaşmaktan yoksundu.
Bununla bağlantılı olarak onlar "İnsan" olmanın gerektirdiği diğer
temel haklardan ve dokunulmazlıklardan da mahrumdu. Eğer İslâm'ın kölelere
onur kazandırma çabasını, o günkü cahiliye zihniyetinin bu aşağılayıcı
tutumu ile karşılaştırırsanız, bu dinin "İnsan"a onur kazandırma
alanında ne büyük bir aşama gerçekleştirdiğini görürsünüz. Üstelik
İslâm insana sağladığı bu saygınlığı her durumda gözetir, bu konuda kölelik
gibi bazı insanların konumunu aşağı indiren geçici şartları engel
saymaz.
Eğer
İslâm'ın köleliğe ilişkin bu tutumu, savaş şartlarının doğurduğu bu
geçici insanlık problemine yönelik yaklaşımı, günümüzün istilâcı
ordularının ele geçirdikleri ülkelerin kızlarına ve kadınlarına karşı
reva gördükleri iğrenç muamelelerle karşılaştırılırsa bu dinin bu
alanda ne büyük bir aşama gerçekleştirdiği daha açıklıkla görülür. Dünyanın
her tarafındaki istilâcı cahiliye ordularının kendilerine çektikleri
"kadın-kız ziyafetleri"nin hikâyelerini, bu saldırgan güçlerin
yerli halkın ırz ve namusuna yönelik pervasız cinayetlerini, maceralarını
hepiniz duymuşsunuzdur. Öyle ki, bu pervasız saldırılara hedef olan
toplumlar bu saldırganların işgalleri ortadan kalktıktan sonra uzun yıllar
boyunca bu iğrenç cinayetlerin sosyal sarsıntılarına katlanmak zorunda kalıyorlar.
Sonra
İslâm, bu tutsak kadınların evlilik zırhına büründükten sonra işleyecekleri
fuhuş suçları için, normal kadınların bu tür suçlarına göre daha hafif
bir ceza öngörüyor. Bu tutumu benimserken bu kadınların özel şartlarını
göz önüne alıyor. Bu özel şartlar bu kadınları özgür kadınlara göre
kötü yola düşmeye daha yatkın, kışkırtıcı faktörlere karşı daha az
dirençli bir duruma düşürür. İslâm, kölelik konumunun, kadındaki
psikolojik korunma refleksini zayıflattığı gerçeğini hesaba katar. Çünkü
cariyeler kişisel onurdan ve aile şerefi bilincinden büyük oranda
yoksundurlar. Oysa bu iki faktör özgür kadınları fuhuş işlemekten caydırma
konusunda çok etkin bir rol oynar. Ayrıca İslâm, köle kadınların sosyal
ve ekonomik şartlarını, bu şartların özgür kadınlarınkinden daha büyük
oranda farklı olduğunu da göz önünde bulundurur. Bu farklı sosyal ve
ekonomik şartlar cariyeleri, ırzları konusunda daha cömert davranmaya iter;
kendilerine para ve doğacak çocuklarına soylu bir baba vaad eden erkeklerin
ayartmalarına karşı onları daha dirençsiz duruma düşürür.
İşte
bütün bu faktörleri hesaba katan İslâm, evlilik zırhı içine alınan
cariyelerin işleyebilecekleri zina suçlarını, özgür bakirelerin evlenmeden
önce işleyebilecekleri zina suçlarının cezasının yarısına çarptırmayı
uygun görmüştür:
"Eğer
(cariyeler) evli iken zina işlerler ise kendilerine özgür kadınlara
verilecek cezanın yarısı verilir."
Besbelli
ki, bu "yarı ceza", bölünebilen ceza için geçerlidir. Bu da sopa
vurma cezasıdır. Taşa tutarak öldürme (recm) cezasında böyle yarıya
indirme söz konusu değildir. Çünkü bu cezanın bölünmesi mümkün değildir.
Buna göre eğer evli ve mümin bir cariye zina ederse bekâr bir özgür kadının
çarptırılacağı cezanın yarısına çarptırılır. Bekâr bir cariye bu suçu
işlediği zaman nasıl bir cezaya çarptırılacağı konusu ise fıkıh
bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba bu durumdaki cariyeye yine özgür
ve bekâr kadınlara verilecek cezanın yarısı mı verilecek ve bu ceza devlet
başkanının (imamın) gözetimi altında mı uygulanacak, yoksa ona uslandırma
amacı güden, evli cariyelerin cezasından daha hafif caydırıcı bir ceza mı
biçilecek ve bu cezayı uygulamada efendisi mi yetkili olacak? Bunlar fıkıh
kitaplarında ayrıntılarına başvurulacak tartışmalı konulardır.
Bu
arada, "Kur'an'ın Gölgesinde" İslâm'ın, insanların ellerinden
tutup onları doruğa doğru çıkarırken içinde bulundukları pratik şartları
nasıl bir titizlikle göz önüne aldığına parmak basmak istiyoruz.
Dediğimiz
gibi bu din, insanların içinde bulunduğu pratiği göz önünde bulundurur,
fakat pratiklik ve gerçekçilik bahanesine sığınarak onları bataklıkta
debelenmekle baş başa bırakmaz.
Yine,
cariyelerin hayatını etkileyen çevre faktörlerini, bu faktörlerin evli
cariyeleri bile erkeklerin ayartıcı vaadleri karşısında kötü yola düşmeye
yatkın ve dirençsiz duruma düştüğünü hiç kuşkusuz biliyor. Bu yüzden
bu pratik gerçeği göz ardı edip onların zina suçu işleyenlerine özgür
kadınlarınki kadar ceza biçmiyor. Fakat bu pratik gerçeğe kesin bir
egemenlik tanıyarak onları suçlarının cezasından tamamen muaf tutmayı da
uygun görmüyor.
Burada
bütün faktörleri ve bütün şartları hesaba katan dengeli bir tutumla, orta
yolu benimseyen bir uygulama karşısındayız.
Bunun
yanısıra İslâm, kölelerin sosyal statü düşüklüğünü, onlara
verilecek cezaları ağırlaştırıcı bir gerekçe olarak kullanmaya da yanaşmamıştır.
Oysa o günün cahiliye dünyasının her tarafındaki tutum ve uygulama bu
yolda idi. Yani o zamanın yaygın ceza anlayışı toplumun alt sınıfları
ile üst sınıfları arasında ayırım güdüyor, üst sınıfların suçlarını
hafif cezalar ile geçiştirirken alt sınıfların garip suçlularına katmerli
ve ağır cezalar veriyordu.
Meselâ
ünlü Roma kanunlarındaki uygulamaya göre sınıf düzeyi düştükçe yani aşağı
sınıflara doğru inildikçe cezalar ağırlaşıyordu. Nitekim bu kanunların
bir maddesinde şöyle deniyordu; "Kim bir namuslu dulu ya da bir bakireyi
baştan çıkarırsa eğer yüksek sınıftansa cezası malının yarısına el
konulması ve eğer aşağı sınıftan ise sopalanarak dövülmesi ya da sürgün
edilmesidir."
Öte
yandan "Manuşastr" kanunları diye bilinen ve "Manu" adlı
bir mitolojik Hind düşünürü tarafından düzenlenen Hind kanunlarına göre
"Eğer Brahman kastına mensup bir seçkin, ölümü gerektirecek bir suç
işlerse hakim onun sadece başını traş edebilir, ama eğer ölüm cezasını
hak eden suçlu Brahman kastından değilse öldürülür. Eğer bir parça bir
Brahmana şiddet amacı ile el ya da sopa kaldırırsa eli kesilir."
Bu
arada yahudiler arasında egemen olan ceza hukuku anlayışına göre eğer eşraftan
biri hırsızlık ederse kendisine ilişilmez, buna karşılık aşağı sınıftan
biri hırsızlık ederse suçunun gerektirdiği cezaya çarptırılırdı."
(Buhari, Müslim, Tirmizî, Neseî ve İbn-i Davud'un ortaklaşa kaydettikleri
hadis')
İslâm
ise hakkı yerine oturtmak ilkesi ile geldi. Bunun sonucu olarak bütün pratik
etkenleri göz önüne almak şartı ile kimliğine bakmaksızın her suçluya
hakkettiği cezayı verme prensibini yasallaştırdı. İşte bu düşünce ile
evlendikten sonra zina işleyen cariyeler için, aynı suçu işleyen özgür ve
bekar kadınlara verilecek cezanın yarısını öngördü. Böylece onları
tamamen cezadan muaf tutmadı. Eğer öyle yapsaydı, onları yaptıkları her
davranışı dış şartların baskısı altında yapanı ortaya koyan yoksun
robotlar gibi kabul etmiş olurdu ki, bu yaklaşım gerçeğe aykırı olurdu.
Buna karşılık onların özel şartlarını görmezlikten gelerek kendilerini
özgür kadınlarınki ile aynı olan bir cezaya çarptırmayı da uygun görmedi.
Çünkü cariyelerin içinde bulundukları şartlar ile özgür kadınların şartları
birbirinden farklı idi. Ayrıca cahiliye uygulamalarında görülen zavallılara
ağır cezalar verip seçkinleri kayırma adaletsizliğinden de titizlikle uzak
durdu.
Günümüzde
Amerika'da, Güney Afrika'da ve dünyanın daha bir çok ülkesinde egemen olan
modern cahiliye uygarlığında .aynı ayırımcı mantığın geçerli olduğunu
görüyoruz. Bu toplumlarda "beyaz"lar tarafından işlendikleri
takdirde hoşgörü ile karşılanan nice suçlar "siyah"lar tarafından
işlenince ağır cezalara çarptırılır. Demek ki, cahiliye her zaman ve her
yerde aynı cahiliye olduğu gibi İslâm da her yerde ve her zaman da yine aynı
İslâm'dır.
Okuduğumuz
ayet, cariyeler ile evlenme izninin bekârlık sıkıntısından ya da kötü
yola sapmaktan çekinen erkeklere tanınmış bir kolaylık olduğunu
vurgulayarak sona eriyor. Buna göre bekârlık bunalımına düşmeksizin ve kötü
yola sapmaksızın özgür ve mümin bir kadınla evlenme imkânı doğacak güne
kadar sabretmek daha hayırlıdır. Çünkü daha önce değindiğimiz gibi
cariyeler ile evlenmenin, beraberinde getirdiği birçok olumsuz sonuçlar vardır.
Okuyoruz:
"Bu
içinizden günaha gireceklerinden ve bunalıma düşeceklerinden korkanlara tanınan
bir imkândır. Yoksa eğer sabrederseniz sizin için daha iyi olur. Allah
affedici ve merhametlidir."
Yüce
Allah, kullarını baskı altında tutmak, sıkıntıya sokmak ve kötü yollara
düşürmek istemez. Gerçi kulları için uygun gördüğü din onların yücelmelerini,
hayvansal içgüdüleri aşmalarını, yüksek doruğa tırmanmalarını ister,
ama O, bütün bunları onlardan fıtratlarının, potansiyel güçlerinin ve
gerçek ihtiyaçlarının sınırları içinde ister. Bundan dolayı İslâm
kolay uygulanabilir bir hayat sistemidir. Fıtratın kapasitesini göz önünde
bulundurur, ihtiyacı bilir ve kaçınılmazlığı takdir eder. Püf noktası
şurası ki, İslâm hayvanlık düzeyine doğru alçalmakta olanlara alkış
tutmaz, bataklığa doğru baş aşağı inmekte olan bu tür zavallıların karşısına
geçerek "Bravo size, geri gitmekle ne iyi ediyorsunuz" demez, onların
seviye kaybetmelerine, aşağılaşmalarına övgü düzmez; onları yükselmek,
yukarılara çıkmak için sürekli çaba göstermekten, içgüdülerin ayartıcılığı
karşısında yeterince direnç göstermemenin sorumluluğundan muaf tutmaz.
Görülüyor
ki, İslâm, burada erkekleri, özgür kadınlarla evlenecek imkânlara kavuşacakları
güne kadar sabretmeye teşvik ediyor. çünkü özgür kadınlar, psikolojik
bakımdan evlilik zırhının koruması içine girmeye daha yatkındırlar,
ideal yuva kurmaya daha elverişlidirler. Doğacak çocuklarına onur bahşetmeye,
genç kuşakların bakımına özen göstermeye, kocalarının yatak namusunu
korumaya daha yeteneklidirler. Fakat eğer erkek böyle bir sabrın yol açacağı
baskının sıkıntısından, bunalımından çekiniyorsa, ya da içgüdülerinin
baskısı:.n katlanamayarak gayri meşrû cinsel tatmin yollarına sapacağından
korkuyorsa, önünde anlattığımız bu kolaylık-vardır.
Bu
arada ayette cariyelerin itibarlarını yükseltmeye büyük çapta özen gösteriliyor,
onlar için onur kazandırıcı ifadeler kullanılıyor. Meselâ ayete göre bu
cariyeler "Sizin kızlarınız"dır. Efendileri onların
"Aileleri, velileri"dir. Bütün insanlar, özgür-köle ayırımı söz
konusu olmaksızın aynı soydan geliyor. İnsanlar arasındaki ortak bir bağ
imandır. İmanı da en iyi bilen Allah'tır. Cariye;er;, mehirlerini vermek
farzdır. Onlarla ilişki kurmanın yolu evlenmektir, metres tutmak ya da paralı
fuhuş yoluna sapmak değildir.
Ayrıca
bu kadınlar, yuvalarının namusuna yönelik suçlarından dolayı sorumlu
tutulacaklardır. Fakat kendilerine yumuşak, hafifletici ve özel şartlarını
göz ardı etmeyen bir hoşgörü ile yaklaşılacaktır. Şimdi de ayetin son cümlesini
okuyoruz:
"Hiç
şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir."
Bu
uyarıcı sonuç cümlesi bir yandan cariyelerle evlenmeyi zorunlu kılan
psikolojik duruma, öbür yandan da bu kadınların cezalarını hafifletme
uygulamasına yorum getiriyor. Çünkü yüce Allah'ın affediciliği ve
merhameti her suçun ve her zorunlu durumun arkasındadır.
ALLAH'IN
HÜKMÜ
Arkasından
yüce Allah'ın bu İslâm sisteminde evlilik ve aile kurumuna ilişkin tüm hükümlerini
kapsayan birbirine bağlı üç tane ayeti geliyor. Yüce Allah'ın bu hükümleri
yasallaştırmaktaki amacı müslüman toplumu daha önce içinde debelendiği
cahiliye bataklığından çıkarmak, bu toplumu psikolojik, ahlâki, sosyal yönlerden
sonraları görülen yüksek, parlak ve temiz doruğa tırmandırmaktır.
Okuyacağımız bu yorum ayetleri, yüce Allah'ın bu hayat sistemini, bu hükümleri,
bu yasal düzenlemeleri ve bu sosyal kurumları ortaya koymakla dilediklerinin
mahiyetini, bunun yanısıra şehevî içgüdülerine uyarak yüce Allah'ın
sistemine sırt çevirenlerin asıl maksatlarının ne olduğunu açıklıyor:
26-
Allah size, helâl ile haramı açıkça bildirmek, sizden öncekilerin yararlı
geleneklerini tanıtmak ve günahlarınızı bağışlamak ister. Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir.
27-
Allah sizin tevbelerinizi kabuk etmek ister. Oysa nefislerinin arzuları peşinden
koşanlar sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler..
28-
Allah yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.
Yüce
Allah, kullarına lütfederek koyduğu yasaların hikmetlerini kendilerine açıklıyor,
onlara hayatlarında rehber edinmelerini istediği sistemin içerdiği yararları
ve kolaylıkları tanıtıyor. Allah, kullarını bu doruğa, kendileri ile konuşma
doruğuna yükselterek onurlandırıyor. O, bu dorukta, koyduğu yasaların
hikmetlerini kullarına anlatıyor, kendilerine açıklayıcı bilgi vermek
istediğini vurguluyor. Okuyoruz:
"Allah,
size helal ile haramı açıkça bildirmek istiyor."
Yüce
Allah, size hikmetleri açıklamak istiyor; sizin bu hikmetleri görmenizi, üzerlerinde
kafa yormanızı, bu hikmetlere açık gözlerle, kavrayıcı akıllarla ve
kucaklayıcı kalplerle yaklaşmanızı istiyor. Çünkü bu hikmetler ne birer
muamma ve bilmecedir ne de gerekçesiz ve amaçsız birer oldu-biatidir. Sizler
bu hükümlerin hikmetlerini kavrayacak yetenektesiniz, bu hikmetlerin açıklanmasına
muhatap olmaya lâyıksınız.
Görüldüğü
gibi burada insanı onurlandırmak vardır. Bu onurlandırmanın çapını ancak
ilâhlığın ve kulluğun mahiyetini kavrayanlar anlayabilirler, bu nazik lütufkârlığın
çapını ancak onlar idrak edebilirler. Devam ediyoruz:
Sizden
öncekilerin yararlı geleneklerini size tanıtmak istiyor."
Bu
sistem, yüce Allah'ın tüm müminler için ortaya koyduğu, yasallaştırdığı
bir sistemdir. Bu sistemin prensipleri değişmezdir, ilkeleri aynıdır, amaçları
ve hedefleri süreklidir. Bu sistem gerek önceki gerek sonraki tüm mümin
topluluğun, çağlar boyunca iman kervanının, inanç kafilesinin bir araya
getirdiği tek ümmetin sistemidir.
Kur'an-ı
Kerim, bu ifadesi ile, her zaman ve her yerde yüce Allah'ın doğru yolundan
giden inanmış toplulukları birleştiriyor, Allah'ın sisteminin her zaman ve
her yerde aynı olduğunu açıklığa kavuşturuyor, müslüman cemaatı ve bu
cemaatın oluşturduğu kesintisiz inanç kervanını tarihin uzun, maceralı
yolu boyunca bir araya getiriyor.
Ayetin
yansıttığı bu bakış açısı mümini; aslının, ümmetinin, hayat
sisteminin ve yolunun bilincine erdirici bir nitelik taşır. Mümin, yüce
Allah'a inanan bu ümmetin bir üyesidir. Bu ümmeti, yer ve zaman farklılığına,
yurtların ve deri renklerinin değişik olmasına rağmen bu ilâhi sistemin
oluşturduğu ortak bağ birleştiriyor, yüce Allah'ın her kuşaktan ve her
topluluktan müminler için belirlediği ortak yol bu ümmetin bireylerini
birbirine bağlıyor. Nitekim Allah:
"O,
tevbelerinizi kabul etmek (günahlarınızı bağışlamak) ister"
buyuruyor.
Yüce
Allah size rahmetini yansıtmak, tökezlemelerinizden, günahlarınızdan dolayı
tevbe edesiniz diye elinizden tutmak, gideceğiniz yolu belirlemenizi sağlamak
ve bu yolda ilerlemenizi kolaylaştırmak için size helâl ile haramı açıklıyor
ve daha önceki ümmetlerin yararlı uygulamalarını tanıtıyor. Çünkü:
"Allah
her şeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Buna
göre bu yasal düzenlemeler bilgiden ve hikmetten kaynaklanıyor; bu
direktifler bilgiye ve hikmete dayanıyor. O sizin iç dünyanızı, içinde
bulunduğunuz şartları, neyin yararınıza olduğunu, neyin sizi yararlı hale
getireceğini bildiği gibi O'nun hayat sistemi hem yapısı ve hem de uygulama
yolları bakımından mutlaka hikmet içerir.
"Allah
sizin tevbenizi kabul etmek ister. Oysa nefislerinin arzuları peşinden koşanlar
sizin bir sapıklığa düşmenizi isterler."
Bu
kısa ayet, yüce Allah'ın insanlara önerdiği sistemi ve yolu aracılığı
ile onlar için ne istediğini, buna karşılık nefislerinin arzuları peşinden
giderek yüce Allah'ın sisteminden sapanların istediklerinin ne olduğunu son
derece yalın ve gerçekçi bir ifade ile açıklıyor. Bir kere şunu
belirtelim ki, yüce Allah'ın sistemine yan çizen herkes nefsinin arzuları peşinden
gidiyor demektir. Buna göre ortada tek sistem vardır ki, o da; ciddiyet,
rotadan çıkmama ve bağılık yoludur. Bunun dışında kalan her yol nefis köleliği,
ihtiras ve şehvet tutsaklığı, sapıklık, yoldan çıkmışlık ve şaşkınlık
yoludur.
Acaba
yüce Allah insanlara sistemini anlatmakla ve onlar için yasalar koymakla neyi
murad ediyor? İstediği şey onların tevbelerini kabul ederek günahlardan arınmalarını
sağlamak, doğru yola girmelerini özendirmek, bu yolda yürürken tökezlemelerini
önlemek ve yüce doruğa tırmandıran merdivenin basamaklarını bir bir çıkmalarına
yardımcı olmaktır.
Peki,
nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenlerin, Allah'ın iznine dayanmayan
ve O'nun yasaları ile bağdaşmayan düşünce akımlarını ve sosyal düzen
kaynaklarını insanlara cazip göstermeye çalışanların istedikleri nedir?
Onlar da insanları bu doğru yoldan, doruğa ulaştırıcı merdivenin
basamaklarından ve bu sapmasız rotadan büyük oranda saptırmak isterler.
Şimdi
yukarda okuduğumuz ayetlerin konu edindikleri özel bir alam ele alalım. Bu
alan; aile yuvasını düzenleme, toplumu fuhuş mikroplarından arındırma, yüce
Allah'ın hoşlandığı tek temiz kadın-erkek arası birleşme biçimini
belirleme, bunun dışında kalan kadın-erkek arası birleşme biçimlerini
yasaklama, yüce Allah'ın istemediği bu birleşme şekillerini insanların gözlerinde
ve kalplerinde kınama ve değersizleştirme alanıdır. Acaba bu özel alan ile
ilgili olarak yüce Allah'ın murad ettikleri ile nefislerinin arzuları peşinde
sürüklenenlerin istedikleri nelerdir?
Yüce
Allah'ın bu alandaki muradının ne olduğunu bu sûrenin konu ile ilgili
ayetleri açık açık ortaya koyuyor. Bu ayetlerde dile gelen istek; aile yuvasını
belirli bir düzene oturtmak, toplumu fuhuş mikroplarından arındırmak, yaşamayı
kolaylaştırmak ve her durumda müslüman cemaatin yararını sağlama bağlamaktır.
Nefislerinin
arzuları peşinden sürüklenenler ise bu alanda şu amaçları güdüyorlar:
Onlar içgüdüleri, her türlü dinî, ahlâki ve sosyal bağdan çözmek,
koparmak istiyorlar. Onlar ateşli cinsiyet içgüdüsünün taşkınlığı önündeki
bütün engelleri, her türden dizginleyici mekanizmayı ortadan kaldırıp bu içgüdüyü
tamamen başıboş bırakmak istiyorlar. Oysa eğer bu ateşli içgüdü başıboş
biçimde taşmaya bırakılırsa onun azgınlığı karşısında ortada; ne
kalp huzuru, ne sinir sağlığı, ne ev dirliği, ne ırz dokunulmazlığı kalır
ve ne de aile yuvası ayakta durabilir. Bu adamlar insanların birer hayvan sürüsü
olmasını istiyorlar. Kuvvet üstünlüğünden, kurnazlıktan veya kör tesadüften
başka hiçbir kurala bağlı olmaksızın erkeklerin dişileri üzerine çullandıklarını
gördüğümüz birer hayvan sürüsü! Bu adamlar, bütün bu yıkıcılığı,
bütün bu bozgunculuğu, bütün bu kötülüğü özgürlük adına yaparlar.
Oysa bu anlamdaki bir özgürlük sadece şehvet tutsaklığının ve içgüdü
köleliğinin başka bir adıdır.
İşte
yüce Allah'ın, müminleri sakındırdığı büyük sapıklık budur. Yüce
Allah, müminleri şehevi arzularının tutsağı olmuş bu kişilerin
kendilerine yönelik emellerine kapılmamaya çağırıyor. Bu adamlar İslâm
toplumunu sözünü ettiğimiz ahlâk alanında tekrar cahiliye dönemine döndürmek
için olanca gayretlerini her dönemde sarf etmişlerdir. Oysa İslâm toplumu
tutarlı ve temiz ilâhi sistem sayesinde bu ahlâk alanında diğer toplumlara
karşı kesin bir üstünlük sağlamış, parmakla gösterilir bir rakipsizliğe
ulaşmıştır. Günümüzün seviyesiz kalemlerinin ve güdümlü propaganda
araçlarının amacı da aynıdır. Bunlar toplumda hayvanî başıboşluğa karşı
direnen son engelleri de ortadan kaldırmak istiyorlar. Oysa insanlığı bu
hayvanî başıboşluktan, bu içgüdü anarşisinden yüce Allah'ın
sisteminden başka hiçbir şey kurtaramaz. Bu kurtuluş ne zaman? İnşaallah;
yüce Allah'ın bu sistemi, mümin topluluklar eli ile yeryüzünde egemenliği
gerçekleştiği zaman.
ZAVALLI
İNSANLAR
Okuduğumuz
geniş kapsamlı yorum ayetlerinin sonuncusu, yüce Allah'ın yasallaştırdığı
sistem ve hükümlerde insanın güçsüzlüğünü merhameti ile dengelediğini,
herkesten iyi bildiği bu güçsüzlüğe devâ olan kolaylıklar tanıdığını,
yasal düzenlemelerinde her zaman yükümlülükleri hafif tutmayı gözettiğini;
zorluğu, sıkıntıyı, zarar vermeyi ve zarara uğramayı istemediğini açıklıyor.
Okuyoruz:
"Allah
sizin yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır."
Bir
önceki ayetin çözüm alanına giren konulardaki içerdiği yasal düzenlemelerde,
hükümlerde ve direktiflerdeki hafifletmeye yönelik ilâhi irade son derece
belirgindir. Bu irade, fıtrî içgüdülerin birer psikolojik realite olarak
tanınmasında, bu içgüdülerin isteklerini karşılayan yasal düzenlemelerin
getirilmesinde enerjilerinin verimli, güvenli ve yararlı alanlara yöneltilmesinde
ortaya çıkar. Ayrıca tatminlerinin temiz, arınmış ve yücelmiş bir
ortamda gerçekleştirilmesinde, bunalıma ve sapık davranışlara yol açacak
biçimde baskı altında tutulmalarından kaçınılmasında ve bunun yanında sınırsız
ve kayıtsız tatmin arama yollarında başıboş bırakılmamalarında somutlaşır.
İnsan
hayatını düzenleyen ilâhi sistemin kapsamına aldığı genel hayat alanına
gelince, bu alandaki hafifletmeye yönelik ilâhi irade de belirgindir. Bunun
somut göstergesi yüce Allah'ın insan fıtratını, insanın gücünün sınırlarını
ve gerçek ihtiyaçlarını bir bütün olarak gözetmesi, yapıcı insan
enerjilerini özgür bırakması, bu insan enerjilerinin etrafında heder
olmalarını ve kötüye kullanılmalarını önleyecek koruyucu duvarlar örmesidir.
Çoğu
kimse, -özellikle kadın-erkek ilişkilerinde- yüce Allah'ın sistemine bağlı
kalmanın zor ve sıkıntılı, buna karşılık nefislerinin arzuları peşinden
sürüklenenlerin başıboşluk yolunu izlemelerinin kolay ve mutluluk verici
olduğunu sanır. Bu kocaman bir saplantıdır. Farz edelim ki, içgüdüleri bütün
sınırlayıcı engellerden kurtarılarak tamamen başıboş bırakılmış;
insan her davranışında sırf içgüdüsel hazzı arar olmuştur. Hazzın. tek
belirleyici faktör olarak baş köşeye kurulduğu böyle bir ortamda
"sorumluluk" bilincinin adı anılmaz olmuş; insanlar dünyasında
kadın-erkek ilişkilerinin amacı, bu ilişkilerin hayvanlar dünyasındaki
amacı ile tamamen özdeşleşmiş; karşı cinsler arasındaki ilişkiler her türlü
ahlâkî sınırlamadan ve sosyal sorumluluktan soyutlanmış olsun. Bütün
bunlar ilk bakışta kolaylık rahatlık ve özgürlük olarak görünürler.
Oysa aslında birer sıkıntı, zorluk, bunalım ve ağır yüktürler. Bunların
sarsıcı sonuçları sosyal hayatta -hatta bireysel hayatta- üzücü, yıkıcı
ve mahvedicidir.
İsterseniz
bu alanda din, ahlâk ve utanma duygusunun kayıtlarından sıyrılarak "özgür"leşen
günümüz toplumlarının durumuna kısaca göz atalım. Böylesine üstünkörü
bir bakış bile kalplere dehşet salmak için yeterlidir. Tabii ki, eğer
ortada duyarlılıklarını yitirmemiş kalpler varsa!
Bilindiği
gibi kadın-erkek ilişkileri alanındaki anarşi eski uygarlıkların yıkılmalarında
birinci derecede rol oynayan bir faktör olmuştur. Bu faktör; Eski Yunan
uygarlığını, Roma uygarlığını, eski İran (Pers) uygarlığını yıkmış,
tarihin karanlığına gömmüştür. Yine aynı anarşi günümüz Batı uygarlığını
da yıkmaya başlamıştır. Bu yıkılışın belirtileri sözünü ettiğimiz
anarşi alanında öteden beri başı çeken Fransa'nın sosyal çalkantılarında
iyice su yüzüne çıkarken aynı yıkılış belirtileri Amerika'da, İsveç'te,
İngiltere'de ve çağdaş Batı uygarlığının şemsiyesi altına giren diğer
bütün devletlerde de açıkça görülmeye başlamıştır.
Bu
anarşinin belirtileri ilk önce Fransa'da ortaya çıktı. Bu yüzden bu
devlet, 1870 yılından günümüze kadar girdiği bütün savaşlarda hep dize
geldi. Bu devlet tam bir çöküşe doğru gidiyor. Bütün göstergeler bu gerçeği
ortaya koyuyor. Bu çöküşün birinci dünya savaşından sonra gitgide daha
da belirginleşen belirtilerinin başlıcaları şunlardır:
"Şehvet
tutsaklığının Fransızlar üzerinde meydana getirdiği ilk olumsuz etki
organik güçlerinin sarsılması ve günden güne zayıflaması oldu. Sürekli
cinsel gerginlik sinirlerini zayıflatmış, şehvetperestlik direnme ve karşı
koyma güçlerini neredeyse tüketmiş, zührevi hastalıkların hızla yayılması
sağlıklarını alt-üst etmişti. Bu yüzden yirminci yüzyılın başından
itibaren her birkaç yılda bir askerî yetkililer, orduya başvuran gönüllülerde
aranan organik güç ve vücud sağlığı seviyeleri düzeyinin düşük olduğunu
görmüşlerdir. Çünkü daha önce belirlenen sağlık ve beden gücü normlarına
sahip gençlerin oranı toplumda gitgide azalıyordu. Bu durum, tıpkı sıcaklık
derecesini ölçen bir termometre gibi, Fransız milletinin uğradığı organik
güç aşımını kanıtlayan güvenilir bir göstergedir.'
Bu
çöküntünün başta gelen sebeplerinden biri yıkıcı zührevi hastalıklardır.
Bunun bir kanıtı şudur: Birinci dünya savaşının ilk iki yılında Fransız
hükümetinin çeşitli zührevi hastalıklara yakalanmış oldukları gerekçesi
ile görevden muaf tutarak hastanelere sevk ettiği askerlerin sayısı yetmiş
beş bine varmıştı. Sadece orta büyüklükteki bir askeri birlikte bu tür
hastalıklara yakalananların sayısı iki yüz kırkikiye ulaşmıştı.
Şimdi
Allah aşkına, bu zavallı milletin halini düşününüz. Bir yandan bir ölüm-kalım
mücadelesi ile karşı karşıyadır, yani güvenliğinin sağlanması ve varlığının
devamı için eli silah tutan her evlâdının fedakârlığına son derece
muhtaç bir durumdadır. Her Fransız vatandaşı rahat yaşamasını sağlayacak
geçim imkânlarına fazlası ile sahiptir. Buna göre yurt savunması uğruna
daha çok fedakârlıklarda bulunması, daha büyük bir çaba, daha çok zaman
ve. maddî imkân harcaması beklenir. Oysa öte yanda binlerce genç evlâdı
cinsel hazlara dalışlarından dolayı normal yurt savunması görevlerini
yerine getiremez duruma düşüyorlar. Bu hasta gençlerin milletlerinin başlarına
getirdikleri yıkım bu kadar ile de kalmıyor. Ayrıca böyle bir ana-baba gününde
milli servetlerinin bir bölümünün bu tür hastalıkların tedavisi için
harcanmasına yol açıyor.
"Mr.
Lyrie adlı, uzman bir Fransız doktoru şöyle diyor; `Fransa'da her yıl otuz
bin kişi bel soğukluğu ve bununla bağlantılı olarak zührevî hastalıklar
sonucu ölüyor. Bu hastalık, Fransızlar arasında "Dük" sıtmasından
sonra en çok ölüme yol açan bir hastalık haline gelmiştir.'
Bu
sonuç cinsel anarşinin yol açtığı hastalıklardan sadece birinin acı bilânçosudur.
Bu anarşiden kaynaklanan diğer birçok hastalığın yıkımı ise bu hesaba
dahil değildir."
Fransa'da
nüfus artış hızı tehlikeli oranda düşüyor. Çünkü cinsel arzuları
tatmin etmenin kolaylığı, kadın-erkek ilişkilerinin başıboşluğu, gebeliği
ve doğumu önleme imkânı ne aile yuvası kurmaya ne kurulmuş yuvaların uzun
ömürlü olmasına ve ne de geçici cinsel ilişkiden doğan çocukların
sorumluluğunu yüklenmeye elverişli bir ortam bırakmıyor. Bu yüzden
evlilikler azalmakta, üreme oram düşmekte ve Fransa büyük bir uçuruma doğru
yuvarlanmaktadır.
"Günümüz
Fransa'sında evli erkek ve kadınların genel nüfusa oram binde yedi ya da
binde sekiz kadardır. Bu oranın düşüklüğünü göz önüne alarak bu ülkede
nüfusun evlenmemiş kesiminin ne kadar yüksek oranda olduğunu
kestirebilirsiniz. Ayrıca bu çok az orandaki Fransız evlilerin de son derece
az bir bölümü iffetli olmak ve eşlerine bağlı kalmak niyeti ile evlenir,
tersine Fransa'da çiftler evlenirken sözünü ettiğimiz bu amacın dışındaki
her amacı taşırlar.
Öyle
ki, bu çiftlerin çoğunun evlilik amacı, kadının evlilik öncesinde
peydahladığı gayri meşrû çocuğa meşrûluk konumu sağlamak, onu normal
ana-babalı çocuk haline getirmektir.
Nitekim
Paul Pierrot adlı yazarın belirttiğine göre Fransa'da çalışan kadınlar
arasında şöyle bir yaygın uygulama vardır: Kadın, evleneceği erkekten nikâhtan
önce doğurduğu çocuğu nüfusuna geçirecek diye söz alır ve ancak ondan
sonra evlenir. Nitekim Siene kasabası Hukuk Mahkemesi'nde boşanma davası açan
bir kadın ifadesinde şöyle diyordu: "Ben kocama daha evlenmeden önce açıkça
söylemiştim. Onunla evlenmekteki tek amacım aramızda daha önceki ilişkilerimizin
sonucu olarak dünyaya getirdiğim çocuklara meşrûluk kazandırmaktı. Onunla
birlikte yaşamaya, kendisi ile karı-koca ilişkisi kurmaya gelince böyle bir
şeyi ne evlenirken düşünmüştüm ve ne de şimdi düşünüyorum. Bu yüzden
evlendiğimiz günün akşamından beri eşimden ayrıldım ve bu güne kadar
onunla aramızda hiçbir ilişki olmadı. Çünkü ben onunla birlikte yaşamayı,
karı-koca hayatı sürdürmeyi hiç bir zaman düşünmedim."
Paris'teki
ünlü bir fakültenin dekanı, sözünü ettiğimiz yazar Paul Pierrot'a bu
konuda şunları söylüyor; "Gençlerin çoğu evliliği, kadınlara karşı
bir baskı aracı olarak kullanmak için istiyorlar. Bu da şöyle oluyor: Bu
gençler on yıl kadar, hatta bazan daha uzun bir süre tamamen başıboş bir
cinsel hayat yaşıyorlar. Fakat gün geliyor, bu bunalım ve gerginlik dolu
hayattan bıkıyorlar, bu yüzden belirli bir kadınla evleniyorlar. Amaçları
eşlerine sadık bir koca olmak değil, aile hayatının huzur ve rahatı ile
evlilik dışı gayri meşru ilişkilerin hazzını birlikte yasamaktır."
İşte
Fransa bu şekilde sarsıntıya düşmüş, böylece girdiği her savaşta
yenilgiye uğramış ve günden güne önce uygarlık sahnesinden, arkasından
da varlık sahnesinden kaybolma yoluna girmiştir. Böylece yüce Allah'ın
kesin ve değişmez kanunu gerçekleşmiştir. Gerçi bu değişmez kanunun süreci,
insanın aceleci gözlemine göre ağır işler ama mutlaka bir gün hükmünü
yürürlüğe koyar.
Şimdi
de henüz bu yıkını göstergelerinin belirgin bir şekilde bünyelerinde görülmediği
ve Fransa'ya göre genç sayılan diğer bazı devletlere bakalım ve bu
toplumlarda neler olup bittiğine ilişkin bazı örnekler verelim:
Yakınlarda
İsveç'i ziyaret eden Mısırlı bir gazeteci, bu ülkede gördüğü sevişme
özgürlüğünü yüksek düzeyli maddî refahı ve örnek bir sosyalizmin ürünü
olarak ortaya çıkan sosyal güvenlik sisteminin mükemmelliğini anlattıktan
sonra sözlerine şöyle devam ediyor:
"Diyelim
ki, ideallerimiz beklentilerimizi aşan bir oranda gerçekleşti de İsveç halkının
ulaştığı ekonomik gelişmişlik düzeyini kendi halkımız için de sağladık.
Onların uyguladıkları başarılı sosyalist yöntemlerle ülkemizdeki sınıflar
arası farkları giderdik ve yurttaşlarımızı insan aklına gelebilecek her türlü
sosyal engel karşısında güvenceye kavuşturduk. Fakat bütün gücümüzle,
bütün imkânlarımız ile Mısırda pratiğe yansıtmaya çalıştığımız
bu parlak rüya gerçekleştiğinde acaba bu kalkınmanın diğer sonuçlarına
da katlanabilecek miyiz? Acaba bu örnek toplumun siyah yüzünü kabul
edebilecek miyiz? Acaba "sevişme özgürlüğü"nü ve bu özgürlüğün
aile kurumuna yansıyan yıkıcı sonuçlarını benimseyebilecek miyiz?"
İŞTE
İSTATİSTİKLER
Bırakın
da rakamlarla konuşalım...
Rahat
yaşamayı sağlayan ve aile yuvası kurmayı kolaylaştıran bunca özendirici
önlemlere rağmen İsveç'te nüfus artış hızı sürekli düşme eğilimi gösteriyor.
Genç kızlara evlilik yardımları yapılmasına, sonra da doğacak çocuklarına
üniversiteyi bitirinceye kadar bedava okuma ve yaşama sağlanmasına rağmen
İsveçli aileler sürekli çocuktan kaçınma ve çocuk edinmeme yolundadırlar.
Buna
paralel olarak evlilik oranı gitgide düşüyor ve gayri meşrû doğumların
oranı günden güne yükseliyor. Bunlarla bağlantılı olarak büluğ çağına
ermiş kızların ve erkeklerin yüzde yirmisi hiç evlenmiyor.
İsveç'te
sanayi devrimi, sosyalist rejimin kuruluşu ile aynı yılda, yani 1870 yılında
başlar. O yıl evli olmayan anaların, tüm analar içindeki oranı yüzde yedi
idi. 1920 yılında bu oran yüzde onaltıya yükseldi. Bu konuda daha sonraki yıllara
ilişkin rakamları gösteren istatistik bilgi bulamadım. Fakat sözünü ettiğimiz
oranın daha sonraki yıllarda sürekli biçimde arttığı kuşkusuzdur.
İsveç'te
bir çok bilimsel kurum "Özgür sevişme" konusunda çok sayıda
anket düzenledi. Bu anketlerin ortak sonuçlarına göre, gerek erkekler ve
gerekse kızlar evlenmeden önce cinsel ilişkiye girişiyor, bu evlilik öncesi
cinsel ilişki yaşı ortalama olarak erkeklerde onsekiz, kızlarda onbeştir.
Gençlerin yüzde doksan beşi yirmi bir yaşında mutlaka cinsel ilişki
deneyimi yaşıyor.
Eğer
"Özgür sevişme" taraftarlarını inandıracak daha ayrıntılı
rakamlar verecek olursak bu cinsel ilişkilerin yüzde yedisinin nişanlılar
arasında, yüzde otuz beşinin sevgililer arasında ve geriye kalan yüzde elli
sekizinin de geçici arkadaşlar arasında gerçekleştiğini belirtmeliyiz.
Eğer
yi-mi yaşından önce erkekler ile cinse( ilişki kuran kadınların bu ilişkilerinin
istatistik analizini yaparsak bu kadınların sadece yüzde üçünün kocaları
ile, yüzde yirmi yedisinin nişanlıları ile ve kalan yüzde altmış dördünün
geçici arkadaşları ile ilişki kurduklarını belirleriz.
Bu
konudaki bilimsel araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre İsveçli kadınların
yüzde sekseni evlenmeden önce tam seksüel anlamı ile cinsel ilişki deneyimi
yaşamış ve yüzde yirmisi hiç evlenmemiştir.
`Sevişme
özgürlüğü" doğal olarak şu üç sonucu vermiştir: Evliliğin ileri
yaşlara sarkması, uzun nişanlılık dönemi ve daha önce dediğim gibi gayri
meşrû çocuk oranının artması.
Bütün
bunların doğal sonucu olarak aile yuvalarının bozulma oranı sürekli artma
eğilimindedir. İsveçliler "sevişme özgürlüğü"nü şöyle
savunurlar "İsveç toplumunda, evli çiftlerin birbirlerini aldatmaları,
diğer uygar toplumlarda olduğu gibi, ayıplanan, kınanan bir davranıştır".
Bu iddia doğrudur, ona karşı diyecek bir sözümüz yok. Fakat onlar, İsveç
halkının neslinin tükenmeye yüz tutmuş olmasını ve sonra boşanma oranında
gözlenen sürekli ve korkunç artışı savunamazlar.
Dünyadaki
en yüksek boşanma oranı İsveç'tekidir. Nitekim sosyal güvenlik bakanlığının
resmi rakamlarına göre her altı ya da yedi evlilikten biri boşanma ile sonuçlanıyor.
Bu oran önceleri düşüktü; fakat gitgide sürekli yükseldi. Meselâ 1925 yılında
her yüzbin evli çiftin sadece yirmi altısı boşanmıştı. 1952 yılında bu
oran yüzbinde yüz dörde çıktı, 1954'de ise yüzbinde yüz ondörde yükseldi.
Bunun
başta gelen sebebi şudur: Evliliklerin yüzde otuzu kadınlar hamile kaldıktan
sonra ve bu durumun zorlayıcı baskısı altında gerçekleşiyor. Doğaldır
ki, zorunluluk altında yapılan evlilikler, normal evlilikler gibi dayanıklı
ve uzun süreli olamıyor. Boşanmayı özendiren diğer bir faktör de İsveç
kanunlarının bu konuda herhangi bir engelleyici tedbire yer vermemiş olmalarıdır.
Eğer karı-koca aralarında anlaşarak boşanmak istediklerini bildirirlerse iş
son derece basittir. Fakat eğer taraflardan sadece biri boşanmak isterse o
zaman da mahkemeye sunacağı en sudan sebep boşanma kararı vermeye gerekçe
olabiliyor.
İsveç'te
"Sevişme özgürlüğü" nasıl güvence altında ise halk çoğunluğu
arasında son derece yaygın olan bir başka özgürlük daha var. Bu özgürlük
Allah a inanmama (Ateizm) özgürlüğüdür. Bu ülkede kilise otoritesine karşı
baş kaldırma, kilise denetiminden sıyrılma akımları son derece büyük
desteğe sahiptir. Bu görüntü Norveç ve Danimarka toplumlarında da
egemendir. Üniversitelerde ve enstitülerde öğretim üyeleri bu özgürlüğü
hararetle savunuyorlar ve bu akımı genç kuşakların beyinlerine yerleştirmeye
çalışıyorlar.
Genç
kuşak sürekli sapıklıklar peşinde. Bu görüntü gerek İsveç ve gerekse
diğer İskandinav ülkelerinde gençliğin geleceğini tehdit eden tehlikeli
bir olgu olarak dikkatleri çekiyor. Gençlerin inançtan yoksun olmaları onları
sapık davranışların, alkollü içki ve uyuşturucu bağımlılığının
kucağına atıyor. Alkolik babalı çocukların sayısının yüz yetmiş beş
bin dolaylarında olduğu hesaplanmış. Bu rakam tüm İsveç'li çocuk nüfusunun
yüzde onunu oluşturur. Yetişkin gençler arasındaki alkol bağımlılığı
oranı katlanarak artıyor. Polis tarafından alkol koması halinde yakalanan
onbeş-onyedi arası yaştaki gençlerin toplamı onbeş yıl önce aynı suçtan
yakalanan aynı yaşlardaki gençlerin üç katına yükselmiş durumdadır.
Yetişkin yaşlardaki kadın ve erkekler arasında alkollü içki düşkünlüğü
günden güne kötüden daha kötüye doğru ilerliyor. Bu olgu şu korkunç gerçeği
beraberinde getiriyor:
Bulûğ
çağına ermiş gençlerin onda biri mutlaka şu ya da bu oranda akıl ve ruh
hastalıklarına yakalanıyor. İsveçli doktorlar tedavi ettikleri hastaların
yüzde ellisinin organik bir hastalık yanında aynı zamanda akıl ve ruh
hastalıklarından da şikâyetçi olduklarını belirtiyorlar. Sözünü ettiğimiz
"İnançsızlık özgürlüğü" daha da yayıldıkça bu psikolojik
bunalımların ve sapıklıkların katlanarak artacağı, aile yuvasının çözülüşünün
daha da hızlanacağı ve bu gidişin İsveç milletini soyunun kesilmesi uçurumunun
eşiğine getireceği kuşkusuzdur.
Amerika'daki
durum da bundan daha farklı değil. Kötü geleceği haber veren çığlıklar
ardarda yükseliyor, ama delikanlılık çağını yaşayan Amerikan toplumu bu
çığlıklara hiç kulak asmıyor. Fakat dış görünüşün alımlı parlaklığına
rağmen yıkıcı faktörler bu toplumun yapısını için için kemiriyor, etki
alanlarını hızla genişletiyorlar. Bu doludizgin yozlaşma, dış görünüşün
bütün göz kamaştırıcılığına rağmen son derece hızlı bir iç döküntünün
felâketini haber veriyor.
Amerika
ve İngiltere'de bu ülkelerin askeri sırlarını düşmanlarına satan
casusluk şebekelerine ilişkin soruşturmalardan elde edilen sonuçlara göre
bu şebekeler, söz konusu millî sırları paraya ihtiyaçları olduğu için düşmana
satmıyorlar. Bu ihanetlerinin asıl sebebi toplumlarında egemen olan cinsel
anarşinin yol açtığı sapık cinsel ilişki tutkunluğu olarak ortaya çıkıyor.
Bundan
bir kaç yıl önce Amerikan polisi birçok eyalette kolları olan büyük bir
gizli şebeke ortaya çıkarmış. Şebekenin elemanları avukatlar ve
doktorlardan, yani aydın kesiminin en üst zümrelerinden oluşmuş. Şebekenin
marifeti boşanmak isteyen kadın ve erkeklerin eşlerini kiralık adamları ile
zina halinde yakalatarak boşanmalarına yardımcı olmak. Çünkü bazı
Amerikan eyaletlerindeki kanunlar eşleri birbirinden boşamak için bu şartın
yerine gelmesini, yani eşlerden birinin zina işlerken suçüstü halinde
yakalanmasını arıyorlar. İşte bu yüzden eşini sözü geçen şebekenin
kiralık adamı ile zina halinde yakalatan taraf karşı taraf aleyhinde boşanma
dâvası açma hakkını elde ediyor. Oysa zina işlerken baskına uğrayan
taraf, bu şebekenin tuzağına düşmüş oluyor!
Yine
Amerika'da faaliyet gösteren bir takım özel detektiflik büroları var.
Bunların işi evlerinden kaçan kadınları ve kocaları aramaktır. Bu
detektiflerin kaçak eşlerin izlerini sürdükleri bu toplumda eğer evini terk
eden erkek geri dönecek olursa eşini evinde mi bulacağı yoksa karısının aşığı
ile birlikte kayıplara karışmış olacağı süprizi ile mi karşılaşacağını
bilemez. Buna karşılık kadın da sabahleyin evden çıkan kocasından emin değildir,
Acaba adam akşam olunca yuvasına mı dönecek, yoksa kendisinden daha güzel
veya daha çekici bir kadının ağına mı düşecek? İşte Amerikan
toplumunda evli çiftler sürekli olarak sinir sağlığını kökünden
mahveden bu tür endişeler, bu tür yıpratıcı stresler içinde yaşarlar.
Bir
Amerika Cumhurbaşkanının son zamanlarda yaptığı bir açıklamaya göre
askerlik çağına girmiş her yedi Amerikalı gençten altısının askerlik görevi
yapmaya elverişli olmadıkları belirlenmiş. Sebebi de gençlerin yaşadıkları
ahlâk bunalımı, hatta ahlâk çöküntüsüdür.
Çeyrek
yüzyılı aşkın bir süre önce bir Amerikan dergisinde şöyle yazıyordu:
"Şu
üç şeytanî faktör, uğursuz kolları ile, dünyamızı sarmıştır. Bunlar
ortaklaşa yeryüzünü yangın yerine çevirme yolundadırlar:
1-
Hergün biraz daha arsızlaşan ve Birinci Dünya Savaşından beri korkunç bir
hızla yayılan çıplak ve müstehcen fuhuş edebiyatı.
2-
İnsanların sadece şehevi içgüdülerini gıdıklamakla kalmayan, onlara
iffetsizliği özendirici pratik dersler de veren sinema filimleri.
3-
Kadınların kıyafetlerinde, daha doğrusu çıplaklıklarında, hızla artan
sigara tiryakiliklerinde, hiç bir kuralın sınırlayıcılığı ile bağlı
kalmaksızın erkekler ile düşüp kalkmalarında somutlaşan kadın ahlâkının
genel düzeyindeki düşüklük.
Bu
üç yıkıcı akım toplumumuzda günden güne artan bir hızla yayılıyor. Bu
gidişin kaçınılmaz akıbeti Hristiyan uygarlığın, hristiyan toplumun yıkılışı
ve sonunda tamamen yok oluşudur. Eğer bu azgın gidişi frenleyemezsek, tarihi
sonumuz Romalıların ya da onlar gibi davranan diğer eski milletlerin
tarihinin sonuna kesinlikle benzeyecektir. Sözünü ettiğimiz milletleri; şehvet
bağımlılıkları, ihtiras tutkunlukları, aralarında yaygınlaşan içki,
kadın düşkünlüğü, dans partileri, müzikli ve çalgılı eğlenceler gibi
kötü alışkanlıklar yıkılıp yok olmaya götürmüştür.
Peki
ne oldu? Olan şu: Amerika bu üç yıkıcı akımın azgın gidişini
frenleyemediği gibi, aksine onlara tamamen teslim oldu. Artık bir zamanlar
Roma İmparatorluğunun geçtiği yolda hızla ilerlemektedir!
Başka
bir Mısırlı gazeteci de bizim gençlerimizin uğradıkları ahlâk çöküntüsünü
mazur ve önemsiz göstermek çabası ile Amerika, Fransa ve İngiltere'de gençler
arasında kol gezen sapıklıklardan şöyle söz ediyor:
"Amerika'da
ergenlik (adolescence) çağına girmiş erkek ve kızlar arasında suç işleme
eğilimi son derece yaygınlık göstermiş durumda. Bu yüzden Newyork eyaleti
valisi, ıslahat proğramının başına bu meseleyi koyacağını söylüyor...
Vali, bu problemi çözebilmek için gençlere yönelik çiftlikler, ıslah
yuvaları kurmayı ve çeşitli sportif çalışma proğramları düzenlemeyi plânladı.
Fakat özellikle üniversite öğrencisi erkek ve kızlar arasında pek yaygın
olan uyuşturucu madde -bu arada kokain ve eroin- bağımlılığına karşı mücadele
etmeyi proğramına almadığını, bu işi federal hükümetin sağlık bakanlığının
yetkililerine bıraktığını açıkladı.
"İngiltere'de
de son iki yıldan beri kadınlara ve genç kızlara yönelik tecavüz olayları
artış gösterdi. Bu olayların çoğunda saldırganın ya da suçlunun genç
yaşta bir delikanlı olduğu belirlendi. Bu olayların bazılarında ise saldırıya
uğrayan genç kızın ya da küçük yaştaki kız çocuğunun cesedi boğulmuş
olarak bulundu. Saldırgan bu cinayeti, suçu açığa çıkmasın diye ya da
polisteki muhtemel yüzleştirme sırasında kurbanı tarafından tanınıp
yakayı ele vermesin diye istiyor.
"Bundan
iki ay kadar önce ihtiyar bir adam köyüne giderken yol kenarındaki bir ağacın
altında bir delikanlının genç bir kızla zina halinde olduğunu görür.
Adam ilişki halindeki bu çiftin yanına giderek elindeki değnekle delikanlıyı
dürtüp geri çeker ve "yaptığınız herkesin gelip geçtiği bir yolda
yapılacak bir şey değildir" diyerek kendisini azarlar.
Sen
misin böyle diyen? Delikanlı hemen ayağa fırlar ve ihtiyarın karnına var gücü
ile bir tekme indirerek adamı yere serer. Arkasından da kunduralı ayakları
ile adamın başını tekmeler ve bu acımasız tekmelemeler zavallı ihtiyarın
başı parçalanana kadar devam eder.
Sonradan
belirlendiğine göre delikanlı onbeş ve yanında yatan kız da onüç yaşındadır."
Amerika'da
ülke çapında ahlâki denetimle görevli onbeş kişilik bir komisyonun
belirlemelerine göre bu ülke halkının yüzde doksanı öldürücü zührevi
hastalıklardan birinin mikrobunu taşıyor. (Bu belirleme "penisilin"
ve "streptomicin" gibi modern anti-biyotiklerin bulunuşundan önceki
döneme aittir.)
Amerika'nın
Danwer kenti hakimlerinden Landsay'ın bir yazısında belirttiğine göre her
iki evlilikten biri sonradan boşanma davası konusu olmaktadır.
Dünyaca
ünlü tıp bilgini Aleksis Carrel ise "İnsan, Bu Meçhul" adlı
eserinin bir yerinde şunları yazıyor:
"Çocuk
ishali, verem, difteri, sıtma ve tifo gibi yaygın hastalıkların köklerini
kurutma yolundayız, ama bunların yerini sinir ve ruh hastalıkları alıyor.
Sinir ve akıl hastalarının sayısı büyük .rakamlara ulaştı. Amerika'nın
bazı eyaletlerinde tımarhanelerde gözetim altında tutulan delilerin sayısı,
o eyaletlerin diğer tüm hastanelerinde yatan hastaların sayısından fazladır.
Delilik gibi çeşitli sinir bozuklukları ve akıl rahatsızlıkları da artma
yolundadır. Bu rahatsızlıklar fertleri mutsuz eden ve aileleri yıkan en
etkili faktörlerdir. Akıl rahatsızlıkları, uygarlık hesabına mide hastalıklarından
çok daha tehlikelidir. Buna rağmen sağlık bilginleri ve doktorlar, şu ana
kadar çalışmalarını sadece mide hastalıklarını tedavi etme amacı üzerinde
yoğunlaştırmışlardır."
Okuduğumuz
bu seçme yazılarda şaşkın insanlığın, modern cahiliye döneminde şehevi
arzularının peşinden sürüklenenlerin ve yüce Allah'ın önerdiği yaşama
sistemini benimsemeye yanaşmayanların sözlerine kapıldığı için katlanmak
zorunda kaldığı bazı musibetleri dile geliyor. Oysa İlâhi sistem yaratılış
itibarı ile zayıf bir varlık olan insana; kolaylık, külfetsizlik getiriyor,
onu içgüdülerinin azgınlığından ve şehevî arzularının baskısından
kurtararak güvenli bir yola iletiyor, onu tevbe etmeye, islâh olmaya ve her türlü
pislikten arınmaya götürüyor. Tekrarlayalım:
"Allah
sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Oysa nefislerinin arzularına uyanlar
sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.
Allah
sizin yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır."