İKTİSADÎ
KONULAR
Bu
dersin ikinci bölümünde İslâm toplumunda geçerli olacak olan mâli ilişkilerin
bir kısmı işleniyor, bu ilişkilerin uygulanma yolları düzenleniyor, genel
anlamda fertler arası mali ilişkilerin dürüst oluşu güvenceye bağlanıyor,
arkasından kadınların da tıpkı erkekler gibi mülk edinme ve kazanma haklarına
sahip oldukları, hem erkeklerin hem kadınların belirlenmiş payları oranında
mülk ve kazanç edinebilmeleri belirtiliyor. Bölümün sonunda cahiliye döneminde
ve İslâm'ın ilk yıllarında geçerli olan "velâ sözleşmeleri (Akraba
olmayanlara mirastan pay verilmesini öngören sözleşmeler)" konusunda
uygulamanın nasıl olacağı anlatılıyor, bu sistemin tasfiye edilmesi
gerektiği" mirasın sırf akrabalar arasında bölüştürülmesinin uygun
olduğu, artık yeni "vela sözleşmesi" imzalamaktan kaçınılması
hükme bağlanıyor:
29-
Ey müminler, birbirinizin mallarını gayrı meşru yollar kullanarak değil,
karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz.
Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.
30-
Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine
atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.
31-
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı
bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.
32-
Aranızda derece farkı doğuran ilahi bağışlara özlem beslemeyiniz.
Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay
alırlar. İstediklerinizi Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah
her şeyi bilir.
33-
Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız
kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz.
Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.
Bu
ayetler demeti hem eğitim ve hem de kanun koyma zincirinin bir halkasını oluşturur.
Zaten İslâm sisteminde eğitim ve kanun koyma işlemleri birbirinden ayrılmaz,
ya içiçedirler, ya da birbirlerini bütünlerler. Sebebine gelince; kanun
koyma işlemi, pratik hayatı düzenleme amacı güttüğü gibi eğitme amacını
da içerir. Bunun yanısıra yasama hükümlerine eşlik eden direktifler bu
yasaların amaca uygun biçimde yürürlüğe konmalarını, bu yasaların
ciddiliklerini gözeten ve yarar sağlamalarını ön plânda tutan bir bilinç
ile uygulanmalarını ve hüküm olma amaçları yanında vicdanları eğitme
amacını da göz önünde tutarlar. Ayrıca yasama hükümleri ile bu hükümlere
eşlik eden direktiflerin ortak amacı kalbi Allah'a bağlamak, kalbi yasaları
ve direktifleri bünyesinde bütünleştiren bu İlâhi sistemin kaynağının
bilincine vardırmaktır. Hem pratik hayatın ve hem de insan vicdanının
ihtiyaçları ile bağdaşan bu bütünlük, insan hayatını düzenleyen bu ilâhi
sistemin karakteristik özelliğidir.
Bu
ayetler de müminlere "Birbirlerinin mallarını gayri meşru yollarla
yemelerinin" yasaklandığını, mal dolaşımına ilişkin helal kazanç
yolunun ticaret yolu olduğunun açıklandığını görüyoruz. Bunun yanısıra
"Gayri meşrû biçimde mal yeme" insanın kendi kendini öldürmesi,
intihar etmesi, mahvolması, helâk olması benzetmeleri ile ifade ediliyor. Ayrıca
böyleleri ahiret azabı ile ve Cehenneme atılmakla tehdit ediliyor. Bir yandan
da bağışlama, günahları silme, insan zaaflarına ve kusurlarına hoşgörü
ile karşılık verme vaad eden kolaylık müjdeleri ile karşılaşıyoruz.
Yine
bu ayetlerde yüce Allah'ın kimi kullarına bağışladığı nimetlere göz
dikilmemesini, bunun yerine bir şey isteneceği sırada bağışlama ve lütfetme
yetkisini tekelinde bulunduran yüce Allah'a yönelmeyi telkin eden eğitim amaçlı
bir uyarı ile karşılaşıyoruz. Bu uyarının hemen arkasından gerek
erkeklerin ve gerekse kadınların kazançları oranında hak ve pay sahibi
olacaklarını ilkeleştiren hüküm geliyor.
Gerek
bu uyarı ve gerekse bu hüküm, ikisi birlikte, "yüce Allah'ın herşeyi
bildiği" olgusuna bağlanıyor. Tıpkı bunun gibi akraba olmayan
kimselere mirastan pay verilmesini öngören "velâ sözleşmeleri"ne
ilişkin tasarruflar ve bu sözleşmeleri yerine getirme emri de "yüce
Allah'ın herşeyin şahidi olduğu" olgusuna dayandırılıyor.
Bu
mesajların hepsi insanın mahiyetini psikolojik yapısının özelliklerini, bu
yapının çok sayıdaki giriş ve sızma yollarını herkesten iyi bilen yüce
Allah'tan geliyor ve yasal hükümlerin eşliğinde vicdanları olumlu yönde
etkilemeyi amaçlayan eğitici direktifler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Şimdi
de okuduğumuz bu ayetleri sıra ile incelemeye çalışalım:
"Ey
müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak değil, karşılıklı
anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz
Allah size karşı merhametlidir."
"Kim
zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine
atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
İlk
ayet müminlere yönelik bir sesleniş ile söze girerek onları birbirlerinin
mallarını gayri meşru yöntemler kullanarak yemekten sakındırıyor. Tekrarlıyoruz:
"Ey
müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak
yemeyiniz."
Bu
cümle; o günkü İslâm toplumunu cahiliye hayatından artakalan tortulardan
temizlemeyi, "Ey müminler" çağrısı ile söze girerek müslümanların
vicdanlarını coşturmayı,yüce Allah'ın kendilerine seslenirken, onları
birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemlerle yemekten sakındırırken
kullandığı "mümin"lik sıfatlarının gereklerini canlandırmayı
amaç edindiği mesajını veriyor.
"Gayri
meşrû yöntemlerle mal yemek" ifadesi insanlar arasında görülen ve yüce
Allah'ın izin vermediği ya da açıkça yasakladığı bütün gayri meşrû
mal dolaşımı biçimlerini içerir. Aldatma, rüşvet, kumar, zorunlu tüketim
mallarını pahalandırmak amacı ile bekletme gibi kazanç yolları bu deyimin
kapsamına girdikleri gibi başta faizcilik olmak üzere bütün yasaklanmış
alış-veriş türleri de bu kategoriye girer. Bu ayetin, faizin yasaklanışından
önce mi, yoksa sonra mı indiğini kesin olarak bilemiyoruz. Eğer faizin
yasaklanmasından önce indi ise, bu ayet, yasaklamaya yönelik bir ön hazırlık
niteliği taşır. Çünkü faiz, gayri meşrû biçimde mal yemenin en somut,
en aşırı yöntemidir. Yok eğer faizin yasaklanmasından sonra indi ise o
zaman da getirdiği yasaklama, diğer haram mal yeme yöntemleri yanında
faizciliği de içerir.
Ayette
satıcı ile alıcı arasında karşılıklı anlaşma yolu ile gerçekleşen
ticaret işlemleri, bu yasaklama hükmünün dışında tutuluyor, istisna
ediliyor. Okuyoruz:
"Yalnız
karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka"
Bu
cümlede istisna edilen "ticaret" bir "gayri meşru mal yeme türü"
değildir. Arap dilinde bu tür istisnalara "kopuk", "ayrıldığı
bütünle ilişkisiz" anlamına gelmek üzere "İstisnâ-ı Munkatı"
denir. Buna göre bu istisna cümlesini şöyle açıklayabiliriz: "Yalnız
eğer seçtiğiniz mal kazanma yöntemi, karşılıklı anlaşmaya dayalı
ticaret işlemi ise,bu işlem, bir önceki cümlenin kapsamına girmez."
Fakat
"ticaret" deyimini içeren istisna cümlesinin böyle bir yerde gelişi,
ticaret ile haram mal yeme yöntemleri olarak nitelenen diğer işlemler arasında
bir tür benzerlik olduğu izlenimini verir. Öncelikle Bakara suresinde okuduğumuz
faizi yasaklayan ayeti bu istisna cümlesi ile birlikte değerlendirince bu yanıltıcı
benzerliği daha iyi kavrarız. Bilindiği gibi o ayette faiz yasağına karşı
çıkanlar "Alış-veriş de faiz gibidir" diyorlardı ve Allah onlara
şöyle karşılık veriyordu; "Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi
haram kılmıştır" Faizciler "Ticaret, mal artışı sağlıyor,
kazanç getiriyor, bundan dolayı o da faiz gibidir, o halde ticareti helal sayıp
faizi yasaklamak anlamsızdır" diyerek lânetli ekonomik düzenlerini
savunurken aslında demagoji yapıyorlar.
Sebebine
gelince her şeyden önce ticarî işlemler ile faize dayalı işlemler arasında
nitelik bakımından dağlar kadar fark vardır. Bunun yanısıra ticaretin üretici
ile tüketici arasında yaptığı hizmetler ile faizciliğin gerek ticaretin
kendisi ve gerekse tüm halk yığınlarının başına yağdırdığı belalar
arasında nasıl benzerlik görülebilir?
Ticaret
üretici ile tüketici arasında köprü oluşturan bir aracılık hizmetidir.
Ticaret üretilen malları tüketim yerlerine ulaştırıp pazara sunar, böylece
bu malları güzelleştirir ve bulunup satın alınmalarını kolaylaştırır.
Buna göre ticaret her iki tarafa, yani hem üreticiye hem de tüketiciye yönelik
bir hizmettir ve bu iki yönlü hizmet karşılığında yarar sağlama işlemidir.
Bu yarar sağlama, maharete ve çalışmaya dayandığı gibi aynı zamanda hem
kâra hem de zarara açıktır.
Faiz
ise bunun tam tersi bir işlev görür. O bir yandan üretim girdilerine
eklenerek sanayinin sırtına yük olurken bir yandan da malların üretim,
maliyetlerine bindirdiği ilâve fonlar nedeniyle ticaret sektörünün ve tüketicinin
sırtına da yük olur. Bunun yanısıra kapitalist ekonominin en katıksız ve
denetimsiz aşamasında açıkça görüldüğü gibi faiz, hem sanayii hem de
sanayii dışı üretimi, ne sanayinin ve ne de sanayii dışı üretimin yararını
umursamayan, birinci derecedeki amacı kâr marjını olabildiği oranda yüksek
tutarak sanayi sektörüne yatırılan kredilerin faizlerini ödemek olan sömürü
aracıdır. Bu arada zarurî ihtiyaç mallarını pazarda yeterince bulamayan
halk yığınları lüks tüketim mallarının akınına uğramış, üretim
faaliyetleri; içgüdüleri gıdıklayan ve insanın yapısını dejenere eden
en pespaye projelere kaymış, faizci kapitalizmin umurunda bile değildir. Bütün
bunların ötesinde faizci sistemde sermaye sürekli kârdadır; ticaret gibi
zarar sarsıntılarını paylaşmaya katılmaz, ayrıca ticaretin gerektirdiği
insan emeğinin, insan çabasının faiz kazancında hemen hemen hiç rolü
yoktur. Faizci düzenin boynunda taşıdığı kara yaftanın suç listesi, bu
saydıklarımızdan çok daha kabarıktır. Bu suç listesi onun hakkında idam
hükmünün verilmesini gerektirecek kadar ağır cinayetler içerir. Nïtekim
İslâm'ın onun hakkında verdiği hüküm budur.
Diyebiliriz
ki insanlar faiz ile ticaret arasında böylesine yanıltıcı bir benzerlik
kurdukları için gayrı meşrû yöntemler ile mal yemeyi yasaklayan hükmün
hemen arkasından "Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz
konusu ise o başka" şeklindeki açıklamaya, dil bilginlerinin deyimi ile
"kopuk (munkatı)" türü bir istisna cümlesine yer verilmiştir.
Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Kendinizi
öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir."
Bu
yorum, insanların mallarını gayrı meşrû yöntemler kullanarak yemenin
toplum hayatında ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçları ifade ediyor. O yüzden
bu tür mal yeme yöntemi aslında bir öldürme, bir cinayet eylemidir. Yüce
Allah müminleri, böylesine yıkıcı bir yola sapmaktan sakındırmakla onları
rahmetinin şemsiyesi altına almak istiyor.
Bu
gerçekten böyledir. Eğer bir toplumda faizcilik, aldatma, kumar, karaborsacılık,
yolsuzluk, hilekârlık, dolandırıcılık ve hırsızlık gibi yöntemler ile
birbirinin malını yeme alışkanlığı yaygınlaşır ve ırz, namus, güven,
vicdan, ahlâk ve din gibi asla ticaret konusu yapılmaması gereken değerler
satışa çıkarılırsa -ki gerek eski ve gerekse şimdiki cahiliye toplumlarının
pazarlarında ve pazarlıklarında bu değerlerin tozu dumana karışmaktadır-
bu tür kirli mal kazanma yöntemlerini bünyesinde yaygınlaştıran toplum
kendi kendini öldürmeye, yok oluş uçurumuna yuvarlanmaya mahkûmdur!
Yüce
Allah, müminlere rahmeti ile yaklaşarak onları sosyal hayatı mahveden ve
vicdanları aşağılatan bu bilinçsiz intihar girişiminden uzak tutmak
istiyor. İşte yüce Allah'ın insanların yüklerini hafifletme iradesinin,
insan olmaktan kaynaklanan zayıflıklarını telâfi etmesinin, Allah'ın çağrısına
sırt dönerek şehevi ihtiraslarının tutsağı olmuş kimselerin
propagandalarına kananların belini büken insan yetersizliğine önlem
getirmesinin bir anlamı da budur.
Arkasından
Ahiret azabını içeren bir tehdit geliyor. Birbirlerinin mallarını gayrı meşrû
yöntemlerle yiyen zalimlere saldırganlara yönelik tehdit. Bu zalimler, dünya
hayatlarını mahvetmekten kendi kendilerine kıymaktan sakındırıldıktan
sonra Ahiret azabı ile tehdit ediliyorlar. Gayrı meşrû yöntemler ile mal
yiyenler de yedirenler de bu tehdidin ortak hedefleridir. Çünkü toplumda,
ortak sorumluluk ilkesi geçerlidir. Eğer bir toplum, meydanı zalimlere ve açgözlü
saldırganlara bırakır da bu kimselerin gayrı meşrû yöntemlerle mal yeme
alışkanlıklarını yaygınlaştırmalarına göz yumarsa yüce Allah'ın hem
dünyaya ve hem de ahirete ilişkin tehditleri bu toplumlar hakkında gerçekleşir.
Okuyalım:
"Kim
zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu cehennem ateşine
atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
İşte
böylece İslâm sistemi, koyduğu kanunlar ve verdiği direktifler ile ilgili
olarak insan vicdanını hem dünyada hem de ahirette müeyyide kanatları altına
alıyor ve böylece insan vicdanına, bu direktiflere uymayı sağlama ve bu
yasaları uygulatma konusunda uyanık bir bekçi rolü yüklüyor; toplumun bütün
bireylerini de birbirlerini gözetlemekle, denetlemekle görevlendiriyor. Çünkü
toplumun bütün fertleri ortak biçimde sorumludur, dünyada gerçekleşecek
olan ölüm ve mahvolma hepsinin ortak akıbeti olacağı gibi ahirette de, gayrı
meşrû kazanç yöntemlerinin çevrelerinde alıp yürümesine göz yummalarından
ve toplumlarının bozulmasını umursamamalarından ötürü hesaba çekileceklerdir.
"Bunu
yapmak Allah için gayet kolaydır."
Çünkü
Allah'ın bu cezayı vermesine hiç kimse engel olamaz ve hiçbir şey onu önleyemez,
gerekçeleri varolduktan sonra onun gerçekleşmesi kaçınılmaz olur.
Bir
sonraki ayette yüce Allah, müminlere "büyük günahlar"dan sakınmaları
karşılığında rahmetini ve bağışlayıcılığını vaadediyor. Amaç, yüce
Allah tarafından iyi bilinen zayıflıklarını göz önüne alarak onlara
kolaylık göstermek, kalplerini rahatlatmak, büyük günahlardan sakınmalarını
sağlayacak cehennem ateşinden kurtulmalarına yardım etmektir. Okuyoruz:
"Eğer
size yasaklanan büyük günahlardan sakınınsanız, küçük günahlarınızı
bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz."
İçerdiği
bütün yükselme, yücelme, temizleme, arınma ve itaat çağrılarına; ihtiva
ettiği bütün yükümlülüklere, sınırlamalara, emirlere ve yasaklamalara
rağmen . -ki bunların tümünün amacı temiz ve dürüst vicdanlar ile temiz
ve sağlıklı bir toplum meydana getirmektir- bu din ne kadar hoşgörülü ve
ne kadar kolay yöntemli bir dindir!
Aynı
zamanda bu çağrılar ve bu yükümlülükler insanın zayıflığını ve
yetersizliğini göz ardı etmiyor, onun gücünün ve yapısının sınırlarını
aşmıyor, onun fıtratını, bu fıtratın kapasitesini, içgüdülerini ve
nefsinin iniş-çıkışlarını bilmezlikten gelmiyorlar.
Böyle
olduğu içindir ki, bu dinde yükümlülük ile insan kapasitesi arasında, özlemler
ile kaçınılmazlıklar arasında, içgüdüler ile frenleyici mekanizmalar
arasında, emirler ile yasaklar arasında, özendirmeler ile caydırmalar arasında,
işlenebilecek günahlara yönelik azap tehdidi ile yüce Allah'ın engin bağışlayıcılığına
bağlanan ümidin iyimserliği arasında kararlı bir denge kurulmuştur.
Bu
dinin insanlardan beklediği tek şey; yüce Allah'a yönelmek, bu yönelişte
gerçekten samimî olmak, olanca güçlerini ortaya koyarak O'na itaat etmek ve
hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Bu adımın sonrasında zaaflara hoşgörü
ile yaklaşan, yetersizlikleri anlayışla karşılayan, tevbeleri kabul eden,
kusurlara göz yuman, günahları bağışlayan, kötülükten dönenlerin yüzüne
kapıyı açık tutan, pişmanlıkları cana yakınlık ve lütufla karşılayan
ilâhi rahmet mutlaka imdada yetişir.
Sözünü
ettiğimiz "olanca gücü ortaya koyma"nın belirtisi yüce Allah
tarafından yasaklanan büyük günahlardan uzak durmaktır. Son derece belirgin
ve göze batar nitelikte olan bu büyük günahları işleyenler onları
bilmeyerek ya da farkında olmayarak işlediklerini ileri süremezler. Bu durum
insanın bu alanda istenen çabayı harcamadığını, direnme gücünü
yeterince seferber etmediğini gösterir. Böyle bile olsa ihlâslı bir tevbe
ile bu günahlardan vazgeçme kararı her zaman için geçerlidir, yüce Allah
merhameti ile bize bu tevbeleri kabul edeceğini bildiriyor. Yüce Allah, bu
tevbekârları "takvalı kullar" diye andığı aşağıdaki ayetinde
şöyle buyuruyor:
"Yine
onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı
hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda, bile bile ısrar
etmezler." (Al-i İmran Suresi, 135)
Bizim
burada vurgulamak istediğimiz gerçek, büyük günahlardan sakınılınca yüce
Allah'ın kendi insiyatifi ile ve tek taraflı olarak küçük günahları bağışlayacağıdır.
Yüce Allah'ın yukardaki ayette dile gelen vaadi ve müminlere yönelik müjdesi
budur.
Peki
"büyük günahlar" nelerdir? Bu konuda elimizde bulunan hadisler bu günahların
birçok türünü saymakta, fakat kesin sayısını belirtmemektedir. Bunun böyle
olduğunu, bu konudaki hadislerden herbirinin diğerinde yer alan büyük günahların
bazan daha azını ve bazan da daha çoğunu içermesinden anlıyoruz. Anlaşılan,
bu hadisler gündelik olaylara bağlı olarak söylendikleri için her hadiste,
o andaki özel şartların sayısı ve türü toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa
değişir; ama bununla birlikte bunların neler olduklarını bilmek müslüman
için zor bir iş değildir.
Bu
konuda halife Hz. Ömer ile ilgili bir olayı anlatmak istiyoruz. Bilindiği
gibi Hz. Ömer günaha karşı son derece duyarlı, sert tutumlu ve günah
hususunda hoşgörüsü kıt yaratılışlıdır. Buna rağmen bu olayda İslâm'ın
O'nun duyarlılığını nasıl yumuşattığını, toplumsal problemleri çözerken
ve insanlara ilişkin meseleleri ele alırken elindeki adalet terazisini nasıl
dengeye kavuşturduğunu göreceğiz. Olay şù:
İbn-i
Cerir'in Yakub b. İbrahim yolu ile İbn-i Avn'e dayandırarak bildirdiğine göre
Hasan-ı Basrî şöyle diyor:
-Hz.
Ömer'in halifeliği döneminde Mısırlı birkaç kişi Abdullah b. Amr'e başvurarak
dediler ki; "Kur'an'da uygulanması emredilen bazı hükümler görüyoruz
ki, bunlar uygulanmıyor. Bu konuyu halife Ömer ile görüşmek istiyoruz.
Bunun
üzerine Abdullah b. Amr bu adamları yanına alarak Medine'ye geldi ve Hz. Ömer
ile buluştu. Hz. Ömer kendisine "Ne zaman geldin?" diye sordu.
Abdullah b. Amr "Falanca günden beri buradayım" dedi. Hz. Ömer
"İzinli olarak mı geldin?" diye sordu. Abdullah'ın bu soruya ne
cevap verdiğini bilmiyorum. 'Fakat sözlerine devam ederek halifeye şunları söyledi;
"Ey müminlerin emiri birkaç Mısırlı bana başvurdu ve Kur'an'da
uygulanması emredildiği halde uygulanmayan bazı meseleler olduğunu, bu
konuyu seninle görüşmek istediklerini söylediler".
Hz.
Ömer Abdullah'a "O adamları topla, yanıma getir" diye emretti.
Abdullah da onları toplayıp halifenin huzuruna götürdü. (Ravilerden İbn-i
Avn'e göre bu toplantı Behu denen yerde düzenlenmişti.)
Hz.
Ömer, bu Mısırlı grubun en sonunda oturan adamına dönerek kendisine
"Allah sana zihin açıklığı versin. İslâm hakkı için söyle bakalım,
Kur'an'ı baştan sona kadar okudun mu?" diye sordu. Adam "Evet,
okudum" dedi. Hz. Ömer "Peki, onu nefsinde, kendi şahsında uyguladın
mı?" diye sordu. Adam; "Allah bilir ki hayır" dedi. Eğer
"Evet" deseydi, Hz. Ömer onunla tartışmaya girişecekti. Hz. Ömer,
adama "Peki, O'nu gözlerine uyguladın mı?, sözlerine uyguladın mı?,
davranışlarına uyguladın mı?" diye sordu. Arkasından, aynı soruları
sonuncu adama kadar heyetin bütün üyelerine sordu ve sonra şunları söyledi:
"Anası evlâtsız kalası Ömer yandı! Sizler, onu (Allah'ın kitabını,
Kur'an'ı) insanlara tam olarak uygulatmakla yükümlü mü tutuyorsunuz? Oysa
bizim günah işleyeceğimizi Allah, daha işin başında, biliyordu" ve
arkasından: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınınsanız,
küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz"
ayetini okudu.
Sonra
adamlara dönerek "Sizin gelişinizden Medinelilerin 'haberi oldu mu? (ya
da geldiğinizden haberi olan var mı?)" diye sordu. Adamlar "Hayır,
olmadı" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Eğer Medineliler gelişinizden
haberdar olsalardı, sizi vesile ederek bu konuda bir vaaz verirdim" diye sözlerini
bağladı" (İbn-i Kesir Tefsiri)'
İşte
günaha karşı son derece duyarlı ve sert tabiatlı olarak tanınan Hz. Ömer,
kalpleri ve toplumu böyle yönetiyordu. Kur'an onun aşırı duyarlılığını
yumuşatmış, kendisine ince bir denge kazandırmıştı. Bu dengenin gereği
olarak "Allah daha işin başında bizim günah işleyeceğimizi
biliyordu" demişti. Kuşku yok ki biz, O'nun Rabbinin bildiğinden başka
türlü olamayız. Önemli olan ve bizden beklenen doğruya yönelmek, gerçeği
kabul etmek, yükümlülüklerimizi yerine getirmek konusunda arzu göstermek,
girişimde bulunmak, bu hususta olanca gayreti ortaya koymaktır. Bu denge,
ciddiyed, kolaylık gösterme ve ölçü ilkelerine dayanan bir tutumdur.
KADIN-ERKEK
İLİŞKİLERİ
Toplumda
malların el değiştirme süreci ile bağlantılı olarak kadın-erkek arasındaki
malı ilişkilere, akraba olmayanlara mirastan pay vermeye ilişkin
hükümlere
ve bu hükümler ile genel miras sistemi arasındaki ilişkilere ek açıklamalar
getiriliyor. Bilindiği gibi bu iki konu hakkındaki ayrıntılı açıklamalar
bu sûrenin baş taraflarında yer almıştı. Okuyalım:
Aranızda
derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler kazançlarından
pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar. İstediklerinizi
Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir."
"Kadın-erkek
herkese ana-babalarının, akrabalarının ve yeminli sözleşmeler yaptığınız
kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz.
Hiç şüphesiz Allah herşeyin şahididir."
İnsanlar
arasında derece farkı doğuran üstünlüklere karşı özlem duymayı
yasaklayan bu hüküm geneldir. Resmi görevi, mevki, yetenekleri, becerileri,
malı-mülkü, kısacası şu hayatta farklı oranlarda dağılım gösteren bütün
seçkinlik paylarını içerir. Bunun yanısıra ayette belirtilen her türlü
dileği Allah'a yöneltme, herşeyi doğrudan doğruya O'ndan isteme emri de
geneldir. Evet mümin, insanlar arasındaki farklılıklara göz dikerek yazıklanmalarla
kendini mahvedeceğine, bu göz dikme sonucunda içini kemirerek kin, kıskançlık;
çekememezlik ve intikam gibi yıkıcı duygulara kapılacağına; içinde
kaybetmişlik ve mahsumiyet, aşağılık ve boşluğa düşmüşlük
kompleksleri çöreklendireceğine, bütün bu duyguların ve komplekslerin
sonucu olarak yüce Allah'ın adaletinden ve her şeyi kulları arasında
isabetli biçimde dağıttığından kuşkulanacağına istediklerini yüce
Allah'tan istemelidir. Yoksa sözünü ettiğimiz duygular ve kompleksler insanı
mahveder, gönül huzurunu ortadan kaldırır endişeye ve mutsuzluğa yol açar,
insan enerjisini çirkin kuruntular ve çirkin yönelişler peşinde harcar.
Oysa
doğrudan doğruya yüce Allah'ın bağışına başvurmak nimet ve ihsan kaynağına
yönelmenin ilk adımıdır. O nimet ve bağış kaynağı ki, engin nimetleri
vermekle bitmez, kapılara üşüşecek istekli kalabalık yüzünden sıkıntıya
düşmez! Bunun yanısıra bu tutum gönül huzuru meydana getirici, umut uyandırıcı,
başarıya ulaştıracak somut gerekçelere olumlu bir biçimde el atmayı sağlayıcı;
buna karşılık yapıcı enerjiyi hayıflanma, yazıklanma, kin, aşağılık
kompleksi ve bunalım uğrunda kurban etmeyi önleyici bir tutumdur.
Bu
geniş çerçeveli yönlendirme bakımından ayetin hükmü, geneldir. Fakat
gerek sonraki cümleler ile bağlantısı ve gerekse iniş sebebine ilişkin bazı
rivayetler bu genel anlamı sınırlar, onu belirli bir farklılığa, belirli
bir üstünlüğe indirger. Sözünü ettiğimiz belirli farklılık, ayetin
devamını oluşturan genel ifadeli cümlelerden açıkça anlaşılacağı üzere
bu ayetin çözüme bağlamak amacı ile indiği erkek ve kadınların mal
paylarına ilişkin farklılıktır.
Bu
farklılığın yol açtığı kuşku bulutlarının dağıtılması iki insan
cinsi arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, bu ilişkilerin hoşnutluk ve bütünleşme
temeline oturtulması, arkasından da bu hoşnutluğun müslüman ailelere ve
topluma yayılmasının yanısıra kadın-erkek arasındaki görev ve fonksiyon
farklılığının zihinlere yerleştirilmesi son derece önemlidir. Fakat bütün
önemine rağmen bu mesele, ayette dile gelen hükmün özel sebepten hareket
eden bir genel hüküm olmasına engel teşkil etmez. Bundan dolayı klasik
tefsirler bu iki açıklamanın her ikisine de yer verirler.
Nitekim
İmam-ı Ahmed'in Sufyan ve Ebu Necih yolu ile Mücahid'e dayandırarak bildirdiğine
göre bir keresinde Hz. Ümm-ü Seleme, Peygamberimize; "Ya Resulullah,
erkekler savaşıyor, biz savaşa katılmıyoruz. Bir de mirasta bize
erkeklerinkinin yarısı kadar pay veriliyor" dedi. Bunun üzerine yüce
Allah "Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem
beslemeyiniz..." ayetini indirdi.
Yine
İbn-i Ebu Hatem'in, İbn-i Cerir'in, İbn-i Merduye'nin ve Hakim'in Sevri ve
Ebu Necih yolu ile Mücahid'e dayandırarak bildirdiklerine göre bir defasında
Hz. Ümmü Seleme Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) "Ya
Resulullah! Biz ne savaşıp şehit düşebiliyoruz ve ne de mirasta erkekler
ile eşit pay alabiliyoruz" dedi. Bunun üzerine bu ayet indi. Sonra bir de
şu ayet indi:
"Ben
birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir
iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç edenlerin,
yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların
ve öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından
verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim.
Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195)
Tefsir
bilginlerinden Sediy ise bu ayeti açıklarken şöyle diyor; "Bazı
erkekler `Mirasta nasıl kadınların payının iki katını alıyorsak
iyiliklerimizin sevabının da kadınlarınkinin iki katı olmasını istiyoruz'
dediler. Buna karşılık bazı kadınlar da `İstiyoruz ki, şehidlerin sevabı
kadar sevap kazanalım. Biz savaşa katılamıyoruz, oysa eğer bize savaşmak
farz olsaydı, savaşırdık' dediler. Yüce Allah her iki tarafın sözlerini
reddederek `İstediklerinizi benim lütfumdan isteyiniz, ama amacınız dünya
malı olmasın' buyurdu."
Tefsir
bilginlerinden Katade'nin de bu yolda bir açıklama yaptığı rivayet edilir.
Buna karşılık elimizde bu ayetin anlamının genel olduğunu savunan
rivayetler de vardır. Nitekim Ali b. Ebu Talha'nın bildirdiğine göre
Abdullah b. Abbas bu ayeti açıklarken "Hiç kimse `Falancanın malı ya
da ailesi keşke benim olsa' gibi sözler söyleyerek başkalarının elindeki
varlıklara göz dikmemelidir. Allah bunu yasaklıyor. Bunun yerine herkes
istediğini yüce Allah'ın lütfundan istemelidir" diyor. Ünlü tefsir
bilginleri Hasan, Muhammed b. Sirin, Ata ve Dahhak bu ayet hakkında buna benzer
açıklamalar yapıyorlar.
Birinci
grubu oluşturan açıklamaların içerdiği sözlerde kadın-erkek ilişkilerine
ilişkin cahiliye tortularının izlerini ve bunun yanısıra erkek-kadın arası
rekabetin kokusunu buluyoruz. Belki de bu tartışmalara İslâmiyet'in kadınlara
tanıdığı yeni özgürlükler ve yeni haklar yol açtı; İslâmiyet, her iki
cinsi ile tüm insanlığı onurlandırmak, her cinsten ve her sınıftan teker
teker her insanın hakkını güvenceye almak amacı taşıyan genel prensibi
uyarınca kadınlara bu özgürlükleri ve hakları tanımıştır.
Ama
İslâm, bu tutumu ile kendi eksiksiz sistemini bütün yönleri ile gerçekleştirmeyi
amaç edinmiştir. Amaç ne tek taraflı olarak kadınların yararı ve ne de
tek taraflı olarak erkeklerin yararıdır. Amaç "İnsan"dır, müslüman
toplumdur, genel ve mutlak anlamı ile halktır, kamu yararıdır, hayırdır, dört
başı mamur eksiksiz adalettir.
İslâm
sistemi kadınlar ile erkekler arasında görev bölümü yaparken ve mali
payları dağıtırken fıtratın gereğine uyar. Fıtrat her şeyden önce erkeği
erkek, kadını da kadın olarak yaratmış, her birine belirli görevler yüklemek
için cinsiyetine has belirli özellikler bağışlamıştır. Bu özel
nitelikler, ne fıtratın özel yararı ve ne de bu iki cinsin tek taraflı
yararı için verilmiştir. Bu ilahi bağışın amacı; bu iki cinsin farklı
olması, bunların farklı özellikler taşıyıp farklı fonksiyonlar gerçekleştirmesi
sayesinde varlığını sürdüren, düzen kuran karakteristik fonksiyonlarını
bir bütün olarak yerine getiren ve yeryüzü halifeliği ile yüce Allah'a kul
olma amacını gerçekleştiren insanın hayatıdır. Özel yeteneklerin ve görevlerin
farklılığı, yükümlülüklerin, mali payların ve sosyal konumların farklılığını
beraberinde getirir. Bütün bunlarda, "hayat" denen büyük kurumun
ve yüce ortaklığın yararı içindir.
Eğer
ilk önce İslâm sistemi bir bütün olarak incelendikten sonra tek bir insan bütününün
iki parçasını oluşturan kadın-erkek cinsleri arasındaki ilişkileri düzenleyen
bir İslâm hükmü ele alınıp değerlendirilirse ne yukardaki tarihi
rivayetlerin bize haber verdiği eski tartışmalara gerek görülür ve ne de günümüzün
aylak erkeklerinin ve aylak kadınlarının hayatını dolduran, hatta kimi
zaman kamuoyunun baskısı ile bu çerçeveyi de aşarak ciddi erkek ve kadınların
gündemine de girebilen yeni tartışmaların yeri olur.
Kadınlar
ile erkekler arasında sanki amansız bir savaş varmış gibi bir hava
estirerek bu iki cins arasındaki karşılıklı konumlardan ve başarılardan söz
etmek saçmalıktır. Bunun yanısıra bazı ciddî yazarların "kadın"ı
küçük düşürmeye, kişiliğini hırpalamaya ve her türlü uğursuzluğun
sembolü gibi göstermeye yönelik girişimleri de -bu girişimler ister İslam
adına, isterse bilimsel inceleme ve araştırma adına ortaya konmuş olsun- saçmalık
ve boş iş olmaktan ileriye gitmez. Çünkü mesele kesinlikle savaş meselesi
değildir; mesele cinsiyet farklılığı, fonksiyon-görev farklılığı,
birbirini tamamlama ve bunların ötesinde ilâhi sistemin öngördüğü bir
eksiksiz adalet sistemi meselesidir.
Bu
konuda cahiliye toplumlarında savaş olabilir. Çünkü bu toplumlarda yasal düzenlemeler
ya görünür kısa vadeli yararlar uyarınca veya egemen sınıfların, oligarşik
ailelerin ve imtiyazlı fertlerin menfaatleri gözetilerek kendi keyiflerinin ürünü
olarak ortaya çıkar. Böyle olunca da ya insan bir bütün olarak algılanmadığı,
ya da kadın ve erkeğin hayattaki görevleri doğru olarak belirlenemediği
yahut erkek ile aynı işte çalışan kadınlara düşük ücret vererek
ekonomik sömürü çarkını döndürmek için veyahut miras bölüşümüze ve
malî tasarrufa ilişkin ekonomik çıkarların olumsuz baskısı yüzünden, ya
da bu tür bir başka gerekçe ile kadın hakları çiğnenebilir. Nitekim günümüzün
cahiliye toplumlarında yapılan budur.
Fakat
İslâm sisteminde bunların hiçbirinin yeri yoktur. Orada savaş diye bir şey
bulunmaz. Bu sistemde dünyalık çıkarlar üzerinde yarışa girişmek anlamsızdır.
Erkeğin kadına yüklenmesi ya da kadının erkeğe saldırması ve bu iki
cinsden birinin diğerini alt etmesi ile onun kişiliğini hırpalaması ya da
kusurlarını araması bu sistemin özüne aykırıdır. Bunun yanısıra kadın-erkek
arasındaki yapı ve yetenek farklılığının yükümlülük ve görev farklılığına
yol açmayacağını, bu ayrılığın beraberinde uzmanlık alanlarındaki ve
sosyal konumlardaki ayrılığı da beraberinde getirmeyeceğini ileri sürmenin
de bu sistemde yeri yoktur. Bütün bunlar bir yandan saçmalık ve öbür
yandan da İslâm sistemini yanlış anlamaktır.
Şimdi
de cihad ve şehidlik konusu ile kadının bu konudaki rolüne ve sevabına
gelelim. Bu konu dünyaya ilişkin görevlerini eksiksiz yerine getirmekle
birlikte tüm varlıkları ile ahirete yönelen bazı saadet devri kadınlarının
kafalarını kurcalamıştı. Bunun yanısıra miras meselesi ile erkek ve kadının
miras payları konusu üzerinde de durmalıyız. Çünkü bu konu hem eski dönemlerde
ve hem de günümüzde çok sayıda erkeğin ve kadının aklına takıla gelmiştir.
Yüce
Allah, kadına cihad etmeyi, savaşa katılmayı farz kılmadı. Fakat eğer bu
konuda kadına ihtiyaç olur da bu ihtiyacı erkekler karşılayamazsa onun savaşa
katılmasını yasaklamış ve haram saymış da değildir. Nitekim tek-tük de
olsa İslâm tarihi boyunca savaşlara katılan, hem de hemşire ve cephane taşıyıcısı
olarak değil, doğrudan doğruya savaşçı olarak cephede yer alan bazı kadınlar
görülmüştür. Yalnız bu katılım ihtiyaçlarla ve zorunluluklar ile kayıtlanarak
sınırlanmıştır. Normal işleyen bir genel kural değildir. Kısacası yüce
Allah cihad etmeyi, yani savaşmayı erkekler gibi kadınlara farz kılmış değildir.
Cihad-savaş
kadına farz kılınmadı. Çünkü kadın cihad edecek, savaşacak olan
erkekleri doğuruyor. O hem organik hem psikolojik yapısı ile bu erkekleri doğurmaya,
onları cihada, savaşa ve hayata hazırlamaya elverişli ve yatkındır. O bu
alanda daha güçlü ve daha yararlıdır. Daha güçlüdür, çünkü
organizmasının bütün hücreleri gerek anatomik ve gerekse psikolojik bakımdan
bu işe yetenekli olarak yaratılmıştır. Kadının bu işe olan yatkınlığı
sadece organizmasının dış yapısının özelliğinden kaynaklanmıyor, bunun
da ötesinde ana rahminde döllenme olayının gerçekleştiği ve bu yumurtadan
erkek mi, yoksa dişi mi üreteceği yüce yaratıcı tarafından belirlendiği
andan itibaren oluşan bütün hücrelerinin, fonksiyon farklılığından
kaynaklanıyor. Sonra bu gerekçeye dış organik farklılıklar ile psikolojik
yatkınlıklar gerekçesi eklenir.
Milletlerin
uzun vadeli yararlarını görebilen geniş bir çerçeveden bakınca bu tutumun
daha faydalı olduğunu anlarız. Çünkü girişilen savaşlar eğer bir
milletin erkeklerini biçer de kadınlarını geride bırakırsa o zaman meydana
gelen nüfus boşluğunu telâfi edecek yeni kuşakların üreyeceği kaynaklar
elde kalmış olur. Oysa eğer hem erkekler hem kadınlar kırılırsa, hatta
kadınlar kırıma uğrar da erkekler geride kalırsa durum böyle olmaz. Çünkü
İslâm düzeninde bütün kolaylıklar ile bütün imkanların kullanılması
gerektiğinden bir erkek dört kadını doğurgan ve üretken hale getirebilir,
böylece bir süre sonra savaşta uğranılan nüfus kaybı telâfi edilebilir.
Fakat binlerce erkek bir araya gelse bile bir kadına bir erkeğin sağlayabileceğinden
daha büyük bir doğurganlık kapasitesi kazandırıp savaşta uğranılan
insan kaybını bu yoldan kapatmaya katkıda bulunamazlar.
Bu
faktör, kadının savaşma yükümlülüğünden muaf tutulmuş olmasının ilâhi
hikmetlerinin sadece bir tanesidir. Bu hükmün gerek toplumun ahlâkına ve oluşum
biçimine ve gerekse her iki cinsin özelliklerinin korunması endişesine ilişkin
daha bir çok gerekçesi vardır ki, bunları burada ayrıntıları ile saymak mümkün
değildir. Onları ayrı ve bağımsız bir araştırmada ele almak gerekir.
Savaşa
katılmanın ve şehid olmanın getireceği sevap konusuna, kazandıracağı mükâfat
meselesine gelince yüce Allah bu konuyu bütün erkekleri ve bütün kadınları
tatmin edecek bir ilkeye bağlamıştır. Bu ilkeye göre omuzlarına yüklenen
görevi titizlikle yerine getiren her insan, görevinin türü ve cinsiyeti ne
olursa olsun, yüce Allah katında kesinlikle "ihsan" mertebesine ulaşacaktır.
Miras
konusu da böyledir. Bu alanda da "Erkeğe kadının iki katı kadar
pay" veren kural yolu ile ilk bakışta erkek kayırıldı, kadına üstün
tutuldu gibi görülebilir. Fakat meseleye yakından bakınca bu yüzeysel görüş,
yerini kadın ile erkeğin konum ve yükümlülükleri arasında tutarlı bir bütünlüğün
olduğu gerçeğine bırakır. Her nimetin bir külfeti olduğu ilkesi, İslâm
sisteminin köklü ve değişmez bir kuralıdır.
Bu
kuralın ışığında erkek ile kadının durumunu gözden geçirelim: Her şeyden
önce erkek kadına evlenirken mehir vermek zorundadır. Oysa kadının kocasına
böyle bir ödemede bulunması söz konusu değildir. Erkek, karısının ve çocuklarının
geçimlerini sağlamakla yükümlüdür. Oysa kadın malı bile olsa böyle bir
yükümlülük altında değildir. Erkeğin bu yükümlülükteki asgari payı
bu görevini savsakladığı takdirde hapis cezasına çarpılmaktır. Erkek yakın
akraba dayanışması çerçevesi içinde aileye yüklenecek adam öldürme ve
yaralama diyetlerinin ödenmesine katkıda bulunmak zorundadır. Oysa kadın böyle
bir ödeme zorunluğundan muaftır. Erkek yine yakın akrabalar arası dayanışma
ilkesinin gereği olarak yakınlık sıralarına göre yoksul, düşkün ve çalışma
gücünden yoksun akrabalara mâlî yardımda bulunmakla yükümlüdür. Oysa
kadın bu geniş aile dayanışmasının maddi yükümlülüklerinden muaftır.
Erkek, ayrı yaşadığı ya da boşadığı karısına kendinden olma çocuğu
için emzirme ve bakım ücreti ödemek zorundadır. Erkek bu ücretleri nafaka
ile birlikte kadına ödemekle yükümlüdür.
Görüldüğü
gibi İslâm sistemi karşılıklı tamamlayıcılık ilkesine bağlı tutarlı
bir sistemdir. Bu sistemde sorumlulukların dağılımı, mirasın bölüşümü
belirlenmektedir. Aslında erkeğin yükümlülükleri mirastaki payından daha
fazla, daha ağırdır. Bu yükümlülük dağılımında erkeğin çalışıp
kazanmaya yatkın özelliği ile kadına tam anlamı ile huzurlu ve güvenli bir
hayat sağlamasının teminata bağlanması gözetilmiştir. Böylece kadın, değeri
hiçbir malla biçilemeyecek, hiçbir sanayi ürünü ve hiç bir kamu yararı
amaçlı hizmetle karşılaştırılamayacak derecede değerli olan çocuğunun,
bu ortak insanlık hazinesinin bakımı ile meşgul olsun, kendini bu yüce uğraşa
adasın istenmiştir.
İşte
her işi bir hikmete dayanan ve her şeyi bilen yüce Allah'ın yasallaştırdığı
hikmetli İslâm sistemini biraz yakından inceleyince onun içerdiği yaygın
dengenin ve duyarlı değerlendirmenin işaretlerini görmekte gecikmeyiz.
Şimdi
İslâm'ın, bu ayetle kadına tanımış olduğu "ferdî mülkiyet"
hakkı konusunu irdeleyelim. Okuyoruz:
`Erkekler
kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar."
Arap
cahiliye döneminde diğer eski cahiliye toplumlarında olduğu gibi kadına bu
hakkı ya hiç baştan tanınmaz ya da çok ender durumlarda tanındığı zaman
hemen ilk fırsatta bu hakkın çiğnenmesine girişilirdi. Çünkü söz konusu
toplumlarda bizzat kadının kendisi miras yolu ile ele geçirilecek bir mal
gibi görülüyordu.
Modern
cahiliye toplumları da kadının bu hakkını çiğnemeye, savsaklamaya devam
ediyorlar. Oysa bu toplumlar kadına başka hiç bir sistemin vermediği hakları
verdiklerini, başka hiç bir uygarlığın tanımadığı saygınlığı tanıdıklarını
ileri sürerler. Bu toplumların bir kısmı ölenin mirasını en büyük erkek
mirasçıya verirler. Bir kısmı da kadının herhangi bir malî anlaşma
imzalamadan önce velisinin iznini almasını şart koşarlar. Diğer bir bölümü
de kadının kendi öz malında girişmek isteyeceği her tasarrufu kocasının
mutlak onaylaması gerektiğini yasalarına geçirmişlerdir. Üstelik bu
uygulamalar kadınların haklarını elde etmek için verdikleri bir çok mücadeleler,
birçok devrimler sonunda gelen iyileştirmelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Kadının konumunu tümü ile sarsıntıya uğratan, aile düzenini zedeleyen ve
genel ahlâkı yozlaştıran bunca sancılı mücadelelerin kadınlara kazandırabildiği
haklar bunlar olmuştur.
Oysa
İslâm, kadına bu ferdi mülkiyet hakkını kadının hiçbir isteği, hiçbir
başkaldırısı olmadan, kadın derneklerinin ve kadın parlamenterlerin ateşli
mücadelelerine hacet bırakmadan kendi insiyatifi ile vermiştir. İslâm kadına
verirken önce bir bütün olarak insanı, sonra da tek insanda bütünleşen
insanlığın yarısını onurlandırmayı, aile kurumuna dayalı bir sosyal düzen
kurmayı ve bu aile yuvasını; sevgi, dayanışma ve bireysel güvenlik
garantileri ile donatmayı amaçlayan genel dünya görüşüne uygun bir adım
atmıştır.
Bundan
dolayı İslâm'da erkek ile kadına ferdi mülkiyet ve kazanç sağlama alanında
eşitlik tanınmış olması herşeyden önce bir ilke meselesidir.
Dr.
Abdulvahid Vâfi "İnsan Hakları" adlı kitabında kadının gerek İslâm'daki
konumunu ve gerekse Batı ülkelerindeki durumunu titiz bir gözlemin süzgecinden
geçirdikten sonra şunları söylüyor:
"Öte
yandan İslâm kadın ile erkeği kanun önünde eşit tutmuş ve bu eşitliği
bütün medenî haklarda -gerek evli ve gerekse bekâr- tüm kadınlar için geçerli
saymıştır. İslâm'da evlilik, hristiyan Batı milletlerinin çoğundaki
evlilikten farklıdır. Çünkü İslâm'.a göre kadın evlenmekle ne evlilik
öncesi soyadını ne hukukî kişiliğini ne sözleşme yapabilme yetkisini ne
de mülkiyet hakkını yitirmez. Tersine evlendikten sonra adını ve kızlık
soyadını, bütün yurttaşlık haklarını, maddî yükümlülük üstlenebilme
ehliyetini evlilik öncesindeki gibi sürdürür. Alış-veriş, ipotek, hibe ve
vasiyet gibi her tür sözleşmeyi yapıp yürütebilir. Tek başına mülk
edinebilir, başka hiç kimse bu hakkına müdahale edemez.
Kısacası
İslâm'a göre kadının eksiksiz bir hukukî kişiliği bağımsız bir mal
edinme yetkisi vardır, kocası onun bu haklarına ve bu mal edinme yetkisine
karışamaz. Kocası onun malını -bu malın az ya da çok bir bölümünü-
elinden alamaz. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer
eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz önceki eşinize
gayet yüklü miktarda mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri
almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi
verdiğinizi geri alacaksınız?" (Nisa Suresi, 20)
"Kadınlara
evliyken verdiklerinizden bir şeyi geri almak helâl değildir." (Bakara
Suresi, 229)
Görüldüğü
gibi bu ayetlerde yüce Allah erkeğe, evlenirken eşine verdiği malların
tamamını ya da bir bölümünü geri almamasını emrediyor. Eğer erkek, karısına
kendi eli ile verdiği bir malı geri alamıyor ve böyle bir yola başvurması
caiz değilse kadının kendi öz malına el koyması haydi haydi, caiz değildir.
Yalnız kadın gerek kendi malını gerekse evlenirken kocasından aldığı bir
malı serbest rızası ile, gönüllü olarak kocasına verebilir. Bu konuda da
yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kadınların
mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar gönüllü
olarak mehirlerinin bir bölümünü size bağışlarlar ise bunu afiyetle
yiyiniz. " (Nisa Suresi, 4)
Bunların
yanısıra erkek, karısının izni olmadıkça ya da ona kendi adına sözleşme
yapmak üzere vekâlet vermedikçe kadının malına ilişkin hiçbir tasarrufta
bulunamaz. Ayrıca kadın, bu yolda kocasına verdiği vekâleti istediği anda
geri alıp başkasına vekâlet verebilir.
Gelişmiş,
çağdaş demokratik ülkelerde en modern kanunlar çıkarıldıktan sonra bile
kadın bu eşitlik düzeyine çıkabilmiş değildir. Meselâ Fransa'da kadın,
yakın zamana kadar bir tür köle konumunda idi, hatta halâ bile aynı
konumdadır. Çünkü bu ülkede yürürlükte olan medenî kanun onu bir çok
yurttaşlık haklarından yoksun tutmuş, erkeğin kullandığı bir çok hakları
kadına tanımamıştır. Nitekim Fransız medeni kanununun ikiyüz onyedinci
maddesi aynen şöyle der:
`Evli
kadın, kocasının katılmadığı bir sözleşme yolu ile malını bağışlayamaz,
mülkünü devredemez, ipotek işlemi yapamaz, ne bedelini ödeyerek ve ne de
karşılıksız biçimde mülk edinemez. Bu tür işlemlere girişebilmesi için
kocasının yazılı iznini alması gerekir. Evlilik sözleşmesi karı ile
kocanın mallarının birbirinden ayrı kalacağı esasına dayandırılmış
olsa bile bu böyledir.!
Gerçi
bu maddede daha sonra bazı değişiklikler yapıldı, yasaklamalarına bazı kısıtlamalar
getirildi; ama Fransız kadınının hukukî konumu, günümüze kadar, bu
maddenin öngördüğü sınırlamaların etkisinden kurtulamadı.
Batılı
kadına empoze edilen kölelik benzeri statünün bir başka belirtisi de şudur:
Batılı ülkelerin kanunlarına ve geleneklerine göre kadın, evlenince
evlilik öncesi soyadını kaybeder, artık "Falanın kızı filanca"
diye anılmaz, bunun yerine "Madam (bayan) filânca" diye anılır.
Yani isminin arkasından gelen kızlık soyadı silinerek yerine kocasının
soyadı yazılır. Bu soyadı değişikliği aslında basit bir gelenek değildir:
Tersine daha bir çok kısıtlamalar ile birlikte evli kadının hukukî kişiliğini
yitirerek kocasının hukukî kişiliği içinde eritildiğini sembolize eder.
Ne
gariptir ki, çoğu hanımlarımız bu aşağılatıcı uygulamada bile Batılı
kadınlara özenerek evlendiklerinde İslâm düzenine uyarak kızlık soyadlarını
taşımaya devam edecekleri yerde kocalarının ailesinin soyadını almaya razı
oluyorlar. Bu tutum, körü körüne taklitçiliğin akla gelebilecek en aşırı
örneğidir. Bundan daha tuhaf olanı şu ki, bu gözü kapalı özentiye kapılan
kadınlar, aynı zamanda kadınların haklarının ve kadın-erkek eşitliğinin
ateşli savunucularıdır. Oysa bu hanımlar, söz konusu soyadı değişikliğine
özenmekle; İslâmiyet'in kendilerine bağışladığı ve erkekler ile denk
tutarak onurlarını yükselttiği bir haktan kendilerini tek taraflı olarak
yoksun bıraktıklarının farkında değildirler."
Şimdi,
sıra yukardaki ayetler demetinin sonuncusuna geldi. Bu âyet, miras sisteminin
yürürlüğe girişinden önce uygulanan "velâ sözleş neleri"ne
ilişkindir. Aşağıda ayrıntılı biçimde anlatılacağı gibi, miras hükümleri,
mirasın sadece akrabalar arasında bölüştürülmesini yasalaştırırken
"velâ sözleşmeleri"nin öngördüğü sistem, sözleşme yolu ile
akraba olmayanlara da mirastan pay verilmesini geçerli sapıyordu. Önce ayeti
okuyalım:
"Kadın-erkek
herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız
kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz.
Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir."
Bu
ayetler gurubunda erkeklerin ve kadınların kazançlarından pay alacakları
belirtildikten ve daha önceki bir ayette erkeklerin ve kadınların miras
payları açıklandıktan sonra bu ayette herkesin, ölünce malına mirasçı
olacak akrabaları olduğu, kişiye ana-babasından kalan malın ölünce bu
mirasçılar arasında bölüşülmesi gerektiği anlatılıyor. Böyle olunca
mallar miras yolu ile kuşaktan kuşağa el değiştirir. Varisler ellerine geçen
miraslara kendi kazançlarını eklerler ve sonra bütün birikmiş mallarını
ölünce arkalarında kalan akrabalarına miras bırakırlar. Bu İslâm
sisteminde malın elden ele dolaşmasını somut uygulamaya yansıtan bir
uygulamadır. Böylece mal ne bir kuşağın ne bir ailenin ve ne de bir tek kişinin
elinde toplanır. Tersine sürekli bir sahip değiştirme, sürekli bir elden
ele geçme, kesintisiz bir yeniden bölüşme süreci yaşanır ve bu sürecin
sonucu olarak zaman içinde malların sahipleri de miktarları da değişikliğe
uğrar.
Ayetin
bundan sonraki bölümünde İslâm hukukunun geçerli saydığı ve kimi zaman
akraba olmayan kimselerin mirasçı olmalarına gerekçe olan sözleşmeler, İslâm
hukuku deyimi ile "Ukûd-ul muvalât" ele alınıyor. İslâm toplumu
bu sözleşmelerin birkaç türünü tanımış ve geçerli saymıştır:
1-
Bunlardan birincisi "Azadlı köleyi akraba edinme (velâ-i ıtk)" sözleşmesidir.
Bu sözleşme yolu ile azad edilen köleler efendilerinin ailelerinin üyeleri
haline gelirler. Buna göre eğer böyle bir sözleşmeli eski köle diyet
vermeyi gerektiren bir cinayet işlerse eski efendisi onun adına diyet öder.
Yani cinayet işleyen öz akrabası karşısındaki yükümlülüğün aynısını
akrabalık sözleşmesi ile ailesine kattığı eski kölesine karşı da taşır.
Ayrıca adam öldüğünde kimsesi olmazsa eski kölesi mirasçısı olur.
2-
Bir Arabın başka bir ırktan olan biri ile yaptığı akrabalık (muvalât) sözleşmesi.
Bu anlaşma hiçbir varisi olmayan bir Arabın başka ırktan birini ailesine
katmasını sağlar. Bu durumda Arab olan, sözleşmeli akrabasının işleyeceği
cinayetin diyetini ödemekle yükümlüdür. Ayrıca ölünce sözleşmeli
akrabası adamın mirasçısı olur.
3-
Medine döneminin ilk yıllarında Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine
olsun) buyruğu üzerine Mekkeli göçmenler (Muhacirler) ile Medine yerlileri
arasında yapılan kardeşlik sözleşmesidir. Bu anlaşma uyarınca göçmenler,
Medinelilerin ailelerinden biri haline geliyorlar, hatta eğer Medineli müslümanın
ailesi müşrik ise yani kendisi ile ailesi arasında inanç ayrılığı var
ise, sözleşmeli müslüman kardeşi ona diğer iman etmemiş aile fertlerinden
bile daha yakın oluyor ve bu konumu ile ölünce mirasçısı oluyordu.
4-
Bu sözleşme türü bir cahiliye geleneği idi. Buna göre; Herhangi bir kimse
istediği bir kimseye "Sen benim mirasçım ol, ben de sana mirasçı olayım"
teklifinde bulunur ve teklifini karşı taraf kabul ederse bu iki kişi
birbirlerinin sözleşmeli mirasçısı olurlardı.
İslâmiyet
akrabalığın, mirasçılığın tek geçerli gerekçesi olduğu ilkesini
getirerek bu sözleşmeleri, özellikle bunların üçüncü ve dördüncü türünü
tasfiye etme yoluna girdi. Fakat daha önce yapılan bu tür sözleşmeleri de
geçersiz saymadı. Bunları, yenileri yapılmamak şartı ile yürürlükte
tuttu. İşte yüce Allah bu anlaşmalar konusunda aşağıdaki ayette şöyle
buyuruyor:
"Yeminli
sözleşmeler yaptığınız kimselere miras paylarını veriniz." Ayetin
son cümlesinde bu meseleye önem veren ağırlıklı bir dil kullanılarak
Allah'ın, bu sözleşmelerin ve onlarla ilgili tasarrufların şahidi olduğu
hatırlatılıyor:
"Hiç
şüphesiz Allah her şeyin şahididir."
Öte
yandan Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"İslâm'da
sözleşmeli akrabalık (hılf) yoktur. Fakat cahiliye döneminde yapılan
akrabalık sözleşmelerine İslâm sadece destek (uygulamaya yönelik ağırlıklı
yaptırım gücü) katmıştır." (Müslim, Ahmed)'
İslâmiyet
bu tür sözleşmeleri tasfiye konusunda diğer mali düzenlemeleri tasfiye
ederken kullandığı metodun aynısını kullanmış, yani getirilen yasaklama
hükmünün geriye doğru yürümeyeceği ilkesine uymuştur. Bilindiği gibi
faizi kaldırırken de aynı yöntemi kullanarak yasaklayıcı ayetin iniş
tarihini başlangıç noktası kabul etmiş, eski defterleri kapatmış, ayetin
inişinden önce alınan faiz taksitlerinin geri verilmesi zorunluluğunu
getirmemiş, yalnız eğer, işlemiş faiz taksitleri tahsil edilmemiş ise
bunların tahsil edilmelerini öngören eski sözleşmelerin yürürlükte sayılmasını
kabul etmemiştir.
Fakat
sözünü ettiğimiz sözleşmeleri, yenileri yapılmamak şartı ile tanımış,
geçerli saymıştır. Çünkü bu sözleşmeler malî içeriklerinin ötesinde
taraflardan birine öbürünün aile üyesi olma hakkı kazandıran son derece
karmaşık ilişkileri kapsıyordu. İslâm bu sözleşmeleri bu karmaşık içerikleri
yüzünden yürürlükte tuttu, titizlikle uygulamalarına ağırlık verdi ve böylece
eskilerinin çözüm gerektiren problemlere yol açmalarına meydan vermeksizin
yenilerinin ortaya çıkmasının yolunu kapattı.
Bu
uygulamada derinliğin, geniş görüşlülüğün, hikmetliliğin, kapsamlı
bakış açısının yanında kolaylaştırmanın, işi zora koşmaktan kaçınmanın
izleri de açıkça görülür. Şöyle ki, İslâm, her direktifi ile ve her
yasal düzenlemesi ile günden güne cahiliye toplumunun karakteristiklerini
silerken bununla ters orantılı bir biçimde de İslâm toplumunun
karakteristiklerini oluşturuyordu. (Abdullah b. Abbas tarafından yapıldığı
bildirilen açıklamaya göre bu ayet, akraba olmayanların mirasçı olmalarını
yasaklamış, fakat bunun yanında eski sözleşmeliler için yardım, bağış
ve kayırma kapılarını açık bırakmıştır.)