AİLE
DÜZENİ
Bu
dersin son konusu; aile kurumunu düzenlemek, denetim altına almaktır. Ayrıca
bu kurumda; iş bölümü, görevleri belirleme, elden geldiği oranda disiplini
sağlamak için ne gibi önlemler alınacağını açıklama ve bu kurumu şahsî
ihtirasların ve çatışmaların yıkıma ve mahvolmaya götürücü unsurların
sarsıntısından korumaktır. Okuyoruz
34-
Allah'ın erkekleri, kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mali
harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye
yetkilidirler. Buna göre iyi kadınlar; saygılı olanlar ve kocalarının
yokluğunda Allah'ın korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır.
Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz,
kendilerini yataklarında yalnız bırakınız ve dövünüz. Eğer uslanıp
size itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız.
Hiç şüphesiz .Allah yüce ve büyüktür.
35-
Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişè ederseniz onlara biri
erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer
bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterlerse Allah onların arasını
bulur. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır.
Bu
iki ayetin ayrıntılı açıklamasına, bu ilâhi buyrukların psikolojik ve
sosyal amaçlarının irdelenmesine girişmeden önce şu sayfaların elverdiği
oranda İslâm'ın aile kurumuna yönelik bakış açısına, bu kurumun kuruluşuna
ve korunmasına ilişkin 'yöntemine, bu kurumdan neler beklediğine kısaca değinmek
gerekir. "Kısaca" diyoruz; çünkü bu konuyu ayrıntılı bir şekilde
anlatabilmek için uzun ve ayrı bir araştırma yapmak gerekir."
İnsan
denen şu varlığın yaratıcısı "Çift olma" ilkesini bu varlığın
yaratılış mayasına katmıştır. Tıpkı şu evrendeki tüm yaratıkları
gibi. Okuyoruz:
"Düşünüp
ibret alasınız diye her şeyi çifter çifter yarattık." (Zariyat
Suresi, 49)
Sonra
insan çiftinin bir tek kişiden oluşmasını, aynı insan biriminin iki parçası
biçiminde ortaya çıkmasını diledi. Okuyalım:
"Ey
insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi, tek bir kişiden türetti, o tek kişinin
eşini de kendi özünden yarattı. " (Nisa Suresi, 1)
Daha
sonra bu tek bütünün iki parçasının bir araya gelmesini psikolojik huzur,
sinir yatışıklığı, ruh güveni, vücut rahatı sebebi yaptı. Yine bu bir
araya gelişi, karı-koca için; örtü, korunak ve sığınak oluşturdu.
Bunların yanısıra bu birleşme insan soyunun üretim tarlası oldu, hayatın
sürekliliğini sağladı; sakin, huzurlu, güvenli, mahremiyetli ve korunaklı
bir yuvanın gözetimi altında sosyal hayatın kesintisiz gelişmesinin çekirdeğini
oluşturdu. Bu noktalara değinen ayetleri okuyoruz:
"Allah'ın
ayetlerinden, varlığının belgelerinden bir de kendi özünüzden sizin için
eşler yaratması, bu eşleri sizin için huzur sebebi yapması, karşılıklı
sevgi ve merhamet duyguları ile sizleri kaynaştırmasıdır." (Rum
Suresi, 21)
"Kadınlar
sizin, siz de kadınların örtüsü, elbisesisiniz." (Bakara Suresi, 187)
"Kadınlarınız
sizin çocuk üreten tarlalarınızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi
varınız. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapınız ve Allah'tan
korkunuz."·(Bakara Suresi, 223)
"Ey
müminler, kendinizi ve aile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan
cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim Suresi, 6)
"Kendileri
iman ettikleri gibi soyları da iman ederek kendilerine uymuş olanlara soylarından
gelenleri de katarız, onların amellerinin sevabında hiç bir kısıntı
yapmayız." (Tur Suresi, 21)
Bilindiği
gibi bu dersin daha önceki kısmında gerek Allah katındaki ödül ve sevap
konusu gerek mülkiyet ve miras hakkına sahip olması noktası ve gerekse bağımsız
hukukî kişilik taşıması yönünden 'kadının erkekle eşit olduğunu
belirtmiştik. Kadının bu onurlandırılmışlığı ve bu kanun önündeki eşitliği
aynı özün iki parçasını oluşturan bu iki insan cinsinin yüce Allah katındaki
eşitliğinden ve yüce Allah'ın bir bütün olarak insanı onurlandırmış
olmasından kaynaklanır.
Aynı
insan bütününün iki parçasını bir aile kurumu oluşturmak amacı ile bir
araya gelmesinin önemi ve bu kurumun sorumluluğunun büyüklüğü, öncelikle
iki nokta üzerinde yoğunlaşır. Bu iki nokta şunlardır:
1-
Aynı insan bütününün her iki yarısına huzûr, güven, örtü ve korunmuşluk
sağlamak,
2-
Uygun üreme ve gelişme faktörlerini devreye sokarak insan toplumunun sürekliliğini
teminat altına almak.
İşte
bu kurumun bütün ayrıntılı ihtiyaçlarını garantiye bağlayan bütün
kesin ve ince içerikli yasal düzenlemeler bu amaçlara yöneliktir.
Bu
sûre sözünü ettiğimiz düzenlemelerin önemli bir .bölümünü içerir.
Bunları önce dördüncü cüzde, arkasından elimizdeki beşinci cüzün ilk
sayfalarında incelemiştik. Bu yasal düzenlemelerin diğer bir bölümünü
Bakara suresi içerir ki, bunlara da ikinci cüzde değindik. Diğerleri de çeşitli
surelere serpiştirilmiştir. Özellikle onsekizinci cüzdeki Nûr suresinde
yirmi birinci ve yirmi ikinci cüzlerdeki Ahzab sûresinde ve yirmi sekizinci cüzdeki
Talâk ve Tahrim sûrelerinde bu hükümlerle yoğun biçimde karşılaşırız.
Bu parça parça hükümler bir araya getirilince bu temel insanî kurumu düzenleyen
eksiksiz, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir aile hukuku meydana çıkar. Bu hükümlerin
sayıca çokluğu, çeşitliliği, ayrıntılılığı ve geniş kapsamlılığı
İslâm sisteminin bu son derece ağırlıklı kuruma dayalı insan hayatına ne
kadar büyük bir önem verdiğini kanıtlar.
Şu
satırların okuyucusunun bu konuda bu cüzün daha önceki bölümlerinde yazmış
olduklarımızı okumuş olmasını temenni ederiz. O sayfalarda şu noktalara
parmak basmıştık: İnsan yavrusunun çocukluk dönemi, diğèr canlı
yavrularının yavruluk döneminden bir hayli uzundur. İnsan yavrusunun bu dönemde
her şeyden önce kendisini, besinini kendi gücü ile sağlayacak yaşa
gelinceye dek koruyacak bir yuvaya ihtiyacı vardır. Bundan da daha önemlisi,
bu yuva insan yavrusunu eğiterek onu sosyal fonksiyonunu yerine getirmeye,
insan toplumunun gelişiminde kendine düşen görevi yapmaya, insan toplumunu
devraldığından daha ilerlemiş bir düzeyde kendinden sonraki kuşağa teslim
etmeye hazırlamaktır. Aile kurumunun değerini anlatırken, İslâm'ın onun
fonksiyonlarına yönelik bakış açısını, bu kuruma ilişkin beklentilerini
irdelerken; onu uzak-yakın her türlü yıkıcı faktörden nasıl sakındırdığını,
her türlü muhtemel tehlikeden nasıl koruduğunu ortaya koyarken de bu
noktaları hatırda tutmanın özel bir önemi vardır.
Kısaca
değindiğimiz bu noktalar İslâm'ın aile kurumunu hangi gözle gördüğünü,
ona niçin önem verdiğini; onun kalıcılığına istikrarına ve iç huzuruna
yönelik güvenceleri sağlamak hususunda ne kadar titiz olduğunu açıkça
ortaya koyar. Az yukarda da bu ilâhi sistemin kadını onurlandırdığını,
ona bağımsız bir kişilik kazandırdığını, onu saygın konuma yükselttiğini,
ona kendi insiyatifi ile geçmişte örneği olmayan birçok haklar verdiğini,
bütün bunları kadını kandırmak için değil; tümü ile insanı onurlandırarak
ve böylece insan hayatının düzeyini yükseltmek gibi büyük amaçlarını
gerçekleştirmek için yaptığını anlatmıştık. İşte yukardaki noktalar
ile bu anlattıklarımızın ortak ışığı altında, bu kısa ön açıklamadan
sonra okuduğumuz son ayeti incelemeye girişebiliriz:
Bu
ayetin amacı; evlilik kurumunu düzene koymak, bu kurumdaki iş ve görev bölümünü
yasal kurallara bağlamak ve böylece aile fertleri arasında çıkabilecek çatışmaları,
sürtüşmeleri önlemektir. Bunun için tüm aile fertlerini ihtiraslarının,
psikolojik reaksiyonlarının ve bencilliklerinin tutsaklığından sıyırarak
yüce Allah'ın hükmüne bağlamaktır. İşte temel amacını böylece
vurguladığımız bu ayet aile kurumunun yönetim yetkisini erkeğe veriyor,
aile reisinin erkek olduğunu belirliyor ve bu tercihini şu sebeplere bağlıyor:
Yüce Allah, erkeği bu yöneticiliğin, bu amirliğin dayanakları bakımından
üstün kılmış, onu bu yöneticiliğin yetenek ve maharetleri ile donatmıştır.
Bunun yanısıra erkek, aile kurumunun maddî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü
tutulmuştur. Erkeğe verilen bu yöneticilik yetkisine dayalı olarak, bu
yetkinin aile kurumunu bozulmaktan kurtarmaya, onu gelip geçici taşkınlıklara
karşı korumaya, ortaya çıkacak bu taşkınlıklara nasıl karşı konacağına
ilişkin imtiyazlar da belirleniyor. Son olarak da iç önlemler bu konuda başarısız
kalınca başvurulabilecek dış önlemlerin neler olduğu açıklanıyor,
yuvaya yönelik somut tehlikeye dikkat çekiliyor, bu tehlikenin sadece aynı
insan biriminin iki yarısını oluşturan karı-kocayı tehdit etmediği, aynı
zamanda bu yuvanın sıcak kucağında gelişen ve son derece korumaya muhtaç
olan yavruyu da tehdit ettiği vurgulanıyor. Şimdi bu önlemlerin gereklerini
ve gerekçelerini görebildiğimiz kadarı ile anlatmaya çalışalım. Önce
ayetin baş tarafını tekrarlayalım:
"Allah'ın
erkekleri kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mâli harcamaları
karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye
yetkilidir."
Daha
önce söylediğimiz gibi aile, insanlık hayatının ilk kurumudur. Bir defa
hayat yolunun her aşamasını etkileyen bir başlangıç noktası olması açısından
"ilk"dir. . Bunun yanısıra önem açısından da "ilk"dir.
Çünkü insan unsurun üretim ve geliştirme alanıdır. İnsan unsuru ise, İslâm
düşüncesine göre, bu evrenin en onurlu unsurudur.
Toplumda;
hepsi de aileden daha az önemli, daha düşük değerli bir çok kurumlar vardır.
Mâlî, sinaî, ticarî ve benzeri kurumlar gibi. Bu kurumlar, normalde rast
gele kimselerin eline teslim edilmez, tersine bu işlere aday olanların en
yeterlilerinin ellerine verilirler. Bu adaylar da yöneticilik ve işletmecilik
yeteneklerinin ötesinde alanlarında uzman olmaları ve bilimsel bir eğitimden
geçmiş olmaları şartı aranır.
Aileden
daha az önemli ve daha düşük değerli sosyal kurumlarda durum böyle olunca
şu evrenin paha biçilmez unsuru olan insanı yetiştiren aile kurumunun bu
ilkeye haydi haydi uyması gerekir.
İlâhî
sistem bu ilkeyi ve bu ilkenin ışığında kadınla erkeğin görevleri ile
uyumlu olan yeteneklerini göz önünde bulundurur. Bunun yanısıra kadın ile
erkek arasında yükümlülükleri adaletli biçimde bölüştürme ilkesini,
her iki tarafa doğuştan getirdikleri yetenekler uyarınca yatkın ve hazırlıklı
oldukları sorumlulukları dengeli biçimde dağıtma prensibini de gözetir.
Her
şeyden önce şurası tartışmasız bir gerçektir ki, erkek de kadın da yüce
Allah'ın yaratıklarındandırlar. Yüce Allah, belirli bir görev için hazırladığı,
yatkınlık kazandırdığı, bu görevi en iyi şekilde yapması için gerekli
olan yetenekler ile donattığı yaratıklarının hiç birine haksızlık ve
zulüm yapmak istemez.
Yüce
Allah, insanları evrenin tümüne egemen olan genel kanuna uygun olarak kadın-erkek
çiftlerinden oluşmuş olarak yarattı ve kadına, er kek ile arasındaki ilişkinin
ürünü olarak meydana gelen yavruyu karnında taşıma, doğurma, emzirme ve
bakma görevini verdi. Bu görev hem büyük, hem de önemlidir. Bu görev, kadının
yapısında kök salan derin organik, psikolojik ve aklî yatkınlıklar ve ön
hazırlıklar olmaksızın yerine getirilebilecek kolay ve basit bir görev değildir.
Bu yüzden evin ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve kadını koruma görevinin
karşı cinse, yani erkeğe yüklenmesi adalet gereğidir. Böylece kadın,
kendini tamamen öz görevine adasın, bir yandan karnında çocuk taşır, onu
doğurur, emzirir ve bakarken öte yandan kendini ve çocuğunu geçindirmek için
çalışmak, çabalamak ve gece-gündüz demeden emek harcamak zorunda kalmasın.
Bunun yanısıra erkeğin organik, sinirsel, aklî ve psikolojik yapısını bu
görevi yerine getirmesini sağlayacak yetenekler ile donatmak da adalet gereğidir.
Kadını da kendi görevini yerine getirmesini mümkün kılacak organik,
psikolojik, sinirsel ve akli yetenekler ile donatmak da bu adalet terazisinin öbür
kefesini oluşturur.
İşte
fiilen gerçekleşen, pratiğe yansıyan oluşum da budur. Çünkü "Rabbin
hiç kimseye haksızlık etmez." (Kehf Suresi, 149)
Yüce
Allah, bu gerekçe ile, kadına -diğer özellikleri yanında- incelik, şefkat,
hızla reaksiyon, çocuğun isteklerini bilinçsiz ve düşüncesiz bir refleks
ile hemen karşılama yetenekleri ile donatmıştır. Çünkü insanın kaçınılmaz,
köklü ihtiyaçları tümü ile -tek tek fertlerde bile- bilincin, düşüncenin
zaman alan tercihlerine bırakılmamış, bunların irade-dışı bir tepki ile
karşılanması sağlanmıştır. Böylece bu ihtiyaçlar, hemen ve zorlamayı
andıran bir irade ile karşılansın diye. Fakat bu zorlama içten gelen bir
zorlamadır, yoksa dıştan kaynaklanan bir dayatma değildir. Böyle olduğu için
çoğunlukla haz veren ve hoşlanılan bir zorlamadır. Bu sayede ihtiyacı karşılama
için harcanacak çaba ne kadar sıkıntı verici olsa ve ne kadar fedakârlık
gerektirse de bir yandan hızlı bir refleks ile harcanmakta ve öbür yandan da
bu iş gönüllü olarak yapılmaktadır. "Bu herşeyi en titiz şekilde
ortaya koyan Allah'ın yaratış üslûbu... " (Neml Suresi, 88)
Bu
özel yetenekler yüzeysel değildir. Tersine kadının biyolojik, organik,
sinirsel, psikolojik ve aklî yapısının derinliklerinde kök salmışlardır.
Hatta bu alanın büyük uzmanlarının söylediklerine göre bu özel
yeteneklerin özleri kadın organizmasının her hücresinde vardır. Çünkü
bu yetenek özleri, bütün ana karakteristikleri ile bölünüp çoğalması,
insan yavrusunu meydana getiren ilk anaç hücrede gizlidir.
Kadının
yanısıra erkek de -diğer bir çok özel yetenekleri yanında- sertlik, katılık,
reaksiyon ve tepki ağırlığı, harekete geçmeden ve uyarılara karşılık
vermeden önce düşünme, bilinç süzgecinden geçirme yetenekleri ile donatıldı.
Çünkü hayatının ilk aşamasında yaşadığı ilk avlanma tecrübesinden
tutun da eşini ve çocuklarını korumak için sürekli biçimde verdiği savaşın
her aşamasına kadar, ailenin geçimini sağlamadan tutun da diğer bütün yükümlülüklerine
varıncaya kadar omuzlarında taşıdığı bütün görevler, genellikle ileri
atılmadan önce soğukkanlı bir iç değerlendirme yapmayı, düşünüp taşınmayı
ve ölçülü reaksiyonlar göstermeyi gerektiren görevlerdir. Bu özel
yetenekler de, tıpkı kadının mukabil yetenekleri gibi, erkeğin yapısının
derinliklerine kök salmışlardır.
Erkeğin
bu özel yetenekleri onu yöneticilikte kadından daha güçlü ve daha üstün
bir konuma getiriyor. Bunun yanısıra iş bölümünün gereği olarak omuzlarına
yüklenen evi geçindirme yükümlülüğü de ona yöneticilikte ve reislikte
öncelik sağlıyor. Çünkü aile kurumunun geçimini sağlamak bu yöneticilik,
reislik konumunun içinde vardır ve ailenin malî tasarruflarına yön verme
sorumluluğunu üstlenmek, erkeğin karakteristik yapısına ve aile içindeki
fonksiyonuna kadına göre daha uygundur.
İşte
Kur'an-ı Kerim, İslâm toplumunda erkeklerin, kadınları yönetecek,
onlara
reis olacak konumda olduklarını belirlerken bu iki gerekçeyi vurguluyor ve bu
iki faktöre özel yeteneklerden kaynaklanan yapısal sebepleri olduğu gibi görev
ve yetenek bölüşümüne dayanan sebepleri vardır. Bunların yanısıra
adaletli iş bölümünün gerektirdiği, görevleri bölüştürürken her iki
cinse yapabilecekleri, fıtrî yatkınlıkları ile gerçekleştirmeye hazır
oldukları fonksiyonları yükleme tutarlılığının ön plâna çıkardığı
sebepleri de mevcuttur.
Erkeğe
tanınan aileyi yönetme yetkisi, reisliğe ilişkin yeteneklerin ve ön yatkınlığın
varlığına dayanması sebebiyle yerindedir. Bu görevi onun omuzlarına yüklemeyi,
gerektiren. sebepler vardır; çünkü aileden daha az önemli ve daha düşük
değerli diğer sosyal kurumlar başsız bırakılmazken ailenin reissiz olması,
yöneticisiz yürümesi düşünülemez. Bunun yanında erkek bu göreve hazırlıklıdır,
yaratılış özellikleri bu görevde ona destekçidir ve bu görevin yükümlülüklerini
taşımaya elverişlidir. Buna karşılık öbür cins, yani kadın bu göreve
hazırlıklı değildir, yaratılıştan getirdiği yetenekler ona bu görevde
destek sağlamaz. Eğer kadına, diğer kendinë özgü sorumlulukları yanında
bir de evi yönetme görevi yüklenirse bu zulüm olur. Eğer kadın, potansiyel
yetenekleri harekete geçirilerek, bilimsel ve uygulamalı eğitimden geçirilerek
evi yönetme görevine hazırlanacak olursa, bu defa analık görevine ilişkin
yetenekleri körelir, dumûra uğrar. Çünkü analık görevinin kendine has
gerekleri ve yetenekleri vardır. Bunların başında reaksiyon çabukluğu ve
uyarılara hemen cevap verme yatkınlığı gelir. Bunların arka plânında da
biyolojik ve sinirsel yapıda kökleri olan özel yetenekler ile bu yeteneklerin
davranışlara ve reaksiyonlara yansıyan izleri bulunmalıdır.
Bunlar
önemli meselelerdir, insan arzularının egemenliğine bırakılmayacak kadar,
insanların bilinçsiz deneme-yanılma girişimlerine havale edilemeyecek kadar
önemli meselelerdir. Bu konular gerek eski cahiliye dönemlerinde ve gerekse şimdiki
cahiliye sistemlerinde insanların keyiflerine bırakılınca bu umursamazlık,
gerek varlığının özü bakımından gerekse insan hayatına anlam ve üstünlük
sağlayan insancıl özellikler ve yetenekler bakımından insanlığı büyük
bir tehlikenin tehdidi altına sokmuştur.
Erkeğin
aile reisi olması ilkesinin varlığına, etkinliğine ve insanlar üzerinde yürürlükte
olan kanunları bulunduğuna bizzat insan fıtratı tanıklık ediyor. İnsanlar
bu ilkeye karşı da çıksalar, onu kabul de etmeseler ve onu tanımazlıktan
da gelseler bu realite ortadan kalkmaz. Bu fıtrî kuralın varlığını gösteren
kanıtların bir bölümü şunlardır: Ne zaman bu kurala yan çizilmiş ise,
ne zaman ailede otorite sarsılmış ise, ne zaman bu otorite çarpıtılmış
ise ve ne zaman bu otoritenin köklü ve fıtrî ilkesine sırt çevrilmiş ise
insanlık hayatı yozlaşmış, bozulmuş, sarsılmış, gerilemiş; hatta yok
olma ve mahvolma tehlikesi ile yüzyüze gelmiştir.
Yine
bu kanıtlardan biri de belki şudur: Bizzat kadının vicdanı, fıtrî yapısına
ters düşen aile reisliği görevini üstlenmekten kaçınıyor ve bundan hoşlanmıyor.
Aile reisliği görevini üstlenmeyen, bu görevin gerektirdiği nitelikler
konusunda eksiği olan, bu yüzden bu görevi eşinin üzerine yıkan erkekle
bir arada yaşamak durumunda kalan kadın; eksiklik, boşluk, endişe ve
mutsuzluk duygusuna kapılıyor. Bu sosyal hayattä somut izlerine rastlanan bir
realitedir. Öyle ki, bunun böyle olduğunu, gerçeklere ters düşmüşlüğün
karanlıklarında bocalayan sapıtmış kadınlar bile itiraf ediyorlar.
Bu
kuralın köklülüğünü gösteren bir başka kanıt da şu olabilir: Baba
tarafından yönetilmeyen ailelerde büyüyen bazı çocuklar görülür.
Ailenin baba yönetiminden yoksun oluşu çeşitli sebeplerden kaynaklanır. Ya
babanın kişiliği zayıftır, bu yüzden ananın kişiliği ona baskın çıkar
ve evin dizginlerini kadın ele alır. Yahut ailede baba yoktur. Ya öldüğü için
yoktur, ya da ortada meşrû bir baba olmadığı için yoktur. Bu tür
ortamlarda büyüyen çocuklar ender olarak normal olurlar. Genellikle bu tür
çocuklarda, ya sinirsel ya psikolojik yapılarında veya davranışları ve ahlâklarında
mutlaka anormallikler, sapıklıklar görülür.
Bütün
bunlar, ailede erkeğin reisliği ilkesinin varlığına, etkinliğine ve
insanlara egemen kanunlarının bulunduğuna, işaret eder. Bunlar, insanlar karşı
da çıksa red de etse ve tanımazlıktan da gelse bu realitenin geçerli olduğunu
gösteren somut kanıtların bazılarıdır.
Erkeğin
yöneticilik yetkisine, bunun dayanaklarına, gerekçelerine, zorunluluklarına
ve insan fıtratına dayandığına ilişkin yaptığımız bu açıklamayı
burada noktalamamız yerinde olur. Fakat sözü bağlarken şu gerçeği bir
kere daha vurgulamalıyız. Erkeğin yöneticilik yetkisi -daha önce belirttiğimiz
gibi kadının ne ev içinde ve toplumdaki kişiliğini ve ne de hukukî kişiliğini
ortadan kaldırma niteliği taşımaz. Bu ilke sadece aile-içi iş-bölümüne
ilişkin bir uygulamadır; amacı bu son derece önemli kurumu yönetmek,
korumak ve ayakta tutmaktır. Herhangi bir kurumun bir yöneticiye sahip olması
ne o kurumun ortaklarının ve ne de çeşitli kademelerinde çalışanların
varlıklarını ve kişiliklerini ortadan kaldırır. Ayrıca İslâm, Kur'an-ı
Kerim'in başka ayetlerinde bu erkek reisliğinin nasıl olması gerektiğini açıklamıştır.
Bu yöneticilik yetkisinin erkeğe; eşine ve çocuklarına karşı acıma, gözetme,
koruma, kanat germe, kendinden ve malından fedakârlıklarda bulunma yükümlülükleri
getirdiğini belirlemiş ve ev-içi davranışlarda uyacağı edep kurallarını
açıklığa kavuşturmuştur.'
SALİHA
(İYİ) KADINLAR
Erkeğin
aile reisliğine ilişkin görevleri, yetkileri, sorumlulukları ve yükümlülükleri
anlatıldıktan sonra ideal mümin kadının nasıl olması gerektiği, aile içindeki
imana dayalı davranış ve uygulamalarının niteliği konusuna geçiliyor.
Okuyalım:
"Buna
göre iyi kadınlar, saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah'ın
korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır."
Demek
ki ideal mümin kadın gerçek müminliğinin gereği olarak mutlaka kocasına
karşı saygılı olmalıdır ve bu sıfat onun ayrılmaz niteliğini oluşturmalıdır.
"Saygılı olmak", ayetin deyimi ile "Kunût"; baskı altında,
zorlamalı, isteksiz ve baştan savmacı bir itaat demek değildir. Aksine
isteyerek, benimseyerek, gönüllü ve arzulu bir şekilde gösterilen itaat
anlamına gelir. Bundan dolayı yüce Allah "İtaat edenler" dememiş,
"saygılı olanlar" buyurmuştur. Çünkü ikinci deyimin anlamı
psikolojiktir, insan ruhuna ılık esintiler yansıtıcı bir içerik taşır.
Bir tek insan bütününün iki yarısı arasında bulunması gereken dirlik,
sevgi, örtü ve korunak oluşturma havasına uygun düşen; bağrında büyüyen
yavrulara havasının, nefeslerinin, esintilerinin ve meltemlerinin damgasını
vuran insan yuvasına yakışan tutum budur.
İdeal
mümin kadının, müminliğinin ve idealliğinin gereği olan kişiliğinin başka
bir sıfatı da kocası ile arasındaki kutsal ilişkinin dokunulmazlığını,
sadece kocasının varlığında değil, yokluğunda da titizlikle korumasıdır.
Aynı insan bütününün yarısını oluşturmaları hasebiyle sırf kocasına
açık olan mahremiyetlerini başkalarının gözlerinden ve dokunmalarından
kesinlikle uzak tutmalıdır.
Kadının,
yabancılara kapalı tutması gereken mahremiyetlerinin neler olduklarını ne
kadın ve ne de erkek belirliyor. Bunları belirleyen, yüce Allah'ın bizzat
kendisidir; ayetteki "Allah'ın korunmasını emrettiği" ifadesi bu
gerçeği ortaya koyar.
Demek
ki, ideal kadın için mesele sadece kocasının rızası meselesi değildir.
Kocasının gerek yanında ve gerekse yokluğunda yabancılara açılmasına
izin verdiği, açılışına kızmadığı mahremiyetleri konusunda kadın,
sorumluluğu kocasının sırtına yıkarak işin içinden çıkamaz. Bu konuda
yüce Allah'ın sisteminden sapmış bir toplumun gelenekleri ve modaları da
kadın için geçerli bir mazeret olamaz.
Sözünü
ettiğimiz "mahremiyetleri koruma" noktasına sınırlama getiren bir
tek geçerli hüküm vardır. Kadın, mahremiyetlerini bu hüküm uyarınca,
yani "Allah'ın korunmasını emrettiği" biçimde korumalıdır.
Kur'an-ı Kerim, bu mahremiyetleri koruma zorunluluğunu emir kipi ile dile
getirmiyor. Bu zorunluluğu emir kipinden daha derin anlamlı ve daha vurgulayıcı
bir dille ifade ediyor; "Allah'ın korunmasını emrettiği şekildeki
muhafaza titizliği ideal kadınların karakteristik özelliklerinin ve ideal
olma niteliklerinin vazgeçilmez gereğidir" diyor.
Durum
böyle olunca sapık toplumun baskısı karşısında boyun eğen, bozguna uğrayan
müslüman erkek ve kadınların bütün mazeretleri suya düşer ve
"Allah'ın korunmasını emrettiği" prensibi uyarınca salih (ideal)
kadınların gönüllü, istekli ve arzulu itaatleri eşliğinde koruma altında
tutacakları mahremiyetlerin sınırları meydana çıkar.
İdeal
(saliha) kadınların dışında kalan kadınlara gelince bunlar dik kafalı ve
serkeş kadınlardır. Kur'an'da bu sıfatı ifade etmek için kullanılan
"Neşz" kelimesi "yüksek yerde durmak" anlamına gelir. Bu
ifade belirli bir psikolojik durumu kelimelere yansıtan somut bir ifadedir. Gerçekten
dik kafalı, serkeş insan baş kaldırma ve kafa tutma konusunda sivrilen, göze
batan insan demektir.
İslâm
sistemi ailede dik kafalılığın gerçekten uygulamaya girmesini, isyan bayrağının
çekilmesini, reislik otoritesinin kaybolmasını ve sonuç olarak yuvanın iki
kampa bölünmesini pasif bir şekilde karşılamaz. Çünkü iş bu raddeye varınca
çoğunlukla, problem çözülemez. Buna göre dik kafalılığın ve isyanın
tohumları henüz filiz vermeden bunlara karşı önlem almak gerekir. Yoksa eğer
bu tohumlar yeşermeye bırakılacak olursa iş, bu önemli kurumun bozulmasına
ve yozlaşmasına varır. Artık orada huzur ve güven kalmaz. Artık yuva
yavruların yetişmelerine uygun sıcaklığını ve korunaklığını yitirir.
Daha beteri de var. Böyle gide gide birgün bu yuva dağılır, çöker ve
temelli mahvolur. O zaman genç yavrular ya başıboş kalır; ya da psikolojik,
sinirsel, organik hastalıklara, belki de türlü sapıklıklara yol açacak şartlar
içinde büyümek zorunda kalırlar.
Demek
durum son derece ciddi. O halde sözünü ettiğimiz dik kafalılığın ve
isyankârlığın belirtileri ortaya çıkar-çıkmaz hemen bunları tedavi
etmenin aşamalı önlemlerine başvurmak gerekir. İşte aile kurumunu sarsılmaktan
ve yıkılmaktan korumak için kurumun bir numaralı sorumlusu olan kocaya çoğunlukla
uslandırıcı sonuç veren bazı terbiye yöntemlerini kullanma yetkisi tanınıyor.
Bu yöntemleri kullanmaktan maksat karşı taraftan intikam almak, onu küçük
düşürmek ya da ona acı çektirmek değildir. Amaç; yola getirmek, dik kafalılığın
bu başlangıç aşamasında yuvada açtığı deliği tıkamak ve gediği sıvamaktır.
Şöylece:
"Dik
kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlära öğüt veriniz, onları
yataklarında yalnız bırakınız 've dövünüz. Eğer uslanıp size itaat
ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç kuşkusuz
Allah yücedir, büyüktür."
Şimdi
önce yukarda söylediklerimizi tekrar hatırlayalım: Yüce Allah (celle
celaluhu) insan bütününün her iki yarısını, yani kadını ve erkeği ile
insanı onurlu kılmıştır. Kadın hakları, onun insan olmasından
kaynaklanan temel haklardır. Müslüman kadın, tüm vatandaşlık haklarına
sahiptir. Bunların yanısıra erkeğin yönetimi altında olacağı ilkesi, kadının
kendi hayat arkadaşını seçme özgürlüğünü, şahsı ve malı ile ilgili
tasarruf yetkisini ortadan kaldırmaz. Gerek bunları ve gerekse İslâm
sisteminin içerdiği diğer belli-başlı ilkeleri göz önüne getirelim. Bu
arada aile kurumunun önemi hakkında yapmaya çalıştığımız açıklamaları
da zihnimizde canlandıralım.
O
zaman kalplerimiz şahsi ihtirasların tutsağı olmamış ve başlarımız şımarıklıktan
dönmüş değil ise önce bu uslandırma amaçlı önlemlerin niçin ortaya
konduğunu, sonra da bunların nasıl bir yöntem uyarınca uygulanmaları
gerektiğini kolayca anlarız.
Bu
önlemler, -dik kafalılık tehlikesi belirince- koruyucu birer tedbir olsunlar
diye yürürlüğe konmuşlardır. Amaçları nefisleri islâh etmek ve
problemleri kaynaklarında çözmektir. Yoksa bu önlemler kalpleri daha çok kırmak,
kin ve nefretle doldurmak, yahut aşağılık kompleksine ve öc duygularına
yuva yapmak için ortaya konmamıştır.
Burada
söz konusu olan şey kadın-erkek savaşı değildir ki, bu önlemler aracılığı
ile dik kafalılığa kalkışmak isteyen kadının burnu kırılsın veya kuduz
köpek gibi zincire vurulsun!
Böyle
bir şey asla İslâmî değildir. Böyle bir uygulama bazı dönemlerin
toplumsal geleneği olabilir. Bu sadece erkeğin ya da sadece kadının alçalmasından,
yozlaşmasından değil, bir bütün olarak "insan"ın alçalmasından
ve izzet erozyonuna uğramasından kaynaklanan onur kırıcı bir gelenektir.
Fakat İslâm gündeme gelince mesele hem biçim, hem yöntem hem de amaç bakımından
farklılık kazanır. Ayeti inceleyelim.
"Dik
kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz."
İşte
ilk önlem bu. Yani öğüt vermek. Bu önlem aile reisinin yani evin baş
sorumlusunun ilk görevidir. Her durumda kendisinden başvurulması beklenen; sürekli
bir eğitim faaliyetidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey
müminler, kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan
cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim Suresi, 6)
Fakat
ayetin anlattığı endişe karşısında erkek, bu önleme belirli bir amaca
ulaşmak için başvurur. Bu belirli amaç; dik kafalılık hastalığını henüz
palazlanmadan, henüz tam anlamı ile açığa çıkmadan tedavi etmektir.
Fakat
kimi zaman öğüt vermek işe yaramayabilir. Kadın kontrolsüz bir bencilliğe
veya bilinçsiz bir burnu büyüklük kompleksine kapılmış olabilir. Güzelliğine,
malına, soyluluğuna, ya da bir imtiyazına güvenerek aile kurumunun ortak üyesi
olduğunu; kapris yapacak, böbürlenecek ya da çatışmaya girişecek bir
rakibi olmadığını unutabilir. İşte o zaman sıra ikinci önleme gelir. Bu
önlem kadının kof gururunu kırma amacı taşır. Kadının güzellik, çekicilik
gibi erkeğe hava atmak için koz olarak kullanmaya kalkıştığı ya da yönetilen
konumunda olduğu bu kurumun üyesi olmayı içine sindirememesine sebep olan bütün
üstünlüklerine yöneliktir. Okuyoruz:
"Onları
(eşlerinizi) yataklarında yalnız bırakınız."
Yatak,
bir tahrik ve cazibe yeridir. Şımarmış, dik kafalı kadın burada egemenliğinin
doruğuna ulaşır. Eğer erkek bu tahrik karşısında arzularını
frenleyebilirse şımarık karısının en etkili silâhını elinden almış
olur. Erkeğin en kritik anda ortaya koyacağı bu güçlü irade ve kişilik
tezahürü karşısında ve bu kararlı direniş önünde genellikle kadının
geri çekildiği, yumuşadığı görülür.
Yalnız
bu önlemin, yani erkeğin karısını yatağında yalnız bırakışı
tedbirinin uygulanışı sırasında gözetilmesi gereken belirli bir âdâbı
vardır. Bu da bu yatakta yalnız bırakma eyleminin yatak odasının dışına
taşırılmaması, karı-koca arasında kalmasıdır. Olay çocukların önünde
cereyan eden bir yatak boykotuna dönüşmemelidir. Dönüşürse onların gönüllerine
kötü ve yıkıcı duyguların tohumlarını eker. Bunun yanısıra bu önlem
yabancıların gözleri önüne serilen gösterişli bir eylem şekline de bürünmemelidir.
Yoksa kadının onurunu rencide eder ve onun dik kafalılığını azdırır.
Amaç kadını küçük düşürmek ya da çocukların zihinlerini bulandırmak
değil, dik kafalılık kompleksini tedavi etmektir. Hem dik kafalılığa karşı
bir ders vermenin ve hem de bu işi kadını başkaları önünde küçük düşürmeden
yapmanın konu edilen önlemin ortak amaçları oldukları açıkça görülür.
Fakat
bu önlem de başarılı olmayabilir. O zaman ne olacak? Aile kurumu yıkıma mı
terk edilecek? Hayır. Sırada bir üçüncü önlem var. Belki öbür ikisine göre
biraz sert, ama kadının dik kafalılık kompleksi yüzünden aile yuvasının
tamamen yıkılmasından daha kolay göze alınır ve daha az risklidir kuşkusuz.
Okuyoruz:
"Onları
(eşlerinizi) dövünüz."
Eğer
bu önlemi yukardaki inceliklerin ve bu tedbirlerin ortak amacının ışığı
altında ele alırsak söz konusu dövmenin öc alma, sadist duyguları tatmin
etme amacı güden bir acı çektirme ya da kadının onurunu kırma, kişiliğini
hırpalama eylemi anlamına gelmeyeceği, bunların yanısıra kadının
istemediği bir hayatı zorla, baskı ile yaşatma aracı olarak kullanılamayacağı
açıkça anlaşılır. Bu eylem terbiye edicinin sevecen duygularına eşlik
eden bir uslandırma girişimi olmakla sınırlıdır. Tıpkı babanın çocuklarına
ve öğretmenin öğrencilerine yönelik aynı türden uygulamalarında olduğu
gibi.
Söylemeye
gerek yok ki, eğer bu önemli kurumun ortakları arasında uyum varsa bu önlemlerin
hiç birine yer yoktur. Bu önlemlere ancak sarsıntı ve bozulma tehlikesi karşısında
başvurulur. Bu sarsıntı ve bozulma tehlikesi de ancak bu önlemler aracılığı
ile tedavi edilmeye çalışılan bir sapmadan kaynaklanır.
Eğer
ne öğüt verme ve ne de yatakta yalnız bırakma önlemleri işe yaramaz ise o
zaman ortada başka türden ve başka düzeyde bir sapma var demektir ki ona karşı
diğer önlemler çare olamazken bu önlem çıkar yol olabilir.
Bazı
sapma türlerine ilişkin pratik deneyimler ve psikolojik araştırmalar bu dövme
önleminin belirli bir psikolojik anormalliği tedavi edecek, aynı zamanda bu
anormalliğin sahibinin davranışlarını düzeltecek ve onu tatmin edecek en
uygun çare olduğunu söylüyorlar.
Yalnız
burada sözünü ettiğimiz patolojik (marazi) sapma, psikanalizin belirleyerek
isim taktığı anormallik olmayabilir. Çünkü biz psikolojinin ortaya koyduğu
sonuçlara kesin bilimsel veriler gözü ile bakmıyoruz. Sebebine gelince
psikoloji, Dr. Alexis Carrel'in de belirttiği gibi henüz bilimsel anlamda bir
"bilim" dalı haline gelmiş değildir. Öyle kadınlar var ki, ancak
pazu gücü ile kendilerini alt eden erkeklerin otoritesine sığınmak isterler
ve ancak gücünü bu yolla kendilerine kanıtlayan erkeklerin eşleri olmaktan
hoşlanırlar. Kuşkusuz bütün kadınların tabiatı böyle değildir. Fakat böyle
kadınlar da vardır. İşte bu tür kadınları hizaya getirebilmek ve bunun
sonucunda da bu önemli kurumun barış ve güvenliğini koruyabilmek için bu sön
önleme başvurmak gerekli olabilir.
Ayrıca
bu önlemleri belirleyen merci, tüm varlıkların yaratıcısıdır. O yarattığı
insanları herkesten iyi tanır. Bu herşeyi bilen ve her şeyin içyüzünden
haberdar olan yüce merciin sözünden sonra yapılacak her tartışma dayanaksız
bir demogojidir; yaratanın bu tercihine yönelik her inatlaşma ve boyun eğmeme
girişimi, insanı iman alanının dışına çıkmaya sürükleyen bir adım
olur.
Yüce
Allah bu önlemleri niteliklerini, beraberlerinde taşıdıkları niyeti ve güttükleri
amacı belirleyecek tarzda nitelikte ortaya koyuyor. Öyle ki, cahiliye dönemleri
insanlarının yanlış anlamalarını, yüce Allah'ın sistemine yakıştırmaya
imkân bırakılmıyor. Çeşitli cahiliye dönemlerinde erkeğin din adına
cellat kesildiği, yine din adına kadının köleye dönüştürüldüğü,
erkeğin kadına ve kadının erkeğe özendiği, karşı cinslerin birbirlerine
benzemeye yeltenerek kişiliklerinden uzaklaştıkları, ya da ilerici bir din
anlayışı adı altında her iki cinsin kadın ile erkek arası üçüncü bir
karmaşık cinse dönüşmeye giriştikleri sık sık görülür. Fakat müminlerin
vicdanlarında bu sapık akımları katıksız İslâm'dan ve onun gerektirdiği
uygulamalardan ayırd etmek hiç de zor değildir.
Bu
önlemler dik kafalılık kompleksinin belirtilerini henüz bu kompleks
palazlanmadan, tedavi etmek için ortaya kondu ve hemen arkasından kötüye
kullanılmalarını önleyecek uyarılar gündeme getirildi. Bunun yanısıra
Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) gerek eşlerine yönelik
pratik uygulamaları ile ve gerekse sözlü direktifleri ile bu konudaki yanlış
anlamaları düzeltmeye ve orada-burada görülen aşırı uygulamaları
frenlemeye yöneldi.
Nitekim
Muaviye b. Hıdet-ül Huşeyri'nin; "Ya Resulullah, eşlerimizin üzerimizdeki
hakları nelerdir?" diye sorması üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Kendin
yiyince ona da yedirmen, kendin giyince ona da giydirmendir. Ayrıca yüzüne
vurmazsın, ona hakaret etmezsin ve kendisini yatakta yalnız bırakmayı evin dışına
taşırmazsın." (Müsned, Ashabussünen)
Yine
bir keresinde Peygamberimiz "Allah'ın cariyelerini (kadınlarınızı) dövmeyiniz"
buyurduktan bir süre sonra huzuruna çıkan Hz. Ömer "Ya Resulullah! Kadınlar,
kocalarına karşı dik kafalılık etmeye başladılar" dedi. Bunun üzerine
Peygamberimiz, erkeklerin eşlerini dövmelerine izin verince çok sayıda kadın,
Peygamberimizin eşlerine başvurarak kocalarından şikâyetçi oldu. Bunun üzerine
Peygamberimiz şöyle buyurdu:"Çok sayıda kadın Muhammed'in eşlerine (eşlerime)
başvurarak kocalarından şikâyetçi oldular. O erkekler sizin iyilerinizden
değildirler." (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace)
Bu
arada Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"İçinizden
biri, gündüz dişisini çifteleyip de gece olunca onunla çiftleşen merkepler
gibi davranarak eşini dövmesin." (Sahhah)
Yine
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir başka hadisinde ise bu
konuda şöyle buyuruyor: '
"En
iyileriniz, eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. Ben içinizde eşlerine
karşı en iyi davrananızım." (Tirmizi, Taberani)'
Bir
yandan bu nasslar ile bu direktifler öbür yandan da bu konuda gelişen ve kimi
zaman bu direktiflere ters düşen pratik uygulamalar bize şunu gösteriyor. O
günün İslâm toplumunda bu alanda İslâm sisteminin direktifleri ile
cahiliye düzeninin kültürel kalıntıları birbirleri ile çatışma halinde
idiler. Ama bu durum sadece bu alanda görülen bir manzara değildi. İslâm'ın
direktifleri ile cahiliye kültürünün tortuları hayatın diğer birçok alanında
da çatışıyordu. Bu çatışma İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar
iyice yerleşinceye ve müslümanların vicdanlarının ve bilinçlerinin
derinliklerinde kök salıncaya kadar sürmüştür.
Her
neyse, yüce Allah bu önlemlerin önüne aşılmaması ve önlerinde durulması
gereken sınırlar koymuştur. Bu önlemlerin herhangi bir aşamasında amaç
gerçekleşince artık ötesine geçilemeyecektir. Okuyoruz:
"Eğer
(kadınlarınız) uslanıp size itaat ederlerse kendilerine karşı başka bir
tedbire başvurmayınız."
Amaç
gerçekleşince araca başvurma girişimi durduruluyor. Bu da varılmak istenen
sonucun söz konusu amaç -yani kadının kocasına itaat etmesini sağlama amacı-
olduğunu açıkça gösteriyor. Sağlanması istenen itaat zorlamalı itaat değil,
gönüllü itaattir. Çünkü zorlamalı itaat, toplumun temeli olan aile kurumu
için sağlıklı bir dayanak oluşturamaz.
Ayetin
aşağıdaki cümlesi bize açıkça gösteriyor ki, itaat amacı gerçekleştikten
sonra bu önlemleri uygulamaya devam etmek aşırılık, keyfî uygulama ve ölçüyü
çiğnemektir. Okuyoruz:
"...İtaat
ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız."
Bu
yasaklamanın arkasından gelen uyarı cümlesinde yüce Allah'ın yüceliği ve
ululuğu vurgulanıyor. Böylece Kur'an'ın bilinen özendirme ve caydırma üslubu
uyarınca kalplere su serpiliyor, mağrur başlar eğdiriliyor, bazı gönüllerden
geçmesi muhtemel aşırılık ve bencillik duygularının kökü kazınıyor.
Okuyalım:
"Hiç
şüphesiz Allah yücedir, büyüktür."
Bu
önlemler dik kafalılığın açığa vurulmadığı, sadece ön belirtilerinin
görüldüğü durumlar içindirler. Bir de bu dik kafalılığın açığa
vurulduğunu düşünelim. O zaman bu saydığımız önlemlere başvurulmaz.
Çünkü o durumda bunların hiç bir yararı, hiçbir olumlu sonucu olmaz. O
durumda karı-koca anlaşmazlığı, birbirinin başını ezmeyi amaçlayan bir
çatışmaya ve bir savaşa dönüşmüş demektir. Oysa amaç ve istenen şey
bu değildir.
Ayrıca
erkek, bu önlemlere başvurmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini, tersine yuvanın
dirliğinde meydana gelen çatlağı daha da genişleteceğini, dik kafalılığı
açığa vurduracağını ve henüz kopmamış duran evlilik bağlarının da
kopmasına yol açacağını düşünebilir ve bu önlemleri yürürlüğe
koymadan önce yapacağı durum değerlendirmesinde bu görüşe varabilir. Ya
da bu önlemleri fiilen uygular da hiç bir olumlu sonuç elde edemez.
Bu
durumlarda hikmetli İslâm sistemi bu önemli kurumu yıkımdan kurtarmak için,
kenara çekilerek onu yıkıma bırakmak zorunda kalmadan önceki son girişimi
olmak üzere başka bir önlem öneriyor. Okuyoruz:
"Eğer
karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz onlara biri erkeğin
ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu
arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını
bulur. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve her şeyden haberdardır."
Görüldüğü
gibi İslâm sistemi, dik kafalılığın ve gerginliğin olumsuz sonuçlarına
teslim olmayı uygun görmediği gibi hemen evlilik bağını çözmeye ve aile
kurumunu, içinde yaşayan küçük-büyük herkesin; dirliğin bozulması
konusunda hiç bir rolü, hiçbir günahı ve hiçbir engel olma gücü olmayan
zavallı aile fertlerinin başına yıkmaya kalkışılmasını uygun bulmuyor.
Çünkü aile kurumu İslâm'ın gözünde değerlidir. Bu değerlilik, bu
kurumun toplumun yapılanmasındaki önem ile, topluma sağladığı gerekli tuğlalar
aracılığı ile onun varlığının sürdürülmesine, gelişmesine,
ilerlemesine sağladığı katkı ile doğru orantılıdır.
Bu
gerekçe ile İslâm ayrılık tehlikesi baş gösterince bu ayrılık fiilen
gerçekleşmeden önce davranarak şu son önlemini devreye sokar: Biri kadının
ve öbürü erkeğin akrabası olan, taraflarca onaylanacak iki hakemin işe el
koymasını önerir.
Bu
hakemler karı-koca ilişkilerini gölgeleyen psikolojik gerginliklerden, bilinçlerde
çöreklenmiş tatsız hatıralardan ve ortak hayatın olumsuz şartlarından
uzak bir soğukkanlılık içinde bir araya gelirler. Bu hakemler, aile yuvasının
havasını zehirleyen, işi çıkmaza sokan ve pençesine düştükleri için
karı-kocaya, ortak hayatlarının iyi taraflarından daha baskın gelen bütün
olumsuz ve yıkıcı etkilerden uzaktırlar. Her ikisi de ailelerinin adı kötüye
çıksın istemez ve yuvasız kalma tehlikesi ile karşı karşıya olan küçük
çocuklara karşı şefkat duyguları ile doludurlar. Böylesine tatsız bir
duruma düşmüş karı-kocaya egemen olabilecek olan karşı tarafı alta düşürme
kompleksinden uzaktırlar. İstedikleri tek şey dargın karı-kocanın, çocuklarının
ve yıkılma tehlikesi ile yüzyüze gelen yuvalarının iyiliğidir, mutluluğudur.
Bunların yanısıra karı-koca bu hakemlerin önünde gizli sırlarını açmaktan
çekinmezler. Çünkü bunlar tarafların akrabalarıdırlar. Bu sırları
yayacaklarından korkulmaz. Sebebine gelince bu sırları ortalığa yaymak
kendilerinin de yararına değildir. Hatta onların yararı bu sırların
saklanmasında ve çözüme kavuşturulmasındadır.
İşte
bu iki hakem bir araya gelerek dargın karı-kocanın arasını bulmaya
koyulurlar. Eğer tarafların gönlünde barışma eğilimi var da bu eğilimi
frenleyen tek faktör karşılıklı öfke ise bu hakemlerin barıştırmaya yönelik
güçlü arzuları sayesinde yüce Allah, bu dargın çifte barışmayı ve uyuşmayı
nasip eder. Okuyalım:
"Eğer
bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını
bulur."
Arabulucular
barıştırmayı isteyecekler, Allah da onların dileğini kabul edecek ve girişimlerini
başarıya ulaştıracaktır.
İşte
insanların kalpleri ve çabaları ile yüce Allah'ın dilemesi ve takdiri arasındaki
ilişki budur. İnsanların hayatında yer alan gelişmeleri yüce Allah'ın
takdiri gerçekleştirir. Fakat insanların elinde adım atmak ve girişimde
bulunmak yetkisi vardır. Bundan sonra olacak olan şey, yüce Allah'ın takdiri
ile olur. Üstelik bu olacak olan şey sırları bilen ve her şeyin en yararlısından
haberdar olan yüce Allah'ın bilgisi altında gerçekleşir. Okuyoruz:
"Hiç
şüphesiz Allah herşeyi bilir, her şeyden haberdardır."
Böylece
-bu bölümde- İslâm'ın; kadına, karşıt cinsler arasındaki ilişkilere,
aile kurumuna ve aile-toplum ilişkilerine ne kadar ciddi ve önem verici bir gözle
baktığını görmüş olduk. İslâm sisteminin insan hayatının bu kesimini
yasal düzenlemeler ile donatmak için ne kadar yoğun bir çaba harcadığına
tanık olduk. Bunun yanısıra İslâm cemaatını, cahiliye bataklığından
alarak kendisinden başka hidayet olmayan İlâhi hidayetin doruğuna tırmandırmaya
çalışan bu yüce sistemin bu yolda harcadığı çabaların pratik örnekleri
ile karşılaşmış olduk.
ÖZETLE
KONU
Bu
bölümde inceleyeceğimiz ayetler ile bir yandan bu surenin ekseni ve temel
konuları arasında ve öte yandan yine bu cüzde yer alan bir önceki ayetler kümesinin
konuları arasında birçok ortak noktalar vardır.
Bu
bölümü oluşturan ayetler şu konular üzerinde yoğunlaşıyor: Müslüman
toplumun hayatını düzenlemek, onu cahiliye tortularından arındırarak yeni
İslâmi karakteristikleri özümleyen bir yapıya kavuşturmak; bu toplumu ehl-i
kitap -Medine yahudileri- konusunda, bunların öteden beri sürüp gelen şirretlikleri
ve katı inatları ve müslüman topluma yönelik bozgunculukları konusunda
uyarmak; kişilerin İslâm toplumunun gelişmesini, ilerlemesini engellemek için
harcadıkları çabaları büyüteç altına almak, özellikle bu yıkıcı çabaların
ahlâka ve toplumsal dayanışmaya yönelik olanlarına, bu yeni toplumun gelişen
gücünü sergileyen bu iki dinamik faktöre dönük yahudi düşmanlıklarına
dikkatleri çekmektir.
Bu
ayetler bu konularda yeni bir bakış simgeledikleri için İslâm toplumunun
temel dayanağını oluşturan Tevhid ilkesini, yüce Allah'ı kayıtsız-şartsız
bir bilme, prensibini vurgulayarak söze giriyorlar. İslâm toplumunun hayatı
ve her alanda, her yönde bu hayatı düzenleyen sistemi bu temel ilke olan
Tevhid'den kaynaklanır.
Bu
derste aile düzenlenmesi ve toplumsal düzenleme alanları hareket
noktası
alınarak ileri aşamalara ulaşılıyor ve sosyal düzenleme sürecine yeni
boyutlar kazandırılıyor. Geçen konuda aile kurumundan, bu kuruma ilişkin
yasal düzenlemelerden, bu kurumun varlığını koruyacak önlemlerden ve yapısını
pekiştirip sağlamlaştıracak ilişkilerden söz edilmişti.
Bu
derste ise, İslâm toplumunda egemen olması gereken aile-içi ilişkiler ve bu
ilişkiler ile bağlantılı insanlar-arası ilişkiler gündeme getiriliyor. Bu
ilişkiler ile aile arasındaki bağ ana-babadan ve ana-baba ilişkisinin uzantısı
olan bir sosyal ilişki sürecinden söz edilerek kuruluyor. Çapı gitgide genişleyen
bu sosyal ilişkilerin aile yuvasının sıcak ve sevecen ortamında gelişen
duyguların yoğunlaşmasından kaynaklandıkları vurgulanıyor. Değişik
insan kesimlerine yönelen bu yapıcı ilişkilerin, ilk önce aile ocağının
bağrında ve bu duyarlı yuvanın okşayıcı kanatları altında öğrenildiği
vurgulanıyor. Devamla aile yuvasında vicdanlara ekilen bu kucaklayıcı ilişki
tohumlarının yeşerip boyatması ile bütün insanlardan oluşan ortak insanlık
ailesi içinde kaynaşmayı arayan geniş perspektifli bir ilişki ağının
temelinin atıldığı belirtiliyor.
Bu
ders gerek bildiğimiz büyük aileyi ve gerekse bütün insanlığı kapsamına
alan büyük insanlık ailesini gözetmeyi ve bu alanda herkesin yararlanabileceği
değer yargılarını ve kriterleri geliştirmeyi telkin eden direktifler içeriyor.
Bu yüzden bu ders İslâm toplumunda egemen olan bütün değer ölçülerine
ve hayat sisteminin tümüne kaynaklık eden temel ilkeyi hatırlatarak söze
giriyor. Sözünü ettiğimiz temel ilke Tevhid ilkesi, yani yüce Allah'ın
birliğini onaylama prensibidir. Arkasından bütün hareketler, bütün
faaliyetler, bütün duygular ve bütün reaksiyonlar yüce Allah'a kulluk etme
kavramının kapsamına alınıyor. O Allah'a kulluk kavramı ki, müslümanın
vicdanında ve hayatında bütün insanî faaliyetlerin tek amacını oluşturur.
Bu
geniş kapsamlı Allah'a kulluktan söz açılmışken bununla bağlantılı
olarak bu dersin ikinci fıkrasında namazın ve namaz öncesi temizlenmenin bazı
hükümleri gündeme getiriliyor. Bunun yanısıra o zaman henüz yasaklanmamış
olan içkinin yasaklanması yolunda yeni bir adım atılıyor. Bu yasaklama adımı
bir yandan yeni toplumda sürekli ve aşamalı bir yaklaşımla uygulanan İslâmî
eğitim proğramının bir parçasını oluştururken öbür yandan ibadet ile
namazla ve Tevhid ilkesi ile ilişkilendirilerek atılıyor.
Gerek
bu dersi oluşturan ayetler zincirinin halkaları arasında, gerek bu ders ile
bir önceki ders arasında ve gerekse yine bu ders ile elimizdeki surenin ekseni
arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gözlüyoruz.
ALLAH'A
KULLUK
36-
Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya
akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara,uzak komşulara,yakın
arkadaşlara yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz. Allah
kendini beğenmiş kibirlileri kesinlikle sevmez.
37-
Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler
ve Allah'ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz
kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
38-
Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah'a ve ahiret
gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!
39-
Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine bağışladığı
mallarının bir bölümünü hayr yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz
Allah onların yaptıkları her şeyi bilir.
40-
Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa
onu bir kaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat
verir.
41-
Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı
birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahit göstereceğimiz
gün acaba onların halleri nasıl olacak?
42-
Kâfirler ve Peygamberlere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle
isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar.
Bu
ayetler demeti sırf yüce Allah'a kulluk etmeyi emrederek ve O'na herhangi bir
şeyi ortak koşmayı yasaklayarak söze giriyor. Ayetin başındaki
"ve" bağlacı bu emir ve yasağı, geçen dersin sonlarında yer alan
ailenin düzenlenmesine ilişkin emirlere bağlıyor. Bu iki konunun birbirine
bağlanması, İslâm'daki genel, kapsamlı ve bütünleştirici birliği kanıtlar.
Yani
İslâm sırf vicdanda saklı duran bir inanç sisteminden ve sırf ibadet törenlerinden
ibaret olmadığı gibi bu inanç sistemi ve ibadet amaçlı hareketler ile ilişkisi
olmayan sırf dünyaya dönük yasal düzenlemelerden ibaret de değildir. İslâm,
bütün faaliyet türlerini içeren, onların çeşitli kesimleri arasında ilişki
kuran ve hepsini en temeldeki ana ilkeye bağlayan bir dindir. Bu ana ilke yüce
Allah'ı bir bilmek ve bütün bu faaliyet kesimlerinde başka hiçbir yerden değil,
sırf O'ndan talimat almaktır. Başka bir deyimle bu ilke yüce Allah'ı hem
kendisine ibadet edilen bir ilâh olarak ve hem de bütün insanî faaliyetlerde
yasa koyma ve direktif kaynağı olarak bir ve ortaksız bilmektir. İslâm'da
ve genel anlamı ile yüce Allah'ın yozlaştırılmamış dininde Tevhidin bu
iki türü birbirinden ayrılmaz.
Bu
yüce Allah'ı bir bilme emrini ve O'na ortak koşma yasağının arkasından önce
küçük aileden, sonra da büyük insanlık ailesinden olan yardıma muhtaç
insan guruplarına iyilik etmeye ilişkin emir geliyor. Sonra cimrilik, kendini
beğenmişlik, böbürlenme, başkalarını cimriliğe özendirme; yüce Allah'ın
verdiği mal, bilgi ve din gibi nimetleri kıskanma, başkalarından saklama
gibi kötü huylar kınanıyor; şeytanın izinden gidilmemesi hatırlatılıyor
ve yüce Allah'ın onur kırıcı ve rezil edici azabından sakınılması
vurgulanıyor. Böylece bütün bu hatırlatmalar yüce Allah'ı bir bilme
ilkesine bağlanıyor; yüce Allah'ı bir bilip O'na hiçbir şeyi ortak koşmayanların
talimat kaynakları belirleniyor. İbadet edilecek Allah nasıl bir ise, bu
talimat kaynağı da tektir, birden fazla olamaz. Yüce Allah'ın, nasıl ilâh
bilinmekte ve bütün insanların ibadetlerine muhatap olmakta ortağı yoksa
yasa koymakta ve direktif vermede de ortağı yoktur.
ALLAH'A
ORTAK KOŞMAK
"Allah'a
kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya, akrabalara,
yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yakın arkadaşlara,
yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz."
İslâm
sisteminde tüm yasal düzenlemeler ve tüm direktifler tek kaynağa. dayanır
ve tek ağırlık noktası üzerinde yoğunlaşır. Söz konusu tek kaynak yüce
Allah'a inanmak ve söz konusu ağırlık merkezi de bu inancın karakteristik göstergesi
olan kayıtsız-şartsız Tevhid ilkesidir. Böyle olduğu içindir ki, bu yasal
düzenlemeler ile direktifler birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar,
aralarında uyum gözlenir, herhangi birini öbüründen ayırmak zordur,
herhangi birini dayandığı ana kaynağa başvurmaksızın incelemek eksik bir
çabadır. Bir bölümünü uygulayıp diğerlerine sırt çevirmek ne insana müslüman
sıfatını kazandırma konusunda ve ne de İslâm sisteminin hayata yönelik
meyvelerini elde etme konusunda yeterli olur.
Evren
ile, hayat ile ve insanlar ile ilişkileri düzenleyen bütün temel kavramlar,
bütün temel düşünceler yüce. Allah'a inanma ilkesinden kaynaklanır.
Sosyal, ekonomik, siyasi, ahlâkî ve evrensel bütün sistemler bu temel
kavramlara dayanır. Bu temel kavramlar insanların birbirleri ile olan bütün
ilişkilerini etkilerler. Yeryüzündeki bütün insani faaliyetlere yön ve biçim
verirler; hem fertlerin vicdanlarına ve hem de toplumsal pratiğe damgalarını
basarlar. Böylece insanlar arasındaki ilişkilere ibadet niteliği kazandırırlar.
Çünkü bu ilişkiler yüce Allah'ın sistemine ve denetimine uymayı içerir.
İbadetleri, insanlar arası ilişkilerin dayanağı yaparlar. Çünkü bu
ibadetler insanın vicdanını ve davranışlarını arındırır. Yine bu temel
kavramlar hayatı son çözümde, sırf Allah tan kaynaklanan, sırf O'ndan alınmış
talimatlara dayanan, dünyada ve Ahretteki tek merci yüce Allah olan kenetlenmiş
bir bütüne dönüştürürler..
İslâm
inancının, İslâm sisteminin, yüce Allah'ın yozlaştırılmamış dininin
bu temel özelliği taşıdığını burada şundan anlıyoruz: Daha önce söylediğimiz
gibi ana-babaya, akrabalara ve toplumun diğer bazı kesimlerine yardım
edilmesini emreden ayet, yüce Allah'a kulluk edilmesi, O'nun bir bilinmesi
direktifi ile söze giriyor. Bunun yanısıra ana-babanın yakınlığı ile söz
konusu toplum kesimlerin yakınlığı birleştiriliyor. Bu yakınlıkların her
ikisi de yüce Allah'a kulluk etme, O'nu bir bilme ilkesine bağlanıyor. Üstelik
bu Allah'a kulluk ve Allah'ı bir bilme ilkesi -daha önce değindiğimiz gibi-
geçen dersin sonlarında anlatılan aile hukuku ile bu derste işlenen geniş
çaplı insanlar arası ilişkiler prensibini birbirine kaynaştıran bir
arakesit görevi yapıyor. Amaç o hukuku ve bu prensibi bütün bağları birleştiren
o ortak bağa bağlamak ve bu bağlar ile ilgili yasaları koyan ve direktifleri
veren kaynağı tekleştirmektir. Okuyoruz.
"Allah'a
kulluk ediniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız."
Önce
yüce Allah'a kulluk etme emri, ikinci olarak da kendisi ile birlikte bir başkasına
kulluk etme yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu yasak insanoğlunun öteden beri
bildiği bütün ilâhları, bütün putları içeren geniş kapsamlı ve aynı
zamanda kesin ifadeli bir yasaktır. Tekrarlıyoruz:
"O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayınız."
Nasıl
bir "şey" olursa olsun. Cansız madde, hayvan, insan, hükümdar veya
şeytan fark etmez. "Şey" deyince akla gelen her şey, bu geniş
kapsamlı kavramın kapsamına giren her varlık olabilir bu ilâh, ya da put.
Sonra
özellikle ana-babaya ve genel olarak tüm akrabalara iyilik edilmesi
emrediliyor. Çoğunlukla evlâtların, ana-babayı gözetmeleri emir konusu
oluyor. Gerçi evlâtlarını gözetsinler diye ana-babaya yöneltilmiş
emirlere de rastlıyoruz. Ayrıca yüce Allah'ın evlâtlara karşı, onların
ana-babalarından daha merhametli olduğunu da biliyoruz. Sebebine gelince çocuklar,
ana-babaya, yani kendilerini bakmış ve korumuş olan kuşağa iyilik etme
direktifine muhatap olmaya daha çok muhtaçtırlar. Çünkü çocuklar
genellikle bütün varlıkları ile, bütün şefkatleri ile, bütün duyguları
ve bütün çabaları ile gelecek kuşağa yönelirler, kendilerinden önceki kuşağı
ihmal ederler. Hayatın akıntısına kapılarak ileri doğru giderlerken dönüp
arkalarına bakmak akıllarına gelmez. İşte bu gerekçe ile esirgeyen ve kayıran
yüce Allah'ın direktifi ile sık sık muhatap olurlar. O Allah ki ne ana-baba
ve ne de evlâdı hesap dışı bırakır ve ne de evlâdı ve ana-babayı
unutur. O Allah ki, gerek evlâd ve gerek ana-baba olsun tüm kullarına,
birbirlerine karşı merhametli davranmalarını öğretiyor.
Bu
ayette -ve daha birçok ayette- şunu görüyoruz: İyilik etme direktifi öncelikle
yakın-uzak akrabalardan işe başlıyor, sonra bu eksen etrafında çapını büyüterek
insanlık ailesinin tüm gözetime muhtaç kesimlerini kapsamına alacak şekilde
genişliyor. Her şeyden önce bu sistem insan fıtratı ile uyumlu ve bağdaşıktır.
Sebebi ise acıma duygusu ve katkıda bulunma bilincinin önce evde, yani küçük
ailede gelişmeye başlamasıdır. Aile yuvasının bağrında bu duyguyu tatmamış
ve bu bilinci geliştirmemiş olan vicdanlarda sonradan bu duygunun ve bu vicdanının
geliştiği çok az görülür.
Bunun
yanısıra insan vicdanı -fıtratının ve doğal yapısının gereği olarak
yardım etmeye akrabalarından başlamaya eğilimlidir. Eğer bu noktadan ve bu
eksenden başlanarak gitgide yardımseverlik dairesi genişletilecek ise bunun
bir sakıncası ve bir zararı yoktur. Ayrıca bu yardımseverlik metodu İslâm'ın
sosyal düzenleme yordamı ile de uyumludur. İslâm dayanışmayı aile içinde
başlatır ve arkasından sosyal çevreye yayar. Böylece sosyal yardımlaşma
faaliyetlerinin devlet kurumlarının hantal ellerine düşmesine meydan vermemiş
olur. Eğer yerel küçük kurumlar yetersiz kalırsa o zaman başka. Çünkü
normal olarak küçük yerel birimler sosyal yardımlaşmayı daha iyi başarır.
Bu görevi hem uygun zamanında, kolaylık ve rahatlıkla ve hem de hayata
insana yaraşır bir nitelik kazandıran sevgi ve merhamet duygularının eşliğinde
yerine getirir.
Ayette
iyilik etme görevi ana-babadan başlatılıyor, sonra akrabaları içerecek şekilde
genişletiliyor. Arkasından evleri komşulardan uzakta da olsa yetimlere ve
yoksullara sıra getiriliyor. Çünkü bu iki kesim, komşulardan daha çok yardıma
muhtaçtır. Sonra akrabadan olan komşuya sıra geliyor ve onu yabancı komşular
izliyor. Gerek akraba ve gerekse yabancı komşular yakın arkadaşların önüne
geçiriliyor. Çünkü insan komşusu ile sık sık yüzyüze gelir; oysa yakın
arkadaşı ile ara sıra karşılaşır. Sonra yakın arkadaşlara sıra
getiriliyor. "Yakın arkadaş" bir yoruma göre normalde "samimi
dost" ve yolculuk sırasında da "yoldaş" anlamına gelir. Arkasından
sıra ailesinden ve malından uzak kalmış yolcuya gelir. sonra da çeşitli
hayat cilveleri yüzünden, başkalarının eline düşen kölelere sıra
geliyor. Bunlar gerçi özgürlük nimetinden yoksun kalmışlardır, ama
birbirlerine ortak bağlar ile bağlı tüm insanlık ailesinin birer üyesidirler.
BÖBÜRLENME
ve CİMRİLİK
Ayette
iyilik etme emrinin arkasından kendini beğenmişlik, büyüklenme, cimrilik,
başkalarını cimriliğe özendirme, yüce Allah'ın nimetlerini ve bağışlarını
saklama, başkalarından kıskanma, gösteriş olsun diye yardımda bulunma gibi
kötü huylar kınanıyor ve bütün bu kötü huyların ortak sebebi ortaya
konuyor:Bu sebep yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanmamak, şeytana uymak ve
O'nu yoldaş edinmektir. Okuyoruz:
"Allah
kendini beğenmiş, kibirlileri kesinlikle sevmez. Bunlar kendileri cimrice
davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah'ın lütuf
eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz kâfirler için
onur kırıcı bir azap hazırladık.
Yine
bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah'a ve Ahiret gününe
inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!"
Bu
ayetlerde İslâm sisteminin o temel mesajı bir kere daha gözler önüne
seriliyor. Bu mesaj bütün dış davranışları, bütün iç duyguları ve bütün
sosyal ilişkileri inanç sistemine bağlamaktır. Sebebine gelince yüce Allah'ı
kullukta ve talimat almakta tek bilme ilkesini yüce Allah'ın rızasını
kazanmaktan ve ahirette vereceği sevabı beklemekten başka bir amaca yer
vermeyen insanlara iyilik etme davranışı izliyor. İnsanlara iyilik ederken
edepli ve nazik kavranılacaktır. Bilinecektir ki, kul, başkalarına yardım
ederken sadece yüce Allah'ın yarattığı rızkın bir bölümünü
vermektedir, rızkın yaratıcısı kendisi değildir ve bu rızka sırf yüce
Allah'ın bağışlaması sayesinde sahip olabilmektedir.
Buna
karşılık yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmamak; böbürlenmeyi,
kibirlenmeyi, cimriliği, başkalarını cimri olmaya teşvik etmeyi, yüce
Allah'ın bağışını ve nimetini saklamayı, iyilik ve yardım yolu ile bu bağış
ve nimetin izlerini dışa vurmaktan kaçınmayı ya da ïnsanlara gösteriş
yapmak ve sırf başkalarının övgüsünü kazanabilmek, yardımseverlik gösterisi
yapmayı beraberinde getirir. Çünkü Allah'a ve ahiret gününe inanmayan
insan övünmekten, halk arasında çalım satmaktan başka bir ödüle inanmaz!
Böylece
"ahlâk"ın niteliği belirlenmiş olur. "İman ahlâki" ile
"küfür ahlâkı" yani. İyi amelin, iyi ahlâkın motifi, sürükleyici
sebebi, yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanmaktır ve ahiret mükâfatıdır.
Bu yüce bir motiftir, onun sahibi insanlardan ödül beklemez, üstelik bu
motif insanların keyfi değerlendirmelerinden ve geleneklerinden alınmamıştır.
Ama
eğer insan hoşnutluğu aranan, rızasına yönelik arzuya dayanılarak amel işlenen
bir Allah'a ve yine bu insan, mükâfat ve cezaların verileceği bir ahiret gününe
inanmıyorsa o zaman, insanların keyfî değerlendirmelerine dayanan kıymetleri
elde etmeye yönelir. Bu keyfï değerlendirmelerde ise bırakınız her zamana
ve dünyanın her yerine egemen olacak bir değişmezliği, bir kuşak boyunca
aynı ülkede egemen olacak bir değişmezliği ve belirliliği bile bulamazsınız.
İşte bu inançsızların amellerinin motifleri bu oynak değer yargıları
olur. O zaman da insanların keyfi arzularında ve değer yargılarında
belirecek değişmelere paralel olarak bu davranış motiflerinde de değişmeler
ve oynamalar olacaktır. Bu değişmelerin yanısıra da böbürlenme, büyüklenme,
cimrilik, cimriliği özendirme, insanlara gösteriş yapma gibi çirkin sıfatlar
ortalıkta cirit atacaktır. Böylece yüce Allah'ın rızasına bağlanmanın
ve ihlâsın zerresine rastlanmayacaktır.
Bu
ayet, yüce Allah'ın böylelerini "sevmediğini" belirtiyor. Hiç kuşkusuz
yüce Allah için "nefret etme" ve "sevme" gibi duygusal
tepkiler söz konusu değildir. Burada insanların alışkanlıklarına göre bu
duygusal tepkiye eşlik eden kovma, cezalandırma ve azab etme gibi sonuçlar
kasd edilmiştir. Okuyoruz:
"Biz
kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık."
Buradaki
"onur kırıcılık (ihanet)" bu adamların büyüklenmelerinin, haşa
atmalarının karşılığı olan bir cezadır. Fakat ayette, asıl amaç olan
bu anlamın yanısıra daha düşündürücü bir mesaj veriliyor. İnsanların
zihinlerine işlemesi istenen etkileyici bir mesaj. Ayette vicdanlarda bu sıfatlara
ve bu davranışlara karşı antipati, küçümseme ve tiksinme duyguları uyandırılıyor.
Özellikle bu adamların şeytanın yoldaşları oldukları vurgulanmakla söz
konusu nefretin frekansına yükseklik kazandırılıyor. Okuyoruz:
"Yoldaşı
şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır."
Bize
kadar gelen bilgilere göre bu ayetler bir gurup Medine yahudisi hakkında inmiştir.
Bu sıfatlar yahudilere yakışıyor. Aynen onlar gibi münafıklara da yakışıyor.
O günün müslüman toplumunda bu gurupların her ikisi de vardı. Buna göre
belki de ayette yer alan "Allah'ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği
imkânları gizlemeleri" suçlamasından maksat yahudilerin İslâm dinine
ve bu dinin "güvenilir" Peygamberi hakkında kitaplarında bulunan
bilgileri gizlemeleridir. Fakat ifade geneldir ve sözün akışı mâlî yardıma
ve insanlar arası dayanışmaya ilişkindir. Buna göre bu ifadenin genellik
niteliğine dokunmamak gerekir. Çünkü bu nitelik sözün akışına daha
uygun düşüyor.
Ayette
bu kimselerin huylarının ve davranışlarının çirkinliği belirtildikten ve
bu çirkinliklerin asıl sebebinin yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmamaları
ve buna karşılık şeytanı yoldaş edinmeleri, onun izinden gitmeleri olduğu
vurgulandıktan ve bu kötülüklerin sahipleri için hazırlanmış olan cezanın
"onur kırıcı" bir ceza olacağı haber verildikten sonra şu kınama
ve paylama içerikli (istinkârî) soru ile karşılaşıyoruz:
"Eğer
onlar Allah'a ve Ahiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine bağışladığı
mallarının bir bölümünü hayır yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz
Allah onların yaptıkları her şeyi bilir."
"Hiç
şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu
birkaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat
verir."
Evet,
ne olurdu onlara? Ne kaybederlerdi? Hangi korku, yüzünden, hangi endişeye
dayanarak yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmıyorlar ve yüce Allah'ın
kendilerine bağışladığı malın bir bölümünü muhtaç kimselere
vermiyorlar? Oysa yüce Allah onların yapacağı yardımları ve kendilerine bu
yardımları yapmaya özendirecek olan iç motifleri bilir. Ayrıca yüce Allah,
hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. O halde ne imanlarının ve yardımlarının
bilinmez kalması ve ne de alacakları mükafat konusunda haksızlığa uğramaları
tehlikesi söz konusudur. Tersine iyiliklerinin katlanarak büyütülmesi ve bu
büyütülmüş iyiliklerine Allah'ın bağışı olarak hesapsız mükâfat
verilmesi fırsatı ile karşı karşıyadırlar.
Demek
ki, iman etme yolu onlar için her ihtimal karşısında, hatta maddeye dayalı
kâr-zarar hesaplarına bel bağlamaları halinde bile, daha güvenceli ve daha
kazançlıdır. Sebebine gelince, eğer yüce Allah'a ve ahiret gününe
inanarak yüce Allah'ın bağışladığı malın bir kısmını güçsüzlere
yardım olarak verseler ne kaybederler? Onlar kendi güçleri ile yarattıkları
bir malı vermiyorlar ki. Verdikleri mal kendilerine Allah tarafından bağışlanmış
rızkın bir bölümüdür. Buna rağmen, yani yaptıkları yardımı yüce
Allah'ın bağışladığı rızıktan yapmalarına rağmen hem iyilikleri kat
kat büyütülüyor ve hem de iyiliklerinin karşılığı fazlası ile
veriliyor. Aman Allah'ım, bu ne kerem, bu ne lütuf! Zarara uğramaya mahkûm
aptallardan başka kim böyle bir alış-verişe yan çizebilir?
Bu
emirler ve yasaklar, bu özendirmeler ve teşvikler bir Kıyamet günü tablosu
ile sona eriyor. Bu tablodä onların konumu somutlaştırılıyor, Kur'an'ın Kıyamet
sahnelerine ilişkin bilinen üslubu uyarınca; adamların hareketlerinin ve
duyguların dalgalanmalarının sanki resimleri çizilerek canlı bir kesit
halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyalım:
ŞAHİDLİK
"Her
ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahid
göstereceğimiz gün acaba onların halleri nasıl olacak?"
"Kâfirler
ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar
Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar."
Bir
önceki ayette "yüce Allah'ın zerre kadar haksızlık yapmadığı"
vurgulanarak zihinler bu Kıyamet tablosuna hazırlanmıştı. Demek ki,
terazisi bir kıl ucu kadar oynaklık göstermeyen katıksız adaletle karşı
karşıyayız. Ayrıca iyilikler büyütülmekte ve ödülleri yüce Allah'ın
karşılıksız bağışı eklenerek fazla fazla verilmektedir. Bu, rahmeti
hakketmiş olanlara yönelik bir ihsandan ve imanları ve iyi amelleri ile
Allah'ın lütfunu istemiş olanlara dönük katıksız bir lütuftan başka bir
şey değildir.
Ama
gelelim şu adamlara. Hani şu yanlarında ne iman ve ne de iyi amel birikimi
getirmemiş olanlara. Hani yanlarında sadece küfür ve kötü amel getirmiş
nasipsizlere. Acaba o gün onların hali nice olacak? Evet, "Her ümmete
karşı birer şahid tutacağımız -Her ümmetin peygamberini o ümmetin
aleyhinde tanıklık yapmaya çağıracağımız- ve seni de kendilerine karşı
şahid göstereceğimiz gün" acaba ne yapacaklar?
İşte
o anda tablonun canlandırdığı manzara, tüm somutluğu ile karşımıza
dikiliyor. Uçsuz-bucaksız bir toplantı, bir hesap verme alanı. Her ümmet
orada. Her ümmetin başına işledikleri ameller hakkında tanıklık edecek
bir şahid dikilmiş. Şu kâfirler; hani şu kendini beğenmişler, hava
atanlar, cimriler, pintilik teşvikçileri, yüce Allah'ın bağışladığı
nimetlerin gizleyicileri, gösterişçiler ve yüce Allah'ın rızasını hiç
umursamayanlar. İşte onlar. Satırların kelimeleri arasında neredeyse
kendilerini görür gibi oluyoruz. Bu uçsuz-bucaksız alanda ayakta
dikiliyorlar. Peygamberleri yanı başlarında, aleyhlerinde şahitlik yapmak için
tetikte bekliyor. İşte onlar. Bütün gizledikleri ve açığa vurdukları
amelleri ile, bütün kâfirlikleri ve inkârcılıkları ile, bütün gururları
ve çalımları ile, bütün cimrilikleri ve cimrilik telkinleri ile, bütün gösterişçilikleri
ve göz boyayıcılıkları ile işte onlar. Varlığını inkâr ettikleri
Yaratıcının; bağışlarını sakladıkları, kıymığını bile vermeye kıyamadıkları
rızkın sahibinin huzurunda duruyorlar. Hiç inanmamış oldukları bir günde
ve direktiflerine karşı geldikleri Peygamberin yanı başında. Acaba halleri
nicedir?!
Bu
manzarada yoğun bir aşağılanma, horlanma, perişanlık, utanç ve pişmanlık
görüntüleri karşısındayız. Yanısıra acı itirafların titrek sesleri
geliyor kulaklarımıza. Çünkü inkârcılığın artık hiçbir yararı yok
burada.
Ayet
bu söylediklerimizi tek tek sayıp tasvir etmiyor. Fakat o insan ruhunun
derinliklerine işleyen "psikolojik bir tablo" çiziyor,bu çizgiler işte
o tabloda beliriyor, bu gölgelerin tümü bu çizgilerin yanlarında oynaşıyor.
Perişanlık horlanmışlık, aşağılanmışlık, utanç ve pişmanlık gölgeleri.
Okuyoruz:
`Kâfirler
ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar
Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar:"
Bütün
bu anlamları, bütün bu duygusal reaksiyonları bu canlı tablonun duygulandırıcı
imajları aracılığı ile algılıyoruz. Bu anlamlar, bu duygular bu insanların
üzerinde oynaşıyor ve titreşiyor. Onları başka hiçbir tasvirci ya da
analitik ifade tarzının kelimelerinden algılayamayacağımız bir somutlukla,
bir derinlikle, bir canlılık ve etkileyicilikle algılıyoruz. İşte Kur'an-ı
Kerim'in Kıyamet sahnelerine ve tasvirli anlatımın kullanıldığı diğer
tablolarına ilişkin canlandırma üslûbu böyledir.