İÇKİ
HASTALIĞI
Bu
ayetler gurubu yüce Allah'a kulluk etmeyi emretmek ve O'na herhangi bir şeyi
ortak koşmayı yasaklamakla söze girmişti. Namaz, Allah'a kulluğun en ayrılmaz
göstergesidir. Bu yüzden aşağıdaki ayette bu ibadetin ve O'na hazırlık
niteliği taşıyan temizlenmenin bazı hükümleri anlatılıyor. Okuyoruz:
43-
Ey müminler sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken
-yolculuk hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız. Eğer hasta
ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da kadınlara
dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm
ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz. Hiç kuşkusuz
Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.
Burada
İslâm sisteminin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı müslüman
topluma yönelik zincirleme eğitim sürecinin bir halkası karşısındayız.
İçki cahiliye toplumunun köklü ve yaygın bir geleneği, aynı zamanda ayırd
edici bir sembolü idi. O zaten eski-yeni hemen hemen bütün cahiliye toplumlarının
ayırd edici bir simgesidir. Nitekim o cahiliyenin doruğuna tırmandığı günlerde
eski Roma toplumunun ve aynı şekilde eski Pers-İran toplumunun da ayırd
edici simgesi olmuştu. Bu kötü alışkanlık bugün de cahiliyenin doruğunda
dolaşan Avrupa ve Amerika toplumlarının ayırd edici simgesidir. Bu durum klâsik
cahiliye döneminden bile daha ilkel bir cahiliye dönemi yaşıyan geri kalmış
Afrika toplumlarında da aynen böyledir.
Modern
cahiliye uygarlığının en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç'te geçen
yüzyılın ilk yarısında her ailede, gündelik bir içki seansı düzenlenirdi.
Kişi başına tüketilen içki miktarı ortalama olarak yirmi litre dolaylarında
idi. Bu durumun tehlikeli olduğunu ve alkolikliğin hızla yayıldığını gören
hükümet içki satışını azaltmaya, tüketimini frenlemeye yöneldi ve bunun
için herkese açık yerlerde içki içmeyi yasakladı. Fakat birkaç yıl sonra
bu sınırlamaların gevşetilmeye başladığı görüldü. Önce yemek yeme şartı
ile lokantalarda içki içilmesine izin verildi. Arkasından belirli halka açık
yerlerde gece yarısına kadar içki içmek serbest bırakıldı. Gece yarısından
sonra sadece bira içilebiliyordu. Şimdilerde ise İsveç gençliği arasında
alkoliklik katlanan bir hızla yayılmasını sürdürüyor!
Amerika'ya
gelince bir zamanlar hükümet bu kötü alışkanlığa son vermeye girişti.
Bu amaçla 1919 yılında alaycı bir ifade ile "Kurutma Kanunu" diye
adlandırılan bir kanun çıkarıldı. Çünkü bu kanun içki aracılığı
ile "ıslanmayı" yasaklıyordu! Kanun on dört yıl yürürlükte
kaldı, fakat 1933 yılında hükümet bu kanunu yürürlükten kaldırmak
zorunda kaldı.
Bu
süre içinde bütün basın ve yayın organları seferber edilerek müthiş bir
anti-alkolizm kampanyası yürütüldü. Bu uğurda birçok propaganda filmleri
çekildi, çok sayıda bilimsel konferans verildi. Yapılan hesaplara göre
devlet bu anti-alkolizm kampanyası için altmış milyon dolardan fazla para
harcadı. Sırf bu amaçla yayınlanan kitaplar ve broşürler onlarca milyon
sayfa tutuyordu. Devlet on dört yılda bu kanunu yürütebilmek için Mısır
parası ile iki yüz ellimilyon harcamak zorunda kaldı. Bu kampanya boyunca
üçyüz kişi idam edildi, beşyüz otuziki bin üçyüz otuzbeş kişi hapse
atıldı. Kesilen para cezalarının toplam Mısır parası ile onaltı milyona
ulaştı. Ayrıca bu kanuna göre el konan malların değeri yine Mısır para
birimi ile dörtyüz milyon tutuyordu. Peki sonunda ne oldu? Hükümet bunca çabadan
sonra geri adını atarak bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
İslâmiyet'e
gelince o cahiliye toplumunun bu derin yarasını Kur'an'ın birkaç ayeti aracılığı
ile köklü çözüme kavuşturdu.
İşte
gerek psikolojik hastalıkları ve gerekse sosyal rahatsızlıkları tedavi etme
konusunda ilahi sistem ile eski-yeni bütün cahiliye sistemleri arasındaki
fark budur.
Alkollü
içki tutkunluğunun cahiliye toplumunda ne derece yaygın bir hastalık olduğunu
kavrayabilmek için o dönemin gözde edebiyat türü olan şiire başvurmamız
gerekir. O dönemin şiirlerini okurken "alkollü içki"nin başta
gelen edebi malzemelerden ve en çok işlenen edebi temalardan biri olduğunu görürüz.
Tıpkı sosyal hayatın en temelli unsurlarından biri olduğu gibi.
Bu
toplumda içki ticareti o kadar yaygındı ki, "ticaret" kelimesi içki
alış-verişi ile anlamdaş hale gelmiş, "ticaret" denince hemen
akla içki alım-satımı gelir olmuştu. Nitekim ünlü muallâka şairi Lebid
şöyle diyor:
"Ben
o içki meclisinin baş sohbetçisi oldum.
İçkiler
flâmasının dikildiği ve pahallandığı nice yere ilk koşan ben
oldum."
Şair
Amr b. Kamia'nın şu beytinde de "ticaret" teriminin alkollü içki
anlamında kullanıldığını görüyoruz:
"Elbisemi
ve içindekini (kendimi) sürüklüyordum hani
En
yakın içki satış yerine doğru ve sarhoşluğu silkeliyordum."
İçkili
toplantılara ilişkin tasvirler ve övgüler cahiliye şiirinde sık sık karşılaşılan
ve bu şiire damga basan temaların başında gelir. Meselâ ünlü muallâka şairi
İmri-il Kays şöyle diyor:
"Çocukluk
çayı artık geride bıraktım. Fakat hayattan sadece şu dört şey ile yoldaş
olmayı bekliyorum.
Bunlardan
biri içki arkadaşlarıma, "Haydi buluşalım" demektir. Yeşil bir
çimenlikte, dere başında geceleyin içki alemi yapalım
Bunlardan
biri de üzerine ok atılan atları yüreklendirip şaha kaldırmaktır.
Korkudan güvenli bir kuytuluğa sığınmaya kalkışan atları.
Bir
başka ünlü Muallâka şairi olan Tarafa b. Abd da şöyle diyor:
"Eğer
soylu bir delikanlının hayatına anlam kazandıran şu üç şey olmasaydı
Dedemin ölüsünü öpeyim ki, son ziyaretçilerimin hayatımdan umut kesip ne
zaman yanımdan kalktıklarını hiç umursamazdım.
Bunlardan
biri sabahleyin her sarhoştan önce davranarak içki içmektir. Sürekli şekilde
içki içerim, coşarım.
Hem
kendi kazandığım ve hem de bana miras kalan her şeyi satar savururum.
Tüm
kabilem beni bırakıp kaçıncaya,
Ve
ölüme terk edilmiş sünepe deve gibi yalnız başıma kalıncaya kadar.
Yine
ünlü bir cahiliye dönemi şairi olan A'şâ'nın bir şiiri şöyledir:
"İyi bilirsin ki, ben içki içerim
Hem
evimde otururken ve hem de yolculuk sırasında
Çayırda
o kadar o kadar geç vakte kadar içerim ki,
"Çayıra
çöken gece karanlığı amma da uzadı" dedirtirim."
Bir
başka tanınmış eski arap şairi de şunları söylüyor:
"İçki
içerim Küçük ve büyük kadehler ile Sarhoş olunca artık ben
Masallardaki
konak ve sedir saraylarının sahibiyim Fakat ayılıverince, o zaman ben
Sadece
körpe kuzunun ve devenin sahibiyim" Cahiliye şiirinden bu tür örnekler
pek çoktur.
İslâm
toplumunda içki yasaklamasının çeşitli aşamaları boyunca enteresan
olaylar yaşandı. Bu olayların tanınmış kahramanları vardır. Hz. Ömer,
Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Abdurrahman b. Avf ve bunlar ayarında daha birçok ünlü
isim bu kahramanlar arasında yer alır. Gerek bu enteresan olayları ve gerekse
bu olayların ünlü kahramanlarını göz önüne getirince alkollü içki
tutkunluğunun cahiliye dönemi Arap toplumunda ne kadar yaygın bir hastalık
olduğunu, başkaca ayrıntılı bilgiye hacet kalmadan kavrarız.
Bir
rivayete göre Hz. Ömer, nasıl müslüman olduğunu anlatan hatıraların bir
yerinde der ki; "Ben cahiliye döneminde müthiş bir ayyaştım. Öyle ki,
sürekli olarak `Falanca ayyaş ile buluşalım da birlikte içelim' diye konuşurdum."
Hz.
Ömer müslüman olduktan sonra da şu ayet ininceye kadar içki içmeye devam
etti:
"Sana
içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de büyük günah
vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür."
(Bakara Suresi, 219)
Hz.
Ömer, bu ayetin inişi üzerine "Allah'ım, bize içki hakkında kesin ve
doyurucu bir açıklama yap" diye dua etti ve içki içmeye devam etti. Bir
süre sonra incelemekte olduğumuz ayet indi:
"Ey
müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız."
Hz.
Ömer, bu ayetin inişi üzerine de "Allah'ım, bize içki hakkında kesin
ve doyurucu bir açıklama yap" diye dua ederek yine içki içmeye devam
etti. Ta ki, şu kesin yasaklama ayetleri ininceye kadar:
"Ey
müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdir.
Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
"Şeytan,
içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek, sizi
Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz,
değil mi?" (Maide Süresi, 90-91)
Bu
ayetlerin inişi üzerine Hz. Ömer "Son verdik, son verdik" dedi ve içkiyi
kesinlikle bıraktı.
"Ey
müminler, sarhoşken namaza durmayız..." diye başlayan ayetin iniş
sebebine ilişkin iki rivayet vardır. Bu iki rivayetin zincirinde muhacirlerden
Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf ile Ensârdan Saad b. Muaz vardır. Rivayetlerin
anlattığı olaylar şöyle:
İbn-i
Ebu Hatem'in Yunus b. Habib yolu ile Ebu Davud'a dayandırarak bildirdiğine göre
Musab b. Saad şöyle diyor: "Saad hakkında dört ayet indi. Şöyle ki,
bir defasında Ensardan biri yemek hazırladı, Ensardan ve Muhacirlerden bazı
arkadaşları çağırdı. Yedik, içtik, sonunda sarhoş olduk. Arkasından övünmeye
başladık. Bu arada arkadaşlardan biri devenin çene kemiği ile Saad'ın
burnunu yaraladı. Bu olaydan sonra Saad'ın burnu yaralı kaldı. Bu olay içkinin
yasaklanmasından önce olmuştu. Bunun üzerine "Ey müminler, sarhoşken
namaza durmayanız..." ayeti indi" (Bu hadis, Şubeden rivayet edilmiş
olarak ayrıntılı şekilde Müslim'de yer alır.)
İbn-i
Ebu Hatem, Muhammed b. Ammar, Abdurrahman b. Abdullah Deştukî, Ebu Cafer ve
Ata b. Saib yolu ile Ebu Abdurrahman Es-Selemî'ye dayandırarak bildirdiğine göre
Hz. Ali şöyle diyor; "Bir defasında Abdurrahman b. Avf yemek hazırladı
ve bizi evine çağırdı. Bu arada bize içki de verdi. İçince sarhoş olduk.
Namaz vakti gelince bir arkadaşımızı imamlığa geçirdiler. Arkadaşınız
ne dediğini bilmediği için Kâfirûn suresini `Kul ya eyyuhel kâfirun
maa'budu ma ta'budûn ve nahnu na'budu mata'budûn' (Manası şudur; De ki, Ey
kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam. Biz ise sizin taptıklarınıza
taparız.) biçiminde okudu. Bunun üzerine `Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi
bilinceye kadar namaza durmayınız' ayeti indi.
Cahiliye
toplumunda içki tutkunluğunun ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu kanıtlamak
için daha çok rivayete, daha çok örneğe yer vermemize gerek yok. Sözün kısası
içki ve kumar bu toplumun geleneklerinde bariz ve içiçe girmiş iki hastalık
idi.
Peki,
ilâhi sistem bu yaygın geleneğe karşı çıkmak için ne yaptı? Hiçbir
ciddî, sağlıklı, bilinçli ve dengeli toplumun bünyesinde yer vermeyeceği
bu hastalığa karşı İslâm ne yaptı? Bu sistem bir yandan birçok sosyal
gelenekle içiçe girmiş, bir yandan da birçok ekonomik çıkara malzeme olmuş
bu köklü alışkanlıkla nasıl mücadeleye girişmiştir?
İlahî
sistem bütün bu problemleri aşama aşama inen birkaç ayet aracılığı ile
ve yumuşak ve soğukkanlı bir yaklaşımla çözüme kavuşturdu. Bu mücadeleyi
savaşsız, kurbansız olarak ve hiç bir kimsenin kamı akıtmaksızın kazandı.
Akan sadece şarap fıçı ve tulumları ile sarhoşların ağızlarındaki son
içki yudumları oldu. Çünkü az sonra anlatılacağı gibi adamlar içki yasağını
ilân eden ayeti işitince ağızlarındaki içki yudumlarını yutmamışlar ve
dışa tükürmüşlerdi.
İslâm'ın
ne devlete ve ne de otoriteye sahip olmadığı sadece Kur'an'ın otoritesine
sahip olduğu Mekke döneminde bu sistemin içki ile ilgili görüşünü çıtlatan
bir ayet indi. İslâm'ın bu konuda ne düşündüğü bu ayetin kelimeleri
arasında çıkan bir işaretle sezilebiliyordu.
Sözünü
ettiğimiz ayet şudur:
"Hurma
ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden içki ve temiz besin elde
edersiniz..." (Nahl Suresi, 67)
Bu
ayette o zamanki Arapların hurma meyvalarından ve üzümden elde ettikleri
sarhoşluk verici içki, temiz besinlerin karşısına konuyor, böylece içki
ile temiz besinin ayrı nitelikte şeyler olduğu îma ediliyor. Bu ima körpe müslümanın
vicdanına hafifçe dokunan bir fiskeden ibaretti.
Oysa
içki alışkanlığı -daha doğrusu içki geleneği- kişisel alışkanlık
boyutlarını aşan bir derinliğe sahipti. O ekonomik kökleri olan bir sosyal
gelenekti. Bu yüzden böylesine okşayıcı ve dolaylı bir fiskeden
etkilenmeyecek derecede köklü idi.
İslâm'ın
devlete ve otoriteye sahip olduğu Medine'de de içkiyi devlet gücü ile, kılıç
zoru ile yasaklama yoluna başvurulmadı. İlk önce Kur'an otoritesi ' devreye
kondu.
Böylece
ilâhi sistem. kollarını sıvayarak işe koyuldu. Çalışma yöntemi yumuşaklığa,
zorlamasızlığa, insan psikolojisine ve toplumsal şartlara ilişkin engin
bilgiye dayanıyordu.
İlk
önce müslümanların sorduğu sorulara cevap niteliği taşıyan bir ayetle işe
girişildi. Bu sorular içkiye ve kumara karşı müslümanların vicdanlarının
uyanmak üzere olduğunu simgeleyen ilk şafak ışıklarının müjdecisi idi.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Sana
içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de büyük günah
vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür."
(Bakara Suresi, 219)
Bu
ilk sesleniş idi. Bu ses müslümana akla yakın ve sıcak geldi, ayrıca İslâm
hukukunun mantığı ile de bağdaşıyordu. çünkü her hangi bir şeyin helâl,
haram ya da mekruh olmasının dayanağı ve gerekçesi o şeyde günahın mı,
yoksa yararlılığın mı baskın olduğu sorusunun cevabı idi. Madem ki, içkinin
ve kumarın günahı, faydasından daha büyüktü, mesele yok, burası yol ayrımı
noktası oldu.
Fakat
mesele bundan daha derindi. Nitekim bu yüzden Hz. Ömer -Evet, Hz. Ömer!-
"Allah'ım, bize içki konusunda kesin, doyurucu bir açıklama yap"
demişti. Sırf bu olay bile bu geleneğin Arap toplumu içinde ne kadar derin köklere
sahip olduğunu göstermeye yeterli idi.
Arkasından
da az önce anlattığımız,olaylar meydana geldi ve bu olaylar üzerine
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayınız."
ayeti indi.
Böylece
ileri görüşlü ve yumuşak yüzlü metod fonksiyonunu yürütmeye başladı.
Bu
ayetle atılan adım, günahı faydasından daha büyük olduğunu gerekçe göstererek
insanları içkiden nefret ettirmek ile şeytan işi bir iğrençlik olduğu
gerekçesine dayanarak onu kesinlikle yasaklamak arasında bir orta aşama oluşturuyordu.
Bu orta aşamanın fonksiyonunu "içki alışkanlığını kırmak" ya
da "alkolikliğin beline darbe vurmak" idi.
Sebebine
gelince bu aşamada namaz vakitlerine yakın saatlerde içki içmek yasaklanıyordu.
Öte yandan namaz vakitleri gündüzün değişik saatlerine dağılmıştı.
Namaz vakitleri arasındaki zaman aralıkları içki tutkunlarını tahmin
edecek derecede içki içip de sonra "ne dediklerini fark edecek"
oranda ayılmalarına yetecek genişlikte değildi. Üstelik alkoliklerin
gelenekleştirdikleri belirli vakitli içki seansları vardı. Meselâ "sebuh"
sabahleyin içilen içki ve "gabûk" akşamleyin içilen içki
demekti. Oysa şimdi bu seanslar ya bir namaz vakti ile çakışıyor, ya da
biraz sonrasında namaz vakti giriyordu. Bu durumda müslümanın vicdanı namazı
kılmak ile. içki içme hazzını yaşamak arasında kalıyordu. Üstelik bu
vicdan, namazı hayatının temel direği olarak algılama bilincine ermişti.
Bununla
birlikte Hz. Ömer -evet, Hz. Ömer gibi seçkin bir müslüman!"Allah'ım,
bize içki konusunda kesin ve doyurucu bir açıklama yap" demişti.
Sonra
zaman geçti, olaylar birbirini izledi ve kesin darbeyi indirmek için sistemin
öngördüğü uygun zaman geldi. Bunun üzerine Maide suresinde yer alan
yukarda okuduğumuz şu iki ayet indi. Bu ayetleri tekrar okuyalım:
"Ey
müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan-işi iğrençliklerdir.
Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
"Şeytan,
içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek, sizi
Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz,
değil mi?" (Maide Suresi, 90-91)
Müslümanlar
bu emri işitir-işitmez gerçekten içkiyi bırakıverdiler; her tarafta şarap
fıçıları ve şarap testileri kırılarak içlerindeki içkiler sokaklara döküldü.
Hatta bu emri içki içerken işiten ve henüz ağzına aldığı içki yudumunu
yutmamış olan müslümanlar da ağızlarında bulunan bu içki yudumlarını dışarıya
tükürdüler. Kur'an-ı Kerim davayı kazanmıştı, ilâhi sistem başarıya
ulaşmış ve güç kullanmak gereğini duymaksızın otoritesini kabul ettirmişti!
Fakat
bu nasıl olmuştu? Tarihte başka hiç bir örneğine rastlanmayan, bütün
zamanların ve bütün ülkelerin yasal düzenlemelerinde, hukukî
deneyimlerinde ve devlet yönetimi uygulamalarında başka bir eşi bulunmayan
bu mucize nasıl gerçekleşmişti?
Bu
mucize gerçekleşti. Çünkü ilahi sistem, insan psikolojisine kendine özgü
yöntemi ile yaklaştı. Bu psikolojiye Allah otoritesi, Allah korkusu ve Allah
gözetimi, bir an bile Allah'ın denetimi dışında,kalamayacağı gerçeği
ile karşı karşıya bıraktı. Onu birbirinden kopuk istek ve arzuları ile değil,
bir bütün olarak ele aldı. Kısacası insan fıtratını, bu fıtratın yaratıcısı
olan yüce Allah'ın reçetesi uyarınca tedavi etmeye koyuldu.
İnsan
ruhunu öyle büyük idealler ile doldurdu ki, orada içki neşesi ile sarhoşluk
hayalleri ve sarhoşluğun beraberinde getirdiği kof övünme ve böbürlenmeler
ile doldurulacak bir boşluk bırakmadı.
Bu
din, insan ruhunun boşluklarını büyük idealler ile doldurdu. Bu ideallerden
biri tümü ile insanlığı, şu şaşkın insanlığı cahiliyenin kupkuru
çölünden, bu çölün kavurucu sıcaklığından, çarpıcı karanlığından,
onur kırıcı tutsaklığından ve boğucu dar görüşlülüğünden çıkarıp
İslâm'ın büyüleyici bahçesine, bu bahçenin ılık meltemine, parlak aydınlığına,
onurlu özgürlüğüne ve dünya ile Ahireti kapsayan ufuk genişliğine kavuşturmaktır.
Yine
bu sistem, insan ruhunun boşluğunu -en önemli ideali olan- iman ideali ile; o
ılık meltemli, gönül okşayıcı, iç doyurucu ve çekici duygunun coşkusu
ile doyurdu. Böylece insan ruhunun; içkinin yalancı neşesine, bu neşenin asılsız,
hayalleri içinde yüzmeye, kandırıcı rüyaları içinde sayıklamaya artık
ihtiyacı kalmadı. Çünkü o, imanın parlak kanatları ile yüce ruhlar
aleminin aydınlığına doğru uçuyordu artık. Yüce Allah'ın yakınında, nûrunun
ve yüceliğinin gölgesi altında yaşıyordu. Bu eşsiz yakınlığın tadına
vardığı için içkinin tadından ve neşesinden iğreniyor, onun sarhoşluğunu
ve coşturuculuğunu reddediyor, pisliğinden ve işin sonundaki burukluğundan
tiksiniyordu.
Bu
ilâhi sistem, fıtratı cahiliye hayatının tortularından arındırdı, onun
kapısını başka bir anahtar ile açılamayacak olan kapısını -kendi şifreli
anahtarı ile açıp içine girdi; köşe-bucaklarında, giriş yollarında,
dehlizlerinde ve kuytuluklarında gezindi. Buralara aydınlık, canlılık, arınmışlık,
temizlik, uyanıklık, idealizm, iyiliğe ve büyük işlere koşma gayreti ile
yeryüzü halifeliği şevki aşıladı. Bu işi her şeyi bilen ve herşeyden
haberdar olan yüce Allah'ın fıtratın mayasına koyduğu kurallar uyarınca,
bunun yanısıra yüce Allah'ın buyruğu, şartları, kılavuzluğu ve
ışığı uyarınca yaptı.
Şimdi,
içki tutkunluğu, kumar tutkunluğu, bunların yanısıra diğer birçok alışkanlıkların
tutkunluğu, sözde sportif oyunlar tutkunluğu, bu oyunlara seyirci olma
tutkunluğu, hız-yarış tutkunluğu, sinema tutkunluğu, "moda" ve
"çıplaklık" çılgınlığı, boğa güreşleri tutkusu; günümüz
cahiliye uygarlığının, endüstri çağı cahiliyesinin, bilinçsiz insan sürülerini
kendinden geçiren bir sürü hobilerini ve gülünç ihtiraslarını düşününüz.
Bütün
bunlar günümüz insanının pençesinde kıvrandığı ruh boşluğunun göstergeleridir.
Bu ruhlar en başta imandan yana, ikinci derecede de insan enerjisini yararlı
biçimde kanalize edecek büyük ideallerden ve yüce ülkülerden yana boşturlar.
Bu durum, bu uygarlığın insan enerjilerini normal yollardan tatmin edemediğinin,
bu konuda iflasa uğradığının somut ve açık ifadesinden başka bir anlama
gelmez. İşte insanları içkiye ve kumara sürükleyen, onları az önce saydığımız
deliliklerin ve çılgınlıkların pençesine düşüren temel faktör; bu ruh
boşluğu ve bu fıtri enerjileri doyuma kavuşturma alanındaki uygarlık iflâsıdır.
Ayrıca zamanımızın insanlarını bildiğimiz, somut "deliliğin"
çeşitli psikolojik ve sinirsel hastalıkların ve anormalliklerin kucağına
atan sebep de yine bu boşluk ve bu iflâstır.
İslâm
sisteminde bu eşsiz içkiyi bıraktırma mucizesini gerçekleştiren faktör,
ilgili ayetlerin kelimeleri değildir. Bu mucizeyi gerçekleştiren faktör; bu
kelimelerin belirdiği, ilkeleştirdiği sistemdir. "İnsan işi" olan
değil, "insanların Rabbinin işi" olan sistem. İşte, bu sistem ile
insanların benimsedikleri ve fazla işe yaramadığı tecrübelerle kanıtlanmış
olan bütün kul sistemleri arasındaki köklü fark bu noktada yatar.
Mesele
sadece söz söylemek değildir. Sözler çoktur. Herhangi bir filozof, herhangi
bir şair, herhangi bir düşünür, herhangi bir devlet adamı sistem, akım ve
felsefe ekolü görünümü veren parlak ve tutarlı bir takım yazılar
yazabilir veya sözler söyleyebilir. Fakat insanların vicdanları bu sözleri
veya yazıları otoriteden yoksun sesler ya da yazılar olarak algılayacaklardır.
Çünkü bu yazılar ve sözlere ilişkin olarak "yüce Allah hiçbir güç,
hiçbir destek indirmiş değildir." (Yusuf Suresi, 40) Çünkü kelimelere
güç veren, ve otorite kazandıran faktör bunların kaynağıdır. Üstelik
insan kaynaklı sistemler, bu niteliklerinin kaçınılmaz gereği olarak yapılarında
birçok yetersizlikler, şahsî ihtiraslar, bilgi eksiklikleri ve noksanlıklar
taşırlar.
Acaba
herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yaratıcının sistemini bir yana bırakarak
insanlar için hayat düzeni ortaya koymaya kalkışanlar, hikmetli ve geniş görüşlü
yaratıcının koyduğu kanunları bir yana bırakarak insanlar için başka
yasalar koymaya yeltenenler, toplumlara yaratıcı ve tasarlayıcı Rabbimizin
ilkelerinden başka ilkeler empoze etmeye kalkışanlar acaba bu yalın, bu çıplak
gerçeği ne zaman kavrayacaklar?
Evet,
acaba bu adamlar bu kendini beğenmişlik kompleksinden ne zaman kurtulacaklar
ve bu saçma ukalâlığa ne zaman son verecekler?
Bu
ara açıklamayı burada noktalayarak yeniden ayetin incelemesine dönelim:
"Ey
müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken -yolculuk
hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız."
Bu
'ayet, müslümanlara sarhoşken -ne dediklerinin farkında oluncaya kadar-
namaza durmayı yasakladığı gibi cünüpken de -yolculuk durumu dışında- yıkanmadıkça
namaz kılmayı yasaklıyor.
Yalnız
bu ayette yer alan "Yolculuk" ve "Namaza yaklaşma"
deyimlerinin ne anlama geldikleri tartışmalıdır.
Bir
görüşe göre ayetin anlatmak istediği şudur: Cünüp olan kimse yıkanmadıkça
camiye ne yaklaşabilir ve ne de içine girip .durabilir. Yalnız eğer yolu
caminin, mescidin ïçinden geçiyorsa bu durumda camiye, mescide girip çıkmasının
sakıncası yoktur. Sebebine gelince Peygamberimizin zamanında bazı
sahabilerin oturdukları odaların kapıları mescide açılıyor ve evlerine
gidiş-dönüş yolları mescidden geçiyordu. İşte bu ayette bu kimselere cünüpken
mescidden geçiş izni verilmiş oluyordu. Yalnız yıkanmadıkça mescidde
kalamayacaklar ve tabiî olarak namaz kılamayacaklardı.
Başka
bir görüşe göre ise buradaki "Namaza yaklaşmak" deyimi namaza
durmak, namaz kılmak anlamındadır. Böyle olunca bu ayet, yolcu olmayan bir cünübün
namaz kılmasını yasaklıyor. Cünüp kimsenin yıkanmadıkça camiye ya da
mescide girip namaz kılabilmesi için teyemmüm etmesi gerekir. Bu durumda
teyemmüm, yıkanmanın, boy abdesti almanın yerine geçmiş olur. Tıpkı
abdest almanın yerine geçtiği gibi.
Birinci
görüş daha haklı ve daha mantıklı gibi görünüyor. Çünkü ikinci
varsayım, yani yolculuk durumu aynı ayetin daha sonraki cümlelerinde anlatılıyor.
Bu yüzden eğer ayetin başlangıcındaki bu "Yolculuğu" normal
yolculuk anlamına alırsak o zaman aynı ayette bir hüküm iki defa tekrarlanmış
olur ki, bunun hiçbir zorunlu gerekçesi yoktur. Şimdi de ayetin devamını
okuyoruz:
"Eğer
hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da kadınlara
dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm
ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç
kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu
ayet hem cünüp olup yıkanması, boy abdesti alması gereken yolcunun durumunu
ve hem de abdestini bozup abdest alma zorunluluğu ile karşı karşıya kalan
yolcunun durumunu kapsamına alır.
Ayet
bu yolcunun durumu ile cünüp olan ya da abdestsiz olan hastanın durumunu, yanısıra
helâdan gelen (Ayet-i Kerimede hela Gait şeklinde ifade edilmektedir. Gaitten
maksat o dönemde insanların tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için kazdıkları
çukura denir. Ayette kazılan çukura def-i hacette bulunmanın zikredilmesi
yerine "O çukurdan gelme" ifadesi kullanılmıştır. ilahi kelama
layık bir üslubtur.) yani abdest bozup abdest alması gereken kimsenin
durumunu ve bunlara ek olarak "kadınlara dokunanlar"ın durumunu aynı
sayıyor, bir görüyor. Yalnız ayette önemli bir incelik var. "Helâ"
insanların abdest bozdukları çukur yerler demektir. Buradan abdest bozma
eylemi "helâ"dan gelme biçiminde son derece nazik ve dolaylı bir
dille ifade ediliyor.
"Kadınlara
dokunma" deyimi hakkında da değişik görüşler, farklı yorumlar vardır.
Şöyle ki:
Bir
görüşe göre bu deyim "Cinsel ilişki işi"ni anlatmak isteyen
dolaylı bir ifadedir. O zaman bu eylem, tabii ki, yıkanmayı, boy abdesti
almayı gerektirir.
Başka
bir görüşe göre bu deyim gerçekten bildiğimiz dokunma, yani erkek vücudunun
herhangi bir organının, kadın vücudunun herhangi bir yerine
değmesi
anlamına gelir. Bu durum bazı fıkıh mezheplerine göre abdest almayı
gerektirir, bazı mezheplere göre böyle bir gereklilik doğurmaz. Bu mesele
ile ilgili ayrıntılı tartışmalar fıkıh kitaplarında bulunabilir. Biz bu
tartışmaları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
a-
Erkek ile kadının birbirine dokunmaları kesinlikle abdest tazelemeyi
gerektirir.
b-
Eğer dokunan ve dokunulan taraflar bu dokunma eylemi yüzünden nefislerinde
bir uyanma hissetmişler ise o zaman bu dokunma eylemi abdest yenilemeyi
gerektirir.
c-
Eğer dokunan taraf kendi iç algısı ile bu dokunuşun nefsini uyandırdığını
hissederse bu dokunuşundan dolayı abdest yenilemesi gerekir.
d-
Kadına dokunmak kesinlikle abdest yenilemeyi gerektirmez. Erkeğin karısına
sarılması, öpmesi de böyledir, yani abdesti bozmaz.
Ayrıntılı
meselelere ilişkin bütün benzeri fıkıh tartışmalarında görüldüğü
gibi bu meselenin bütün farklı görüşleri de Peygamberimizin (salât ve selâm
üzerine olsun) tercihlerini destekleyen sözlerine ve davranışlarına dayandırmaktadırlar.
Bizim
kişisel tercihimize göre ayetteki "Ya da kadınlara dokunmuşsanız"
ifadesi kinaye yolu ile yıkanmayı gerektiren eylem (cinsel ilişki) anlamına
gelir. Böyle olunca bu eylemden dolayı abdest alınması gerektiğini ya da
gerekmediği ileri süren bütün tartışmalı görüşleri burada zikretmeyi
bizim açımızdan gereksiz buluyoruz.
Bütün
bu durumlarda ister yıkanmak ve ister abdest almak gerekmiş olsun, eğer su
bulunmaz ise ya da su bulunur da kullanılması zararlı olursa yahut yıkanmayı
ve abdest alması gereken kimsenin su kullanacak gücü yoksa teyemmüm etmek, yıkanmanın
ve abdest almanın yerine geçer. Okuduğumuz ayette teyemmümden şöyle söz
ediliyor:
"...Temiz
bir toprakla teyemmüm ediniz."
Yani
pak, temiz bir toprağa başvurunuz. Ayette kullanılan "saîd"
kelimesi toprak, taş, duvar gibi yer cinsinden olan her şey anlamına gelir. Söz
konusu toprak, havada uçuşup binek hayvanının sırtına ya da yatak döşeği
üzerine konan tozlardan oluşmuş olabilir. Yeter ki, bu tozlar üzerlerine
inecek el darbeleri arkasından havada uçuşabilsinler.
Teyemmüm
almak için ya avuç içleri ile topraklı yüzeye bir kere vurulduktan sonra
avuçlar silkelenerek önce yüz ve arkasından dirseklere kadar kollar ovulur,
ya da avuç içleri ile toprağa iki kez vurulur ve birinci darbeden sonra yüz,
ikinci darbeden sonra da dirsekler ovulur. Bu meseleye ilişkin ayrıntılı fıkıh
tartışmalarının sebeplerini, dayanaklarını burada hatırlatmayı gerekli görmüyoruz.
Çünkü bu din, kolay uygulanabilir bir sistem getiriyor ve teyemmüm hükmünün
ortaya konması, bu kolaylığı açıkça ortaya koyan kanıtlardan biridir.
Ayetin sonuç cümlesini okuyoruz:
"Hiç
kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu
sonuç cümlesi bize söz konusu kolaylığın, yetersizlikleri anlayışla karşılamanın
kusurları hoş görmenin ve hataları bağışlamanın sıcak mesajını
vermektedir.
TEYEMMÜMÜN
HİKMETİ
Bu
ayetin açıklamasını ve bu dersi noktalamadan önce bu kısa ayetin içerdiği
bir inceliğe değinmek istiyoruz. Ünce teyemmümün hikmeti üzèrinde duralım,
daha doğrusu bu ibadetin yüce Allah'ın kavramamızı lütfettiği bazı
hikmetlerini hatırlatmaya çalışalım.
Şunu
hemen belirtelim ki, İslâm'ın yasal düzenlemelerinin ve ibadetlerinin
hikmetlerini araştıranlar bazan şöyle bir sakat yola başvururlar. İnceledikleri
yasal düzenlemenin ya da ibadetin bütün hikmetlerini teker teker arayıp
buldukları ve ortada buldukları hikmetler dışında başka hikmet kalmadığı
izlenimini uyandıran kesin bir dil kullanırlar. Eğer elimizde hikmetleri sınırlayan
bizzat İslâm kaynaklı bir delilimiz yoksa Kur'an'ın nasslarına ve yasal hükümlerine
böyle bir metodla yaklaşmamız son derece sakat bir tutumdur. Bunun yerine her
zaman şöyle dememiz doğru olur: "Bu nass ya da bu hüküm hakkında
bizim bulabildiğimiz, fark edebildiğimiz hikmet ya da hikmetler bu kadardır.
Bu nassın ya da bu hükmün söylediğimiz dışında tarafımızdan fark
edilemeyen ve algılanamayan başka sırları, başka hikmetleri olabilir".
Böyle demekle ilâhi hükümler karşısında insan aklını karşıt kutuplaşmaların
aşırılıklarına düşmeden, layık olduğu gerçek yerine koymuş oluruz.
Bu
hatırlatmayı yapmamın sebebi şudur: Aralarında iyi niyetlilerin de bulunduğu
bazı kimseler İslâmiyet'in nasslarını ve hükümlerini insanlara aktarırken
yanlarında pratik insan deneyimlerinden veya "Modern bilim"in buluşlarından
derlenen belirli hikmetlerini sunmaya meraklıdırlar. Bu iyi bir tutumdur.
Fakat bir yere kadar, aşılmaması gereken bir sınıra kadar. Bu sınır az önce
değindiğimiz çizginin ötesine geçmemelidir.
Meselâ
çoğu yorumlarda namazdan önce alınan abdestin hikmetinin temizlik olduğu söylene
gelmiştir.
Abdestin
böyle bir amacı içerdiği söylenebilir. Fakat eğer onun tek amacının bu
olduğunu, bundan başka hiçbir amaç taşımadığını söylersek işte bu
son derece sakat, aynı zamanda güvenilmez bir yaklaşım tarzı olur.
Sebebine
gelince gün olmuş, bazı sivri akıllı İslâm düşmanları şöyle demeye
başlamışlardır; "Böyle ilkel bir yola başvurmaya artık ihtiyacımız
kalmadı. Çünkü şimdi temizlik diye bir problemimiz yok. İnsanlar temizliği
zamanımızda gündelik hayatlarının proğramlı bir parçası haline getirmişlerdir.
Madem ki, abdestin hikmeti temizlenmektir, buna göre artık namazdan önce
abdest almanın hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Hatta artık namaz kılmanın
bile bir gereği kalmadı!"
"Namazın
hikmeti" konusunda da çoğu kere değişik yorumlarla karşılaşırız.
Kimi zaman, namazın gerekçesinin vücudun tümünü çalıştıran jimnastik
hareketleri yaptırmak olduğu ileri sürülür. Kimilerine göre ise namazın
hikmeti müslümanı disipline alıştırmaktır. Önce vakitleri gözetme
disiplini, ikinci olarak belirli hareketleri yapma disiplini, üçüncü olarak
da düzgün saflar oluşturma ve imama uyma disiplini. Kimilerine göre de namazın
hikmeti dua ve Kur'an okuma yolu ile yüce Allah (celle celaluhu) ile ilişki
kurmaktır. Namazın bu ya da şu amacı içerdiği söylenebilir. Fakat
"Namazın amacı sadece bu ya da sadece şudur, ya da bu söylenenlerdir"
diye kestirip atmak, bu konudaki sağlıklı metodunu ve güvenlik çizgisini aşmak
olur.
Nitekim
öyle zamanlar geldi ki, bazı sapıkların şöyle amaçlar ileri sürdüklerini
gördük; "Artık namazın içerdiği jimnastik hareketlerini yapmamıza
gerek kalmadı. Çünkü günümüzde bir bilim dalı haline gelen spor
faaliyetleri çeşitli bölümlerindeki çalışmaları ile bu organik ihtiyacı
fazlası ile karşılamaktadırlar."
Başka
baza sapıklar da şöyle diyor; "İnsanlarda disiplin alışkanlığı
meydana getirmek için artık namaz kılmamıza gerek yok. Çünkü en büyük
disiplin ocağı olan askerlik eğitimi, bu ihtiyacı yeterince karşılamaktadır."
Diğer
bazı sapıklar da şöyle saçmalıklar gevelemeye koyulmuşlardır "Namazın
şeklini belirlemeye, bu ibadeti kesin kalıpların çerçevesine oturtmaya
gerek yoktur. Çünkü Allah ile ilişki kurmak herhangi bir tenha köşedeki fısıltılı
yakarışlar yolu ile gerçekleşebilir. Bunun için bedenin belirli hareketler
yapması gereksiz ve hatta yersizdir. Çünkü bu beden hareketleri, ruhi girişimleri
ve psikolojik akrobasileri frenler."
İşte
eğer bu sakat yolu izleyerek İslâm'ın her ibadetinin, her yasal düzenlemesinin
hikmetini "belirleme"ye kalkışırsak bu ibadetlere ve yasalara ya
"insan akli" ya da "Modern bilim verileri" uyarınca birtakım
gerçekler yakıştırıp da arkasından "Bu ibadetlerin, bu hükümlerin
hikmetleri bunlardan ibarettir" diye kestirip atarsak yüce Allah'ın
nassları ve hükümleri karşısında takınmak zorunda olduğumuz sağlıklı
ve tutarlı tutumun uzağına düşmüş oluruz. Bunun yanısıra bu alandaki
"Güvenlik çizgisi"ni de aşmış, düşmanca yorumlara kapı açmış
oluruz. Üstelik böyle bir gerekçe yakıştırma metodu, özellikle modern
bilimin verilerine bağlandığı takdirde her zaman köklü yanılgılara düşme
ihtimali ile karşı karşıyadır. Çünkü modern bilimin verileri değişmez
kesinlikler değildir. Tersine bu veriler hergün sürekli düzeltmelere ve değiştirmelere
açık bir nitelik taşırlar.
Nitekim
incelemekte olduğumuz konuya bu açıdan bakınca abdestin ve tüm vücudu yıkamanın
hikmetinin "sadece" temizlik olmadığı açıkça görülür. Çünkü
bu ibadetlerin yerini tutan teyemmüm ibadeti, söz konusu temizlenme hikmetini
gerçekleştirmiyor. Buna göre abdestin ve yıkanmanın, teyemmüm yolu ile de
gerçekleşen başka bir hikmeti daha olmalıdır.
Şimdi
biz az önce değindiğimiz hataya kendimiz düşerek kesin konuşacak veya sözü
kestirip atacak değiliz. Bunun yerine ihtiyatlı bir dille şöyle diyoruz:
Belki de abdestin ve yıkanmanın bir diğer hikmeti normal gündelik meşguliyetler
ile yüce Allah'ın huzuruna çıkma girişimi arasına herhangi bir uyarıcı
eylem koyarak yüce Allah ile buluşmaya psikolojik bir hazırlık yapmaktır. Eğer
bu düşüncemiz yerinde ise o zaman teyemmüm, söylediğimiz açıdan, yıkanmanın
ya da abdest almanın yerini tutabilir.
Bunun
ötesi insan ruhunun giriş yollarını, girintili=çıkıntılı Lâbirentlerini
herkesten iyi bilen yüce Allah'ın kapsamlı ve engel tanımaz bilgisine kalmıştır.
Geride kalan bir başka mesele de şudur: Biz kullar ulu, yüce ve her türlü
ölçüler-üstü büyük olan Allah karşısında takınmak zorunda olduğumuz
edebin kurallarını iyi öğrenmeliyiz.
Bu
ayette dikkatimizi çeken bir başka nokta da şudur: Bu ilâhi sistem, her türlü
özür, her türlü engel karşısında direnilerek namazın mutlaka kılınmasını
özendiriyor. Bu yoldaki engelleri etkisiz hale getiriyor. Bu amaçla getirdiği
bariz kolaylıklardan biri, teyemmümü, abdestin ya da yıkanmanın veya her
ikisinin yerine koymaktır. Müslüman bu kolaylığa su bulamadığı ya da su
kullanmaktan zarar görebileceği veya varolan az miktardaki suyu hayatın
zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmak zorunda olduğu durumlarda
ve bunların yanısıra bazı görüşlere göre su bulunsa bile yolculuk sırasında
başvurabilir.
Ayrıca
tehlikeli anlarda ve savaş alanlarında kılınacak namazlarda da birçok
kolaylıklar tanınmıştır. Bütün bunlar açıkça şunu gösterir: Bu ilâhi
sistem namaz kılmaya olağanüstü derecede önem veriyor, şartlar ne olursa
olsun namaz kılmamaya açık kapı bırakmaya kesinlikle yanaşmıyor. Hiçbir
mazeret namazı bırakmaya gerekçe sayılmıyor. Bu titizlik hastalık
durumunda da açıkça görülür. Hastaların oturarak, yatarak, sayıklarken
namaz kılmaları, vücudlarını ya da bazı organlarını kımıldatamayacak
derecede ağır durumda iseler göz kapaklarının hareketleri aracılığı ile
namaz kılabiliyorlar.
Çünkü
namaz kul ile yüce Allah arasında kurulan bir ilişkidir. Yüce Allah, kulun
bu ilişkiyi kesmesine razı olmuyor. Çünkü bu ilişkinin ve bu bağın kul için
ne oranda gerekli olduğunu biliyor. Yoksa yüce Allah'ın ne insanlara ve ne de
diğer varlıklara ihtiyacı yoktur. Ayrıca kulun namazı O'na hiçbir şey
kazandırmaz. Namazın kazancı onu kılan kullara dönüktür. Namaz onları kötülüklerden
uzak tutar. Namazla yüce Allah ile gerçekleştirdikleri bağlantı sayesinde
ve yükümlülüklerini yerine getirmede Allah'tan yardım görme kolaylığı,
kalplerinde huzur, gönüllerinde dirlik ve varlıklarında bir şevk tazeliği
hissederler. Fıtratlarının isteklerine uygun bir yolla, yüce Allah'ın
himayesi altında, yakınında ve gözetiminde oldukları bilincini kazanırlar.
Hiç kuşkusuz yüce Allah onların bu fıtrî ihtiyacını, bu fıtrata neyin
yararlı olacağını ve onu neyin islâh edeceğini bilir. Çünkü yarattıklarını
herkesten iyi bilen, bilgisi önünde hiçbir engel bulunmayan ve herşeyin içyüzünden
haberdar olandır.
Son
olarak bu ayette geçen bazı nazik, bazı ince ifadelere dikkatleri çekmek
istiyoruz: Ayette helâda abdest bozma eyleminden söz edilirken "İçinizden
biri helâdan gelmiş ise..." deniyor, bunun yerine "şöyle şöyle
yapınca" denmiyor, hatta abdest bozma eylemi, bu eylemin yapıldığı
yerden dönme ifadesiyle dolaylı biçimde dile getiriliyor. Üstelik abdest
bozma eylemi ikinci şahıslara (muhataplara) dayandırılarak "Eğer helâdan
gelmişseniz..." de denmiyor, bunun yerine eylem üçüncü şahıslara
(gaiplere) dayandırılarak "İçinizden biri helâdan gelmişse."
buyuruluyor. Böylece son derece nazik bir seslenme üslubu son derece ince imalı
ifade tarzı kullanıyor, bu incelikli ve edepli üslubun insanlara; aralarındaki
konuşmaları sırasında örnek olması isteniyor.
Tıpkı
bunun gibi, aynı ayette, bildiğimiz kadın-erkek ilişkisinden sözedilirken
"Ya da kadınlara dokunmuşsanız..." ifadesi kullanılıyor. Bu ifade
son derece ince, muhteşem ve yüksek düzeyli bir ifadedir.
"Dokunmak" deyimi hem bu eylemin ön girişimlerini ve hem de eylemin
kendisini anlatabilir. Bu anlamlardan hangisi kasdedilmiş olursa olsun, bu
anlatım tarzı yüce Allah'ın insanlara gösterdiği bir edep örneğidir. İnsanlar
bu tür mahrem eylemleri açık açık anlatmak zorunda olmadıkları durumlarda
bu tür dolaylı anlatım biçimleri kullanmalıdırlar.
Bu
açıdan dikkatimizi çeken bir başka ifade şekli de şudur: Teyemmümün nasıl
alınacağı anlatılırken topraktan "Pâk toprak" diye sözediliyor.
Böylece her temiz şeyin pak ve her pis şeyin iğrenç olduğu anlatılıyor
ki, bu ifade tarzı gönülleri etkileyen, nazik bir mesaj veriyor insana.
Ey
ruhların yaratıcısı ve ey bu ruhların içyüzlerinin herkesten iyi
bilicisi, sen ne kadar yücesin!
BİTMEYEN
SAVAŞ
Bu
sûrenin biraz ilerde okuyacağımız ayetler grubu, bir bütün olarak, müslümanları
savaşa çağırıyor. Kur'an-ı Kerim'in başta yahudiler olmak üzere müslüman
cemaatı kuşatmış olan cahiliye toplumunun bütününe karşı, müslümanlar
eli ile girişmiş olduğu bir savaştır bu. Biz bu savaşın çatışmalarını
ve alanlarını daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde de görmüştük.
Savaş yine o savaş olduğu gibi düşman kamplar aynı kamplardır. Bu düşman
kamplardan da gerek Bakara ve Al-i İmran surelerinin girişlerinde ve gerekse
bu sûrenin girişinde sözetmiştik.
Evet,
az ilerde okuyacağımız ayetler grubu müslüman cemaat eli ile müslümanları
kuşatan düşman kamplara karşı bir dışa dönük savaş başlatıyorlar.
Fakat aslında bu ayetler savaşın başlangıç çizgisini oluşturmaz.
Sebebini şöyle açıklayalım: bilindiği gibi bu sûrenin şimdiye kadar
incelediğimiz ayetlerinde İslâm'ın hukukî, ekonomik, ailevî ve ahlâkî düzenlerine
ilişkin birçok hüküm ile karşılaştık. Bu ilâhi sistemin cahiliye bataklığından
tutup çıkardığı İslâm toplumunda hâlâ varlığını sürdüren birçok
cahiliye artığının silinmesi girişimlerine tanık olduk; İslâm'ın yeni
ilkelerinin toplumda kökleşip egemen olmasına ilişkin yoğun çabaları
izledik.
İşte
bütün bu çabalar, İslâm toplumunun genel olarak Arap yarımadasındaki ve
özellikle Medine'deki düşmanlarına karşı vereceği dışa dönük savaştan
uzak ve kopuk faaliyetler değildir. Tersine sözkonusu içe dönük faaliyetler
bu savaşı karşılamaya yönelik birer .hazırlık ve birer ön eğitim niteliği
taşır. Başka bir deyimle bu içe dönük düzenlemeler bir kuruluş, bir yapılanma,
bu genç toplumu İslâm sistemi uyarınca yeniden yapılandırma çalışmalarıdır.
Ancak bu yeni yapılanma sayesinde bu genç toplum, çevresini saran düşmanlara
karşı koyabilir, onlara üstün gelebilirdi.
Bu
yüzden, Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde gördüğümüz gibi, öncelikle bu
toplumun iç yapılanmasına önem veriliyor. Toplumun inanç sistemi, düşünceleri,
ahlâkı, duyguları, hukuk sistemi ve kurumları yeni bir yapılanmaya kavuşturuluyor.
Bu yeniden yapılanma süreci ile içiçe olarak müslüman topluma düşmanlarının
içyüzü ve mücadele yöntemleri konusunda gerekli bilgiler verilerek düşmanlarının
oyunları ve tuzakları konusunda uyarılıyorlar. Böylece müslümanlar
kalpleri güvenle dolu, gözleri açık, iradeleri yoğunlaşmış-bilenmiş, önlerindeki
savaşın niteliği ve kärşılarındaki düşmanın mahiyeti hususunda bilgi
edinmiş olarak dışa dönük savaşa yöneltiliyorlar. Bu durumun bu sûrede
de tıpatıp aynı olduğunu görüyoruz.
Bütün
bu örneklerde Kur'an-ı Kerim, her cephede müslüman cemaatin yanında savaşa
girer. Meselâ müslümanların vicdanlarında ve duygularında savaşa girer.
Bu savaş sonucunda bu vicdanlarda yeni bir inanç sisteminin yapısını kurar,
yeni bir Allah kavramını yerleştirir, evrene ve varlık alemine ilişkin yeni
bir bakış açısı geliştirir, yeni ölçüler ve yeni değer yargıları oluşturur.
Vicdanın orijinal fıtratını cahiliye kültürünün yozlaştırmalarından,
kirlerinden, paslarından arındırır. Böylece vicdanlarda ve toplumlarda halâ
etkili olan cahiliye değerlerini siler, bunların yerine İslâm'ın ışıklı
ve alımlı değerlerini ve kurumlarını oluşturup yerleştirir. Bunun arkasından
bu toplumu iç ve dış düşmanlarına karşı; yani münafıklara, yahudilere
ve puta tapanlara karşı savaşa yöneltir. Yine Kur'an'ın rehberliği altında
savaşa giren bu toplum inanç sisteminin, ahlâkının, sosyal ve hukukî
sisteminin, kısacası iç yapısının sağlamlığı yüzünden artık düşmanları
ile karşılaşmaya ve onlara karşı üstünlük kurmaya tam anlamı ile hazırlıklı
durumdadır.
İslâm
toplumunun çevresini kuşatan cahiliye toplumlarına -ki bunların arasında
Medine'nin kalbinde yerleşmiş bulunan yahudi toplumu da vardı karşı sağladığı
üstünlük, Kur'an'ın biçimlendirdiği ilâhi sistem sayesinde gerçekleşen
ruhî, ahlâkî, sosyal ve hukukî üstünlüğünden kaynaklanıyordu; yoksa
askerî, ekonomik ve maddi üstünlüğünden ileri gelmiyordu.
Hatta
hiçbir zaman bu dönemde Müslümanların askeri, ekonomik ve maddi üstünlükleri
söz konusu olmamıştı. Çünkü İslâm'ın düşmanları her zaman sayıca
daha çok, daha güçlü, daha zengin ve genel anlamda maddi imkânlar bakımından
daha avantajlı durumda olmuşlardı: Bu gerek Arap yarımadasındaki savaşlar
sırasında ve gerekse daha sonra yarımada dışında gerçekleşen büyük
fetihler sırasında böyle idi. İslâm toplumunun gerçek üstünlüğü öncelikle
bu ruhi, ahlâkî, sosyal yapılanmasından ve bununla bağlantılı olarak eşsiz
İslâm sisteminin ürünü olan siyasi ve idarî mekanizmasından kaynaklanıyordu.
İşte
İslâm öncelikle ruhî, sosyal, ahlâkî yapılanmasının ve bununla bağlantılı
siyasî ve idarî yapısının cahiliye toplumları karşısında sağladığı
ezici üstünlük sayesinde düşmanlarını dize getirebildi. Onları ilk aşamada
Arap yarımadasında dize getirdi. İkinci aşamada ise çevresinde öteden beri
egemen olan iki uygar imparatorluğun, yani eski Pers-İran İmparatorluğu ile
Bizans İmparatorluğunun kişiliklerinde cahiliye toplumunu dize getirdi. Daha
sonra da yeryüzünün çeşitli yörelerinde egemen olan birçok cahiliye
toplumu İslâm'ın bu ezici üstünlüğü önünde dize gelmek zorunda kaldı.
Bu sağlam içyapısı sayesinde İslâm, orduları ve' kılıçları ile olduğu
gibi Mushaf'ı ve ezanı ile de cahiliyeye, önünde diz çöktürmeyi başarıyordu!
Eğer
bu ezici üstünlük olmasaydı insanlık tarihinde başka bir benzeri görülmemiş
olan o olağanüstü başarılar elde edilemez, o eşsiz harikalar meydana
gelemezdi. Bu olağanüstü harikalar eski dönemlerdeki Moğol istilaları ve
yakın zamanlardaki Hitler operasyonları gibi tarihte nam salmış askeri
harekatlarda bile görülmez. Çünkü İslâm'ın zaferleri sadece askeri
zaferler değildi; aynı zamanda birer inanç, kültür ve uygarlık zaferi olmuşlardı.
Bu zaferlerde yenilgiye uğrayan halkların inançlarını, dillerini,
adetlerini ve geleneklerini zor kullanmadan silip süpüren, ezici bir üstünlük
görülür. Bu görüntünün eski-yeni hiç bir başka askeri zaferde
kesinlikle eşi ve benzeri yoktur.
Bu
üstünlük dört dörtlük bir "insanî" ilkelerde kendini gösteren
tartışmasız bir üstünlük. Bu üstünlük insan için bir "Yeniden doğuş"
göstergesi idi; yeryüzünün o güne kadar tanımış olduğu insan tipi dışında
yepyeni bir insan tipinin doğuşunu müjdeliyordu. Bundan dolayı bu akıncı
hareketi, ele geçirdiği ülkelere kendi rengini verdi, alınlarına kendine özgü
damgasını vurdu. Yine bundan dolayı bu akıncı hareket bazı yörelerdeki
binlerce yıllık egemenlik geçmişi olan uygarlıkların kalıntıları üzerinden
silindir gibi geçti. Mısır'daki Firavunlar uygarlığı, Irak'taki Babil ve
Asur uygarlıkları, Suriye'deki Fenike ve Süryanî uygarlıkları gibi. Çünkü
İslâm uygarlığının bu eski uygarlıklara göre insan fıtratındaki kökleri
daha derin, insan psikolojisi üzerindeki egemenlik alanı daha geniş, insanlığın
hayatındaki dayanakları daha sağlam ve bu hayata ilişkin bakış açısı
daha geniş kapsamlı idi.
Bu
akıncı hareketin önünde diz çöken ülkelerdeki "İslâm dili"nin
yerleşmesi ve üstünlüğü, şaşırtıcı bir olgudur. Bu şaşırtıcı
olgu, henüz gerektirdiği düzeyde incelenmemiş, araştırılmamış ve değerlendirilmemiştir.
Bana göre bu üstünlük inanç üstünlüğünden, inanç egemenliğinden daha
şaşırtıcı bir gelişmedir. Çünkü dil, insan yapısının o kadar köklü
ve insan toplumunun o kadar karmaşık bir kurumudur ki, onda meydana gelen bu
sarsıcı değişmeyi tam anlamı ile bir mucize saymak gerekir. Bu inanılmaz
başarı "Arap dili"ne mal edilemez. Mesele "Arap dili"
meselesi değildir. Çünkü Arap dili daha önce de vardı. Fakat İslâm'dan
önceki dönemde dünyanın hiçbir yöresinde böylesine bir mucizevi yayılışı
gösterememişti. Bundan dolayı bu dile "İslâm dili" adını
verdim. Çünkü Arap dilinde birdenbire beliren bu yeni güç, bu dilin eli ile
meydana gelen bu mucizevi başarı, kuşku yok ki, "İslâm"dan
kaynaklanıyordu.
Bu
mucizenin göstergesi olarak özgürlüğe, aydınlığa ve serbestliğe açılan
fethedilmiş ülkelerin o güne kadar ortaya çıkamamış dehâları,
kendilerini ana dilleri aracılığı ile değil bu dil aracılığı ile ifade
etmeye yönelmişlerdir. Bu dinin dili ile, İslâm'ın dili ile yani. Söz
konusu dehalar bu dil aracılığı ile kültürün her dalında öyle parlak ve
orijinal eserler ürettiler ki, bunların hiç birinde yabancı dilde yazı
yazmanın, anadil dışındaki bir dili kullanmanın kaçınılmaz kıldığı
kopyacılığa ve zorlamalı ifadelere rastlanmamaktadır. Başka bir deyimle
"İslâm dili" pratikte bu dehaların anadili haline gelmiştir. Çünkü
bu dilin taşıdığı kavram ve kültür birikimi o kadar zengin, o kadar üstün
düzeyli ve o kadar insan fıtratı ile bütünleşmiş idi ki, insan vicdanları
tarafından eski kültürlerinden, eski dil birikimlerinden daha öze yakın ve
daha köklü olarak algılanıyordu.
Bu
birikim yeni inanç sisteminin ve yeni düşünce tarzının birikimi idi. Bu
birikimi İslâm sistemi, çok kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği ruhî,
, aklî, ahlâkî ve sosyal yapılaşmanın ürünü olarak ortaya koymuştu. Bu
birikimin zenginliği, derin boyutluluğu ve fıtratla bütünleşmişliği o
kadar üst düzeyde idi ki, bu niteliği İslâm diline karşı durulmaz bir
otorite ve önüne geçilmez bir güç sağlamıştı. Tıpkı aynı kültür
birikiminin ordulara, İslâm ordularına sağladığı karşı durulmaz güç
gibi!
Bu
eşsiz tarihi olguyu, yani İslâm dilinin bu sarsıcı yayılma ve hızlı
benimsenme olgusunu başka türlü açıklamamız zor olur.
Her
neyse, bu uzun boylu bir meseledir. Ayrıntılı açıklaması çok yer tutar.
Bu tefsir kitabının akışını durdurarak yaptığımız bu kısa açıklama
ile yetinmek istiyoruz.
PUSUDAKİ
İSLÂM DÜŞMANLARI
Az
sonra incelemeye koyulacağımız ayetler gurubu ile Medine'de doğan İslâm
cemaati ile onun karşısında pusuya yatan düşman kamplar arasında amansız
bir savaş başlıyor. Bu derste yahudilerin gerek bu yeni dine ve gerekse bu
dini kişiliğinde temsil eden müslüman cemaate yönelik tutum ve davranışları
şaşkınlıkla karşılanıyor. Onu izleyen ayetler gurubunda müslüman
toplumun görevi, bağlı olduğu sistemin mahiyeti ve bu toplumun sistemini,
hayat tarzını ve düzenini benzerlerinden ayıran İslâm'ın ve müminliğin
şartı açıklanıyor.
Bunu
izleyen ayetler gurubunda bu cemaat sistemini, varlığını ve kurumsal yapısını
savunmaya çağrılıyor; bu sisteme karşı sinsice entrikalar çeviren münafıkların
yüzündeki perde açılıyor; ölümün, hayatın ve bu iki olguya ilişkin ilâhi
takdirin mahiyeti irdeleniyor. Bu ders müslüman cemaate yönelik eğitimin, bu
cemaati dış düşmanları ile savaşma görevine hazırlamanın bir aşamasını
oluşturur.
Onu
izleyen ayetler gurubunda münafıklar hakkında verilecek bilgilerin devamı açıklanmakta,
müslümanlar yahudilere karşı takınılacak tutum konusunda anlaşmazlığa düşmekten
ya da yahudilerin davranışlarını savunmaktan sakındırılmakta; arkasından
müslüman toplumun çevresindeki farklı düşmanlar karşısında nasıl bir
tutum takınacağı, yani uygulayacağı devletlerarası hukukun ne gibi
kurallara dayandığı anlatılmaktadır.
Onun
arkasından gelen ayetler gurubunun konusu İslâm toplumunda yaşayan bir
yahudiye yönelik örnek ve adil davranış tarzı somut biçimde gözler önüne,
serilir. Bir sonraki derste puta tapıcılık ve puta tapanlar ile girişilen
bir hesaplaşmaya tanık oluruz. Bu hesaplaşmada Arap yarımadasında yaşayan
putperestlerin dayandıkları temellerin çürüklüğü vurgulanıyor. Bu dışa
dönük savaşın arasında içe dönük bir yasal düzenleme bölümü girer;
aile hukuku konusunu işleyen bu ara bölüm ile bu sûrenin başlangıç bölümü
arasında bağ vardır.
Arkasından
sıra bu cüzün son dersine gelir. Münafıklığı ve münafıkları konu
edinen bu ders bu iki yüzlüleri cehennemin en alt katına indirir!
Önümüzde
inceleyeceğimiz derslerin içeriklerine ilişkin bu son derece kısa açıklamalar
bize ilk İslâm toplumunun vermek zorunda kaldığı gerek içe ve gerekse dışa
dönük savaşların alanlarını ve değişik yönlerini, bunun yanısıra içe
dönük ve dışa dönük savaşın bu toplumun hayatında nasıl bir uyum ve bütünlük
gösterdiğini açıkca belirtir. Müslüman ümmetin savaşı hep aynı savaştır;
bugün de yarın da özü ve temel karakteristikleri hiç değişmeyecektir!
44-
Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı
satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
45-
Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size
yeter.
46-
Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat'taki
kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak "işittik
ve karşı geldik ", "Dinle sözü dinlenmez olasıca!" ve "Raina
(Bizi gözet anlamına da gelen eş sesli bir hakaret deyimi)" ilerler.
Oysa eğer (böyle diyecekleri yerde) "Duyduk ve uyduk ", "İşit
" ve "Bize bak " deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve
tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği
için -pek azı dışında- onlar iman etmezler.
SAPIKLIĞI
SATIN ALANLAR
Şimdi
bu dersi oluşturan ayetler gurubunun incelemesine geçiyoruz:
Bu
ayetlerin birincisi, yahudilerin tutumunu hayret ve kınama ile karşılayan ve
ilerde okuyacağımız benzerlerinin ilkini oluşturan bir ayettir. Bu ayette
Peygamberimize ve O'nun kişiliğinde yahudilerin sergiledikleri şaşırtıcı
ve kınanası tutumun farkına varan, sağduyu sahibi herkese sesleniliyor.
Ayeti tekrarlıyoruz:
"Şu
kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı
satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar."
"Kendilerine
kitap verilmesinin" doğal sonucu hidayete ermeleri idi. Yüce Allah ilk
sapıklıklarından kurtularak hidayete kavuşsunlar diye onlara Hz. Musa (selam
üzerine olsun) eli ile Tevrat'ı vermişti. Fakat onlar bu kurtarıcı
"pay"ı tepiyorlar, hidayeti bırakıyorlar ve yerine sapıklığı
satın alıyorlar. "Satın alma" deyimi bilerek ve karar vererek yapılan
değiş-tokuş anlamına gelir. Yani yahudilerin ellerinde hidayet var; fakat
onlar bu hidayeti bırakarak yerine sapıklığı alıyorlar. Burada bilmeyerek,
yanılarak ya da farkında olmayarak yapılan bir hata karşısında değil;
bilinçli, kararlı ve kasıtlı bir alış-veriş sözleşmesi karşısındayız.
Bu şaşılacak ve kınanacak, son derece acayip ve son derece tuhaf bir
durumdur.
Fakat
yahudiler bu şaşılası ve kınanası noktada da durmuyorlar. Tersine daha da
ileri giderek hidayete erenleri sapıklığa düşürmek istiyorlar, çeşitli yöntemler
kullanarak ve çeşitli yollardan giderek müslümanları da doğru yoldan çıkarmaya
çalışıyorlar. Bu yöntemler ve yollar daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde
açıklandığı gibi bu surenin ilerde inceleyeceğimiz ayetlerinde de kısmen
açıklanacaktır. Yani bu adamlar sapıklığı kendileri için satın almakla
yetinmiyorlar, üstelik çevrelerindeki hidayetin belirtilerini kökten silmeye
yelteniyorlar. Böylece ortalıkta ne hidayet ve ne de hidayete ermiş insanlar
kalsın istiyorlar.
Ayetin
gerek ilk gerek ikinci mesajı yahudilerin oyunlarına ve önlemlerine karşı müslümanlara
yöneltilmiş bir uyarı ve bir sakındırma niteliği taşır. Aman Allah'ım,
ne önlem! Ayrıca müslümanların vicdanlarında kendilerini tekrar sapıklık
dönemlerine döndürmek isteyen kötü niyetlilere karşı antipati uyandırılmak
isteniyor. Çünkü müslümanlar kavuştukları hidayetin değerini iyi
biliyorlar, kendilerini tekrar cahiliye dönemlerine döndürmeye kalkışanlara
düşmanlık besliyorlardı. Onlar hem cahiliyeyi ve hem de İslâm'ı yakından
bildikleri için cahiliyeden nefret ederek İslâm'ı sevmişler ve bu bilincin
sonucu olarak kendilerini şu ya da bu oranda cahiliye döneminin geriliğine döndürmek
isteyenlere karşı da nefret duyar olmuşlardır. Kur'an-ı Kerim onlara bu
uyarıyı yöneltirken, elbette ki, yüce Allah onların kalplerindeki bu canlı
duyguyu biliyordu.
Bundan
dolayı bir sonraki ayette yahudilerin, müslümanların düşmanları oldukları
açıkça dile getirilerek ve bu düşmanca girişim karşısında yüce Allah'ın
(celle celâluhu) müslümanları koruması ve desteği altına aldığı gönüllere
ferahlık aşılayan bir üslup ile dile getirilerek yahudilerin bu yıkıcı
girişimlerine dikkat çekilmek isteniyor. Okuyoruz:
"Allah
düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size
yeter."
Böylece
Medine'de müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki düşmanlık açığa
vuruluyor, aleniyete dökülüyor ve saflar iyice belirginleşiyor.
Bir
önceki ayette bir bütün olan Kitap ehlinin tutumu hayretle karşılanmıştı.
Gerçi bu hayret belirtici ifade ile aslında yahudilerin kastedildiği anlaşılıyordu.
Ama bir sonraki ayet bu anlaşılırlıkla yetinmeyerek yahudilerin kasdedildiğini
açıkça belirtiyor. Sonra yahudilerin bu dönemdeki tutumları, davranışları
ve Peygamberimize yönelik edepsizlikleri anlatılıyor. Anlaşılan bu olaylar
hicretin ilk yıllarında, yani yahudilerin, Medine'de halâ borularının öttüğü,
henüz burunlarının kırılmadığı dönemde meydana gelmiştir. Okuyoruz:
Yahudiler
içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat'taki
kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak `İşittik
ve karşı geldik', `Dinle, sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet
anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)' derler."
Yahudiler
kaypaklığı yüzsüzlüğü ve yüce Allah'a karşı edepsizliği Tevrat'taki
kelimeleri amaçları dışına çıkacak biçimde tahrif etmeye kadar ileri götürdüler.
En kabul edilebilir yoruma göre buradaki "tahrif" eylemi, Tevrat'ın
metinlerini amaçları dışında yorumlamak anlamındadır. Yahudiler bu tahrif
eylemini Tevrat'ta yer alan son peygamberlik misyonuna ilişkin delilleri
ortadan kaldırmak, bunun yanısıra son ilâhi kitap olan Kur'an'ın onaylandığı
ve böylece her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğine ve bununla bağlantılı
olarak Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna kanıt oluşturan hükümleri
ve yasaları gözlerden kaçırmak amacı ile yapıyorlardı.
Şunu
hemen belirtelim ki, insanların arzularına uyum sağlamak amacı ile semavî
kitapların metinlerini amaçları ile bağdaşmayacak biçimde yorumlamak;
dinlerinden saparak onu bir meslek ve bir geçim amacı haline getiren bütün
din adamlarında görülen ortak bir tutumdur. Onlar bu sahtekârlığı her dönemdeki
iktidar sahiplerinin keyiflerine ve dinin çerçevesi dışına taşmak isteyen
halk yığınlarının arzularına uyum sağlamak için yaparlar. Yahudiler bu
çarpıtma sanatının en maharetli ustalarıdırlar. Ama günümüzde İslâm'ı
çarpıtmayı meslek edinmiş sahtekârlar arasından bu alanda yahudilere taş
çıkartacak olanlar ve onlarla başa baş yarışabilecek olanlar hiç de az değildir!
Bunun
yanısıra yahudiler kaypaklığı, yüzsüzlüğü, küstahlığı ve
Peygamberimize karşı edepsizliklerini "Ya Muhammed, söylediklerini
duyduk, fakat onlara karşı geliyoruz. Sana ne inanacak, ne uyacäk ve ne de
itaat edecek değiliz" diyecek derece ileriye vardırdılar. Bu küstahça
sözler, bu äyetlerin İslâm'ın başlangıç yıllarında indiklerini gösterir.
Ayrıca küstahlıklarını edepsizlikleri, ahlâksızlıkları, yüzsüzlükleri
ve kaypaklıkları ile de birleştirmekten çekinmeyerek Peygamberimize şöyle
diyorlardı:
"dinle
sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli
bir hakaret deyimi)"
Yahudiler
kullandıkları kelimelerin görünürdeki anlamlarına göre şöyle demiş sayılıyorlardı;
"bizi dinlemek zorunda olmayarak dinle (nezaket belirtici bir deyim)"
ve "Bize durumumuzu göz önüne alarak, konumumuzu hesaba katarak
bak." Onlar kitap ehli idiler ya, İslâm'a puta tapanlar gibi çağrılmaları
yakışık almazmış! Kelimelerinin görünürdeki anlamlarına göre bunları
söylemek istiyorlardı. Oysa ki, aynı kelimeleri dillerini ağız boşlukları
içinde burarak telâffuz edince sözlerinin anlamı şöyle oluyordu;
"Dinle, sözü dinlenmez olasıca, duymaz olasıca!". "Raina"
kelimesini ağızlarında geveleyip söyleyerek bir hakaret deyimine dönüştürüyorlardı.
Görüldüğü
gibi küstahlık, edepsizlik, kaypaklık, göz boyayıcılık, sözleri çarpıtma
ve ters anlamlarda kullanma hayasızlığı ile karşı karşıyayız.
Çünkü
karşımızda yahudi var!
Yahudilerin
bu çirkin marifetleri anlatıldıktan sonra ehli kitaptan olanların nasıl bir
tutum takınmaları gerektiği, "kendilerine kutsal kitap payı
verilenler"e yaraşan edepli davranışın nasıl olması beklendiği
belirtiliyor, arkasından -bütün bu çirkin marifetlerine rağmen- hidayete,
iyi karşılığa, ilahi bağışa ve hayırlı sonuca özendiriliyorlar. Tabii
ki, eğer doğru yola koyulurlarsa. Fakat ümitlendirmenin yanısıra
karakterlerinin özü de açıklanıyor. Bu karakter eskiden de öyle idi, şimdi
de öyledir. Okuyoruz:
"Oysa
eğer onlar (böyle diyeceklerine) `Duyduk ve uyduk', `işit' ve `bize bak'
deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve daha tutarlı olurdu. Fakat
Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında-
onlar iman etmezler."
Bunlar
gerçeğe böylesine açık, böylesine yalın, böylesine dolambaçsız bir şekilde
yaklaşmazlar. Eğer gerçeği böylesine açık anlamlı ve kaypaklık amacı içermeyen
sözler ile `Duyduk ve uyduk', `işit', `Bak bize' diyerek ifade etselerdi
kendileri hesabına daha hayırlı, karakterlerinin ve iç dünyalarının
tutarlılığı ve sağlıklılığı için daha elverişli bir tutum benimsemiş
olurlardı. Fakat aslında onlar kâfirlikleri, gerçeklere sırt çevirmeleri yüzünden
yüce Allah'ın (celle celâluhu) hidayetinden kovulmuşlardır. Bundan dolayı
onlar tek-tük bazı istisnalar dışında imana gelmezler.
Yüce
Allah'ın bu sözü pratikte doğru çıktı. Uzun tarihleri boyunca çok az sayıda
yahudi müslüman oldu. Bunlar iyiliği elde etmeye çalıştıkları, doğru
yolu bulmak uğruna çaba harcadıkları için yüce Allah'ın hidayete
ermelerini dilediği ve kendilerine hayır payı ayırdığı bahtiyar
kimselerdir. Bu çok azınlığın dışında kalan ezici yahudi çoğunluğu
bin dörtyüz yıl boyunca İslâm ile ve müslümanlar ile sürekli savaş
halinde olmuştur. Bu amansız savaş İslâm'ın Medine'de yanı başlarında
ortaya çıktığı andan içinde bulunduğumuz şu ana kadar sürmüştür. O
andan itibaren yahudiler İslâm'a karşı kesintisiz bir komploculuk, vazgeçmek
nedir bilmez bir kör inatçılık içinde olmuşlar; zaman zaman görünen biçim,
renk ve yöntem farklılıklarına rağmen bu komploculukları, bu kör inatçılıkları
her zaman yürürlükte kalmıştır. Tarih boyunca İslâm'a karşı kurulan bütün
tuzakların oynanan bütün iğrenç oyunların arkasında ya doğrudan doğruya
yahudi vardır, ya da bu iğrenç düzenbazlığın en büyük payı yahudiye
aittir. Çok yönlü milletlerarası haçlılık ve sömürgecilik entrikaları
da bu hükmün kapsamı içindedir.