3-
Rahman ve Rahim
Rahmetin
tüm anlamlarını, tüm hallerini ve tüm alanlarını kapsamına alan bu sıfat,
bu surenin içinde bağımsız bir ayet halinde tekrarlanıyor. Bununla, sözünü
ettiğimiz yaygın Rabb'lığın bariz bir karakteristiği vurgulandığı gibi,
Rabb ile kulları ve yaratıcı ile yaratıkları arasındaki sürekli ilişkinin
temel dayanakları belirleniyor. Bu ilişki, hamd etmeyi ve övgüyü harekete
geçiren bir rahmet ve gözetim ilişkisidir. Yine bu ilişki, gönül huzuruna
dayanan ve sevgi üreten bir ilişkidir. Buna göre hamd, bu cömert rahmete
sunulan fıtri bir karşılıktır.
İslâm'da
Allah ne eski yunan felsefesinde tasvir edilen olemp tanrıları gibi arzu ve
ihtiraslarının dürtüsü ile kullarını kovalar ve ne de "Eski
Ahid"in Tekvin babının onbirinci bölümünde yer alan uydurma "Babil
Burcu" masalında anlatıldığı gibi kullarına intikam tuzakları
kurar.( "Ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi. Ve vaki oldu ki,
Şark'a göçtükleri zaman Şinar diyarında bir ova buldular ve orada
oturdular ve birbirlerine şöyle dediler: "Gelin kerpiç yapalım ve onları
pişirelim."
Ve
onların taş yerine kerpiçleri ve harç yerine ziftleri vardı. Ve dediler:
"Bütün yeryüzü üzerine dağılmayalım diye kendimize bir şehir ve başı
göklere erişecek bir kule bina edelim ve kendimize bir nam yapalım-" Ve
Ademoğulları'nın yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için RABB indi
ve RABB dedi: "İşte (bunlar) bir kavimdirler ve onların hepsinin bir
dili var ve yapmaya başladıkları şey budur ve şimdi yapmaya niyet
ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin inelim ve
birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini orada karıştıralım.
Ve
RABB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı; ve şehri bina etmeyi
bıraktılar. Bundan dolayı onun adına "Babil" denildi. çünkü
RABB bütün dünyanın dilini orada karıştırdı ve RABB onları bütün dünya
üzerine oradan dağıttı." (Kitab-ı Mukaddes. İstanbul, 1974 S.9))
4-
Din gününün sahibi (maliki)
Bu
ayet, insan hayatı üzerinde derin etkisi olan önemli bir ilkeyi ifade eder.
"Malik (sahip) olmak" el altında tutmanın ve egemenliğin en üst
derecesidir. "Din Günü" de Ahiretteki ceza günü demektir.
İnsanlar
çoğu zaman, yüce Allah'ın ilâhlığına ve evrenin yaratıcısı olduğuna
inanmışlar, fakat bununla birlikte ceza gününe inanmamışlardır. Kur'an-ı
Kerim bu gibilerin bir kısmı hakkında şöyle diyor:
"Eğer
onlara "Gökleri ve yeryüzünü kim yarattı?" diye soracak olursan
kesinlikle "Allah" derler." (Zümer Suresi, 38)
Yine
Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde onlar hakkında şöyle deniyor:
"Onlar
kendilerinden olan bir uyarıcının gelmesini şaşkınlıkla karşıladılar
ve kâfirler; "Bu şaşılacak bir şeydir. Bizler ölüp toprak olduktan
sonra yeniden mi dirileceğiz? Bu uzak ihtimalli bir dönüştür"
dediler." (Kaf Suresi, 2-3)
"Din
Günü"ne inanmak, İslâm'ın inanç sisteminin önemli ilkelerinden
biridir. Bu ilke, insanların bakışlarını dünya hayatının ardından bir
Ahiret aleminin varlığına çevirmesi dolayısıyla büyük bir değere
sahiptir. Bu inanç sayesinde insanlar dünya hayatının zorlayıcı şartlarına
bağımlı hale gelmekten kurtulurlar. Böyle olunca da, bu zorlayıcı şartların
üzerine çıkarak onlara egemen olurlar. Yine bu inanç sayesinde emeklerinin
ve çalışmalarının karşılığını sadece günleri sayılı kısa ömürleri
içinde ve sınırları belirli yeryüzü alanında görme endişesinin tutsağı
olmazlar. O zaman da Allah'a güven, iyiliğe inanç, hakka ısrarlı bağlılık,
gönül rahatlığı, hoşgörü ve kararlılık içinde Allah rızası için çalışma;
Allah'ın gerek dünyada ve gerekse Ahirette vermeyi takdir edeceği karşılığı,
bu ikisi arasında ayrım gözetmeyen bir hoşnutlukla karşılama imkânına
kavuşurlar.
Bundan
dolayı bu ilke, arzu ve ihtirasların tutsağı olmakla, insanlığa yaraşır
bir "insanca özgürlük" arasında tercih noktasıdır. Diğer bir
deyişle Ahirete iman, beşerî ideolojilerin, değer yargılarının kölesi
olmuş ve cahiliye sisteminin sapık ve çarpık insan tabiatı ile Allah'ın,
kulları için arzuladığı mükemmel insan tipi arasındaki yol ayrımını
oluşturur.
Bu
ilke insanların düşüncesinde yer etmedikçe, insanlar emek ve çalışmalarının
karşılığını yalnızca dünyada değil, Ahirette de göreceklerine kesin
olarak inanmadıkça, ömrü sınırlı olan fertler, uğrunda çalışılması,
emek harcanması gereken başka bir hayatın varlığından kesinlikle emin
olmadıkça ve o hayatta karşılığını alacağına güvenerek hakkın ve
iyinin zaferi için fedakârlıkta bulunmadıkça, ideal ilâhi nizama uygun bir
insanlık hayatı gerçekleşemez.
Ahirete
inananlar ile onu inkâr edenler ne düşünce ne ahlâk ne davranış ve ne de
pratik uygulamalar bakımından bir olamazlar. Bu iki tür insan ne dünyadaki işleri
ve ne de Ahirette görecekleri karşılık bakımından ortak noktaları
bulunmayan taban tabana zıt iki ayrı sınıfı teşkil ederler. İşte yol ayrımı
derken kasdettiğimiz budur.
5-
(Allah'ım!) Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.
İslâm
inanç sisteminin bu temel ilkesi, bu surede ifade edilen daha önceki
ilkelerden kaynaklanır. Buna göre, kulluk yalnız Allah'a yöneltilir ve yalnız
O'ndan yardım dilenir.
Burada
da bir yol ayrımı vardır. Her türlü kölelikten mutlak anlamda kurtuluş
ile, mutlak anlamda kullara kul olmak arasındaki yol ayrımı!..
Bu
ilke, insanlığın topyekün kurtuluşunun ilanını müjdeler; kuruntulara, çeşitli
sosyal sistemlere ve yeryüzü gereklerinin zorlayıcı baskısına bağımlılıktan
kurtuluşun ilanını... Sebebine gelince, kulluk yalnız Allah'a yöneltileceğine
ve yalnız O'ndan yardım isteneceğine göre insan öncelikle yaşamın zorlayıcı
ihtiyaç ve baskılarından, çeşitli ideolojik sistem ve güçlerin boyunduruğundan,
asılsız kuruntu ve hurafelerden kendini kurtarmak zorundadır.
BEŞERİ
GÜÇLERE KARŞI MÜSLÜMANIN TUTUMU
Burada,
müslümanın beşeri ve tabii güçler karşısındaki tutumunun ne olacağına
kısaca değinelim:
Beşeri
güçler müslümana göre ikiye ayrılır: Bunlardan biri Allah'a inanan ,
Allah'ın önerdiği hayat tarzı ile uyum halinde olan hidayete erdirici güçlerdir.
İyilik, hakk ve yapıcılık yolunda bu tür güçlerle uyumlu olmak ve işbirliği
etmek gerekir. Bu güçlerin diğeri ise Allah'a bağlı olmayan, O'nun önerdiği
hayat tarzına uymayan güçlerdir ve bunlarla savaşmak, mücadele etmek ve
kendilerine başkaldırmak gerekir.
Bu
sapık güçlerin büyük ve saldırgan olması müslümanı asla yıldırmamalıdır.
Çünkü bunlar, ana kaynakları olan ilahi güçten bağlarını koparmakla
kendilerine gerçek gücü veren damarı kurutmuş olurlar. Bu durum tıpkı
ışık saçan bir yıldızdan kopan iri bir kütleye benzer. Bu kütle ne kadar
kocaman olursa olsun kısa bir süre sonra sönmeye, soğumaya, yani ışığını
ve ısısını kaybetmeye mahkûmdur. Oysa söz konusu ana yıldızdan kopmayan
herhangi bir zerre, enerjisini, ısısını ve ışığını devam ettirir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
Nice
az sayıdaki topluluk, Allah'ın izni ile (kendilerinden) kalabalık bir topluluğu
yenmiştir."·(Bakara Suresi, 249)
Az
sayıdaki topluluğun kalabalık bir kitleyi yenebilmesi; sayıca zayıf olan
grubun ana güç kaynağına bağlı olması, gücünü ve üstünlüğünü aynı
kaynaktan alması sayesindedir.
Tabiat
güçlerine gelince, müslümanın bunlar karşısındaki tutumu korkuya ve düşmanlığa
değil, yakınlığa ve dostluğa dayalı olmalıdır. Çünkü insanî güçler
ile tabiî güçlerin her ikisi de yüce Allah'ın dilemesi sonucu varoldukları
gibi, bu gücü kullanırken de O'nun iradesine bağlı kalmaları gerekir. Sonuç
olarak insan, kendi yeteneklerini tabiatın güçleriyle destekleyerek ve işbirliği
yaparak iyi bir koordine sağlamalıdır.
Müslümanın
inancı bu konuda kendisine şu görüşü telkin eder: Yüce Allah bu güçlerin
tümünü kendisine dost, yardımcı ve işbirlikçi olmak üzere yarattı. O,
bu güçlerin dostluğunu kazanabilmek için onları tanımalı, onlarla işbirliği
yapmalı ve onlarla uyum içinde her ikisinin de ortak Rabbi olan Allah'a yönelmelidir.
Eğer bu güçler bazen kendisine zarar ve rahatsızlık veriyorsa, bunun
sebebi, onları incelememiş, tanımamış olması, bağlı oldukları tabii
kanunları kavramamış olmasıdır.
Cahiliye
karakterli Roma uygarlığının varisleri olan Batılılar, tabiî güçlerden
yararlanmayı "tabiatı yenmek, tabiatı dize getirmek" gibi küstah
bir deyimle ifade ediyorlar. Bu deyim, Allah ve Allah'ın iradesine boyun eğmiş
evrenle arasındaki tüm müsbet ilişkileri koparmış bir cahiliye mantığını
açığa vuruyor.
Oysa
müslümanın kalbi, Rahman ve Rahim olan Allah'a bağlı olduğu gibi, ruhu da
tüm alemlerin Rabbine boyun eğmiş şu varlık bütünü ile sıkı bir ilişki
içindedir. Bunun sonucu olarak bu güçlerle kendisi arasında "yenmek,
dize getirmek" gibi kırıcı olmayan bir ilişkinin varlığına inanır.
O, bu güçlerin tümünün yaratıcısının Allah olduğuna inanır. Allah bütün
bu güçleri bir tek temel ilke uyarınca yarattı ve bu temel ilkeye göre
kendileri için belirlenen hedeflere ulaşmak üzere birbirleri ile işbirliği
yapmalarını murad etti. Bununla O, bu güçleri daha baştan insanın yararına
sundu; insana bu güçlerin sırlarını keşfetme ve kanunlarını öğrenme
imkânını bağışladı. Buna göre insan, bu güçlerden yarar sağlama başarısına
erdirildiği her aşamada Allah'a şükretmelidir. Çünkü bu tabii güçleri
onun yararına sunan Allah'dır; yoksa o bu güçleri yenmiş; dize getirmiş değildir.
Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"O
yeryüzündeki varlıkların tümünü yararınıza sundu." (Casiye Suresi,
8)
Buna
göre, tabiî güçlere karşı müslümanın duygu dünyasına kuruntuların
egemen olması, onlarla kendi arasına düşmanlık ve korkuların girmesi söz
konusu değildir. O sırf Allah'a inanır, sırf O'na kulluk eder ve yalnız
O'ndan yardım diler. söz konusu güçler ise Rabbinin yaratıklarının bir bölümüdür.
o bu güçler hakkında araştırma yapar, onlarla yakınlık kurar, onların sırlarını
öğrenmeye, açığa çıkarmaya çalışır. Bunun karşılığında bu güçler
de yardımlarını kendisine cömertçe sunarak sırlarını ona açıklayıverirler.
Peygamber efendimizin Uhud dağına bakarken söylediği söz bu açıdan ne
kadar çarpıcıdır!
"Şu
dağ öyle bir dağdır ki, hem o bizi sever ve hem de biz onu severiz."
Hz.
Peygamber'in tabiata yönelik sevgisini, yakınlığını ve uyumlu yaklaşımını
bu sözünden net olarak anlayabiliriz.
İslâm düşünce sisteminin bu temel ilkeleri belirlendikten, kulluğun ve yardım istemenin yalnızca Allah'a dönük olması gerektiği vurgulandıktan sonra surenin özüne ve karakterine uygun geniş kapsamlı dua cümleleri ve bu temel ilkelerin uygulamaya konmasına geliyor sıra:
6-
Bizleri doğru yola ilet,
7-
Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapıkların
yoluna değil.
"Bizleri
doğru yola ilet." Yani "Bizleri, hedefe ulaştırıcı doğru yolu
tanımaya ve bu yolu tanıdıktan sonra onun sebatlı izleyicisi olmaya, ondan
hiç ayrılmamaya muvaffak eyle". Çünkü doğru yolu tanımak ve bu yolun
kararlı izleyicisi olmak, bunların her ikisi de Allah'ın hidayetinin, gözetiminin
ve rahmetinin ürünü olduğu gibi, bu konuda Allah'a yönelmek de yardım
kaynağının yalnız Allah olduğu inancının doğal bir sonucudur. Mümin
kulun, hakkında Allah'dan yardım dileyeceği ilk ve en önemli şey budur.
Sebebine gelince, doğru yola iletilmiş olmak, bu yolu bulmak, kesinlikle hem dünya
ve hem de Ahiret mutluluğunun garantisidir. Aslında bu yaklaşım, insan ile
varlık bütününün, alemlerin Rabbi olan Allah'a yönelik hareketlerini
koordine eden genel ilâhî kanuna insan fıtratının uyum sağlaması, bu
genel ilkeyi algılayıp benimsemesi olayıdır.
Bu
sure, namazların her rekâtında okunmak üzere belirlenen ve onsuz kılınacak
namazın kabul olunmadığı bir suredir. Kısa olmasına rağmen bu sure, İslâm
düşünce sisteminin sözünü ettiğimiz temel ilkelerini ve bu düşünce
sisteminden kaynaklanan insan bilincine yön verici ana prensipleri içerir.
Müslim'in,
Alâ b. Abdurrahman yolu ile Hz. Ebu Hureyre'ye dayandırarak bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Yüce
Allah şöyle buyurur: "Ben namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm.
Yarısı bana ve öbür yarısı kuluma aittir. Kulum istediğine kavuşacaktır."
Kul,
"Elhamdü lillâhi rabbilalemin" dediği zaman, Allah, "Kulum
bana hamd etti" der. Kul, "Errahmanirrahim" dediği zaman, Allah,
"Kulum, bana övgü sundu" der. Namaz kılan kul, "Maliki
yevmiddin" dediği zaman, Allah "Kulum benim şanımın yüceliğini
ifade etti" der.
Namaz
kılan kul, "İyyake na'budu veiyyake nesteın" dediği zaman, Allah,
"Bu söz hem bana ve hem de kuluma aittir. Kuluma istediği
verilecektir" der. Kul, "İhdinessıratal müstakim, sıratallezine
en'amte aleyhim, gayrilmağdubi aleyhim veleddallin" dediği zaman, Allah,
"Bu söz tamamen kulumla ilgilidir, ona istediği verilecektir"
der."
Umarım,
bu sahih hadis, yaptığımız açıklamalara ek olarak, Fatiha suresinin günde
en az onyedi kez ya da kıldığımız her rekâtta okunmasının zorunlu olmasında
gizli olan sırların anlaşılmasına yardım eder.