5-
İşte onlar Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir.
İşte
onlar böylece hidayete kavuştular ve böylece kurtuluşa erdiler. Hidayete ve
kurtuluşa ermenin yolu, işte bu ana hatları belirtilen yoldur.
İNATÇI
KÂFİR TİPİ
Surenin
devamında gözlerimiz önünde canlandırılan ikinci tablo, kâfirlerin oluşturduğu
tablo anlatılıyor. Bu tablo bütün yer ve zamanlarda görülen kâfirliğin
temel özelliklerini yansıtır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
6/7
Kâfirlere gelince onları uyarsan da uyarmasan da fark etmez; onlar iman
etmezler. Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların
gözlerinde perde vardır. Onları büyük bir azap beklemektedir.
Bu
ayetlerde takva sahiplerinin tablosu ile kâfirlerin tablosu arasında tam bir
karşıtlık, kesin bir bağdaşmazlık olduğunu görüyoruz. Sebebine gelince,
Allah'ın kitabı takva sahipleri için hidayet kaynağı iken, kâfirler için
onları uyarmak ya da uyarmamak bir oluyor. Bunun yanında takva sahiplerinin
ruhlarında açık olan pencereler, kafirler için kapalıdır. Gerek kendileri
ile varlık bütünü ve bu varlığın yaratıcısı arasında ve gerekse
kendileri ile görünen ve görünmeyen arasında ilişki kuran bağlar... Müslüman
için bitişik olan bu bağ kafirler için bütünüyle kesiktir.
"Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir."
Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlediği için ne kalplerine hidayet
gerçeği ve ne de kulaklarına gerçeğin sesi ulaşabilir.
"Gözlerinde
perde vardır."
Bu
yüzden onların gözlerine ne ışık ve ne de hidayet sızabilir.
Yüce
Allah'ın onların kalpleri ile kulaklarını mühürlemesi ve gözlerine perde
çekmesi, uyarıyı umursamamalarına, uyarılmanın ya da uyarılmamanın
kendileri için aynı şey haline gelmesine uygun düşen bir ceza türüdür.
Sebebine gelince burada sabit ve kesin bir eylemin, yani kalpleri ve kulakları
mühürleme ile gözlere perde çekme eyleminin gerisinde beliren katı, karanlık
ve donmuş bir tablo ile karşılaşıyoruz.
"Onları
büyük bir azap beklemektedir."
Bu
kötü akıbet; onların uyarıya kulak tıkamaları, uyarılma ile uyarılmama
arasında hiçbir fark bırakmayan, inatçı-katı tutumlarının doğal bir
sonucudur. Her şeyi eksiksiz bilen Allah da (kalplerindeki bu hastalığı)
biliyordu zaten.
MÜNAFIKLARIN
ÖZELLİKLERİ
Daha
sonra devamla, üçüncü tip insanın anlatımına geçiliyor. Bu tablo ne ilki
gibi şeffaf ve alımlı ne de ikincisi kadar karanlık ve çirkindir. Bunun
yerine yanar-döner bir görüntü verir. Yâni bazen algılanır, bazen algılanmaz.
Kimi zaman görünür, kimi zaman görünmez. bazen saklànır, bazen meydana çıkar.
Bu tablo münafıkların tablosudur. Yüce Allah onları bize şöyle tanıtıyor:
8/16-
Kimi insanlar var ki; `Allah'a ve Ahiret gününe inandık " derler, ama
aslında inanmamışlardır. Bunlar Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.
Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler. Onların
kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır,
bu yakıncılıkları yüzünden onları acı bir azab beklemektedir.
Onlara
"yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denildiği vakit "Biz
yapıcı, düzeltici kimseleriz" derler. !yi bilesiniz ki, onlar
bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler. .
Onlara
"Halk nasıl iman etti ise siz de öyle iman edin" denildiği zaman
"Biz hiç beyinsiz ayaktakımı gibi iman eder miyiz?" derler. Asıl
beyinsiz ayak takımı kendileridir, ama bunu bilmiyorlar.
Onlar
müminler ile karşılaştıkları zaman "inandık" derler. Fakat şeytanları,
elebaşları ile baş başa kaldıkları zaman "Biz sizin yanınızdayız,
onlarla sadece alay ediyoruz" derler. Aslında onlarla alay eden ve
kendilerini azgınlıkları içinde debelenmeye bırakan Allah'tır. Onlar
hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları
ticaretten kazanç elde edememişler ve de hidayete erememişlerdir.
Bu
tablo, o günlerin Medine'sinde canlı bir realite olarak gerçekten vardı.
Fakat zaman ve mekân sınırlarını aşınca; bu tablonun, insanlığın bütün
kuşakları boyunca tekrarlanan, yeniden yaşanan bir örnek olduğunu görürüz.
Bu tür münafıklara toplumların üst tabakasını oluşturan kesiminde
rastlanır. Bunlar hakk karşısında ne onu açıkça kabul edecek cesareti ve
ne de onu açıktan açığa inkar edecek cüreti gösterebilirler. Bunlar aynı
zamanda kendilerini halk kitlelerinden üstün görürler ve her şeyi onlardan
daha iyi bildiklerine inanırlar. Bundan dolayı biz bu ayetleri belirli bölge
ve zaman sınırlamasından soyutlayarak algılama eğilimindeyiz. Onları her
kuşaktan münafıklara ve insan nefsinin her kuşakta değişmez kalan özüne
dönük olarak yorumlayacağız.
İnsanların
bu kesimini oluşturan kimseler Allah'a ve Ahiret gününe inandıklarını
ileri sürerler, ama aslında bu dediklerine inanmış değillerdir. Onlar inkârcı
olduklarını söylemeye ve "müminlere karşı gerçekten ne düşündüklerini
açıkça ortaya koymaya cesaret edemeyen ikiyüzlü münafıklardır.
Onlar
kendilerini sıradan halk kitlelerini aldatabilen zeki, hatta dahi kimseler sanırlar.
Oysa Kur'an-ı Kerim onların bu eylemlerinin mahiyetini tanımlıyor. Bu tanıma
göre onlar müminleri değil, doğrudan doğruya Allah'ı aldatıyor, daha doğrusu
aldatmaya yelteniyorlar.
Bu
ve buna benzer ayetlerde önemli bir gerçekle, yüce Allah'ın onurlandırıcı
büyük bir iltifatı ile karşılaşırız. Kur'an-ı Kerim'in sürekli biçimde
vurguladığı, gözler önüne serdiği bu önemli gerçek; yüce Allah ile müminler
arasında sıkı bir ilişki olduğu realitesidir. Bu realitenin ifadesi olarak
yüce Allah müminlerin safını kendi safı, müminlerin işlerini kendi işi
ve müminlerin durumunu kendi durumu sayıyor. Onları kendi zatına ekliyor,
himayesi altına alıyor, düşmanlarını kendi düşmanı biliyor ve onlara yöneltilmiş
olan hile ve tuzakları kendine dönük kabul ediyor.
Bu,
yüce ve onur bağışlayıcı bir iltifattır. Müminlerin statülerini ve gerçek
mahiyetlerini en yüksek düzeye yükselten, bu evrende iman realitesinden daha
büyük ve daha onurlu bir realite olmadığını düşündüren bir iltifat...
Ayrıca müminin kalbini sınırsız bir güvenle dolduran bir iltifat. Sebebine
gelince mümin, bu ayetleri okurken yüce Allah'ın, onun problemini kendi
problemi, onun kavgasını kendi kavgası, onun düşmanını kendi düşmanı
saydığını, onu kendi safına aldığını ve kendi yakınına yücelttiğini
görür. Bu durumda olan bir mümin için, düşmanların hileleri, aldatmaları,
baskı ve eziyetlerinin ne anlamı olabilir, ne değer ifade edebilir ki!..
Bu
iltifat, aynı zamanda, müminleri aldatmaya, onlara tuzak kurmaya ve eziyet
etmeye kalkışanlara karşı da korkunç bir tehdittir. Bu olumsuz tavırlarıyla
sadece müminlere karşı değil, güçlü, cebbar ve kahredici olan yüce
Allah'a karşı mücadeleye giriştiklerini, Allah'ın dostlarına karşı savaş
açmakla aslında Allah'ın kendisine karşı savaş açmış sayıldıklarını
ve böyle alçakça bir eyleme girişmekle Allah'ın sillesini yemekten
kurtulamayacaklarını kendilerine bildiren bir tehdit.
Bu
gerçek, bir yandan müminler tarafından değerlendirilip onların hiçbir
hilekârın hilesini, hiçbir sahtekârın aldatmacasını ve hiçbir zorbanın
eziyetini umursamadan, güvenle ve sebatla, yollarına devam etmelerini sağlayıcı
bir nitelik taşırken öte yandan müminlerin düşmanları tarafından da değerlendirilip
korkmalarına, ürkmelerine, kimle savaştıklarını öğrenmelerine ve müminlere
sataşınca kimin sillesini yemeyi hak edeceklerini anlamalarına yol açacak
bir ağırlık taşır.
Şimdi
tekrar "Allah'a ve Ahiret gününe inandık" diyerek Allah'ı ve müminleri
aldatmaya kalkışan o kendini beğenmiş, kendilerini beyinlerinden zekâ fışkıran
birer dahi sanan kimselere dönelim. Onların burunları böyle havadadır.
Fakat aman Allah'ım':. Ayetin şu son cümlesinde üzerlerine ne ağır bir
hakaret yağdırılıyor! Tekrar okuyalım:
"Oysa
sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler."
Onlar
öyle ağır bir gaflet, bir sarhoşluk içindedirler ki, farkında olmadan
sadece kendilerini aldatıyorlar. Çünkü yüce Allah onların aldatma girişimlerini
biliyor. Bunun yanında müminler de yüce Allah'ın himayesi altında oldukları
için O, onları bu aşağılık aldatma girişimi karşısında koruyor. Fakat
o hilebazlar gaflet içinde yüzdükleri için kendi kendilerini aldatıyorlar,
kendi kendilerine oyun oynuyorlar. Kendilerini aldatıyorlar; çünkü bu iki yüzlülükle
kazançlı çıktıklarını, istedikleri kârı elde ettiklerini ve müminler
arasında kâfirliklerini açıklamanın sakıncalarından korunduklarını sanıyorlar.
Bunun yanında içlerinde kâfirlik gizlerken dışarda takındıkları münafıklık
çehresi yüzünden kendilerini tehlikeye atmış, kendilerini kötü bir sonuca
mahkûm etmiş oluyorlar. Fakat acaba münafıklar neden böyle çirkin bir yola
başvuruyor, niçin böylesine bir hile yapmaya girişiyorlar? Sorunun cevabını
yüce Allah veriyor:
"Onların
kalplerinde hastalık vardır."
Yani
karakterleri bozuktur, hasta ruhludurlar. Açık ve dosdoğru yoldan sapmalarına
ve bu yüzden yüce Allah'ın bu anormalliklerini daha da arttırmasını hak
etmelerine tek sebep ruhlarının hasta oluşudur.
"Allah
da bu hastalıklarını arttırmıştır."
Sebebine
gelince; hastalık, başka bir hastalık doğurur. Sapıklık, işin başında
basit, önemsiz görünür. Fakat yanlışa doğru atılan her adım sonunda doğru
çizgi ile aradaki açı genişler, böylece sapma büyür. Bu değişmez bir
kanundur. Bütün nesnelerde, bütün şartlarda, bütün duygu ve davranışlarda
geçerli olan ilâhî bir kanun.
Bu
duruma göre onlar belli bir akıbete, yüce Allah'ı ve müminleri aldatmaya
girişenlerin hak ettikleri kaçınılmaz akıbete doğru doludizgin
ilerlemektedirler. Bu akıbet şudur:
"Bu
yalancılıkları yüzünden onları acı bir azap beklemektedir"
Bu
münafıkların, özellikle Hicret olayının başlarında kavimleri arasında
sosyal mevkii, otoritesi, liderliği olan Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi ileri
gelenlerin bir başka sıfatı daha var. Bu sıfat, toplumda yol açtıkları
bozgunculuğu ısrarla savunma ve yaptıklarının cezasını görmemenin verdiği
şımarıklıkla tutumlarının doğru olduğunu inatla ileri sürme sıfatıdır.
Yüce Allah onların bu niteliğini bize şöyle tanıtıyor:
"Onlara
"yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denildiği zaman "Biz
yapıcı, düzeltici kimseleriz" derler. İyi bilesiniz ki, onlar
bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler."
Yani,
bunlar sadece yalancılık ve aldatma ile yetinmiyorlar, bu kötü sıfatlarına
küstahlığı ve kör inadı da ekliyorlar. Bunun sonucu olarak kendilerine
"Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denilince bozguncu olmadıklarını
söylemekle yetinmiyorlar, "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz"
demekle daha da ileri giderek işi şımarıklığa ve yaptıklarını haklı göstermeye
dökmektedirler
En
iğrenç bozgunculuğu yaptıkları halde kendilerinin yapıcı ve düzeltici
olduklarını ileri sürenlerin sayısı her devirde çoktur. Bunlar böyle
derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri, kriterler bozuktur. Çünkü
insanın vicdanındaki ihlâs ve sırf Allah'ı amaç bilme ölçüsü bozulunca
diğer ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması kaçınılmaz
olur. Başka bir deyimle yüce Allah'a ihlâsla bağlı olmayanların,
kalplerinde böylesine kesin inanç barındırmayanların bozguncu davranışlarının
farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince; böylelerinin vicdanlarındaki
iyilik-kötülük, yapıcılık ve bozgunculuk ölçüleri kişisel arzu ve
ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir zaman ilâhî bir kaidenin üzerine
oturamaz.
İşte
bundan dolayı şu gerçekçi tanım ve kesin akıbet bildirimi ile karşı karşıya
geliyorlar:
"İyi
bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler"
Onların
diğer bir özellikleri de halk kitleleri karşısında büyüklük taslamaları,
kendilerini üstün görmeye kalkışmalarıdır. Onlar bu yolla halkın gözünde
sahte bir mevki kazanmayı amaçlarlar. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Onlara
"Halk nasıl iman etti ise siz de öyle iman edin" denildiği zaman
"Biz hiç aptal ayak takımı gibi iman eder miyiz?" derler. Asıl
aptal ayak takımı kendileridir, ama bunu bilmiyorlar"
Şüphesiz
ki, Medine'de bunlara yöneltilen çağrı ihlâslı, dosdoğru, ihtiraslardan
arınmış bir inançla iman etmeleri idi. Yani bütün varlıkları ile İslâm'a
giren, yönlerini sırf Allah'a doğru çeviren, Peygamber efendimizin eğitici
ve yön verici telkinlerine kalplerini açarak samimi ve art niyetsiz bir yaklaşımla
ve bütün varlıkları ile O'nun direktiflerini benimseyen içten Müslümanlar.
gibi iman etmeleri. İşte münafıkların örnek almaya çağrıldıkları, açık,
dosdoğru ve samimi biçimde iman eden "halk kitlesi" bunlardı.
Öyle
anlaşılıyor ki, münafıklar, Peygamberimize böylesine bir içtenlikle
teslim olmayı reddediyorlar, bu tutumu, yoksul halka yaraşan, toplumda mevkii
olan seçkinlerin itibarı ile bağdaşmayacak bir şey sayıyorlardı. Bu düşünce
ile "Biz hiç aptal ayak takımı gibi iman eder miyiz?" demişlerdi.
Yine bu gerekçe ile yüce Allah'ın şu kesin tanımlamasına ve susturucu
cevabına muhatap oldular:
"Asıl
aptal ayak takımı kendileridir, ama bunu bilmiyorlar"
Öyle
ya, aptal, aptallığı ne zaman anlayabilmiş ve yine sapık, ne zaman doğru
yoldan uzak düştüğünü fark edebilmiştir!..
MEDİNE'DE
MÜNAFIK-YAHUDİ İŞBİRLİĞİ
Daha
sonra Medine'deki münafıklar ile kindar Yahudiler arasındaki ilişkilerin ne
derece sıkı olduğunu açıklayan sonuncu özelliğe sıra geliyor. Münafıklar;
yalancılık, aldatmaca, aptallık ve kof iddiacılıkla yetinmiyorlar, bu çirkin
niteliklerine ödlekliği, alçaklığı ve karanlık köşelerde entrika çevirmeyi
de ekliyorlardı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar
müminler ile karşılaştıkları zaman "inandık" derler. Fakat şeytanları,
elebaşları ile baş başa kaldıkları zaman "Biz sizinle birlikteyiz,
onlarla sadece alay ediyoruz" derler."
Bazıları
alçaklığı, kalleşliği ve çirkin entrikacılığı güçlülük ve erişilmez
bir marifet sanırlar. Oysa bunlar, aslında zayıflık ve seviyesizlik göstergesidir.
Çünkü güçlü olan kimse hiçbir zaman alçaklık, iğrençlik, aldatıcılık,
kalleşlik, entrikacılık ve hakaret yapmaz.
Fakat
müminler ile açıkça karşı karşıya gelmekten kaçınarak sözde iman etmiş
görünen ve böylece başlarına gelebilecek sıkıntıları peşin olarak savdıkları
gibi bu kaypak tutumlarını Müslümanlara zarar verebilmek için avantaj
olarak kullanan münafıklara gelince, bunlar çoğunlukla Yahudilerden oluşan
şeytanları ve elebaşları ile baş başa kalanca "Biz aslında sizinle
birlikteyiz, iman etmiş ve dinlerini onaylamış gibi görünürken müminlerle
sadece alay ediyor, onlarla eğleniyoruz." derler. Bu kirli ve çok yönlü
oyun içinde Yahudiler, münafıkları Müslümanların saflarını bölmek ve
parçalamak için araç olarak kullanırken, münafıklar da Yahudileri dayanak
ve sığınak olarak görüyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onların bu alçaklıklarını
ve çirkin sözlerini anlattıktan hemen sonra, onlara, sıradağları bile
sarsacak şu tehdidi indiriyor:
"Aslında
onlarla alay eden ve kendilerini azgınlıkları içinde yuvarlanmaya bırakan
Allah'dır!"
Göklerin
ve yeryüzünün cebbar sıfatlı yaratıcısı tarafından alay edilen bir
kimseden daha perişan ve daha bedbaht biri düşünülebilir mi? Gerçekten
insan "Aslında onlarla alay eden ve kendilerini azgınlıkları içinde
debelenmeye bırakan Allah'dır" ayetini okurken hayalinde son derece ürkütücü
ve son derece korkunç bir manzara canlanır. Yüce Allah bu küstahları nereye
varacaklarını bilmedikleri bir çıkmaz yolda kılavuzsuz bir şaşkınlıkla
debelenmeye bırakıyor. Arkasından cebbar ve son derece güçlü bir el, yani
yüce Allah'ın kudret eli onlara pençe atıyor. Tıpkı gizli kapandan
habersiz biçimde tuzak yerine sıçrayan zavallı fareler gibi! İşte öyle
korkunç bir alay ve istihza ki, onların zavallı alaycılıklarına hiç
benzemez.
Burada,
daha önce varlığını bildirdiğimiz realite yine karşımıza çıkıyor. Müminleri
hedef alan savaşlarda yüce Allah'ın Müslümanların tarafını tutması,
onlara sahip çıkması gerçeği yani. Bu taraf tutma ve sahiplenme imtiyazı
Allah'ın dostlarına eksiksiz bir güven bağışlarken Allah'ın şaşkın düşmanları
için son derece çirkin ve korkunç bir akıbet hazırlıyor. Bu şaşkınlar
azgınlıklarına devam etmelerini sağlayan bir toleransla aldatılarak ve içlerindeki
düşmanlığı dışa kusmalarına biraz daha fırsat tanınarak kör gidişlerinde
debelenmeye, sürünmeye bırakılıyor. Fakat az ötede pusu kuran korkunç akıbet
kendilerini bekliyor, onlar ise bundan habersiz olarak gözleri kapalı bir şekilde
yürüyorlar.
Yüce
Allah'ın şu ayeti onların gerçek durumunu ve uğradıkları zararın çapını
açıkça gözler önüne serici niteliktedir:
"Onlar
hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları
ticaretten kazanç elde edememişler ve de hidayete erememişlerdir"
Çünkü,
eğer isteselerdi hidayete ererlerdi. Bu imkân önlerinde idi, hidayeti tercih
etmek ellerinde idi. Fakat en şaşkın bir tüccar gibi davranarak
"Hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar". Bu şaşkın
tercihlerinin sonucu olarak "Yaptıkları ticaretten kazanç elde edememişler
ve de hidayete erememişlerdir."
Zannederim,
gözlem altında tuttuğumuz bu üçüncü tabloya bu ayetlerde; birinci ve
ikinci tabloya ayrılan yerden daha geniş bir yer verildiği dikkatlerden kaçmamıştır.
Bunun
sebebi şudur: Birinci ve ikinci tabloya tek yönlülük ve yalınlık (karmaşıksızlık)
egemendir. Şöyle ki, birinci tablo, seçtiği yönde doğrultusunu belirlemiş,
saf bir psikolojik yapıyı yansıtırken, ikinci tablo da, rayından çıkmış,
fakat belirlediği yönde doludizgin ilerleyen bir psikolojik yapının durumunu
tasvir ediyor. Üçüncü tabloya gelince, burada sürekli zikzak çizen, hasta,
karmaşık ve istikrarsız bir psikolojik yapı ile karşı karşıyayız.
Bundan dolayı bu tablonun belirginlik kazanabilmesi ve içinde barındırdığı
çok sayıdaki farklı özelliğin tanınabilmesi için çok sayıda fırça
darbesini ve daha çok çizgiyi gerektirmiştir.
Bu
tablo hakkında uzun uzun bilgi verilmesinin bir başka sebebi de şudur:
Medine'de münafıkların, Müslüman cemaate sıkıntı verme konusundaki
rollerinin önemi, yol açtıkları tasanın, endişenin ve kargaşanın ne
kadar geniş çaplı olduğu vurgulanmak istenmiştir. Ayrıca bu ayrıntılı açıklamanın
bir başka amacı da, münafıkların her dönemde Müslümanların iç
cephesinde yıkım meydana getirme açısından önemli rol oynayabileceklerine,
onların oyunlarını ve çirkin hilelerini keşfetmenin ne kadar gerekli olduğuna
dikkatleri çekmektir.