MUKADDİME
SEYYİD
KUTUB
Bismillahirrahmanirrahim
Kur’an’ın
gölgesi altında yaşamak nimettir. Sadece onu tadanın bilebileceği bir
nimet. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran bir nimet.
Allah’a
hamd olsun ki, ömrümün bir bölümünü Kur’an’ın gölgesi altında yaşama
imkanını bağışladı. Bu dönemde hayatımın o güne kadar ki bölümünde
hiç tatmamış olduğum bir nimetin hazzını duydum. İnsan ömrünü yücelten,
onurlu kılan ve arındıran nimetlerin hazzını.
Bu
dönemi şu Kur’an’ın cümleleri aracılığıyla bana seslenen yüce
Allah’ın sözlerini kulaklarımda işiterek yaşadım. Ben ki, basit ve küçük
bir kulum… İnsan için bundan daha yüce bir onurlandırma, insan ömrüne şu
Kur’an’ın kazandırdığı yücelikten daha üstün bir yücelik, kerem
sahibi yaratıcının insana sunacağı bundan daha yüksek bir derece düşünülebilir
mi?
Hayatımın
Kur’an’ın gölgesi altında geçen dönemindeki düşüncelerime göre,
yeryüzünde son çırpınışlarını yaşayan cahiliye uygarlığı, bu uygarlığın
tutkunlarının basit ve komik amaçları, üstelik gerçekte sınırlı ve cüzi
olan bilgileri ve düşünceleriyle övünüp böbürlenmeleri acınacak ve aynı
zamanda da bulunduğum yüksek seviye gereği tepeden bakılacak bir durumdu. Tıpkı
yetişkin yaşta bir insanın çocukların oyunlarına, çocukça hareketlerine
ve kırık-dökük konuşma girişimlerine baktığı gibi. Onları seyrederken
hayret derinliklerine gömülüp giderken şu yüce çağrıya; insan hayatını
yücelten, onurlandıran ve arındıran çağrıya kulak vermiyorlar?
Hayatımın
Kur’an’ın gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık alemine ilişkin
şu kapsamlı, yetkin, yüksek düzeyli saf düşünceyi; tüm evrenin ve insanın
varoluşunun amacına ilişkin şu düşünce sistemini doya doya özümleyerek
yaşadım. Bu düşünce sistemini, insanlığın doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde
etkisi altında yaşadığı cahiliye düşünceleriyle karşılaştırdım ve içimden
şu soruyu sordum: nasıl oluyor da insanlık, önünden temiz yeşil bir ova, yüksek
seviyeli bir alan ve parlak bir ışık dururken bu kokuşmuş bataklıkta, bu
çamur dehlizlerinde ve bu koyu karanlıkta yaşayabiliyor?
Hayatımın
Kur’an’ın gölgesi altında geçen bu dönemimi, insanın, yüce Allah’ın
isteğine uygun hareketiyle yine O’nun tarafından yaratılan şu evrenin
hareketi arasındaki çarpıcı ahengi hissederek yaşadım. Bunun yanı sıra
evrenin kanunlarına ters düşen insanlığın sıkıntı dolu bocalayışını,
dışardan empoze edilen bozuk ve zararlı öğretiler ile yaratılış mayasını
oluşturan fitri yapısı arasındaki çatışmayı gözledim ve arkasından
kendi kendime şöyle dedim; “Hangi alçak şeytandır ki, insanı kendi adımları
ile bu cehenneme doğru güdüyor?”
Yazık
şu Allah’ın Kullarına…!
Hayatımın
Kur’an’ın gölgesi altında geçen bu dönemini, varlık bütününün, dış
görüntüsünden çok daha büyük olduğunu, hem gerçek mahiyeti hem de
boyutlarının sayısı bakımından göründüğünden daha büyük olduğunu gördüm.
Varlık bütünü, gayb alemi ile görüntüler aleminin birleşmesinden oluşur,
sadece görünen alemden ibaret değildir. Varlık bütünü dünya ile Ahiretin
birleşmesinden oluşur, sırf şu dünyadan ibaret değildir. İnsanlığın
gelişimi, bu kesintisiz nehir yatağının kıvrımlarında sürekli akıp
giden bir nehir gibidir. Ölüm, bu yolculuğun sonu değildir, sadece yolun
belirli bir konaklama noktasıdır. İnsanın bu dünyada elde ettiği sonuçlar,
asıl payının tümü değil, bu payın sadece bir bölümüdür. Payının
burada elde edemediği bölümüne orada kesinlikle elde edecektir. Buna göre,
her hangi bir haksızlık, aldatılma, kayba uğrama söz konusu değildir.
Üstelik
insan yolculuğunun bu gezegenin yüzeyinde geçen bölümü, canlı ve aşina
bir evrende, dost ve müşfik bir alemde gerçekleşen bir yolculuktur. Dışarıda
etki alan ve bu etkilere karşılık veren, diri, mümin ruhun saygıyla yöneldiği
tek Yaradan’a yönelen bir evrendir bu:
“Göklerde
ve yeryüzündeki tüm varlıklar ile bunların gölgeleri, sabah akşam, ister
istemez Allah’a secde ederler” (Rad:15)
“Yedi
gök ile yer ve bunların içerdiği tüm varlıklar Allah’ı tesbih ederler.
Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.”(İsra:44)
Bu
ne huzur, bu ne geniş çaplılık, bu ne aşinalıktır; bu kapsamlı, yetkin,
engin ve doğru düşüncenin kalbe aşıladığı güven ne kadar sağlamdır!
Hayatımın
Kur’an’ın gölgesi altında geçen bu döneminde insanın gerek İslam’dan
önce ve gerekse ondan sonraki beşeri değerlendirmelerden çok daha yüceltici
bir yaklaşımla onurlandırıldığını gördüm. İslam’ın değerlendirmesine
göre insanın mayasına yüce Allah’ın ruhundan üflenmiş bir soluk katılmıştır:
“Hani
Rabbin meleklere; ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip
ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanın’ dedi”(Sad:71-72)
İnsan
bu ilahi soluk sayesinde yeryüzünde Allah’ın halifesi olmakla görevlendirildi:
“Hani
Rabbin meleklere; ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’
dedi.”(Bakara:30)
Yeryüzünün
tüm varlıkları insanın hizmetine, onun yararına sunuldu:
“Göklerde
ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları buyruğunuz altına verdi”(Casiye:13)
Böylesine
onurlu ve yüce bir varlık olan insanı, öbür hem cinsleri ile bir araya
getiren ortak bağın bu şeref bağışlayıcı ilahi soluktan kaynaklanan bir
bağ olması, başka bir deyimle insanlar arası birliğin, Allah’a inanma bağına
dayanması yasaya bağlandı. Buna göre müminin vatanı da, milleti de, ailesi
de inancına bağlıdır. Böyle olduğu içindir ki, bütün insanlık bu bağ
etrafında bir araya gelmelidir. Yoksa hayvanların bir araya gelmelerini sağlayan
otlak, mera, sürü ve ağıl gibi faktörlerin etrafında bir araya gelmeye
kalkışmamalıdır.
Bunun
yanı sıra mümin, tarihin derinliklerinden gelen köklü bir neseb ortaklığına,
akrabalık bağına sahiptir. 0, Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’den, Hz. İsmail’den,
Hz. İshak’tan, Hz. Yakup’dan, Hz. Yusuf’dan, Hz. Musa’dan, Hz. İsa’dan
ve Hz. Muhammed’den (salat ve selam üzerlerine olsun) oluşan seçkin öncülerin
önderlik ettikleri onurlu kafilenin bir parçası, bir üyesidir:
“Sizin
bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin
Rabbinizim. O halde benden çekinin” (Müminun:52)
Tarihin
derinliklerinden gelen bu onurlu kafile –Kur’an’ın ışığı altında
belirgin bir şekilde açığa çıktığı gibi- yüzyıllar boyunca zamanın
ilerlemesine, coğrafi yerlerin değişmesine ve insanların farklılaşmasına
rağmen değişmeyen tutumlarla, benzer bunalımlar ve deneyimlerle karşılaştı.
Bu kafile sapıklıkla, körlükle, azgınlıkla, ihtirasla, baskıyla, zulümle,
tehdit ve sürgünle karşılaştı. Fakat tüm bu engellere rağmen kararlı adımlarla,
gönül huzuru içinde, Allah’ın zafere erdireceğinden emin olarak umudunu o
günün geleceğine bağlayarak, her an Allah’ın şu kesin ve sağlam
vaadinin gerçekleşeceğini bekleyerek yoluna devam ediyor.
“Kafirler,
peygamberlerine; ‘Ya bizim dinimize dönerseniz ya da sizi ülkemizden süreriz’
dediler. Bunun üzerine Rableri, peygamberlere; ‘Biz zalimleri ortadan kaldıracak
ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, benim huzuruma
dikileceği andan ve benim tehdidimden korkanlara yönelik bir uyarıdır.” (İbrahim:12-13)
Aynı
güveni paylaşan bu onurlu kafile, her zaman ve her yerde aynı tutumla, aynı
tecrübeyle, aynı tehditle ve aynı vaadle karşı karşıyadır. Çeşitli
baskılar, tehditler ve yıldırmalar altında yollarına devam eden müminleri
en sonunda aynı akıbet bekliyor.
Hayatımın
Kur’an’ın gölgesi altında yaşadığım döneminde şu evrende kör tesadüfe
ya da başıboş rasgeleliğe yer olmadığını öğrendim. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor:
“Biz
her şeyi bir plana göre yarattık” (Kamer:49)
“Allah
her şeyi yarattı ve bir takdire göre düzenledi” (Furkan:2)
Şu
evrende her şey bir hikmete bağlıdır. Fakat insanın kısa görüşlü bakışı,
gayb aleminin derin hikmetini fark etmeyebilir. İşte:
“Eğer
onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin. Çünkü Allah, hoşlanmadığınız bir
şeyde sizin için büyük bir yarar takdir etmiş olabilir.” (Nisa:19)
“Bazen
hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir, buna karşılık hoşunuza
giden bir şeyde hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz
bilemezsiniz” (Bakara:216)
İnsanlar
tarafından kabul görmüş sebepler bazen beklenen sonuçları verirken kimi
zaman da istenen sonucu vermeyebilir. İnsanlar tarafından kesin sayılan öncüller
(mantığa uygun mukaddimeler) sonuçları tarafından izlenebilir de
izlenmeyebilir de. Çünkü sonuçları meydana getiren asıl etken, sebepler ve
öncüller değildir. Bunun yerine sonuçları, sebepler ve öncüllerin de payı
olmasına rağmen asıl Allah’ın hür iradesi meydana getirilir.
“Bilemezsin,
belki de bunun arkasından yeni bir durum meydana getirir” (Talak:1)
“Allah
dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan:30)
Mümin,
sebeplere yapışır. Çünkü ona böyle davranması emredilmiştir. Sebeplerin
sonuçlarını, ürünlerini yalnız Allah takdir eder. Allah’ın rahmetine,
adaletine, hikmetine ve bilgisine güvenmek, tek emin sığınak, insanı
vesvese ve saplantılardan kurtaran tek çıkar yoldur:
“Şeytan
sizi fakirlikle korkutup cimriliği ve kötü işler yapmayı emreder. Oysa
Allah size kendi tarafından bağışlama ve bol nimet vaat eder. Allah’ın bağışlayıcılığı
engindir ve O, her şeyi bilendir” (Bakara:268)
İşte
bu sebeplerden dolayı hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen dönemini
huzur, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadım. Her olayda, her gelişmede
Allah’ın rolünü ve gücünü görerek, O’nun himayesini ve gözetimini üzerimde
duyarak yaşadım. Bu dönemdeki yaşantımda O’nun sıfatlarının etkinliğini
ve yapıcı rolünü sürekli olarak hissettim. Okuyalım:
“Ya
da darda kalmışsa, dua ettiği zaman karşılık vererek onun sıkıntısını
gideren kimdir.” (Neml:62)
“Allah,
kulları üzerinde kesin bir egemenlik yetkisine sahiptir. O her şeyi yerinde
yapar, her şeyden haberdardır” (Enam:18)
“Allah
istediğini mutlaka gerçekleştirir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler”
(Yusuf:21)
“Bilin
ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer” (Enfal:24)
“Allah
dilediğini kesinlikle yapar.” (Buruç:16)
“Kim
Allah’ın emrini çiğnemekten sakınırsa, Allah ona mutlaka bir çıkış
yolu gösterir. Ona beklemediği yerden rızık gönderir. Kim Allah’a dayanır,
güvenirse Allah ona yeter. O istediğini kesinlikle gerçekleştirir.”
(Talak: 2-3)
“Hiçbir
canlı yoktur ki, alnı (perçemi) Allah’ın elinde olmasın, onu dilediği
gibi yönetmesin” (Hud:56)
“Allah
kuluna yetmez mi? Oysa seni O’ndan başkası ile korkutuyorlar” (Zümer:36)
“Allah’ın
alçalttığı kimseye hiç kimse onur kazandırmaz.” (Hacc:18)
“Allah’ın
saptırdığını kimse doğru yola getiremez” (Rad:33)
Şu
evrenin kör ve sağır mekanik kanunların eline bırakılmış değildir. Doğal
kanunların arkasında her zaman tasarlayıcı bir irade, mutlak bir dilek vardır.
Allah dilediğini yaratır ve dilediğini tercih eder.
Yine
hayatımın bu döneminde öğrendim ki, Allah’ın gücü sürekli ve sınırsız
bir etkinliğe sahiptir. Fakat O, bu etkinliğini kendine özgü bir tarzda gösterir.
Biz bu etkinliği acele edip öne alamayız. Allah’a herhangi bir şeyi de öneremeyiz.
Kur’an’ın
ışığı altında açıkça ortaya çıktığı gibi şu ilahi sistem her çeşit
sosyal ortamda, insan gelişiminin her evresinde, insan psikolojisinin her
durumunda uygulanmak üzere ortaya konmuştur. Başka bir deyimle bu sistem, şu
yeryüzünde yaşayan insan için düzenlenmiştir. Bu sistem, bu insanın fitri
yapısını, enerji kapasitesini, yeteneklerini, gücünü, yetersizliklerini ve
zaman içinde değişikliğe uğrayan durumlarını göz önünde bulundurur. Bu
sistem, insan hakkında kötümser düşünüp onun yeryüzündeki fonksiyonunu
küçümsemez; yine o, gerek bağımsız bir fert ve gerekse bir toplumun üyesi
olarak, yaşantısının hiçbir anında onun değerini heder etmez, küçümsenemez.
Bunun yanı sıra bu sistem, gerçekleri gözardı ederek insana gerçek değerini
ve kapasitesinin, yüce Allah’ın onu yarattığı gün görevlendirdiği yeryüzünde
halifelik görevinin üstünde bir görev ve fonksiyon da yüklemez. Her iki
durumda da onun fitri yapısının dayanaklarının kanunla oluşturacak ve çala
kalem ortadan kaldırabilecek kadar yüzeysel olmadığını kabul eder.
İnsan,
şu bilinen varlığın adıdır. O fitri yapısı ile, eğilimleri ile, iç güdüleri
ve yetenekleri ile tanınan insandır. İlahi sistem, onun elinden tutarak yapısı
ve fonksiyonu gereği kendisi için tasarlanan en üst kemal düzeyine çıkarmaya
çalışır, onu Allah’a doğru yükselen kemal yolunda ilerletirken kişiliğine,
fitri yapısına ve bu yapının temel dayanaklarına saygı gösterir.
Bütün
bu özellikleri içerisinde barındıran bu ilahi sistem insanlığın uzun çağlar
sürecek uzun ömrü dikkate alınarak ortaya konulmuştur. Bu sürenin ne kadar
olduğunu sadece şu insanın yaratıcısı ve şu Kur’an’ı indiren Allah
bilir. Bundan dolayı bu sistem yüce amaçlarını gerçekleştirme konusunda
zorlamacı, baskıcı ve aceleci değildir. Önündeki ufuk sürekli ve
sonsuzdur. Onu ne bir ferdin ömrü sınırlar ve ne de ölüme yakalanıp da
uzun vadeli amacını gerçekleştiremeyeceğinden korkan fani bir insanın
arzusu kışkırtabilir.
Oysa
yapmak istedikleri her şeyi bir kuşağın ömrü içine sığdırmaya çalışan
yeryüzü kaynaklı, baskıcı doktrinlerin taraftarları bunun tam tersi olan
bir tutum benimserler. Onlar adımlarını dengeli olarak atan insan fıtratının
önüne geçmeye kalkışırlar. Çünkü bu dengeli adımların temposuna
sabredemezler! Ama izledikleri yolun üzerinde katliam kurbanlarının ceset kümeleri
yükselir, seller gibi insan kanı akar, değerler paramparça ve işler
karmakarışık olur, sonunda kendileri de yapmacık doktrinleri de zorba
doktrinler tarafından alt edilmesi mümkün olmayan insan fıtratının
darbeleri altında parçalanıp yok olur.
Oysa
İslam, fıtrata ayak uyduracak sakin ve ağır adımlarla ilerler. An gelir,
geri kalan fıtratı ileriye iter, gün gelir adımlarının temposunu yavaşlatır,
eğrildiği zaman onu doğrultur, fakat onu kırıp parçalamaz. O, fıtrata karşı
bilgili, ileri görüşlü ve belirlenmiş amacından emin bir kişiden
beklenebilecek olan sabırlılığı gösterir. Bu aşamada gerçekleşmeyen işler
ikinci, üçüncü…. onuncu, hatta yüzüncü.. bininci aşamada gerçekleşir.
Nasıl olsa zaman sürekli, amaç belirgin ve büyük hedefe ulaştıran yol
uzundur. Ulu bir ağaç nasıl toprağın derinliklerine kök salarak, uzun ve sık
dallar vererek büyürse işte İslam da aynı şekilde ağır ağır, fark
edilmez bir tempo ile ve güven içinde büyüyüp bot atar. Sonunda ise her
zaman yüce Allah’ın olmasını dilediği şeyler olur.
Tohum
bazen kum yığınları altında kalır, kimi zaman kurtlar tarafından
kemirilir. Bazen susuzluktan yanar, bazen de su baskınına uğrar. Fakat ileri
görüşlü İslam’ı düşüncenin bağlıları, bu tohumun kalıcı ve gelişmeye
yetenekli olduğunu, uzun vadede karşılaşacağı bütün afetlere baskın çıkacağını
bilir. Bu yüzden sabırsızlanıp kuşkuya kapılmaz, bu tohumu tabiatın soğukkanlı,
dengeli, hoşgörülü ve müşfik etkenleri dışında bir yola başvurarak
bitirmeye, olgunlaştırmaya kalkışmaz. İşte yüce Allah’ın bütün
evrene yönelik metodu, tutumu budur:
“Allah’ın
kanunlarında asla bir değişme, bir başkalaşma bulamazsın” (Fatır:42)
“Hakk”
kavramı, şu varlık bütününün yapısında köklü yeri olan bir kavramdır.
Geçici bir istisna, amaç dışı bir rastlantı değildir. Çünkü her şeyden
önce yüce Allah “Hakk” tır ve her varlık, varoluşunu O’nun varlığından
alır.
“Çünkü
Allah haktır ve O’nun dışında taptıkları her şey batıldır. Gerçekten
ulu ve büyük olan, yalnız Allah’tır” (Lokman:30)
Öte
yandan yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yarattı; bu yaratma sürecine
asla batıl karışmamıştır:
“Allah,
bunları hakk uyarınca yarattı.” (Yunus:5)
“Ey
Rabbimiz, sen bunu boşuna, batıl olarak yaratmadın. Seni böyle bir şeyden
tenzih ederiz” (Ali İmran:191)
Bunun
yanı sıra hakk, şu varlık bütününün temel direği, eksenidir. Varlık bütünü
bu temel direkten ve ana eksenden uzaklaşınca dengesini kaybeder ve mahvolur:
“Eğer
hakk, onların şahsi arzularına uysaydı göklerin, yeryüzünün ve bu
ikisinde bulunan bütün varlıkların düzeni bozulurdu.” (Müminun:71)
Bundan
dolayı hakkın mutlaka üstün olması, buna karşılık batılında kökünün
kazınması gerekir. Eğer pratik görüntü bunun tersine ise, sonunda hakkın
açık bir biçimde ortaya çıkmasını hiçbir güç önleyemez:
“Hayır,
biz hakkı, batılın başına çarparız da onun beynini parçalar, böylece
batıl yok oluverir.” (Enbiya:18)
Hayır,
yapıcılık, dirlik-düzen ve iyilik de, hakk gibi, köklü kavramlardır.
Bunlar da, hakk gibi, kalıcıdır:
“Allah
gökten su indirir, dereler onunla dolup- taşar. Sel, üste çıkan köpüğü
alır götürür. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittiğiniz
madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hakk ve batılı böyle bir
benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde
kalır. Allah bunun gibi birçok örnekler verir.” (Rad:17)
“Allah’ın,
güzel sözü, kökü sağlam ve dalları göğe yükselmiş soylu bir ağaca
benzeterek örnek verdiğini görmüyor musun? Bu ağaç, Rabbinin izni ile her
mevsimi geldiğinde meyvelerini verir. Allah, insanlara böyle somut örnekler
verir ki, öğüt alsınlar. Buna karşılık kötü bir söz de yerden koparılmış,
kökü olmayan ve ayakta sağlam duramayan, kötü bir ağaca benzer. Allah müminlerin,
gerek dünya hayatında ve gerekse Ahirette, sağlam söze bağlı kalmalarını
sağlar, zalimleri ise saptırır. Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim:24-27)
Bu
düşüncenin meydana getirdiği ferahlık ne kadar büyüktür. O’nun kalbe aşıladığı
huzur ne kadar tatlıdır! Hakka, hayra ve yapıcılığa karşı uyandırdığı
güven ne kadar sarsılmazdır! Basit realiteye karşı gönülde kökleştirdiği
güçlülük ve kendine güven duygusu ne kadar engindir!
Hayatımın,
Kur’an’ın gölgesi altında yaşadığım dönemi sonunda şu kesin, şu
tartışma götürmez gerçeğe ulaştım; Şu dünyanın istikrara kavuşabilmesi,
şu insanlığın huzura erebilmesi, şu insanların her birinin iç güvene, yüceliğe,
onura ve arınmışlığa kavuşabilmeleri, evrenin ve hayatın doğal kanunları
ile uyum halinde yaşayabilmeleri için tek çıkar yol, Allah’a dönüştür.
Kur’an’ın
ışığı altında gün gibi ortaya çıktığı üzere Allah’a dönmenin tek
bir şekli, tek bir yolu vardır. Bir çok değil tek bir yol… O da hayatın tüm
alanlarında, yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarını çizdiği
sisteme yönelmektir. Bu tek yol; bu kitabı tek başına hayata hakim kılmak,
hayatın her türlü olayı ve gelişmesi karşısında onun hakemliğine başvurmaktır.
Aksi takdirde dünyada kargaşanın, insanlarda mutsuzluğun, bataklığın
dibine doğru gerileyişin ve Allah’ı bir yana bırakarak nefsin ihtiraslarına
tapınmak anlamına gelen cahiliyenin önüne geçilemez:
"Eğer
senin çağrına olumlu karşılık vermezlerse, bil ki; onlar nefislerinin
arzularına uyuyorlar. Allah tarafından bir yol gösterici olmaksızın sadece
nefislerinin arzularına uyan kimseden daha zalim kim olabilir? Kuşku yok ki,
Allah zalim bir toplumu doğru yola iletmez." (Kasas:50)
Yüce
Allah'ın kitabında ifadesini bulan ilahi sistemi hakem tutmak; "olsa da
olur olmasa da" türünden bir nafile, insanın gönüllü tercihine bırakılmış
fazladan bir iş değildir, Çünkü o imandır; o ya vardır ya da yoktur; bir
başka şık düşünülmez.
"Allah
ve Peygamber bir konuda hüküm verince mümin erkek ve kadınlar için artık o
konuda tercih yapmak söz konusu olamaz” (Ahzab:36)
"Sonra
sana bir şeriat düzenleyip sunduk; ona uy, (gerçeği) bilmeyenlerin arzularına
uyma. Bunlar senin Allah'tan beklediklerinin hiçbirini karşılayamazlar. Hiç
şüphesiz zalimler birbirlerinin dostudurlar. Allah da günahtan sakınanların
dostudur." (Casiye:18-19)
Şu
halde mesele ciddidir. Mesele, özü itibariyle inanç meselesidir. Sonra da su
insanlığın mutluluğu ya da mutsuzluğu meselesi... Kendisi de Allah'ın bir
eseri olan şu insanlık, fitri yapısının kilitli hücrelerini ancak Allah
yapısı anahtarlar ile açabilir, fıtratının hastalıklarını ve bunalımlarını
sadece yüce Allah'ın elinden çıkma ilaçlar ile tedavi edebilir. Yüce Allah
bütün kilitli kapıların anahtarlarını ve bütün hastalıkların ilaçlarını
kendi sistemine yerleştirmiştir;
"Kur'an'da
insanlara şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Bunlar, zalimlere ziyanlarını
arttırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsra:82)
"Kuşku
yok ki, bu Kur'an, insanı yolların en doğrusuna iletir." (İsra:9)
Fakat
insanlık, bozulan kilidin tamiri konusunda bu kilidin yapıcısına başvurmak,
hastayı yaratıcısına götürmek isteniyor. Gündelik hayatında kullandığı
basit teknik araçlar ve cihazlar konusunda gösterdiği titizliği, benimsediği
metodu, kendi problemleri, insanlığın problemleri, insanlığın mutluluğunu
sağlama ya da mutsuzluğunu giderme konusunda izlemekten, benimsemekten kaçmıyor.
O biliyor ki, bozulan bir teknik cihazı tamir etmek için o cihazı üreten
fabrikanın mühendisini çağırması gerekli. Fakat bu kuralı insan hakkında
da uygulayarak ona ilişkin problemlerde üreticisine bu şaşırtıcı cihazının,
yani son derece onurlu, yüce, ayrıntılı ve duyarlı insan cihazının yaratıcısına
fikir danışmıyor, o cihaz ki, onun giriş ve çıkışlarını yapıcısından,
yoktan var edicisinden başkası bilemez:
"Allah,
hiç şüphesiz, göğüslerin (kalplerin) özünü bilir. Yaratan bilmez mi hiç?
0 laliftir haberdardır." (Mülk:13-14)
İşte
yolunu sapıtmış, zavallı ve şaşkın insanlığın mutsuzluğu bundan
kaynaklanıyor. Bu insanlık, nasıl ki basit bir teknik cihazı bu cihazın küçük
yapıcısına götürüyorsa, fıtratına ilişkin problemlerde de bu fıtratın
büyük yaratıcısına başvurmadıkça doğru yola, huzura ve mutluluğa
kesinlikle eremeyecektir.
İslam'ın
önderlikten uzaklaştırılması, iktidardan düşürülmesi insanlık
tarihinde korkunç bir olay, insanlık hayatını mahveden uğursuz bir gelişmedir,
öyle ki, insanlık o güne kadar başına gelen talihsizlikler içinde bu kadar
talihsiz olanını hiç yaşamamıştır.
İslam
önderliği ele aldığında yeryüzü, düzensizliğe ve dengesizliğe boğulmuş,
hayat çürümüş, yönetimler kokuşmuş., insanlık bu kokuşmuş yönetimlerin
eli ile katlanılmaz acılar tatmış, kısacası "İnsanların kendi
elleri ile yaptıkları kötülükler yüzünden karalar ve denizleri kargaşa
(huzursuzluk, anarşi, istikrarsızlık) kaplamıştı” (Rum:41)
İşte
İslam bu bozuk ortamda Kur'an'Ia, Kur'an'ın getirdiği yeni düşünce ile ve
bu düşünceden kaynaklanan şeriatla, hukuk sistemi ile yönetimi teslim aldı.
Bu olay, insanlık için yeniden doğuş anlamına geliyordu. Öyle bir yeniden
doğuş ki, aslında ilk doğumdan, ilk yaratılıştan daha önemli idi.
Kur'an-i Kerim varlık bütününe ilişkin, hayata ilişkin, değer yargılarına
ve sosyal kurumlara ilişkin olarak insanlığa yeni bir düşünce sistemi
sundu, Bu düşünceye paralel olarak orijinal, başkalarına hiç benzemeyen
bir toplumsal pratik gerçekleştirdi, Kur'an-ı Kerim bu sosyal pratiği gerçekleştirmeden
önce insan onu hayalinde bile tasarlayamamıştı, Evet, bu somut sosyal pratik
öyle temiz, çekici, yüksek düzeyli, sade, kolay uygulanabilir, gerçekçi,
yapıcı dengeli ve tutarlıydı ki, eğer Allah onu insanlığa sunmasa,
Kur'an'ın, Kur'an metodunun ve Kur'an kaynaklı şeriatın ışığı altında
onu hayatta uygulamasaydı insanlık onu tasavvur dahi edemezdi.
Sonra,
insanlığın belini büken o uğursuz gelişme oldu ve İslâm yönetimden
uzaklaştırıldı, iktidardan düşürüldü. Onun yerine çok sayıdaki kılıklarından
birine bürünen cahiliye yeniden iktidara geldi, yönetim yetkisini bir kez
daha devraldı. Cahiliyenin bu yeni kılığı. günümüzde insanlığın tapınma
derecesinde benimsediği maddeci düşünce biçimidir. Günümüz insanı küçük
çocukların cicili-bicili elbiselerden ve renkli oyuncaklardan hoşlandığı
gibi cahiliyenin bu yeni şeklini isteyerek benimsemiştir,
Günümüzde
insanlığa düşman bir çete ile karşı karşıyayız. Bu çetenin işi-gücü
insanları yanıltmak, zihinleri karıştırmaktır. Bunlar önce ilâhi sistemi
terazinin bir kafesine ve insanoğlunun madde dünyasındaki keşif ve icatlarını
öbür kafesine koyuyorlar, arkasından da insanlığa dönerek söyle diyorlar;
"Buyur seç, bunlardan istediğini tercih et bakalım. Ya Allah'ın hayata
ilişkin sistemini seçer ve insanoğlunun madde dünyasındaki tüm kesif ve
icatlarını bir yana bırakırsın' ya da insan kaynaklı bilgi birikiminin ürünlerini
tercih eder ve ilâhi sistemi bir yana atarsın!"
Bu,
iğrenç ve alçakça bir aldatmacadır. Meselenin aslı, kesinlikle böyle değildir,
ilahi sistem, insanın gerçekleştirdiği keşif ve icatların düşmanı değildir.
Aksine o, bu buluşları ilk başlatan, ona ortam hazırlayan ve istikametini doğru
yöne çeviren bir sistemdir. Amaç, insanın yeryüzü halifeliği fonksiyonunu
başarı ile yerine getirmesidir. Bu imtiyazı insana Allah bağışladı, onu
bu görevi başaracak imkanlarla donattı, ona omuzlarına bindirilen bu yükümlülüğün
üstesinden gelecek potansiyel güçler verdi, bu görevi gerçekleştirmesine
yardımcı olacak evrensel kanunları onun yararına sundu; yaşayabilsin, çalışabilsin,
keşif ve icatlar ortaya koyabilsin diye kendi yapısı ile evrenin yapısı
arasında uyum meydana getirdi.
Üstelik
ilahi sisteme göre, insanoğlunun bilim alanındaki buluşları Allah'a yönelik
bir ibadettir, onun büyük nimetlerine karşılık somut bir şükür tezahürüdür,
halifelik sözleşmesinin Allah'ın rızası çerçevesi içinde çalışmak ve
didinmek seklindeki temel şartına bağlı kalma göstergesidir.
Böyle
olduğuna göre ilâhi sistemi terazinin bir kefesine ve madde alanındaki insan
kaynaklı bilimsel buluşları öbür kefesine koyanlar insanlığın zararına
çalışan, kötü niyetli kimselerdir. Yolunu şaşırmış ve bitkin düşmüş
insanlık, ne zaman uçsuz-bucaksız çöllerde taban tepmekten, şaşkınlıktan
ve sapıklıktan bakarak iyi niyetli kılavuzun sesini dinlemeye, ne zaman
mahvedici belirsizlikten kaçarak yüce Allah'ın himayesine sığınmaya
niyetlense bu çete onun peşini bırakmıyor.
Bu
konuda bir başka grup daha var ki, bunlarda eksik olan şey, iyi niyet değildir.
Bunlar kapsamlı bilinçten ve derin boyutlu idrakten yoksundurlar. Bunlar
insanoğlunun madde alanındaki buluşları karşısında hayranlığa,
teknolojik başarılar karşısında dehşete kapılırlar. Bu hayranlık ve dehşet
duygusu, onların kafalarında doğa güçleri ile imandan kaynaklanan değer
yargılarının ve bu değer yargılarının gerek evrende ve gerekse pratik
hayatta beliren etkilerini, sonuçlarım birbirinden ayırır, bunun sonucu
olarak tabii kanunlar ile iman kaynaklı değerleri birbirinden kopuk, ayrı
birer alan olarak algılarlar. Bunlar öyle zannederler ki, tabii kanunlar, iman
kaynaklı değerlerden etkilenmeksizin kendi yollarında ilerlemeye devam
ederler; insanlar ister mümin ister kâfir olsunlar, ister yüce Allah'ın
sistemine uysunlar, ister ona yan çizsinler, hükümlerini ister Allah'ın
kanunlarına, ister insanların keyfi arzularına dayandırsınlar bu kanunlar
sonuçlarını vermeyi sürdüreceklerdir.
Bu
görüş asılsız bir saplantı, ham bir hayaldir. Bu saplantı, aslında
birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan iki ilâhi kanun türünü
birbirinden koparmakladır. Çünkü iman kaynaklı değer yargıları da, tıpkı
evrensel tabii kanunlar gibi, Sünnetullah'ın, ilahi - kurallar sisteminin ayrılmaz
bir parçasıdırlar; bu iki kuralın sonuçları birbirleri ile sıkı sıkıya
ilişkili, hatta iç içedirler; müminin bunları birbirinden ayrı şekilde
algılaması ve ayrı düşünmesi için hiçbir haklı gerekçe yoktur, işte
Kur'an-ı Kerim, kanatları altında yaşayan vicdanlarda bu düşünceyi oluşturur;
bu düşünceyi oluşturmak, pekiştirmek amacı ile daha önce inen ilahi
kitapların ümmetlerinden söz eder, onların bu kitaplarından uzaklaşmalarını
ve bunun neticesinde kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan kötü sonuçları
anlatır:
"Eğer
Kitap Ehli İman edip günahlardan sakınsalardı, günahlarını bağışlar ve
onları nimet dolu Cennetlere yerleştirirdik. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i
ve Rabbleri tararından kendilerine indirilen Kur'an'ı gereğince uygulasalardı,
yiyeceklerini başları üzerinden ve ayakları altından sağlarlardı."
(Maide:65-66)
Kur'an-ı
Kerim, yine bu düşünceyi vicdanlarda oluşturmak amacı ile Hz. Nuh'un (selâm
üzerine olsun) kavmine yaptığı şu vaadi anlatır:
"Onlara
dedim ki; 'Rabbinizden günahlarınızı bağışlamasını dileyin; O kuşkusuz
günahların bağışlayıcıyıdır. O'ndan af dileyin ki, üzerinize gökten
bol bol yağmur yağdırsın, sîzi bol mallar ve evlâtlar ile desteklesin,
size çok sayıda bağlar ve akarsular bağışlasın.” (Nuh:10-12)
Kur'an-ı
Kerim, insanların iç dünyaları ile Allah'ın onlara yönelik uygulaması
olan dış realiteleri arasında sıkı bir ilişki olduğunu vurgularken de bu
ilkeyi zihinlere işlemeyi amaçlıyor:
"Şüphe
yok ki, bir toplum kendi tutumunu değiştirmedikçe Allah o toplumun dış statüsünü,
somut konumunu değiştirmez."(Rad:11)
Allah'a
inanmak, O'na doğru biçimde ibadet etmek, O'nun hükümlerini yeryüzüne
egemen kılmak... Bütün bunlar; Allah'ın kanunlar sistemini yürürlüğe
koymak, uygulamak anlamına gelir. Bu saydıklarımız, sonuçlarını algı ve
deney yolu ile gözlemlediğimiz diğer evrensel tabii kanunların ortak kaynağından
gelen etkin ve yapıcı kanunlardır.
Kimi
zaman bu evrensel kanunların iki kesiminin birbirlerinden açılabildikleri
izlenimini veren aldatıcı görüntüler ile karşılaşır, iman kaynaklı değer
yargılarından uzaklaşarak doğal kanunlara uymanın başarıya ulaştırdığını
görürüz. Bu kopukluk, ilk başta sonuçlarını göstermeyebilir, fakat bu
sonuçlar yolun sonunda kesinlikle ortaya çıkar. Nitekim bu kaçınılmaz akıbet,
İslâm toplumunun başına gelmiştir, İslâm toplumunun yükselme dönemi çizgisi,
doğal kanunlar ile iman kaynaklı değer yargılarının kesişme noktasından
itibaren başlamış ve bu iki tabii kanunun ayrıldığı, birbirinden koptuğu
noktadan itibaren gerileme eğilimi baş göstermiştir. Bu iki kesim arasındaki
açı genişledikçe gerileme eğrisi düşüşünü sürdürmüş ve doğal
kanunlar ile iman kaynaklı değer yargılarının birlikte ihmal edildikleri
zaman en düşük noktasına inmiştir.
Diğer
yanda ise bir kanadı kırık kuş gibi tek kanadıyla ilerlemeye çalışan
maddeci Batı medeniyetinin çırpınışları.. Bunun sonucu olarak maddî buluşlar,
teknolojik kazanımlar alanında ilerlemesi ile orantılı bir hızla insani ve
manevi değerler alanında geriye gidiyor. Buna bağlı olarak bu uygarlığın
az da olsa düşünebilen insanları feryat ettiren endişe, şaşkınlık, çeşitli
psikolojik ve sinirsel bunalımların pençesinde kıvranıyorlar. Gerçi bu düşünebilen
Batılılar da yüce Allah'ın sisteminin yoluna girmiyorlar. Oysa bu bunalımın
tek ilâcı, tek tedavi yolu odur.
Yüce
Allah'ın insanlara yönelik kanunları, O'nun evrensel kurallar bütününün
bir parçasıdır. Buna göre bu .kanunları uygulamak, onu toplumda yürürlüğe
koymak, insan yaşayışı ile evrenin hareket sistemi arasında sıkı bir uyum
meydana getirir, kesinlikle bu yolda etkisini gösterir. Öte yandan İslam,
imanın meyvesi, ürünü olmaktan başka bir şey değildir, bu yüzden bu asıl
kökü varolmadıkça tek başına ayakta duramaz, İslam, Müslüman bir
toplumda uygulanmak üzere ortaya konmuş bir hukuk sistemidir. Ancak, bu İslâm
toplumunun oluşmasında katkıda bulunma gibi bir fonksiyonu da vardır aynı
mamanda, İslâm, gerek kainata ve İnsana ilişkin kanunları ve gerekse İslami
düşünce sistemi, bunun gereği olan vicdan temizliği, bilinç duyarlılığı,
amaç yüceliği, idealizm, yüksek ahlâk ve davranış tutarlılığı ile bir
bütündür; tümünün birleşmesinden meydana gelir İslâm... Böylece gerek
doğal kanunlar ve gerekse iman kaynaklı değer yargıları adım verdiğimiz
ilâhi kanunlar sisteminin, Sünnetullah'ın uyumu ve bütünlüğü ortaya çıkar.
Bu kurallar sisteminin her iki kesimi de daha kapsamlı bir sistem olan Sünnetullah'ın,
ilâhi kurallar bütününün birer kanadını oluştururlar.
İnsan
da bu varlık bütününün güç odaklarından biridir. Onun çalışması,
iradesi, inancı, yapıcılık çabası, ibadeti ve diğer bütün faaliyetleri
de bu varlık bütününü faal biçimde etkileyen birer güç birimleridir. Bu
güç birimleri ile tüm varlığı kapsamı içinde tutan sünnetullah arasında
güçlü bir bağ vardır. Bu güç odaklarının tümü koordinasyon içinde
uyum halinde işlerler. Aralarında bu bütünlük, bu ahenk varoldukça ürünlerini
tam olarak verirler. Buna karşılık eğer birbirlerinden kopar ya da çatışmaya
düşerlerse ürünleri bozulur, kargaşalık baş gösterir, hayatın düzeni-dirliği
kaybolur, insanlar arasında perişanlık ve mutsuzluk alıp-yürür:
"Çünkü
bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti kesinlikle
değişikliğe uğratmaz." (Enfal:53)
Demek
ki, insan davranışları ve insan bilinci ile her şeyi içine alan kapsamlı sünnetullah
çerçevesi içinde evrensel olayların akışı, gelişimi arasında sıkı ve
derin bir ilişki vardır. insanlık düşmanlarından başka hiç kimse bu sıkı
ilişkinin koparılmasını telkin etmez, insanlığı bu ahengi bozmaya çağırma;,
insanlar ile yürürlükteki ilâhi kanunlar sisteminin, Sünnetullah’ın arasına
girmez. Bu insanlık düşmanlarının hedefi; insanları, doğru yola yanaştırmamak,
ondan uzak kalmalarını sağlamaktır, O halde insanların yapması gereken de
bu tiplerden uzak kalmak ve lütufkâr Rabblerine giden yolu kapatmalarına izin
vermemektir.
Bunlar,
hayatımın, Kur'an'ın gölgesi altında yaşadığım döneminden kalan ve
etkisini sürdüren duygularımın ve izlenimlerimin bir kısmıdır. Umarım
Allah (c.c) bunları vesile kılarak insanlığı yararlıya, hidayete ve doğru
yola iletir (iletsin). Çünkü;
"Allah
dilemedikçe sîz hiçbir şey dileyemezsiniz." (İnsan:30)