KISA KISA
Bu sayfada o hafta vizyondaki filmlerle (Ankara sinemaları) ilgili bir-iki cümlelik fikirlerimi bulabilirsiniz. 25-31 Mayıs 2001 haftası
Bless the Child (Kutsanmış Çocuk): Kötü bir korku filmi denemesi. Doğa üstü güçleri olan bir kızın kaçırılmasını ve şeytana tapanlarca kullanılmak istenmesini anlatan film hemen her yönüyle dökülüyor. Blue Planet (Mavi Gezegen) (IMAX): Dünyanın uzaydan astronotlar tarafından çekilmiş görüntüleri ile bezeli, çocuklar için çok yararlı olabilecek bir belgesel. Filmde anlatılanlar yetişkinler tarafından biliniyor olsa da sadece muhteşem görüntüler için gidilebilir. Cast Away (Yeni Hayat): Tom Hanks'in büyük bölümünü tek başına sürüklediği bu film bir uçak kazası sonucunda 4 yıl boyunca bir adada mahsur kalan bir modern Robinson hikayesi anlatıyor. Hanks'in çok başarılı olduğu film pek çok açıdan başarılı, yönetmen Zemeckis'in adada geçen sahnelerde doğal sesler dışında hiç bir şeye başvurmayarak seyirciyi hareketlendirecek oyunlara başvurmayışı da takdire değer. The Claim (İhtirasın Bedeli): Jude'dan sonra, yönetmen Winterbottom'dan ikinci bir Thomas Hardy uyarlaması daha. Roman, altına hücum dönemi Amerika'sına taşınmış. O dönemde bir kasabanın sahibi olan Dillon'ın yükselişi ve düşüşünü anlatan film özellikle görüntüleri ile dikkati çekiyor. Daha iyi olabilirdi ama şu ara sinemalarımızdaki en iyi yapımlardan biri yine de. Dansöz: Savaş Ay'ın bu ilk yönetmenlik denemesi tam bir facia. Öyküsüden oyuncularına, çekim tekniğinden erotizme kadar elle tutulur hiç bir yeri yok. Emir Kustrica'dan bildiğimiz gibi çingeneler hakkından çok iyi filmler yapılabilir ama bunu yapacak olanın Savaş Ay olmadığı açık. The Emperor's New Groove (Şaşkın İmparator): Disney'in bu yeni animasyonu her zamanki Disney animasyonlarından biraz farklı. Daha az müzik var, kahramanımız hiç de çok iyi kalpli ve masum değil, üstelik animasyon da son yıllarda Disney filmlerinde sıkça gördüğümüz kusursuz bilgisayar yapımı çizimleri değil, Bugs Bunny türü elle çizilen animasyonları andırıyor. Gayet eğlenceli ve iyi bir film. En Plein Coeur (Tüm Masumiyetiyle): Orta yaşlı bir avukat, kendisine başvuran genç ve güzel bir kıza tutulur ve bu sebeple karısından ayrılıp işini de tehlikeye atar. Bu arada kıza tutkun olan bir başka erkek daha vardır. Kız ise her ikisini de sevmektedir. İnsan ilişkilerini anlatmakla ünlü Fransız sinemasından bu konuda bir örnek daha. Türünün en iyilerinden değil belki ama yine de seyre değer. Encounter In the Third Dimension (Üçüncü Boyutta Buluşma) (IMAX): Üç boyutlu filmlerin geçmişinden geleceğine bir yolculuğun yapıldığı bu filmi izlemesi gerçekten zevkli ama üçüncü boyutu daha iyi kullanan filmler görmeyi de umut ediyorum. Enemy at the Gates (Kapıdaki Düşman): Yönetmen Annaud bu kez de kamerasını 2. Dünya Savaşı'ndaki Stalingrad cephesine çeviriyor. Bu önemli savaş 2 keskin nişancının çekişmesi arkasında bir fon olarak kullanılıyor neredeyse, ama yine de gayet gerilimli bir kaç sahnesi, iyi oyuncuları, çok başarılı bir sevişme sahnesi ve Er Ryan'ı Kurtarmak ile kıyaslanan giriş bölümü ile izlenmesi gerekli bir film. Les Enfants du Siècle (Aşkın Büyüsü): Juliette Binoche başta olmak üzere iyi oyuncuları ile döneminin büyük yazarları George Sand ve Alfred de Musset arasındaki aşkı anlatan bu film ne yazık ki bu iki karakter arasındaki tutkulu ve hastalıklı aşk bir türlü beyazperdeden seyirciye geçemiyor. The Exorcist (Şeytan): 1973 yapımı bu korku klasiği, o yıllarda kesilen bir kaç sahnenin filme eklenmesi ile tekrar gösterimde. Doğrusu ilk gösterimde söz konusu sahnelerin kesilmesi doğru bir kararmış, özellikle filmin eski sonu çok daha iyi idi. Küçük bir kızın ruhuna giren şeytanın çıkartılmaya çalışılmasını anlatan bu film, gelenekçi ve dini öne çıkaran mesajları bir kenara bırakılacak olursa aradan geçen 28 yıla rağmen hala etkileyici olmayı başarıyor. Özellikle ilk saati çok başarılı. La Fidélité (Özgür Duygular): Yönetmen Andrej Zulawski yine farklı bir yapıta imza atmış, herkesin sevebileceği bir film değil, benim de çok hoşlandığım bir film olmadı ama izlediğim en iyi filmlerden biri diyenler de var. Sadakat kavramının sorgulandığı bu film en azından Sophie Marceau açısından izlenmeyi hakediyor. Sinemalarımızda orjinalinden 25 dakika kısa bir kopyasının gösterildiğini belirtmek gerek.
Hannibal: Kuzuların Sessizliği'nin devam filmi olan Hannibal ne yazık ki o filmin başarısının yanına bile yaklaşamıyor. Yine de özellikle Floransa'da geçen sahneler oldukça başarılı sayılabilir. Keşke son yarım saat daha farklı olsa idi, o zaman daha iyi bir film çıkabilirdi ortaya. Ridley Scott hala eskiyi aratıyor. Himalaya-L'enfence D'un Chef (Himalaya-Bir Şefin Çocukluğu): Özellikle Himalaya dağlarının görüntüleri ile dikkat çeken neredeyse belgesele yakın bir yapım. Hikaye genel olarak geleneklere bağlı eski bir şef ile daha modern yeni bir şef adayının arasındaki çekişme üzerine odaklanmış. Filmin müziğine oldukça başarılı. Komser Şekspir: Sinan Çetin bu yeni filminde yine devlet otoritesini eleştirmeye devam ediyor ve bu kez kızı lösemi olan bir komserin, karakolu tiyatro sahnesine çevirme çabalarını anlatıyor. Fakat yine çok kalın çizgilerle ve seyircinin kafasına vura vura, üstelik duygu sömürüsü yapmaktan da çekinmeden. Çetin'in bundan önceki filmi Propaganda'dan daha iyi bir yapım ama yine de yetersiz. Lolita: Bir kaç yıl önce gösterimde olan bu Nabokov uyarlaması nedense bir salonda tekrar gösterime sokuldu. Kubrick'in Lolita'sı ile kıyaslamak mümkün olmasa da 12 yaşındaki Lolita ile orta yaşlardaki profesör Humbert'in aşkını anlatan bu film yine de başarılı sayılabilecek bir uyarlama. Başroldeki Jeremy Irons hemen her zaman olduğu gibi yine çok başarılı. Malèna: Cennet Sineması'nın yönetmeni Tornatore yine İtalya'nın ufak bir kasabasında geçen öyküsünde bir çocuğun gençliğe geçiş öyküsünü anlatırken fona da 2. Dünya Savaşı'nı yerleştiriyor. Malèna ise bu çocuğun ilgi duyduğu ilk kadın, aslında tüm kasabanın ilgi duyduğu kadın. Tornatore'den yine iyi bir film ama Cennet Sineması'ndaki kimya bu kez tam olarak tutturulamamış. Miss Congeniality (Güzel Dedektif): Sandra Bullock'un, gizli görevle güzellik yarışmasına katılan bir FBI ajanını canlandırdığı bu film ara ara güldürmeyi başarsa da genelde sıradan bir yapım olmaktan kurtulamıyor. Michael Caine ise en kötü filmde bile kendisini gösterebilen bir oyuncu olarak yine dikkatleri üzerine topluyor. The Mummy Returns (Mumya Geri Dönüyor): İlk film türünün iyi sayılabilecek bir örneği iken bu devam filminde ne bir hikaye ve heyecan var, ne de beklenen iyi bilgisayar efektleri. Sinemasal açıdan başarısız, gişe açısından başarılı bir devam filmi. Romance (Romans): Geçtiğimiz sezonlarda gösterime giren bu tartışmalı film anlaşılan erotik film arayanları mutlu etmek için bir sinemada gösterime girdi. Ama bu amaçla gidenler pek aradıklarını bulamayacak. Evet erotik sahneler var ama film genel olarak gayet sert ve feminist mesajlar içeren iyi bir film. Save the Last Dance (Bizim Dansımız): Türü içinde fena olmayan bir yere oturan bir gençlik filmi daha. Balerin olmak isteyen ama annesi ölünce bu isteğinden vazgeçerek yoğunlukla zencilerin okudukları bir kenar mahalle okuluna gitmek zorunda kalan bir kızın öyküsü. Filmdeki gençler ve kızın babası ile ilişkileri oldukça başarılı ve gerçeğe yakın şekilde çizilmiş. Yine de insan bir tatminsizlik duygusu ile salondan ayrılmaktan kurtulamıyor. Sweet November (Kasım'da Aşk Başkadır): Bizim eski Yeşilçam filmlerine burun kıvırıp da sırf çekici iki oyuncusu olduğu için bu tip filmleri beğenenleri anlayamıyorum. İş düşkünü bir adamla, serbest yaşamayı seçen bir kadının bildik aşkı, üstelik kadın ölmek üzere. Filmin tek artısı iyi görüntü yönetimi. T-Rex: Back to Cretaceous (T-Rex: Dinozorlar Devrine Dönüş) (IMAX): Ankara'da yeni açılan IMAX sinemasında üç boyutlu olarak 45 dakikalık bu film oynamakta. Film olarak hiç bir değeri olduğu söylenemese de hakkını vemek gerek gerçekten etkileyici. Ultimate G's: Zac's Flying Dream (Gökyüzünde Dans) (IMAX): IMAX sinemasında gösterilen bu yeni film gösterimde olanların en başarısızı. Yine film olarak hiç bir değeri yok, üstelik üç boyut da diğer filmler kadar başarılı kullanılamamış. Vizontele: Yeni bir seyirci rekoruna imza atacağa benzeyen Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak ortak yapımı Vizontele özellikle teknik yönlerden hiç aksamayan bir film olmuş. Oyuncuların bir çoğu tiyatro oyuncusu ve çok iyiler, senaryo da öyle. Yine Erdoğan'dan beklediğim kadar iyi değil, ilerde çok daha iyilerini önümüze koyacağına inanıyorum. What Lies Beneath (Gizli Gerçek): Harrison Ford ve Michelle Pfeiffer'in başrolünü paylaştıkları, Hitchcock ustaya da bol bol göndermeler yapan başarılı bir gerilim filmi. Görünüşte mutlu bir evlilikleri olan bir çiftin başına gelenleri konu eden filmi Robert Zemeckis yönetmiş. Wo Hu Zang Long (Kaplan ve Ejderha): Yılın en çok ismi duyulan filmlerinden biri daha sinemalarımızda. Yönetmen Ang Lee İngiliz yazarlarından uyarlama yaptıktan ve Amerikan ailelerinden bahsettikten sonra köklerine döndü ve şahane bir dövüş sanatları filmi ile perdelerimize geldi. Hem çok estetik ve masalsı dövüş sahneleri hem de insanlar arası ilişkiler açısından gayet başarılı bir yapım. Her nedense ülkemizde orjinal dilinde değil kötü bir İngilizce dublaj ile gösteriliyor. |