Tınaz Titiz
Medyada ve özellikle de internet'te son
zamanlarda sıkça görülen, maden kaynakları ile ilgili haberlerin
kaynak(lar)ı ve amaç(lar)ı hakkında bilgi sahibi değilim. Ama her ne
hâl ise, bu haberlerin çoğu yurttaşta bir sevinç bir ümit yarattığı
da kesindir.
Birkaç milyar dolar için bunca mücadele yanında
en küçüğü birkaç trilyon dolar değerindeki kaynakların üzerinde
oturuyor olmak -hem de bundan habersiz olup da birdenbire ortaya
çıkışı daha bir sürpriz oluşturuyor- müthiş bir şeydir.
Ülkemizin bütün önemli konularında son söz
sahibi durumunda olan kahvehane müdavimi yurttaşlarımızın yanısıra,
mürekkep yalamış kesimden de insanlarımızın yaptıkları hesaplara
göre, nadir elementlerin büyük rezervlerine sahip olan ülkemiz,
bunları çıkarıp sattığı takdirde bir anda dünyanın en zengin ülkesi
olması işten bile değildir.
Vedat Özdemiroğlu'nun "Selam Dünyalı Ben
Türküm" kitabını ilk gördüğümde bu adlandırmanın hoş bir espri
olduğunu düşünmüştüm. Ama artık giderek bunun bir şaka olmadığını,
benim farkında olmadığım sıradan bir gözlem olduğu sonucuna vardım.
Başka örneklerin yanısıra, gerçekten de böyle bir hesabı ancak dünya
dışından gelmiş birileri yapabilirdi.
Bu tür düşünce sahiplerini rüyalarından
uyandırmanın ne mümkün ne de gerekli olmamakla beraber, sadece ümidi
kırılabilecek çocuklarımızı böyle bir psikolojik travmadan
koruyabilmek için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir.
·
Bor minerali başta olmak üzere, peryodik tabloda yer alan nadir
elementlerin birçoğunun ülkemizde bulunduğu, bunlardan bazılarının
(görünür + muhtemel + potansiyel) rezervlerinin dünya toplamının
%40'larına vardığı bir gerçektir (http://www.jmo.org.tr/bor/29.htm).
·
Bir "rezerve sahip olmak"
ile onun "içerdiği değere sahip olmak" arasındaki fark siyah ile beyaz
arasındaki farktan daha keskindir. "İçerdiği değere sahip
olmak", o kaynağın fiyatını
belirlemede söz sahibi olmak demektir. Bu ise masaya yumruk vurmak
ya da benzer hamasi söylemlerle mümkün değildir.
·
Bu mineralleri -neredeyse- ham olarak satmaktayız. Taşından
toprağından ayıklayıp satılan bu maddeler bu halleriyle ancak deniz
suyu kadar değerlidir. Bunlara bu büyük değeri katan şey onlara
sahip olmak değil, onları daha işe yarar hale getirebilecek -yani
katma değer ekleyebilecek- teknolojilere sahip olmaktır ve o
teknolojilere biz sahip değiliz.
·
Üniversitelerimiz bu araştırmaları yapabilecek düzeyde değildir. Her
ne kadar panel, sempozyum vbg sıcak oda toplantılarında neredeyse
uzayı da fethettiğimiz söylenirse de, örneğin bor mineralinin katma
değerini bir miktar artırabilecek araştırmaları her bakımdan
destekleyecek bir bakanlığın çabasına karşın -birkaç iyi niyetli
girişimin dışında- üniversitenin ciddi bir katkısı olamadığı ayniyle
vakidir.
·
Ülkemiz yalnız mineral rezervleri açısından değil, örneğin temiz su
potansiyeli açısından da zengindir. Diğer yandan bitki ve hayvan
türlerinin çeşitliliği açısından da dünyanın önde gelen
topraklarında yaşıyoruz. Kültürel zenginlikler açısından ise
tartışmasız ön sıralardayız. Dünyada giderek azalan kolay
çıkarılabilir petrol kaynakları azaldıkça değerlenecek olan "kayaç
gözenekleri içindeki katı petrol" varlığı açısından da zenginiz.
Kısacası bir hazine -hem de çok yönlü bir hazine- üzerinde
oturuyoruz.
·
İşte sorun da burada başlıyor. En ciddi tehdit, onu koruyabilecek
kadar gelir elde edemediğiniz kaynaklara sahip olmak şeklinde
tanımlanabilirse, bütün bu kaynakların Türkiye için çok ciddi birer
tehdit kaynağı durumunda oldukları görülecektir.
·
Bu tehdit giderek artmaktadır. Yeni malzeme teknolojileri
geliştikçe, hava, su, toprak gibi dün bol olan nesneler kıtlaşdıkça
bu tehdit somut yaptırımlara dönüşecektir. Bu topraklar üzerinde
artık dünkü akıl, fikir, enerji düzeyimizi değiştirmeksizin
yaşamımızı sürdüremeyiz. Kıbrıs, Güneydoğu, bu konulardaki ABD ve AB
politikaları ve benzeri sorunlara böyle bakılırsa durum daha kolay
anlaşılabilir.
·
Ama bu durumu görebilecek olanlar yığınlar değildir, onlara böyle
bir yük yüklemek haksızlıktır. Hangi öğrenim düzeyi, ünvan, sosyal
statü, zenginlik, saygınlık, önem düzeyi vs'ye sahip olurlarsa
olsunlar "yığınlar" mazurdurlar. Onlarla uğraşmaya gerek -ve de
imkân- yoktur. Onlar giderek birbirlerini üretir, birbirlerini
payelendirir, onurlandırır, mevkilendirir, destekler, korur,
kollarlar. Onlar bir yumaktır. Birbirlerini tanımasalar da
aralarında sessiz ve güçlü bir dayanışma vardır. Onlar için tehdit
başörtüsü ile açık göbek arasındadır. Başörtüsü ya da göbek serbest
kaldığı sürece onlar için başkaca tehdit yoktur. Dolayısıyla gerçek
tehditin ne olduğu konusunda bu yığınların uyanması diye bir şey söz
konusu olamaz.
·
Uyanması gerekenler yığın dışındakilerdir. Onları diğerlerinden
ayırabilecek somut bir işaret de maalesef yoktur. Belki tek işaret,
yığındakilerin onları "hayalci" olarak nitelemeleri olabilir. Çünkü
yığın somut peşindedir. Soyut onlar için hayaldir, yani yoktur.
Halbuki gerçeklik -o da var ise- soyutlu somutu bağlayan zincir
baklalarındadır. Her ne hâl ise onların kendilerini bilmelerini
yeter saymak gerekir.
·
Yığın dışındakiler için en yaşamsal sorun, kısıtlı enerjilerini
dikkatli kullanmak, yığın ile çatışmaya girmemek, ne olup bittiğini
iyi anlamaya, olaylar ve onların kökleri arasındaki ilişkileri her
gün yeniden anlamaya ve böylece "büyük resmi"i görmeye çalışmaktır.
Bu resim üzerinde ancak bundan sonra etkili olunabilir.
·
Bu topraklarda yaşayan insanların tümü için, tüm etnik ve dini
kökenli insanlar için bu doğal zenginlikler, bugünkü nitelik
dokumuz, yani değer yargılarımız, bilgi-beceri, ahlâk düzeyi ve
ruhsal sağlık düzeyimiz karşısında birer tehdittir. Bunun, büyük
resmi manipüle edenlerin dolduruşlarına gelerek, pastadan pay
alacaklarını sananlarca bilinmesi iyi olur, boşuboşuna birbirimizi
tüketmezdik. Ama bu mümkün olmadı, olamıyor. Ama yine de bu
kesimlerin kanaat önderleri arasında bulunması mümkün yığın dışı
kişiler bulunabilir. Bu gerçeği onların görmesi önemlidir.
·
Bu tehdit bugün bir oranda aktüel, daha büyük oranda ise
potansiyeldir. Her geçen gün aktüel-potansiyel dengesi değişmekte,
potansiyel tehditler aktüele dönüşmektedir.
·
Bu potansiyellerin katma değerini artırma konusunda teknolojilere ve
daha kötüsü bu teknolojileri geliştirme konusunda bilim ve teknoloji
kabiliyetlerine sahip değiliz. Yazılan makalelere pirim vererek
ülkenin bilim düzeyini geliştireceğini düşünen ve bunu BT politikası
olarak yazıp çizen kurumlarımız, zaten az olan kıt maddi kaynakları
bu yolda kullanma kavgası veriyor.
·
Eğer kısa vadede bunun üzerine bir de -bu eksiklerin farkında
olmayan- bağnaz bir sağ ya da sol milliyetçilik biner ve çala kılıç
"kaynaklarımızı kimseye yedirmeyiz" politikası binerse, bu potansiyelden
aktüele dönüşüm süreci birdenbire hızlanabilir. Irak'ın başına gelen
ikinci felaket (Saddam dışında) işte budur ve aynısının Türkiye
toprakları için olmamasını güvenceye alabilecek hiçbir şey
yoktur.
·
Geri kalan az sayıda mümkün çözümden en yapılabiliri, Türkiye'nin
doğrudan ve dolaylı tüm varlık ve yüklerini (assets and
liabilities) konsolide biçimde
bilmesi ve de bu bilgileri sürekli güncelleyebilmesidir. Oyun, bu çok
boyutlu matriks üzerinde oynanırsa çıkış "mümkün olabilir". Neo
ancak böyle başarılı
olabilir!
Sayfa Başı
|