Tınaz Titiz
Sokaktaki insanımızın
tamamı değilse de bir kısmı, aydınlarımızın ise büyük bölümü,
"içinde bulunulan durumdan nasıl kurtulunacağı"na kafa yoruyor.
"Kurtulmak" ile ne kastedildiği, kurtulup da nereye varmak
isteneceği -ki birbirinden çok farklı, hattâ uzlaşmaz yerler
olabilir- tam bilinemez ama bazı asgari fiziki ve sosyal koşulların
kastedildiği tahmin edilebilir.
Kurtulmak istenilen
durum, bir dizi -bağımlılık düzeyinde- bireysel ve toplumsal
alışkanlık yaratmış ise, ama aynı zamanda o alışkanlıklardan da
besleniyor ise -ki çoğu toplumsal olgu böyledir- bu durumda ne
olacaktır? Yani kurtulma, bizzat kurtulmak istenen alışkanlıklar
yoluyla mı sağlanacaktır? Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu
"domuzbağı sarmalı" aynen böyledir.
A. Einstein bu
dilemma'yı şöyle özetliyor: sorunlar, onları yaratmış bulunan
anlayışlarla çözülemez! Machiavelli de benzer
tesbitleri yapmış, kurumların kendi kendilerini değiştirmelerinin
güçlüğüne değinmiştir.
İçinde bulunulan
global-yerel etkileşimli sosyo-ekonomik iklim, bireysel ve kurumsal
ölçekli "kurtulma" araçlarının giderek daha çok ortaya atılmasına
yol açıyor. Bunlar siyasi partiler ya da yeni siyasi girişimler,
platformlar, sivil örgütlenmeler, bireysel kurtarıcı adayları, hattâ
belki daha gizli-kapaklı oluşumlar şeklindedir, yani farklı
niteliklere sahiptirler.
Buna karşılık -medyaya
ve çeşitli bilgilenme kanallarına yansıdığı kadarıyla- hepsinin
ortak yanı, yukarıda sözü edilen bağımlılık düzeyindeki
alışkanlıkları aynen koruduklarıdır.
Çoğunun halis
niyetlerinden kuşku bulunmayan bu "kurtarma girişimleri", mevcut
değer yargılarından ve doğrularından hiç kuşkulanmadan, sadece tek
noktaya dayalı reçeteler öneriyorlar: onlar bilemedi-bilemez,
yapamadı-yapamaz, ama ben bilirim ve yaparım!
İşte sorun budur ve esas
kurtulunması gereken alışkanlık-bağımlılık bu noktadadır.
Milyonlarca kişi ve
kurum arasından kimin doğru kimin eğri reçete içeriklerine sahip
olduğunu anlamak pek kolay değildir. Ama bir asit testi oldukça
aydınlatıcı olabilir. O da, kurtarma girişimcisine şu sorunun
yöneltilmesidir: girişiminizin üzerinde yapılandığı söyleminizin
birkaç önemli ayağı olmalıdır. Bunlardan başlıcası, hangi "değer
yargıları" ve "doğrular"ı koruyup hangilerini değiştirmeyi
öngördüğünüzdür. Siz, korumayı, geliştirerek korumayı, değiştirmeyi
ve değiştirip beton çukurlara gömmeyi öngördüğünüz değer
yargılarınızı ve doğrularınızı açıkça ortaya koyar
mısınız?
Gerek politik
gerek diğer alanlardaki yeniden yapılandırma -ki kurtarma girişimi
aslında bu demektir- söylemleri, bu değişikliklerin açıkça ifadesi
şeklinde olmalıdır. Bunu yerine getirmeyen girişimler heyecan
verebilir, yandaş toplayabilir, girişimcisine şöhret de
kazandırabilir, ama bir işe yaramaz. Girişimcilerin çoğunun
gözlerini kapattıkları gerçek, söylemlerini oturttukları sorunların
aslında birer "görüntü"den ibaret olduğu, kökteki sorunların ise
"değer yargıları" ve "varsayılan doğrular"ın yanlışlık ve/ya
zamanının geçmiş olduğudur.
Girişimciler rakiplerini
akılsız sanmaktan vazgeçseler, kendi gördükleri ve doğrudan
çözebileceklerini sandıkları sorunları onların da pekalâ
görebildiklerini, hattâ belki kendilerinden daha güçlü "doğrudan
çözme araçları"na sahip olduklarını idrak
edebileceklerdir.
Mesele sorunları görüp
görmemek değildir. Eğer kör veya aptal değillerse -ki hiç olmazsa
kurtarma girişimcilerinin çoğu herhalde değildir- herkes sorunları
görmektedir.
Mesele, "doğrudan çözme"
denilen yanılgıya kapılıp kapılmamadadır. "Onlar bilemedi
yapamadı, ama ben bilirim yaparım", en yanıltıcı
"doğrudan sorun çözme aracı"dır ve maalesef halen tedavülde bulunan
girişimcilerin çoğunun dayanağı olduğu gözlenmektedir. İşte asit
testi budur: yeni söylemin içerdiği yeni değer yargısı ve yeni
doğruların neler olduğunun açıkça ifade edilip
edilmediği.
Bu akıl yürütmeden
herhalde çıkarılmaması gereken bir sonuç, Türkiye'nin ihtiyacı olan
yeni söylemin, belirli kalıplar biçiminde olduğudur.
"Kurtulmak"la ne(ler)
kastedildiğine bağlı olarak hepsi de geçerli söylemler olabilir.
Hattâ aynı bir kurtulma amacı için birden çok söylem de
geliştirilebilir. Aynen bir noktaya değişik yollardan -ve tabii
değişik süre ve maliyetlerle- ulaşılması gibi.
Çıkarılmaması gereken
ikinci sonuç ise bu yazının amacının böyle bir söylem için "giriş"
bölümü olduğudur. Ama, yukarıda çizilen söylem özellikleri için
rastgele birkaç örnek vermek de yararlı, belki de
gereklidir.
Yeni
söylemin bir yeni değer yargısı: demokrasi yalnız hak ve özgürlükler
değil, sorumluluklar rejimidir de..
Eski söylemlerin hemen
tümü, "bizi yönetenler" şeklinde bir değer yargısını kullanır. Yani
halk yönetilmelidir. Hem de çöpünden suyuna, rüşvetten yoldaki
güvenliğe, değer ölçülerindeki yozlaşmadan TVlerdeki cinsellik
pazarlamasına kadar halk yönetilmelidir.
Peki,
"demos-kratus=halkın kendini yönetmesi" ne olacak ve halkın
buradaki sorumluluğunu kim(ler) üstlenecektir?
Hayır, halk bir şey
üstlenmeyecek demokrasinin haklar-özgürlükler-sorumluluklar
üçgeninin sadece "gelir" tarafıyla ilgilenecek, "bizi yönetenler"
ise "gider" yani sorumluluk kısmını üstlenecektir.
Yeni söylemin bir ayağı,
bu geleneksel değer yargısının değiştirilmesidir. Yeni değer
yargısı, "halkın kendini yöneteceği -ve bu yolda çaba harcayacağı-
ve bunun devredilemez bir sorumluluk olarak halk tarafından
üstlenileceği"dir.
Bugün "bizi yönetenler"
denilenlerin de yeni rollerine (sivil hizmetkâr) çekilmeleri, halkın
kendini yönetebilmesi için, yine onun istekleri doğrultusunda
"kolaylaştırıcılık" işlevi yapmasıdır. Bu noktadaki radikal değişim,
halkın sorumsuz seyirci olmaktan sorumlu oyuncu olmaya dönüşmesidir.
Halkın bunu güvenle ve bilinçle nasıl yapacağı konusunda, halkın
elit (seçkin) tavır sahibi olanları sorumluluk almalıdır.
Kolaylaştırıcı (sivil hizmetkâr) devlet, bu konuda aydınlatma
görevine sahiptir.
Yeni
söylemin bir başka değer yargısı: "bütün"lerin parçalanıp, böylece
oluşan karşıtlıklarla mücadele yerine, parçaların
bütünleştirilmesi..
Geleneksel
söylemler, parçalanmadan korunması gereken olguların parçalanmasına
dayalıdır. Örneğin laik-dindar ayrımı böyledir. Bilim -ve onun aracı
olan akıl- ile inanç -ve onun aracı olan sezgi- birbirinden
ayrılmadan ve sürekli olarak birbirini denetleyip birbirinin önünü
açan iki parçalı bir "bütün"dür.
Keşif
ve icatlar önce "niye olmasın, olabilir mi; herhalde olmalı,
olabilir gibi geliyor vs
." şeklinde bir sezgi ile
başlayıp, daha sonra akıl yoluyla
bilim süzgecinden geçirilir. Bu süzgece takılanlar yanlış sezgi
olarak kalırken, süzgeçten geçenler "buluş" olarak yerini bulur.
Süreç burada bitmez. Ortaya çıkan buluş -ki bir üründür-, sezgi/akıl
araçlarıyla mükemmelleştirmeye yani katma değeri artırılmaya
çalışılır ve böylece sürer gider.
Şimdi
bu döngü koparılırsa ne olur? İki şey olur: (1) Sezgi kendi başına
ürünler üretir ve bunlar akılla doğrulanmadığı için hangisinin doğru
hangisinin yanlış sezgi (hurafe) olduğu anlaşılamaz, doğru ve
eğrilerin birbirine karıştığı bir zihinsel bulanıklık ortamı doğar.
Sezgi, diğer parçası olan akıl ile kıyasıya çatışır. (2) Akıl,
sezgiden yoksun bir iktidarsızlığa bürünür; hammaddesi (sezgi) yok
olduğu için refah ve mutluluk ürünleri üretemez, sadece eleştirir,
yakınır ve en çok gereksindiği ikiziyle mücadele eder.
Sonuç
şudur: değişimden yana olmayan hemen hiç kimse yok görünüyor. Ama
değişim yandaşlarının tek değiştirmeyi düşünmediği ise kendi değer
yargıları ve doğrularıdır. Böylece tüm değişim yanlıları, kendi
dışında kalanları değiştirip kendi gibi düşünmeye, davranmaya
zorluyor.
Bu
fesat çemberinden çıkışın sihirli bir yolu yoktur. Medeniyet de
zaten böyle bir kolay reçete bulunmadığı için adım adım gelişmiş ve
her adımda da birilerini eleyerek gelişmiştir: kendi doğrularından
kuşkulanmayanları! Yeni dönemin söylemini dile getireceklerde
aramamız gereken özellik budur./SPAN>
Sayfa Başı
|