Tınaz Titiz
Türkiyenin GSMH tutarı kadar bir iç ve dış
borcu var. Sokaktaki insandan en yetkili ve akademik rütbeli
kişilere kadar hemen herkes bu konu ile meşgul. İç borçların
ertelenmesi, ötelenmesi, meşhur fıkradaki gibi gece yarısı camı açıp
"ödemiyorum, şimdi sen düşün" tekniğinin uygulanması, bu
borcu yaratanların bulunup ipe çekilmesi, yeraltında uyuyan
katrilyon dolarlık servetlerin -avanak bir alıcı bulunarak satılıp
nakde çevrilmesi- ve daha çok sayıda önlem gündeme
getiriliyor.
Denilebilir ki, bu borç konusu üzerinde
düşünülenin bir kesri kadar, örneğin sarhoş sürücülere karşı
annelerin örgütlenmesisorunu üzerinde durulsa, gerçekten de herkesin işine yarayan
sonuçlar üretilebilir.
Bir sözcük oyunu ya da kandırmaca filan
olmaksızın şu söylenebilir: Türkiyenin sorun stoku içinde iç ve dış
borçlar, oldukça alt sıralarda yer almaktadır. Hattâ, sorunlar
gruplanıp ekonomik kökenli olanlar bir araya getirilse, o kategori
içinde de yine alt sıralarda yer alır.
Sorun içeriye ya da dışarıya borçlanmak
değildir. Borçlanabilmek bir kredibilite göstergesidir ve de iyidir.
Kötü olan, bu borcun "nasıl kullanıldığı"dır.
Hergün üzerinde yürüdüğümüz kaldırımların
her belediye başkanı döneminde en az bir defa değiştirildiği, reklam
panolarında dünyanın parası harcanarak belediye başkanlarının
bıyıklı fotoğraflarının ve veciz sözlerinin nasıl yer aldığı,
kamu kuruluşlarındaki bıkkın memurlara -kullanmayı beceremedikleri-
bilgisayarlar alıp üstüne üstlük bir de bunların sorunlarını
insanların önlerine çıkardıkları gibi sayısız örneği herkes
bulabilir.
Türkiye'nin birçok sorunu olduğuna, ama
bunların içinde para sıkıntısı sorununun bulunmadığına iman etmiş
birisi olarak, şahit olduğum ilginç bir olayı okurlarımla paylaşmak
istiyorum. Ancak, yer, zaman, kurum adı gibi alınganlığa yol
açabilecek bilgileri vermeyeceğim.
-
Ana okulundan en üst
kademeye kadar tüm eğitim birimlerini bünyesinde bulunduran bir
eğitim kurumu,
-
Bu konularda deneyimi
bulunan bir kişi olarak, tahminen yaklaşık $40-50 milyon arasında
bir sabit yatırım,
-
Yatırımın fiziki kalitesi
olarak mükemmel. Birkaç örnek; ana okulunun basketbol sahası (evet
yanlış okumadınız) NBA standartlarında, sayısız kapalı ve tenis
kortları, kapalı, suyu ısıtılmış olimpik ve 15 kulvarlı yüzme
havuzu, açık ve kapalı atletizm sahaları, uluslararası standartlarda
spor salonu, 2000 metrekare kadar bir kütüphane ve içinde hepsi
internete bağlı 50 kadar bilgisayar, binlerce kitap, sayısız fizik,
kimya ve biyoloji laboratuvarı, son teknoloji donanım, öğrenci
yurtları, içinde yer aldığı kentin her yerine ulaşımı sağlayan
servis araçları ve diğerleri,
Bu yatırımın önemli bir bölümünün, devletin
eğitim alanına tanıdığı yüksek sübvansiyonlarla yapıldığı açık.
Sübvansiyonların kaynağı ise iç ve/ya dış borçlar. Böyle borçlanmaya
helâl olsundan başka ne denilebilir? Kim bu yatırıma gereksiz
diyebilir?
Ama şimdi sıkı durun. Bu kurumun
sınıflarında ne yapıldığına yakından bakıldığında ise görünen aynen
şudur:
-
Ana okulunda (5-6 yaş
grubu), bir çocuk -herhalde onların öğretmeni- bebelere, tahtada
tebeşirle çokgen çizmesini "öğretiyor",
-
Tüm spor alanları, tüm
laboratuvarlar, tüm "öğrenme mahalleri" bomboş,
-
Sınıflarda, aile bütçesine
katkı yapmaktan başka bir hedefi olmadığı yüzünden belli
öğretmenler, sıra sıra dizip susturdukları -adına disiplin diyorlar-
çocuklara "öğretiyor"lar,
-
Kurumu gezdiren yetkili ise
milli eğitim müfredatına nasıl uygun eğitim yaptıklarını anlatıp
övünüyor; gözümün önüne Irak'ta Saddam resimlerini -Saddamı'ın
tekrar gelmeyeceğine iyice emin olduktan sonra- terliğiyle dövüp
aklı sıra övünen zavallıların beceriksizliği geliyor.
Bu kurumun -ki borç gözüyle bakılabilir-
üzerine beton döküp tamamen kullanılamaz duruma getirilmiş olsaydı
bugünküne göre ne gibi bir kayıp olabilirdi? Kayıp olacağını sanmam,
aksine, ortaçağın faşizan davranış şekillendirme misyonundan
vazgeçip kafamızı işleterek, bu kısıtlı imkânlarla çocuk ve
gençlerimizin, gereksinimlerini kendilerinin belirleyip kendilerinin
öğrenmeleri için neler yapılabileceğini düşünelim diyebilen
birkaç kişi çıkabilirdi. Şimdi ise çıkamaz, hattâ bu tür kurumları
daha da yaygınlaştırmak için daha çok para bulmaya çalışılır.
Sokaktaki -eğitimli ve eğitimsiz- garibanlar da her sorunun eğitimle
çözüleceğini sanar ve avunurlar.
Her gece televizyonlarımızda borçların nasıl
çevrileceğini bilgiç tavırlarıyla bize öğütleyen televoleci tayfanın
aklına acaba bir gün "biz bu paraları ne yapıyoruz; sakın ola ki
bu paralarla hiçbir şey yapmıyor olmayalım" diye bir soru sormak
gelir mi?
Acaba bir gün, bu yatırımı yapan özel
girişimciler -tam sayılarını bilmiyorum, belki de bir kişidir-
bizim burada yaptığımızla Bingöl'de yapılan eğitim arasında ne
fark var; oradakiler gerçek yaşam koşullarında ve zihinleri daha az
iğdiş edilmiş olarak bizim eğittiğimizi sandıklarımızdan daha
yaratıcı, daha gerçekçi, daha çalışkan, daha yüksek değerlere sahip
olmasınlar diye sormak gelir mi?
Ezbere bellediklerini peşpeşe sıralayan
insanları -hem de tek tip olarak- yetiştirmek için borç alıyoruz ve
sonra da bu borcu bir sorun olarak algılıyor ve nasıl çözeceğimizi
kara kara düşünüyoruz.
Geliniz, borcun sorun olmadığını ve de
olmayacağını, esas sorunun para harcama aklı eksikliği olduğunu
görelim. Hattâ öyle görelim ki, yalnız devlette değil özel
kurumlarda, gönüllü kuruluşlarda, eğitim adına bu acayiplikleri
yapan ya da destek olduğunu söyleyenlerde, tek tek bireylerde para
harcama aklı eksikliğinin esas sorun olduğunu
görebilelim.
Bu sorun çözülebilir. Hem de aynı
insanlar, aynı kurumlarca çözülebilir, ama diğer sorunu sorun
sanmaktan vazgeçip bir an bir şey yapmadan durabilir ve
yaptıklarının gerçekte ne olduğunu içtenlikli olarak kendilerine
sorabilirlerse.
Sayfa Başı
|