ANLASMA BÖYLE
Durgun bir suyun üstünde, bir zaman sonra iyice islanip
batmak
üzere gezinen küçük kagittan gemiler gibi,
suyun derinliklerinde olanlardan hiç konusmadan yalnizca
üstünde gördüklerimizden, saman çöplerinden,
dal parçalarindan, kurumus yapraklardan, arada bir görünen
nilüferlerden söz ederek geçiyoruz hayatin içinden,
gerçekler ise daha derinlerde sakli, tarif edemediklerimiz,
anlatamadiklarimiz, anlayamadiklarimiz, ancak battiktan sonra görebileceðimiz
o derinliklerde duruyor.
Mutluluðun tarifini yapamiyoruz, acinini tarifini, sevincin
tarifini, kederin, sevginin, kiskanmanin, özlemenin, kaybetmenin,
istemenin
tarifini yapamiyoruz, konusmuyoruz bile bunlardan, her bir damlasi
digerine benzeyen durgun bir suyun üstünde hep ayni yeknesaklikla,
hep ayni konularla kimildaniyoruz.
Derinlikler bizim dalip birþeyler çikartacagimiz degil,
ancak batip da kaybolacagimiz bir yer.
Söylememiz halinde hiçbir sey kaybetmeyecegimiz cümleler
söylüyoruz, bir gün tamamen sussak ve bir daha hiç
konusmasak, hayattan hiçbir sey eksilmeyecek, hayata konusmalarimizla
hiçbir sey eklemiyoruz çünkü.
Seyredenleri derinden sarsan Shadowlands isimli film, dokuz
yasinda annesini kaybettikten sonra bir daha birini kaybederim korkusuna
farkina varmadan kapilarak insanlarla hemen hemen bütün
duygusal iliskilerini kesen bir yazarin, sevdigi kadin ancak ölümün
kapisina gelince ona sevdigini söyleyebildigini anlatiyordu.
Onca yil birilerini sevmekten korktuktan sonra, ölecegini bile
bile bütün sevgisini o kadina açan yazar, sevgilisini
kaybettikten sonra
kendi hayatini yaptigi iki seçimle özetliyordu: "
Tanri ona iki kez seçme hakki verdi, çocuk güveni
seçti, erkek aciyi."
Aslinda bütün film hayatin su garip denklemini anlatiyordu,
acidan kaçiyorsan mutlu olamazsin, multu oluyorsan aci çekeceksin.
Asik olduðu halde bu sevgisini bir türlü sevdigi kadina
söylemeyen
yazar bir gün, "babam öldü" diyen genç
bir ögrencisine soruyordu,"onu seviyor muydun", "evet"
diyordu ögrenci, "o, bunu biliyor muydu", "herhalde",
diyordu ögrenci, "insan sevdigini söylemeli"
diyordu yazar, "bazen buna firsat kalmayabilir".
Durgun bir suda yüzen kagittan kayiklar gibi yalnizca suyun
üstünde yüzenlerden konusuyoruz, derinliklerde olanlardan,
duygulardan konusmuyoruz, konusmak bize gerçek bir mutluluðu,
mutluluk ise gerçek aciyi getirir diye korkuyoruz; bu korkunç
iliski bizi köksüz ve manasiz
konusmalara mahkum ediyor, derinde olan, sahici olan söylenmiyor,
yalnizca suyun üstünde yüzenler, kuru yapraklar,
rüzgarla egilen kamislar,
bazen bir nilüfer, yosun parçalari.
Filmdeki yazar, "Tanri bizi birer heykel gibi yontuyor"
diyor, "bizi biraz daha güzellestirmek ve inceltmek için
vurdugu çekiç darbeleridir aci".
Her darbeyle çizgilerimiz biraz daha belirginleþip
inceliyor ve
içimiz her darbeyle biraz daha sanciyip sarsiliyor, bir kaya
parçasiyla bir heykeli birbirinden ayiran da o darbelerle
çekilen acilar zaten ve Tanri, heykelini yontarken çekicini
hep bir mutlulugun arkasindan indiriyor, daha keskin olsun ve daha
iyi yontsun diye.
Karisinin ölümüne yakin bir gün bir kir gezintisinde,
yesilliklerin
ortasindaki bir sundurmanin altina siginiyorlar, "mutluyum"
diyor yazar, "su anin oldugu gibi kalmasini ve hiç degismemesini
isterdim", karisi ise, "ölümümden konusmaliyiz"
diyor, "simdi degil , þu ani bozma" diyor yazar,
"hayir simdi konusmaliyiz, ben öldügümde çekecegin
aci su anda hissettigin mutlulugun parçasi, o aci yoksa bu
mutluluk yok, anlasma böyle."
Anlaþma böyle, aci yoksa mutluluk yok.
Mutluluk varsa aci var.
Biz durgun bir suyun üstünde gezinen kagittan gemiler
gibi
derinlere hiç bakmadan yasayip gidiyoruz, sadece suyun üstündekilerden
konusuyoruz, sikici olmayi ve sikilmayi kabul ediyoruz, kendimizi
mutluluktan ve acidan sakinmak için.
Ve yazar diyor ki, "Tanri ona seçme hakkini iki kere
verdi, çocuk güveni seçti, erkek aciyi."
Aciyi seçen erkek ancak o zaman mutlulugu buldu.
Tanri bazen ikinci kez seçme hakkini vermez, güveni
seçen çocuk,
kagittan bir kayik gibi sadece suyun üstündekilerden konusarak
güvende dolasir ve derinliklerde ne oldugunu hiç bilmeden
islanip batar bir gün.
AHMET ALTAN