Antik Grek filozoflarının en büyüğü sayılan Platon'un düşünceleri yüzyıllardan beri etkisini ve gücünü koruyagelmiş bulunuyor. Platon'un özellikle Batı felsefesi üzerindeki ağırlığı öylesine belirgindir ki, bir çağdaş filozof, Bütün Batı felsefesi tarihi Platon'a düşülen dipnotlarından ibarettir" demekten kendini alamamıştır.
Bundan dolayıdır ki, meşguliyet alanı felsefe olan kişilerin dışında da, az çok mürekkep yalamış herkes Platon'un felsefesi üzerine iyi kötü bir malumata sahiptir. Ukalalık etmek istemem ama, malumat derken de filozofun işlediği "konular" ve kullandığı "kavramlar" hakkındaki kulaktan dolma "bilgi"leri kastediyorum. Bunlardan "platonik aşk" kavramı ve "mağara metaforu" kadar, belki onlardan daha fazla "bilinen" konulardan biri de Platon'un "Devlet"inden şairleri kovmuş olduğudur.
Bilindiği gibi, Platon Devlet isimli başyapıtının bir yerinde (Sokrates'in ağzından) trajedi şairlerinin doğru bilgi vermeyen ve tutkuları azdıran (taklide dayalı) eserlerini eleştirerek bu tür şairlere tasarladığı Devlet'te yer olmadığını söyler (Devlet, 398 A paragrafı).
Ben de, yukarıda sözünü ettiğim "meşguliyet alanı felsefe olan" kişilerden değilim. Onun için yanılıyor olmam mümkünse de, okuduğum kadarıyla felsefe tarihinde ('felsefe tarihi' kitaplarında değil) bu konunun ele alınıp uzun boylu tartışıldığına rastlamadım. Öte yandan şairlerin de bu konuya kafalarını taktıkları söylenemez.
Hem Doğuda, hem de Batıda şairlerin iyi tanıdıkları ve düşüncelerine [genellikle] yakınlık duydukları bir filozoftur Platon. Örneğin ünlü İngiliz şairi Shelley, Platon'un bazı diyaloglarını İngilizceye çevirecek kadar yakınlık duyuyordu bu "şair" filozofa. (Evet, Platon'da şairlik de vardı. Sokrates'le tanışıncaya kadar şiirler yazdığı, döneminin sevilen şairlerinden biri olduğu söylenir. Şairlikle filozofluk arasında tercih yapma noktasına geldiğinde hocası Sokrates'in yolunu izlemeye karar vermiştir. Ama tüm yazdıklarında bir söz ustalığının izleri görülür. Manidardır, Aristoteles Metafizik adlı eserinde hocası Platon'un idealar kuramını eleştirirken bu görüşleri "şairce benzetmeler" olarak tanımlayıp küçümser.)
Bildiğim kadarıyla, bizde bu konuya ilk değinenlerden biri Cemal Süreya'dır. Üvercinka şairi, Şapkam Dolu Çiçekle adlı kitabında da yer alan "Şuara Suresi" başlıklı yazısında "Kuran'ın şairi lanetlemesini yalnızca Müslümanlığın bağnazlığı olarak ele almıyorum" dedikten sonra, "Her düzen, her yeni devrim, sanatı, özellikle de şiiri lanetlemekle işe başlamıştır" demektedir. Bu düşüncesine "dayanak" olarak da şiirin düzen karşıtı, iktidar karşıtı bir doğaya sahip olduğu yolundaki kabulü dile getirir Süreya: "Şiir kendi doğasının bir gereği olarak kurulu düzenlerin değerleriyle çatışır" der. Anlayacağınız, Kur'an-ı Kerim'in de, Platon'un da yeni bir "düzen getirdiği" için şairleri dışladığını iddia ediyor Cemal Süreya.
(Süreya'nın adını andığım kitabında yer alan bu yazısından ilham aldığı anlaşılan bazı yazarlar da zaman zaman bu konuyu deşelemek istedilerse de, bu kişiler ne Kur'an-ı Kerim'den, ne de Platon'dan, hiç değilse Süreya kadar olsun haberdar olmadıkları için buradaki görüşleri başka ifadelerle yinelemek dışında bir şey yapmadılar. Onun için, diğerlerini sözkonusu etmeden Cemal Süreya'nın yazısında yer alan ifadeler üzerinde durmayı seçtim.)
Kuşkusuz, Kur'an-ı Kerim'in mezkûr ayetlerini tefsir etmek benim haddime değil. Ama bir "şair" olarak, yaratıcımızın hikmetten ibaret olan kelamından ne "anladığımı", başka bir yazıda anlatmak isterim. Diğer yandan, Platon'un görüşlerinin tefsirini yapmak da benim haddimi aşar. Ancak, madem ki bu konuda filozoflardan çok şairler konuşuyor, ben de 'Platon okumalarım' sırasında rastladığım bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum.
Yalnız ondan önce, Cemal Süreya'dan naklettiğim ve bazı çevrelerde önemli ölçüde kabul gördüğü anlaşılan görüşlere itirazımı açıklamam gerekiyor: Bir kere, "şiir kendi doğasının bir gereği olarak kurulu düzenlerin değerleriyle çatışır" sözü, ilk bakışta hoş gözükse de içi boş, anlamsız bir söz. En olumsuz anlamıyla "şairane" bir söz. İkincisi, hem Kur'an-ı Kerim'de, hem de Platon'un Devlet'inde olumsuzlanan -dikkat edin, "şiir" değil- "şairler" hem Kur'an-ı Kerim'in inzal olduğu dönemin Mekke toplumunda, hem de Platon'un yaşadığı dönemin Atina toplumunda, "kurulu düzen"in temsilcisi durumundadır. "Kurulu düzenin değerlerini" şairler korur ve savunur. Zaten bu "değerleri" üretenler de büyük ölçüde şairlerdir. Öyleyse Süreya ve (onu izleyenler) iki bakımdan yanılmış oluyor: Bir, demek ki şiirin kurulu düzenin değerleriyle çatışması her zaman gerekmiyor. İki, Kur'an-ı Kerim'in ve Platon'un bir takım şairlere kendi kurmak istediği iktidara, öngördüğü toplum düzenine tehdit oluşturduğu için karşı çıktığı söylenemez.
Gelelim Platon'un "şiir" diye sözettiği şeyin bizim bugün anladığımız anlamdaki "şiir"e ne ölçüde tekabül ettiği sorununa: Platon'un çeşitli diyaloglarında, kabaca kategorize etmek gerekirse, iki ayrı tür şiirden sözettiğini görmekteyiz. Bunlardan ilki Tanrı ilhamıyla yazıldığını söylediği lirik şiir, ikincisi bazı destan şiirleridir. (Bana öyle geliyor ki, Platon Cemal Süreya'nın şiirlerini okusa severdi ve Süreya "Devlet"in dışında bırakılanlardan olmazdı.)
Bu noktada, "İon" diyaloğundan şu satırları okumak aydınlatıcı olabilir:
"Büyük destan şairleri, büyük lirik şairler, o güzel şiirleri, sanatla değil Tanrı ilhamı ile, Tanrı cazibesi ile yazmışlardır. Şair ilham duymadan, kendisinden geçmeden, aklı başında iken hiçbir şey yaratamaz. Tanrı vergisi olmalınca kimse şiir söyleyemez. Şairler de bilicilere benzerler. Akılları başlarında değildir. Söyledikleri kendi sözleri değil, Tanrı'nın sözüdür. Şair Tanrı'ya tercüman olmaktadır."
Platon'un olumsuzlayarak söz ettiği diğer şiir türü ise, iyi-kötü, yararlı-zararlı demeksizin gerçek ya da gerçekdışı olayları "taklit yoluyla" anlatan trajedi yazarlarının şiiridir. (Platon müzik konusunda da benzeri bir ayrım yapıyor. Müzik eserlerini "esin perilerinin" eseri olup olmamasına göre ikiye ayırıyor. [Kanunlar II] Ama Devlet diyaloğunda yaptığı ayırım düpedüz pragmatik bir bakışın ürünü. Bu yüzden bir çelişki var gibi görünüyor bu konuda.)
Platon'un Devlet'inden çıkarttığı şiir halkı yanıltan, gerçekdışı olayları varmış gibi gösteren, kötülükleri, çirkinlikleri öven şiirler (daha doğrusu şairler)dir. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'de de şairler "yapmadıkları şeyleri yapmış gibi anlattıkları" için kınanırlar. (Şuara, 226)
Şunu da belirtmek gerekir ki, "gerçekdışı olayların varmış gibi gösterilmesinin" kınanmasını, "toplumsal gerçekçilik" benzeri bir sanat anlayışının ifadesi olarak görmek doğru olmaz. Burada, özellikle şairlerin kolayca anlayabilecekleri bir incelik sözkonusudur: Yaşantıdan kaynaklanmayan, yani bizzat yaşanmış ve hissedilmiş, sahici bir tecrübenin ürünü olmayan şiir zararlı sayılmıştır. Buna "gerçek" şairlerin itiraz etmesine gerek yoktur. (Doğal olarak Cemal Süreya'nın da itiraz etmemesi beklenirdi.) Öte yandan, Platon yine Devlet'te şairin eserlerinde kendi kişiliğini ifade etmesi gerektiği düşüncesini savunur. Taklit(mimesis)ten bunu kasdettiğini düşünmek gerekir: "Bir insan çeşitli taklitleri birden yapamayacağı gibi, yaptığı taklidin kendi kendi yaşadığı gerçeğe uygun olmasına da imkan yoktur." (Devlet, 395 b paragrafı)
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da, Devlet'te şiirin "gençlerin eğitimini olumlu ya da olumsuz yönde etkilemesi" doğrultusunda, yani pedagojik yanıyla ele alınmasıdır. Bu yüzden Platon'un bir bölüm şairlere karşı tavrını "mevcut eğitim sisteminin bir eleştirisi" olarak yorumlayanlar da vardır. Yabana atılmaması gereken bir yaklaşım, bence bu da.
Diğer yandan, Platon'un "sınırsız özgürlük ortamı" olan Atina'da yaşamış olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Onun için, toplumsal düzen kavramına vurgu yapmasını, yasaklardan sözetmesini doğal karşılamalıyız. (Dönemin Atina'sında pek çok bakımdan tıkanmış durumda olan demokrasi yönetimine karşı otoriter bir aristokrasiyi savunması da bundandır.)
Sözkonusu ettiğimiz bütün bu konularda çok daha değişik ve belki daha doğru yorumlar getirilmesi kuşkusuz mümkün. Ben yalnızca, Platon'un şairler konusundaki görüşlerini değerlendirmek için o dönemde "şair" adı verilen kimselerin nasıl ürünler verdiğini, toplumsal işlevinin ne olduğunu iyice anlamak gerektiğini ve önyargıların kılavuzluğunun bu alanda işe yarar ipuçları vermediğini vurgulamaya çalıştım. Felsefe tarihi, filoloji gibi disiplinlerin uzmanlarının yapacakları çalışmaların bu konuda bizi daha doğru noktalara ulaştıracağından şüphe etmemek gerekir.