Şiirler...

 

attila_ilhan2.gif (14357 bytes)

BEN SANA MECBURUM



Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum bilemezsin

İçimi seninle ısıtıyorum




Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor

Bu şehir o eski İstanbul mudur?

Karanlıkta bulutlar parçalanıyor

Sokak lambaları birden yanıyor

Kaldırımlarda yağmur kokusu

Ben sana mecburum sen yoksun



Sevmek kimi zaman rezilce korkudur

İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Birkaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu



Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor

Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor

Durup köşe başında deliksiz dinlesem

Sana kullanılmamış bir gök getirsem

Haftalar ellerimde ufalanıyor

Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem

Ben sana mecburum sen yoksun



Belki Haziranda mavi benekli çocuksun

Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor

Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden

Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun

Bütün ıslanmışşın tüylerin ürperiyor

Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin

Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor



Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Bu kurtlar sofrasında belki zor

Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden

Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Sus deyip adınla başlıyorum

İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin

Hayır başka türlü olmayacak

Ben sana mecburum bilemezsin..
  

ATTİLA İLHAN   

ÇİLE (İLK 7 KITASI)



Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde...



Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tulbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı



Ateşten zehrini tattım bu okun,

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,

Kustum, öz ağzımdan kafatasımı



Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!



Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye



Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kainat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.



Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

N.F.K

SÜLEYMANİYE'DE BAYRAM SABAHI Yahya Kemal Beyatlı (1884 - 1958)



Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

Bir mehabetli sabah oldu Suleymaniye'de



Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,


Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi



Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.



Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,

Duyulan gökte kanan, yerde ayak sesleridir.



Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garibe alem bu!..

Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...



Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;

O seferlerle acilmiş nice yerlerdendir.



Bu sükunette karıştıkça karanlıkla ışık

Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;



Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,

Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.



Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,

Bu saatlerde Suleymaniye tarih oluyor.



Ordu-milletlerin en cok dogusen, en sarpı

Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.



En güzel mabedi olsun diye en son dinin

Budur öz sekli hayal ettiği mimarinin.



Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,

Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kutsi tepeyi;



Taşımış harcını gazileri, serdariyle,

Tası yenmiş nice bin isçisi, mimariyle.



Hur ve engin vatanin hem gece, hem gündüzüne,

Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne,



Taam ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..

Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.



Ulu mabede! Seni ancak bu sabah anlıyorum;

Ben de bir varisin olmakla Buğun mağrurum;



Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;

Kubben altında bu cumhura bakarken simdi,



Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim

Cedilerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.



Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını

Görüyor varlığının bir yere toplandığını;



Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes

Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;



Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,

Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!



Gördüm on safta oturmuş nefer esvaplı biri

Dinliyor veca ile tekrar alınan Tekbirci



Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!

Kimdi? Banisi mi, mimari mi ulvi eserin?



Taam Malazgirt ovasından yürüyen Turkoglu

Bu nefer miydi? Derin gözleri yaslarla dolu,



Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,

Çok Büyük bir is görmekle yorulmuş belli;



Hem Büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz

Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;



Vatanin hem yasayan varisi hem sahibi o,

Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,



Hem bu toprakta Buğun, bizde kalan her yerde,

Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.



Karsı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,

Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.



gökte top sesleri var, belli, derinden derine;

Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.



Çok yakından mi bu sesler, Çok uzaklardan mi?

Üsküdar’dan mi? Hisardan mi? Kavaklardan mi?



Bursa'dan, Konya'dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,

Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;



Simdi her merhaleden, Taam Beyazid'dan, Van'dan,

Ayni top sesleri birdir geliyor her yandan.



Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!

Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,



Dinliyor hepsi Büyük hatiralar ruzgarini,

Caldiran topları ardınca Mohac toplarını.



gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?

Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:



Kova’dan, Nigbolu'dan, Varna'dan, İstanbul’dan..

Anıyor her biri bir vak'ayi heybetle bu an;



Belgrad'dan mi? Budin, Egri ve Uyvar'dan mi?

Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mi?



Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?

Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..



Adalar'dan mi? Tunus’san mi, Cezayir'den mi?

Hur ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi



Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;

O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?



Ulu mabede karıştım vatanin birliğine.

Çok şukur Tanrıya, Gördüm, bu saatlerde yine



Yasayanlarla beraber bulunan ervahı.

Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

YAHYA KEMAL BEYATLI

 

Yunus Emre  (1238 - 1328)

Necip Fazıl Kısakürek (1905 - 1983)

CANIM İSTANBUL



Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.



İstanbul benim canım;

Vatanım da vatanım...

İstanbul,

İstanbul...



Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;

Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...

Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;

Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...



O manayı bul da bul!

İlle İstanbul'da bul!

İstanbul,

İstanbul...



Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;

Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir;

Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,

Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...



Kadını keskin bıçak,

Taze kan gibi sıcak.

İstanbul,

İstanbul...



Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,

Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından

Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.

Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...



Gecesi sünbül kokan

Türkçesi bülbül kokan,

İstanbul,

İstanbul...

N.F.K

SAKARYA TÜRKÜSÜ



İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.



Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.



Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir

Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.



Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat;

Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!



Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,

Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;



Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?



Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.



Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?

Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..



Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!

Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?



İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.



Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan;



Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;

Kehkeşanlara kaçmış eski günleri an!



Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?



Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?



Mermerlerin nabzında hala çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgar o sedayı: Allah bir!



Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Sakarya, kandillere katran döktü geceler.



Vicdan azabına es, kayna kayna Sakarya,

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!



İnsan üçbeş damla kan, ırmak üçbeş damla su;

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.



Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?



Kafdağını aşsalar, belki çeker de bir kıl!

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!



Sakarya, saf çocuğu, masum Anadolu'nun,

Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!



Sen ve Ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!



Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!



Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, son Peygamber kılavuz!



Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

N.F.K

YUNUS EMRE'YE



Kaç mevsim bekleyim daha kapında,

Ayağımda zincir, boynumda kement?

Beni de, piştiğin bela kabında,

Kaynata kaynata buhara kalbet.



Bekletme Yunus'um, bozuldu bağlar,

Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;

Veriyor, ayrılık dolu semalar,

İçime bayıltan, acı bir lezzet.



Rüzgara bir koku ver ki, hırkandan;

Geleyim, izine doğru arkandan;

Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,

Medet ey şairim, Yunus'um medet!
 

N.F.K

AĞIR KAN KAYBI Attila  İlhan (1925 -  .... )



Biz yalnızlıktan doğduk o dağdağalı sudan

Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet

Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku

Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk

Köy köy bucak bucak memleket memleket

Yani afyon adilcevaz akçadağ turgutlu

Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku



Buzlu mehtap alçakca kesmişti yolumuzu

Bütün kapılardan açıkca kovulmuştuk

Silahımız avcumuza yapışmıştı soğuktan

Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet

Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku

Kestiremedik ne yaptığımızı kim olduğumuzu

Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk

Köy köy bucak bucak memleket memleket

Yani afyon adilcevaz akçadağ turgutlu

Birkaç litre kan bir hayli kemik epeyce korku



Ne kadar korkmuştuk elimizden tutmadılar

Doğrudur kendi içimizde daraldığımız

Kim neyi savundu bilinmez nereye kadar

Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet

Başka bir yalnızlıkta boğulduk / havasızlıktan

Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk

Köy köy bucak bucak memleket memleket

Ne solculuğumuz solculuktu ne sağcılığımız

Karanlık bir kapı ölüp üstümüze kapandılar

Kimse bizi sevmedi / ağır kan kaybıyız

 

ATTİLA İLHAN   

MAHALLE KAHVESİMehmet Akif Ersoy (1873 - 1936)


Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik;
Önünde tahta mı, toprak mı? sorma, pis bir eşik.
Şu gördüğün yer için her ne söylesen câiz;
Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz!
Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş...
"İmiş"le söylüyorum, çünkü anlamak uzun iş.
O bir karış kirin altında hangi maden var?
Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu dıvar,
Maun cilâsına batmış tütünlü nargileden;
Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden.
Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al.
Vücudu kapkara, leylek bacaklı bir mangal.
Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli
Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli:
Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı,
Zavallının güveden hep liyme liyme sırtı.
Kurur bir örtünün üstünde yağlı bir mendil:
Ki "ben tependen inersem" diyen hasır zembil

Onun hizasına gelmez mi? Bir döner şöyle;
Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle!
Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk,
İçinde camlı dolap var ya, raflarında ne yok!
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz;
Onun yanında kan almak için beş on boynuz.
İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar...
Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr,
İnanmadınsa değildir tereddüdün sırası;
Uzun lâkırdıya hâcet ne? İşte mosturası:
Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden,
Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar dizilen
Şu kazma dişleri sen mahya belledinse, değil;
Birer mezâra işaret düşün ki her kandil!
Seyirciler mütefekkir, güzide bir tabaka;
Düşünmelerdeki şiveyse büsbütün başka:
Kiminde el, filân asla karışmıyorken işe,
Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe!
Al işte: "Beyne burundan gerek" demiş de "hulûl"
Tahharriyat-i amîkayla muttasıl meşgul!
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam!
Zemine, daire şeklinde yaydı bir balgam:
Abanmış olduğu bir yumru yumru değnekle,
Mümâslar çizerek soktu belki yüz şekle!



MEHMET AKİF ERSOY


GELİN EY KARDEŞLER

Gelin ey kardeşler gelin
Bu menzil uzağa benzer
Nazar kıldım şu dünyaya
Kurulmuş tuzağa benzer

Bir pirin eteğin tuttum
"Ana beni" deyip gittim
Nice yüzbin günah ettim
Her biri de bir dağa benzer

Çağla Derviş Yunus çağla
Sen özünü Hakk'a bağla
Ağlar isen haline ağla
Erdem vefa yoğa benzer

YUNUS EMRE