Ana Sayfa
Hadisler
Kıssalar İbretler
Nasihatler
Kitaplar
Maillist
Mesaj arşivi
Bize ulaşın

Kıssalar Hisseler

Bu bölümde hayattan kesitleri, düşünülmesi, ders ve örnek alınması gereken konulara karşı yaklaşımları bulacaksınız.

Kur'an ve Haids-i şerifleri yaşantılarında ölçü kabul etmiş zatların örnek alınacak yaşantıları ve başlarından geçen olayların anlatıldığı olayları keyifle okuyacağınızdan eminiz.

Faydalanılan kaynak; Osman Nûri TOPBAŞ, "Îmândan İhsâna Tasavvuf", Altınoluk, İstanbul 2002


Manevi Terbiyede Metod

  Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, tasavvufta kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye hususunda dikkat ettiği incelikleri şöyle beyan buyurmuşlardır:
  "- Bizler mürîdi gerekli olduğu tarzda, yâni onun içinde bulunduğu hâle göre terbiye ederiz, icâbında cezbe, icâbında sülük yolunu tercih ederiz. Biliriz ki, sohbetimize gelenlerin bazılarının gönüllerinde muhabbet tohumu vardır, bazılarında yoktur veya dünyevî ve nefsânî alâkalardan dolayı çürümüştür. İşte bizim vazifemiz, bu fânî alâkaları temizlemek ve gönle muhabbet tohumu ekmek, ekilmiş olanları da hakikat zemzemiyle sulayıp yeşerterek mârifetullâh güneşiyle bir ihlâs fidanı hâline getirmektir.
  Zikir telkinine gelince, o, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonraki netice, yâni çakmak taşını çakıp da aşk çırasını tutuşturmak işi, müride kalmıştır."
  SÖZÜN ÖZÜ:
  Nasıl ki, bedene ait hastalıklar muhtelif ve onların tedavi yolları da birbirinden farklı ise, ruha ve gönle ait hastalıklar da böyledir. Bu bakımdan firâset ve basiret sahibi Allah dostları, mânevi terbiyede muhâtablarının durumlarına göre teşhis ve tedâvî yolunu tercih ederler. Kimine İbrahim bin Edhem'de görüldüğü gibi: «Tacı ve tahtını terket!» tavsiyesinde bulunurlarken, kimine de Fâtih Sultan Mehmed Han'da olduğu gibi: «Eğer bu vazifeyi bırakırsan ve senden daha liyakatlisi de gelmezse, vebale girersin!» îkâzında bulunarak, irşad ve teveccühlerini onların bulundukları makamda devam ettirirler.
  Kimini su ile, kimini ateşle imtihan ederler. Dolayısıyla nasıl ki, bedenî bir hastalıkla muzdarip kimsenin şifaya kavuşması için tabîbe teslimiyeti ve verdiği reçeteyi tatbik etmesi zarurî ise, kalbî hastalıklarda da durum aynıdır; hattâ daha hassastır. Zîrâ beden tedavisindeki ihmâl, sadece bu dünyaya yönelik bir zarara uğratır; ancak gönül tedavisindeki ihmâl ise, ebedî bir hayatı hüsran eyler.


İbrahim Bin Edhem ve Ceylan

  İbrahim bin Edhem, önceleri Belh'te saltanat ve debdebeye düşkün bir hükümdardı. Onu bu düşkünlükten kurtarıp ahiretini de ihya edebilmesi için, devrin arif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli îkâzlar yapılıyordu. Nitekim meşhur rivayete göre bir gece sarayının damında birtakım acaip gürültüler duymuş, uyuyamayıp merakla seslenmişti:
  "- Orada ne yapıyorsunuz?"
  Garip bir cevap verildi:
  "- Devemizi kaybettik, onu arıyoruz!"
  İbrahim bin Edhem kızdı:
  "- Damda deve aranır mı hiç?"
  Bu seferki cevap ise pek manidar ve ibretli idi:
  "- Ey İbrahim! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da, şu yaşadığın dünyevî şatafat ve debdebe içinde ebedî saadetin aranamayacağını niçin düşünmüyorsun?"
  Diğer ibretli îkâzlara nazaran bu sözler, İbrahim bin Edhem'e bir hayli tesir etti. Ancak bir müddet sonra bunu da unuttuğundan hâlinde herhangi bir değişiklik görülmedi.
  Günler böylece gelip geçerken İbrahim bin Edhem, birgün maiyyetiyle birlikte ceylan avına çıktı. Bir ara maiyyetinden ayrıldı. Pür-dikkat iyi bir av arıyordu ki, kulağına "Uyan!" diye bir ses geldi. Pek aldırmadı. Aynı ses bir daha tekrarlandı, sonra bir daha... Sonra her taraftan benzer sesler duymaya başladı. Sesler:
  "- Ölüm seni uyandırmadan sen kendin uyan!" diyordu.
  İbrahim bin Edhem hem şaşırdı hem de korktu. Ancak o sırada karşısına güzel bir ceylan çıktı. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem o nazlı hayvanı avlama heyecanına düştü. Biraz evvel duyduğu sözleri unutup sadağından bir ok çıkardı ve yayına sürdü. Nişan aldı. Tam oku fırlatacaktı ki, nazlı ceylan gözlerini İbrahim bin Edhem'e dikip dile geldi:
  "- Ey İbrahim! Rahman olan Allah, beni avlayasın diye mi seni yarattı?"
  İbrahim bin Edhem baştan ayağa titredi. Gözleri bulut bulut oldu, atından atlayıp secdeye kapandı; tevbe etti. Cenâb-ı Hakk'a yalvardı:
  "Ey lutf u keremi sonsuz olan Allah'ım! Benim hâlime de nazar kıl! Nice zamandır debdebe içinde ömür nefeslerimi zâyî etmişim... Ey Allah'ım! Lutfunla gönlümü yıka; kalbimde muhabbetinden başka bir şey bırakma!"
  Artık İbrahim bin Edhem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklîmin temaşasına dalmıştı. İşte bu temaşa, ondaki diğer güzellik telâkkilerini tamamen silivermişti. Böylece her sabah ihtimamla giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, artık gönlünde bütün ihtişam ve süsünü, hâsılı bütün ehemmiyetini kaybetti ve gözüne iğreti görünmeye başladı.
  Bu halet içinde gözleri tevbe yaşlarıyla nemli, yüreği nedamet ateşleriyle yanık olan İbrâhim bin Edhem, sahralara doğru yola koyuldu. Hayli yürümüştü ki, bir çobana rastladı. Derhal yanına vardı ve kendi libâsına mukabil onun abasını alıp üstüne geçirdi. O anda gönlünde büyük bir rahatlık hissetti. Çoban ise bu hâl karşısında şaşkına dönmüştü. İçinden: «Pâhişâhımız herhalde aklını yitirmiş olmalı..." diyordu. Oysa İbrahim bin Edhem aklını yitirmemiş. bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ onu bir ceylan ile uyandırmıştı...
  KISSADAN HiSSE:
  Dünyâ ile âhiretten birini tercih etme söz konusu olduğunda âhireti seçenler, ebediyyet sultânı olarak sonsuz mükâfatlara nail olurlar. Ancak dünyâyı seçenler bu âlemde zahiren sultan da olsalar, hakîkatte ebedî âlemin, ellerine hiçbir şey geçmeyecek olan dilencileri hükmündedirler. İşte bu sırrı anlayan İbrahim bin Edhem, kendi ıslâhının ancak hükümdarlığı bırakmaktan geçtiğini görünce, bu fedâkârlığı ve feragati yapmış ve bir ebediyyet sultânı olmuştur. Onun karşısına çıkan kendisini îkâz edici sebepler ise, bir bakıma gönlünde bulunan ihlâs ve samimiyet cevherinin bir bereketidir. Daha doğrusu onun gönül hâli, ilâhî iklîme adım attıracak sebeplerin karşısına çıkmasına ve Hakk'ın yüce tecellîlerine nâiliyyetine, sultanlığı terk gibi büyük bir feragatin kendisine kolaylaştırılmasına ve nihayet bir lâhzada nice ihsanlara ermesine vesile olmuştur. Bu hâli şâir ne güzel hülâsa eder:
  Hak tecellî eyleyince her işi asan eder;
  Halk eder esbabını, bir lâhzada ihsan eder.


Hak Yoluna Leke Düşürmemek

  Bu yol, yâni tasavvuf yolu, Hak nurunun tecellî ettiği öyle pırıl pırıl bir ufuktur ki, asla leke kabul etmez. Bu yolun özünü ve ruhunu görebilenler, onda asla dîn-i mübîne aykırı bir hâl bulamaz.
  Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri'nin manevî halkasında avâm-havâs her kesimden sayısız talebe vardı. Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf gibi Buhârâ'nın önde gelen âlimleri de onun sohbet meclislerine katılmaya can atıyordu. Ancak ulemâdan bazıları, bunu aralarında bir dedikodu vesîlesi yapıp Bahâuddîn Nakşibend -kuddise sirruh- hakkında ileri-geri konuşmaya başladılar. Nihayet birgün bu muhalifler, Nakşibend Hazretleri ile bir mecliste buluşup tenkitlerini dile getirdiler. Bahâuddîn -kuddise sirruh- onlara:
  "- Gelin, yolumuzu size anlatalım; eğer Kur'ân'a ve sünnete aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim!.." dedi.
  Hazret-i Pîr'in anlattıklarını dinleyen ve bu yüce tasavvuf yolunu inceden inceye mütâlâadan geçiren o ulemâ, yakînen şâhid oldukları bu ulvî hakikatler karşısında itiraz edecek bir şey bulamadılar. Kemâl-i edeble:
  "- Efendim, yolunuz sırât-ı müstakîm imiş; gayrı hiçbir itirazımız yok!.." dediler.
  HiSSE:
  Bu hâdiseden anlaşılan, gerçek tasavvuf yolunun Kur'ân ve sünnete tabî olmada büyük bir titizlik ve kalbî rikkat içerisinde olduğudur. Sâliklerine de bu minval üzere hareket etmelerini işaret eden Şâh-ı Nakşibend'in zahirî ilimlerde ulemâ ile çalışmayıp, aksine "eğer Kur'ân'a ve sünnete aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim" buyurması, istikâmetin bu yoldaki ehemmiyetini ifâde eder. Dolayısıyla bu yolun sâliklerine gereken, aynı hassasiyeti göstererek bu tertemiz yola leke düşürmemektir. Ancak burada ulemâ ile kasdedilen sâlih âlimlerdir, yoksa «ulemâ-i bi's-sû'» denilen kalbleri ve ilimleri fesada uğramış olup Hak yoluna ters hareket eden, ihlâs ve takvayı hiçe sayan, Allah dostlarının faziletlerini inkâr eden ve Kur'ânî ifadeyle az bir dünyalık karşısında Allah'ın âyetlerini satan gafiller değildir.


Gerçek Tahsil

  Sami Efendi Hazretleri, Daru'l-Fünûn Hukuk Fakültesi'ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allah dostu:
  "- Evlâdım, bu tahsil de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak. Seni irfan mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren." dedi.
  Ardından ekledi:
  "- Evlâdım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir..."
  HiSSE:
  İncitmemek, nispeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânilerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin kemâlindeki seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif'te taşlanıp hakaret gördüğünde melekler:
  "- Ey Allah'ın Rasûlü! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helak edelim." demişlerdi.
  Ancak o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde mübarek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için dua eyledi. (Bkz. Buhâri, Bed'u'l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111)
  Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken:
  "-Allah'ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!" diye dua etmiştir.
  Bu, gerçek tahsîl ile, yâni manevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme ait bir hâldir.
  Ebu'l-Kâsım el-Hakîm'e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir:
  "Kalb-i selimin üç vasfı vardır: Birincisi incitmeyen bir kalb,
  İkincisi incinmeyen bir kalb,
  Üçüncüsü de iyiliği Allah'ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb...
  Zîrâ bir mümin, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefa ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir..."
  Şâir ne güzel söyler:
  Cihan bağında ey âşık budur maksûd-i ins ü cin;
  Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!


Keramet

  Birgün mürîdleri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri'nden keramet istemişlerdi. Buyurdular ki:
  "- Bizim kerametimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan daha büyük keramet mi olur?.."
  Ardından tasavvufta mühim olan hususun keramet değil istikâmet olduğunu bir kez daha hatırlatarak şöyle buyurdular:
  "- Bir kimse bir bahçeye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip: «Ey Allah'ın velîsi merhaba!» diye seslendiğini duysa, zahiren de bâtınen de bu sese asla iltifat etmemeli! Bilâkis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyâdeleşmelidir."
  Bunun üzerine bazı müridleri:
  "- Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de sizden de zaman zaman keramet zahir olmakta!.." dediler.
  O büyük tevazu âbidesi:
  "- O müşahede ettikleriniz, mürîdlerimin kerametleridir." buyurdu.
  Çünkü o öyle bir mahfiyet (hâlini gizleme) içerisindeydi ki, hayatta iken söz ve kerametlerini yazmak isteyen mürîdi Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf'a müsâade etmemişti.
  DÜSTUR:
  İslâm büyükleri, Hak yolunda kendilerine dâima kerameti değil istikâmeti düstur edinerek nail oldukları yüce makamlara erişebilmişlerdir. Onlar, keramet sayesinde havada uçan kuşun, suda yüzen balığın sahip olduklarından daha fazla bir değer kazanmadıklarını dile getirmişlerdir. Yine onlar, yegâne marifetin, kuş ile balığın yaptığını taklide yönelmek değil, Hakk'ın rızâsına ram olarak yüksek bir kulluk şuuru içinde istikâmet üzere yaşayabilmekte olduğunu, her vesîle ile ifâde etmişler ve bunu halleriyle de göstermişlerdir.


Gafil Kalplerin Tesiri

  Hicrî 1340 senesinin mübarek bir gününde İstanbul Ayasofya Câmii'nde Kur'ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf ziyafeti vardı. Câmî, mahfellerine kadar doluydu. Ulemâ ve talebe câmîde idi. Zamanın güzîde hafızları Kur'ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okumaya başlamışlardı.
  Beylerbeyili Âdil Bey isminde, manevî hâl sahibi ve keşfi açık bir zât da kürsüye yakın bir yerde oturmuş dinliyordu...
  Biraz sonra Âdil Bey'e manevî bir daralma hâli geldi. Sıkıldı, bunaldı. Oysa içinde bulunulan o manevî atmosferde Kur'ân ve mevlid okunurken böyle bir gönül daralmasının olmaması lâzımdı. Âdil Bey, merakla etrafına baktı. Gördü ki, tam karşısında kasvet-i kalbe mübtelâ bir gafil var; farkında olmadan göğüs göğüse karşı oturuyorlar. Böylece o kasvetli ve gafil kalbden kendisine daralma aksettiğini anlayan Âdil Bey, hemen yerini değiştirdi, böylece biraz ferahladıysa da, tesirini bir müddet gideremedi. (Kılınan namazın tesiri, kalblerin durumuna göredir. Maun Sûresi'nde Cenâb-ı Hak: "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazlarında gafildirler. Yaptıkları işlerde de riyakârdırlar." buyurmaktadır. Bu bakımdan mescidlerde de gafil yâni kalben hasta kimselerin, hattâ münafıkların bile bulunması tabiîdir.)
  KISSADAN HiSSE:
  Salih kimselerden gönüllere huzur ve ferahlık aksettiği gibi, gafil kimselerden de huzursuzluk ve kasvet akseder. Zîrâ gül bahçesinde dolaşan kalbler, binbir râyiha ile mest olurlarken, teressübat (pislik) civarına düşen ruhlar da teaffün eden (kokan) kötü kokularla bunalırlar. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak, gönülleri çürümüş ve etraflarına dâima kötü tesir bırakan münkirler hususunda:
  "Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma." (el-En'am, 68) buyurmaktadır.
  Bu ilâhî emirdeki inceliği kalbî hassasiyete sahip olan has kullar daha iyi anlarlar. Zîrâ kalbdeki hassasiyet arttıkça ölçüler derinleşir, bakışlar perdenin arkasındaki gerçekleri görmeye başlar, hisler herkesin farkedemediği oluşları sezer. Buna bir misâl olarak Seyfi Baba'nın şu hâli pek ibretlidir:
  Sami Efendi Hazretleri'ni pek seven Hak dostlarından Seyfi Baba, keşfi açık, hâl sahibi bir zâttı. Topkapı'da oturuyordu. Birgün Sami Efendi -kuddise sirruh-'u ziyarete gelmişti. Ancak devlethaneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu içeriye buyur edip üstadın huzuruna iletecek olan kişi telaşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra:
"Hemen bir doktor çağıralım!" dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdâhale etti:
  "- Yok oğlum! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı'dan Erenköy'e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip içerideki rûhaniyete nail olunca da gönlüm o tesirlere dayanamadı. Buradaki manevî iklîmin bereketi ve arifler sultanı Sami Efendi'nin himmetiyle birazdan hiçbir şeyim kalmaz." dedi.
  Hâsılı gafillerden nasıl menfî tesirler zuhur edip kalbi daraltıyorsa, sâlihlerden de müsbet ve feyizli tesirler hâsıl olup gönlü ferahlatmaktadır. Bu bakımdan gönül erbabı, hâllerini muhafaza için mümkün olduğu kadar gafillerden uzak, sâlihlere yakın olmalıdır. Bu meyanda Hazret-i Dâvûd, Cenâb-ı Hakk'a zaman zaman şöyle iltica eylerdi:
  "Allah'ım, beni gafillerin meclisine yönelmiş görürsen, daha oraya varmadan ayaklarımı kır ki, onların yanına gidemeyeyim. Böyle yapman, benim için büyük bir lütuf olur."


Dostun Kapısı

  Ebû Saîd Nişâburî Hazretleri birgün talebelerine:
  "- Binitleri hazırlayın, kasabaya gidiyoruz." dedi.
  Hazırlıklar yapıldı ve Hazret-i Pîr, bir grup talebeyi de beraberine alarak yola koyuldu. Nişâbur'da bir köye vardıklarında sordu:
  "- Bu köyün adı nedir?"
  Cevaben:
  "- Der-i dost, yâni dostun kapısıdır." dediler.
  Bunun üzerine Ebû Saîd -kuddise sirruh- orada konaklamaya karar verdi. Bir günlük misafirlikten sonra bazı talebeleri:
  "- Efendim, hani kasabaya gidecektik; yolumuza devam etmeyecek miyiz?" dediler.
  Gönlü manevî sırlarla dolu Ebû Saîd Hazretleri de onlara:
  "- Âşığın, dost kapısına ulaşabilmesi için çok yollar katetmesi gerekir. Biz madem ki buraya, yâni bu "dost kapısı"na ulaştık, artık nereye gidelim?" buyurdu.
  Kırk gün orada kaldı. Birçok manevî hâller yaşandı ve köy halkından pek çok kimse Ebû Saîd -kuddise sirruh-'un mübarek ve feyizli sohbetleriyle tevbeye nail olup, onun sâdık talebeleri oldular. İşte Hazret-i Pîr'in "dost kapısı" olarak kasdettiği asıl mânâ bu idi, yâni gönüller fethetmek... Zîrâ dostun rızâ sarayının kapısının açılması, ancak oraya kazanılmış bir gönül götürebilmekle mümkündü..
  HiSSE:
  Bir gönül kazanarak dost kapısını aralamak, bütün bağrı yanık, âşık Hak dostlarının en büyük farikası ve kendilerini yüce vuslata hazırlayacak amel-i sâlihler zincirinde bir muhabbet düstûru olmuştur. Bu cümleden olarak Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, mes'ûl olduğu irşâd vazifesini öyle hassas ve öyle müstesna bir gayret içerisinde yapardı ki, talebelerinin her haliyle alâkadar olurdu. Hazret-i Pîr, bir kimseyi ziyarete gittiğinde onun hâlini hatırını sorduktan sonra aile efradını, akrabalarını, binek hayvanlarını, hattâ tavuklarını bile sorardı. Böylece o kişinin gönlünü kazanmaya çalışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, hazırlayanlara o yemekten bizzat kendisi ikram ederdi...


Detaylı arama için