Küreselleşme nedir?
Küreselleşme,
mal, hizmet ve bilgilerin alınıp satılmasında ülkeler arası ticarette varolan
hukuki engellerin kalkması ve dünyanın ticari anlamda tek bir pazara dönüşmesidir.
Mesela Antalya ayrı, İstanbul ayrı ülkeler olsaydı Antalya portakalı İstanbula
gelirken gümrüklerden, prosedürlerden geçecekti. Ama aynı ülke ve pazardayız,
ve Antalya portakalı burada serbestçe satılıyor. İşte dünyada da iyi portakalı
olan ülke portakallarının diğer ülkelerde ticaretinin serbestleşmesi ve
uluslararası pazarın büyümesine “küreselleşme” denir.
Küreselleşmeyi
insanlara büyük uluslarası şirketler mi dayatır?
Hayır,
küreselleşme tüketiciler öyle istediği için olur. Nedeni basit; çünkü biz
tüketiciler, pazardan kazak alırken daha kaliteli ve ucuz olanı seçeriz
ve bu davranış kötü kazak üreten firmaları batırır. Batmamak için firma
aynı işçilik ve malzemeyi daha ucuza getirmelidir. Varsayalım ki iki kazak
firmasından biri diyor ki: Ben fabrikamı İstanbul’da kurup kazakta kullanacağım
yünü de İstanbul’dan alacağım. Diğer firma ise kendisini böyle bir sınırlamaya
tabi tutmuyor ve iyi bir hesapla fabrikasını arsa bedelinin ve işçiliklerin
daha ucuz olduğu başka bir ile (mesela Bursa’ya) kuruyor, yününü de en
ucuz yerden (mesela Çukurova’dan) getiriyor. Sonunda pazara gittiğinizde
önünüze kalitesi aynı ama fiyatları farklı iki kazak gelse hangisini seçersiniz?
Ucuz olanı seçmek küreselleşmeyi de seçmektir. Çünkü İstanbullu firma battı
ve üretimini coğrafyayla sınırlamayan firma (buna “çokvilayetli firma”
da diyebiliriz) rekabeti kazandı. Kimse “çokvilayetli” firmayı size dayatmadı.
Üstelik kısa süre sonra aynı kazağı daha da ucuza üreten, mesela yününü
Çukurova yerine, atıyorum, daha daha ucuz satan Çinden getirten, kendisini
coğrafi sınırlarla daha da az bağlayan yeni bir firma da onu batıracak
vs. Sonuç belli: Kendisini sınırlamayan firmalar kazanır, diğerleri kaybeder.
Küreselleşmeyi
büyük devletlerin isteği üzerine IMF, Dünya Bankası mı dayatmıyor mu, hani
şu siyah takım elbiseli adamlar falan?
Hayır.
Küreselleşme pazarın genişlemesi sonucu rekabetin artmasıdır ve küreselleşmenin
varolmak için tek ihtiyacı ucuz mal alan tüketicilerdir. IMF ve DB sadece,
ekonomisi tüketici talepleri kadar hızlı değişemeyen ve ani krizler yaşayarak
zora düşen ülkelerin çökmesini engellemek amacıyla müdahale eden sigortalardır.
Yani IMF ve DB olmasa da küreselleşme olur, hatta belki daha hızlı olur;
ama her an da bir o ülkede, bir bunda ekonomi krize girer, herkes işsiz
kalır, sosyal patlamalar olur, o ülkeyle ilgisi olan diğerleri de etkilenir
vs vs. Yani IMF ve DB hızlı fakat krizli büyüyen bir dünya ekonomisi yerine
yavaş fakat sürekli ve krizsiz yürüyen ve büyüyen bir dünya ekonomisi ikame
etmeye çalışırlar. Özetle küreselleşme IMF ve DB’ye muhtaç değil, küreselleşemeyenler
onlara muhtaç.
Burada
unutulamayacak nokta onları vareden ve sadece büyük devletlerden oluşan
bir “uluslarası toplum”un gerçekten de bulunduğu. Çünkü ülke ekonomileri
eskiden tek başlarına hız yapmaya çalışan arabalar gibiydi, kimi hızlı
kimi yavaş. Şimdiyse ülke ekonomileri gittikçe hızlanan tek bir trenin
vagonlarını daha çok andırıyorlar ve artık trenin hızındaki her artış ufak
sarsıntıların ortaya çıkaracağı riskleri bile arttırıyor, hele de vagonlar
aynı hızda gitmiyorsa. Dünya piyasalarının fazlasıyla karşılıklı bağımlı
olduğu bu zamanda her yere hemen yansıyacak bir ekonomik kriz sadece o
krizin içinde çıktığı ülkenin değil büyük ülkeler başta herkesin sorunu
artık. Ve o büyük ülkeler de böyle sorunların çözümü için sadece IMF ve
DB ile diğerlerine küreselleşme görgüsü öğretmeyi bulabilmişler.
(Aslında
benim çözümüm daha basit: Krize giren ülkeye yardım yapmak yerine ambargo
uygulansın, ülke çöksün, silinsin, tam olsun. Ciddiyim, batmasaymış kardeşim,
patlasınlar. Yok Arjantinmiş, yok Türkiyeymiş. Para mı basıyoruz burada???)
Küreselleşme
zenginlerin fakirleri sömürmesi değil midir? Sadece zenginlerin işine geliyordu,
ben öyle biliyorum.:
Hayır,
küreselleşmeyi tersine dünyada en çok fakirlerin işine geliyor ve en çok
fakirler istiyor. Sosyalistlerimiz sağolsunlar, dünyada küreselleşmeden
en çok Hindistan, Çin ve başka bazı fakir Asya ülkelerinin yararlandığını
ve küreselleşme karşıtı eylemlerin bir çoğunda başta gelişmiş Batı ülkelerinin
sendikacı ve çiftçilerinin gittiğini görmüyorlar. Küreselleşme fakir ülkelerin
lehinedir, ve nitekim hepsi de yabancı sermaye çekmek için uğraşırlar;
çünkü fakir ülkelerin elinde üretim yapacak sermaye (malları) yoktur ve
bunun için de yabancı sermayeye ihtiyaç duyarlar. Bu ülkelerde yoğun nüfus
ve işsizlik vardır, bu yüzden insanlar düşük paraya çalışırlar ve işçi
maliyetini düşürmek isteyen batı sermayesi de kendi ülkesini bırakıp buraya
gelmeye çalışır. Sonuçta eğer sermayenin serbest dolaşımının önü yeterince
açıksa, olay bir difüzyon mekanizmasına dönüşür.
Nike’in
ayakkabı fabrikasını Taiwan’da açması ve Taiwan’daki mesela 1000 insanın
iş bulması ve bu insanların 1000 birim ayakkabı üretmesi küreselleşmenin
bir sonucu. Oysa Taiwan küreselleşmeseydi, toplam sermayesi 3-5 birim ayakkabı
üretmeye anca yetecek ve kendi dandik “milli ayakkabı fabrikalarını” koruma
kaygısıyla Nike’in iş verebileceği insanını eliyle işsiz bırakmış olacaktı.
Yani Nike, Amerikada ancak 100 işçi tutabileceği parayla Taiwanda 1000
işçi tutabilir, böylece küreselleşme ile 900 kişi fazladan iş bulmuş ve
üretmiş olur. Bundan ötürüdür ki bu yıllarda özellikle ABD gündeminde bir
Çin paniği var. Çünkü Çinde işçilik maliyetleri çok ucuz ve dünya sermayesi
oraya gidiyor, Çin 1250 milyonluk bir toplum olarak deli gibi bir hızla
kalkınıyor ve bunu sağlayan yegane neden Çin’in yabancı sermayeye sağladığı
büyük ticari serbesti, yani küreselleşme.
AB ve
diğer büyük ekonomik birliklerin oluşumu küreselleşmenin bir ayağı değil
mi, bunların hepsi bize karşı birlik değil mi?
Hayır;
tüm dünyayı kapsamayan bütün ticaret anlaşmaları küreselleşme yandaşı değil
karşıtıdır. Bunların amacı “küreselleşmeden zarar görmemeyi garantilemek”
için kontrollü bir “iç küreselleşme” oluşturmaktır. Bu, daha çok tröstleşmeye
eşdeğerdir, nasıl tröstler özel olarak o firmaların lehine olmakla birlikte
tüketicinin ve genelin aleyhineyse AB ve benzeri özel birliktelikler de
birliğin içindeki ülkelerin lehine, fakat küreselleşme aleyhinedir.
AB’nin
kurulması üye devletlere şunu söylemektir: "Artık şu şu şu devletlerle
dostuz, ve artık bu kaynakları ortak kullanacağız." Bundan amaç birlik
içinde hazır talep oluşturup birlik dışıyla ticaret ihtiyacını azaltmaktır.
Yani amaç küreselleşmeye direnebilmek için bir “mini küreselleşme" (Avrupa
kıtasının şekli düşünülürse "Üçgenleşme") altyapısı oluşturmaktır. Bu mini
küreselleşme (buradan sonra Üçgenleşme diyeceğim) mesela sermayenin uzakdoğuya
kaymasını, veya başka küresel hareketleri (Üçgen için bunlar birer “küresel
felaket” tabii) engellemek için ona eski küçük dikdörtgenlere göre içinde
rahat hareket edeceği büyükçe bir üçgen sunuyor. Böylece Avrupa kıtasının
dikdörtgenlerinde tıkılıp kalmış kaynaklar artık büyük üçgenlerinde ucuz
işcilik, talep ve sermayeye dönüşerek daha etkin kullanılabilecek.
Bu ideali
yerine getirebilmek için sadece gümrük birliği vs gibi ekonomik birliktelikler
yetmez; hukuğun da aynı olması gerekir. Yoksa mesela birlikteki bazı ülkeler
sosyal devlet olurken başka bazıları "finansal serbest bölge" haline geçer.
Bu yüzden hepsinde aynı temel kanunların uygulanacağı bir ortak yapı gerekiyor,
bu da birliğin alt-ulusal bir kanunlar setine ya da böyle bir şey yasamaya
muktedir bir alt-ulusal egemenliğe izin vermemesi demek. Bu da bir anlamda
ulus devletin de sonu olacak.
Küreselleşme
ulus-devleti yoketmez mi? Bizi, pazarlarımızı ele geçirdikten sonra bölüp
parçalamayacaklar mı? :
Bu bir
zorunluluk değil. Eğer bir ülke vatandaşları resmi olarak bütün gümrükler
indirilse bile bir ulus olarak kalmayı ve kendi mallarını almayı, pazarlarında
bulunan bazı sektörleri ve o sektörlerdeki istihdamı korumaları gerektiğine
inanıyorlarsa amaçlarına ulaşmak için tek bir şey yeterli. “Ulusalcı” duygularının
gereği olarak yerli malı almaları. Eğer bir toplumda yeterince insan kendi
mallarını ve kültürünü tüketirse o toplum niye bir ulus olarak kalmasın.
Eğer ulusalcıysanız yerli malı kullanın, yasak değil ki. Sadece yabancı
mallara zorluk çıkarmayın, hani belki böyle düşünmeyenler de olur diye.
Ama eğer tüm malların eşit şartlarda yarıştığı serbest bir ortamda çoğu
insan kokoreç yerine Mc Donald’s yiyorsa, ve pazardaki kazağın Türkiyede
yapılmış olup olmadığı yerine fiyat-kalitesine bakıp yabancı malı alıyorsa
bu şu demektir: Bu ülkede insanların çoğu ulusalcı değil. Kısacası ulus
devlet olmak çok basit: Her seferinde daha pahalı olanı alın. Böylece sürekli
kazıklanırsınız belki, ama milli bağımsızlığınızı da korumuş olursunuz.
Her şey sizin elinizde.
Niye
özkaynaklarımızla kalkınmıyoruz; kendi kendine yeten 7 devletten biriyiz
biz. Hem sonra bor madenleri, yabancıların "gıcıklık olsun" diye kapattığı
petrol kuyularımız? Bunlar özkaynak değil mi?:
Bu romatik
soru çok sorulur. Ama kimse ne bizim özkaynaklarımızdan ne de sermaye kavramının
gerçeklerinden bahsetmez.
Acaba “özkaynaklarımız”
gerçekten var mı? Kalkınma ekonomisinde “özkaynak” orman, balıkçılık, verimli
ovalar, madenler vs’dir. Ama Türkiyede özkaynak deyince akla ya “genç nüfusumuz”
ya da “hem jeopolitik hem de jeostratejik konumumuz” falan geliyor. İşsiz
bir genç nüfusun zararları, askeri üslerin karın doyurmadığı gibi itirazları
deşmesek de Batı Avrupa kalkınma tarihini bunlar değil ilk saydığım tür
özkaynaklar (hatta sadece kömür) yazdı; ama bu açıdan Türkiye sadece hamaset
literatüründe zengin; Batı Avrupaya göreyse geri. O yüzden “bir de özkaynaklarımızla
deneyelim” gibi sanki özkaynakların miktarı, ülkenin “o anki” kalkınmışlık
durumundan bağımsızmış gibi algılayan anlayış oldukça garip. Biz geriysek
zaten maddi anlamda bir özkaynağımız olmadığı için geriyiz.
Ama diyelim
ki özkaynaklarımız var. Peki sermaye? Sermaye sanıldığı gibi sadece “para”
ise, kalkınmak para basıp, insanlara“hadi girişim yapın” demekle
olurdu. Ama sermaye ürünü imal edecek tesisata harcanan yatırımdır. Mesela
bu ülkede matbaa makinesi üretilebiliyor mu, ya da CD basacak bir makine,
ya da telefon cihazı, “Pilot” kalem üreten Türk yapımı makine var mı? Çevredeki
malların bir çoğu Türkiyede üretiliyor, ama onları üreten yüzbinlerce dolarlık
takım tezgahlardan acaba hangilerini biz üretiyoruz? Veya moda olduğu üzere
”hadi, bari teknoloji üretelim” desek bu mümkün mü?
Diyelim
ki ülkeyi kapattık. Sermaye, bu makinelere harcanan yatırım parasıysa,
ve o makineleri de Türkiyede üretemiyorsak dışarıdan bu makineleri almadığımız
sürece üretim yapamayacağız demektir. Demek ki dışarıyla bir şekilde ticaret
yapmak zorundayız ve artık o makineler karşılığında vermemiz gereken dolarları
kazanmak zorundayız, ve demek ki film buradan sonra kopuyor. Elimizde olmayan
bir değişken var yapacağımız üretimi üstten sınırlıyor, nedir o: Dolar
miktarımız. Ne kadar dolar, o kadar sermaye malı, o kadar üretim. Bu da
yoğun dış ticareti zorunlu kılıyor. Aynı şekilde yabancı sermaye çekmek
için, yani makine sahiplerinin gelip makineleri ile birlikte fabrikalarını
buraya kurmaları için çabalıyorsanız bunun da tek yolu gene küreselleşme.
Küreselleşme
sevmeyenler için de çözüm bol. Dışa kapalı ülkenizde 300 yıllık sanayileşme
tarihini baştan yaşayıp bu makinelere 2302 yılında kavuşabilirsiniz. Bu
da olur.
“Kendi
kendine yeten 7 ülkeden biri” olmak da gurur verici, çünkü sanılır ki diğer
6’sı şu çok gelişmiş İngiltere, Almanya, Amerika vs., ama onlar alıp yürümüş,
biz her nedense yaya kalmışız. Peki bu gelişmiş ülkelerin hiçbirinin “kendi
kendine yetmediğini” biliyor musunuz? Peki hiç merak ettiniz mi diğer 6’sı
kimmiş diye. Biri size “Diğerleri Suriye, Irak vs çoğu Ortadoğulu fakir
ülkeler” dese inanır mıydınız?
Ama maalesef
öyle, üzgünüm Leyla. Kendi kendine yetmek bir ülkenin hala tarım ülkesi
olması, asgari gıda vs gibi ihtiyaçlarını kendi içinde karşılamasından
başka anlama gelmiyor. Dünyada da üç beş Afrika ülkesi hariç kendisine
yetemeyen hiçbir yer yok zaten. Ayırım bazı ülkeler sanayileşince ortaya
çıktı. Bu aşamaya geçemeyenler bütün ihtiyaçlarını pahalı mahalı ama kendi
içlerinden karşılamak zorundadır. Tıpkı parasız adamın kendi elbisesini
dikmek zorunda kalacağı gibi. Normalde böyle ülkelerin adı “azgelişmiş
fakir ülke”dir, hamasetçi yöneticileri ise “kendi kendine yeten X ülkeden
biriyiz” derler. Yoksa siz İngiltere’nin, Almanya’nın üzerinde kendi tarımını
yapabileceği verimli ovaları yok mu sanıyordunuz????
Türkiye
kendi kendisine yetiyor mu? Bilgisayar kullanmayacaksak, cep telefonu veya
benzinli araba kullanmayacaksak evet, tek ihtiyacımız daha çok pırasa ve
buğday ekmeği üretmekse, evet kendi kendimize yetiyoruz. Ama ben Türkiye
olsam kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmak yerine bakır parçalarıyla
biraz oynayıp “mikroçip” adıyla azgelişmiş bir ülkeye satan ve karşılığında
tonlarca pırasa alabilen ve dolayısıyla istisnasız hiç biri kendi pırasasını
üretmeyen çünkü buna gerek duymayan G7 ülkelerinden biri olmayı tercih
ederdim.