Küreselleşme'nin “Sıkça Sorulan Sorular”ı
*Müzik
*Eskrim
*Liberal Politik
*Bilgisayar köşesi
*Anti-dernekler
*Edebiyat Sayfalarım
    *Kitap, kitaplar...
    *SerbestÇizgi
    *Seçme Yazılar
    *Fıkralar
    *Yazı ve Öyküler
(Bana ait)
*O'na Dair...
*Bana Dair...
*Siteye Dair...
*Seyahatname
*Özür

ANASAYFA

     Küreselleşme nedir?
     Küreselleşme, mal, hizmet ve bilgilerin alınıp satılmasında ülkeler arası ticarette varolan hukuki engellerin kalkması ve dünyanın ticari anlamda tek bir pazara dönüşmesidir. Mesela Antalya ayrı, İstanbul ayrı ülkeler olsaydı Antalya portakalı İstanbula gelirken gümrüklerden, prosedürlerden geçecekti. Ama aynı ülke ve pazardayız, ve Antalya portakalı burada serbestçe satılıyor. İşte dünyada da iyi portakalı olan ülke portakallarının diğer ülkelerde ticaretinin serbestleşmesi ve uluslararası pazarın büyümesine “küreselleşme” denir.

     Küreselleşmeyi insanlara büyük uluslarası şirketler mi dayatır? 
     Hayır, küreselleşme tüketiciler öyle istediği için olur. Nedeni basit; çünkü biz tüketiciler, pazardan kazak alırken daha kaliteli ve ucuz olanı seçeriz ve bu davranış kötü kazak üreten firmaları batırır. Batmamak için firma aynı işçilik ve malzemeyi daha ucuza getirmelidir. Varsayalım ki iki kazak firmasından biri diyor ki: Ben fabrikamı İstanbul’da kurup kazakta kullanacağım yünü de İstanbul’dan alacağım. Diğer firma ise kendisini böyle bir sınırlamaya tabi tutmuyor ve iyi bir hesapla fabrikasını arsa bedelinin ve işçiliklerin daha ucuz olduğu başka bir ile (mesela Bursa’ya) kuruyor, yününü de en ucuz yerden (mesela Çukurova’dan) getiriyor. Sonunda pazara gittiğinizde önünüze kalitesi aynı ama fiyatları farklı iki kazak gelse hangisini seçersiniz? Ucuz olanı seçmek küreselleşmeyi de seçmektir. Çünkü İstanbullu firma battı ve üretimini coğrafyayla sınırlamayan firma (buna “çokvilayetli firma” da diyebiliriz) rekabeti kazandı. Kimse “çokvilayetli” firmayı size dayatmadı. Üstelik kısa süre sonra aynı kazağı daha da ucuza üreten, mesela yününü Çukurova yerine, atıyorum, daha daha ucuz satan Çinden getirten, kendisini coğrafi sınırlarla daha da az bağlayan yeni bir firma da onu batıracak vs. Sonuç belli: Kendisini sınırlamayan firmalar kazanır, diğerleri kaybeder.

     Küreselleşmeyi büyük devletlerin isteği üzerine IMF, Dünya Bankası mı dayatmıyor mu, hani şu siyah takım elbiseli adamlar falan?
     Hayır. Küreselleşme pazarın genişlemesi sonucu rekabetin artmasıdır ve küreselleşmenin varolmak için tek ihtiyacı ucuz mal alan tüketicilerdir. IMF ve DB sadece, ekonomisi tüketici talepleri kadar hızlı değişemeyen ve ani krizler yaşayarak zora düşen ülkelerin çökmesini engellemek amacıyla müdahale eden sigortalardır. Yani IMF ve DB olmasa da küreselleşme olur, hatta belki daha hızlı olur; ama her an da bir o ülkede, bir bunda ekonomi krize girer, herkes işsiz kalır, sosyal patlamalar olur, o ülkeyle ilgisi olan diğerleri de etkilenir vs vs. Yani IMF ve DB hızlı fakat krizli büyüyen bir dünya ekonomisi yerine yavaş fakat sürekli ve krizsiz yürüyen ve büyüyen bir dünya ekonomisi ikame etmeye çalışırlar. Özetle küreselleşme IMF ve DB’ye muhtaç değil, küreselleşemeyenler onlara muhtaç.
     Burada unutulamayacak nokta onları vareden ve sadece büyük devletlerden oluşan bir “uluslarası toplum”un gerçekten de bulunduğu. Çünkü ülke ekonomileri eskiden tek başlarına hız yapmaya çalışan arabalar gibiydi, kimi hızlı kimi yavaş. Şimdiyse ülke ekonomileri gittikçe hızlanan tek bir trenin vagonlarını daha çok andırıyorlar ve artık trenin hızındaki her artış ufak sarsıntıların ortaya çıkaracağı riskleri bile arttırıyor, hele de vagonlar aynı hızda gitmiyorsa. Dünya piyasalarının fazlasıyla karşılıklı bağımlı olduğu bu zamanda her yere hemen yansıyacak bir ekonomik kriz sadece o krizin içinde çıktığı ülkenin değil büyük ülkeler başta herkesin sorunu artık. Ve o büyük ülkeler de böyle sorunların çözümü için sadece IMF ve DB ile diğerlerine küreselleşme görgüsü öğretmeyi bulabilmişler.
     (Aslında benim çözümüm daha basit: Krize giren ülkeye yardım yapmak yerine ambargo uygulansın, ülke çöksün, silinsin, tam olsun. Ciddiyim, batmasaymış kardeşim, patlasınlar. Yok Arjantinmiş, yok Türkiyeymiş. Para mı basıyoruz burada???)

     Küreselleşme zenginlerin fakirleri sömürmesi değil midir? Sadece zenginlerin işine geliyordu, ben öyle biliyorum.:
     Hayır, küreselleşmeyi tersine dünyada en çok fakirlerin işine geliyor ve en çok fakirler istiyor. Sosyalistlerimiz sağolsunlar, dünyada küreselleşmeden en çok Hindistan, Çin ve başka bazı fakir Asya ülkelerinin yararlandığını ve küreselleşme karşıtı eylemlerin bir çoğunda başta gelişmiş Batı ülkelerinin sendikacı ve çiftçilerinin gittiğini görmüyorlar. Küreselleşme fakir ülkelerin lehinedir, ve nitekim hepsi de yabancı sermaye çekmek için uğraşırlar; çünkü fakir ülkelerin elinde üretim yapacak sermaye (malları) yoktur ve bunun için de yabancı sermayeye ihtiyaç duyarlar. Bu ülkelerde yoğun nüfus ve işsizlik vardır, bu yüzden insanlar düşük paraya çalışırlar ve işçi maliyetini düşürmek isteyen batı sermayesi de kendi ülkesini bırakıp buraya gelmeye çalışır. Sonuçta eğer sermayenin serbest dolaşımının önü yeterince açıksa, olay bir difüzyon mekanizmasına dönüşür.
     Nike’in ayakkabı fabrikasını Taiwan’da açması ve Taiwan’daki mesela 1000 insanın iş bulması ve bu insanların 1000 birim ayakkabı üretmesi küreselleşmenin bir sonucu. Oysa Taiwan küreselleşmeseydi, toplam sermayesi 3-5 birim ayakkabı üretmeye anca yetecek ve kendi dandik “milli ayakkabı fabrikalarını” koruma kaygısıyla Nike’in iş verebileceği insanını eliyle işsiz bırakmış olacaktı. Yani Nike, Amerikada ancak 100 işçi tutabileceği parayla Taiwanda 1000 işçi tutabilir, böylece küreselleşme ile 900 kişi fazladan iş bulmuş ve üretmiş olur. Bundan ötürüdür ki bu yıllarda özellikle ABD gündeminde bir Çin paniği var. Çünkü Çinde işçilik maliyetleri çok ucuz ve dünya sermayesi oraya gidiyor, Çin 1250 milyonluk bir toplum olarak deli gibi bir hızla kalkınıyor ve bunu sağlayan yegane neden Çin’in yabancı sermayeye sağladığı büyük ticari serbesti, yani küreselleşme.

     AB ve diğer büyük ekonomik birliklerin oluşumu küreselleşmenin bir ayağı değil mi, bunların hepsi bize karşı birlik değil mi?
     Hayır; tüm dünyayı kapsamayan bütün ticaret anlaşmaları küreselleşme yandaşı değil karşıtıdır. Bunların amacı “küreselleşmeden zarar görmemeyi garantilemek” için kontrollü bir “iç küreselleşme” oluşturmaktır. Bu, daha çok tröstleşmeye eşdeğerdir, nasıl tröstler özel olarak o firmaların lehine olmakla birlikte tüketicinin ve genelin aleyhineyse AB ve benzeri özel birliktelikler de birliğin içindeki ülkelerin lehine, fakat küreselleşme aleyhinedir.
     AB’nin kurulması üye devletlere şunu söylemektir: "Artık şu şu şu devletlerle dostuz, ve artık bu kaynakları ortak kullanacağız." Bundan amaç birlik içinde hazır talep oluşturup birlik dışıyla ticaret ihtiyacını azaltmaktır. Yani amaç küreselleşmeye direnebilmek için bir “mini küreselleşme" (Avrupa kıtasının şekli düşünülürse "Üçgenleşme") altyapısı oluşturmaktır. Bu mini küreselleşme (buradan sonra Üçgenleşme diyeceğim) mesela sermayenin uzakdoğuya kaymasını, veya başka küresel hareketleri (Üçgen için bunlar birer “küresel felaket” tabii) engellemek için ona eski küçük dikdörtgenlere göre içinde rahat hareket edeceği büyükçe bir üçgen sunuyor. Böylece Avrupa kıtasının dikdörtgenlerinde tıkılıp kalmış kaynaklar artık büyük üçgenlerinde ucuz işcilik, talep ve sermayeye dönüşerek daha etkin kullanılabilecek.
     Bu ideali yerine getirebilmek için sadece gümrük birliği vs gibi ekonomik birliktelikler yetmez; hukuğun da aynı olması gerekir. Yoksa mesela birlikteki bazı ülkeler sosyal devlet olurken başka bazıları "finansal serbest bölge" haline geçer. Bu yüzden hepsinde aynı temel kanunların uygulanacağı bir ortak yapı gerekiyor, bu da birliğin alt-ulusal bir kanunlar setine ya da böyle bir şey yasamaya muktedir bir alt-ulusal egemenliğe izin vermemesi demek. Bu da bir anlamda ulus devletin de sonu olacak.

     Küreselleşme ulus-devleti yoketmez mi? Bizi, pazarlarımızı ele geçirdikten sonra bölüp parçalamayacaklar mı? : 
     Bu bir zorunluluk değil. Eğer bir ülke vatandaşları resmi olarak bütün gümrükler indirilse bile bir ulus olarak kalmayı ve kendi mallarını almayı, pazarlarında bulunan bazı sektörleri ve o sektörlerdeki istihdamı korumaları gerektiğine inanıyorlarsa amaçlarına ulaşmak için tek bir şey yeterli. “Ulusalcı” duygularının gereği olarak yerli malı almaları. Eğer bir toplumda yeterince insan kendi mallarını ve kültürünü tüketirse o toplum niye bir ulus olarak kalmasın. Eğer ulusalcıysanız yerli malı kullanın, yasak değil ki. Sadece yabancı mallara zorluk çıkarmayın, hani belki böyle düşünmeyenler de olur diye. Ama eğer tüm malların eşit şartlarda yarıştığı serbest bir ortamda çoğu insan kokoreç yerine Mc Donald’s yiyorsa, ve pazardaki kazağın Türkiyede yapılmış olup olmadığı yerine fiyat-kalitesine bakıp yabancı malı alıyorsa bu şu demektir: Bu ülkede insanların çoğu ulusalcı değil. Kısacası ulus devlet olmak çok basit: Her seferinde daha pahalı olanı alın. Böylece sürekli kazıklanırsınız belki, ama milli bağımsızlığınızı da korumuş olursunuz. Her şey sizin elinizde.

     Niye özkaynaklarımızla kalkınmıyoruz; kendi kendine yeten 7 devletten biriyiz biz. Hem sonra bor madenleri, yabancıların "gıcıklık olsun" diye kapattığı petrol kuyularımız? Bunlar özkaynak değil mi?:
     Bu romatik soru çok sorulur. Ama kimse ne bizim özkaynaklarımızdan ne de sermaye kavramının gerçeklerinden bahsetmez.
     Acaba “özkaynaklarımız” gerçekten var mı? Kalkınma ekonomisinde “özkaynak” orman, balıkçılık, verimli ovalar, madenler vs’dir. Ama Türkiyede özkaynak deyince akla ya “genç nüfusumuz” ya da “hem jeopolitik hem de jeostratejik konumumuz” falan geliyor. İşsiz bir genç nüfusun zararları, askeri üslerin karın doyurmadığı gibi itirazları deşmesek de Batı Avrupa kalkınma tarihini bunlar değil ilk saydığım tür özkaynaklar (hatta sadece kömür) yazdı; ama bu açıdan Türkiye sadece hamaset literatüründe zengin; Batı Avrupaya göreyse geri. O yüzden “bir de özkaynaklarımızla deneyelim” gibi sanki özkaynakların miktarı, ülkenin “o anki” kalkınmışlık durumundan bağımsızmış gibi algılayan anlayış oldukça garip. Biz geriysek zaten maddi anlamda bir özkaynağımız olmadığı için geriyiz.
     Ama diyelim ki özkaynaklarımız var. Peki sermaye? Sermaye sanıldığı gibi sadece “para” ise, kalkınmak para basıp, insanlara“hadi girişim yapın” demekle  olurdu. Ama sermaye ürünü imal edecek tesisata harcanan yatırımdır. Mesela bu ülkede matbaa makinesi üretilebiliyor mu, ya da CD basacak bir makine, ya da telefon cihazı, “Pilot” kalem üreten Türk yapımı makine var mı? Çevredeki malların bir çoğu Türkiyede üretiliyor, ama onları üreten yüzbinlerce dolarlık takım tezgahlardan acaba hangilerini biz üretiyoruz? Veya moda olduğu üzere ”hadi, bari teknoloji üretelim” desek bu mümkün mü?
     Diyelim ki ülkeyi kapattık. Sermaye, bu makinelere harcanan yatırım parasıysa, ve o makineleri de Türkiyede üretemiyorsak dışarıdan bu makineleri almadığımız sürece üretim yapamayacağız demektir. Demek ki dışarıyla bir şekilde ticaret yapmak zorundayız ve artık o makineler karşılığında vermemiz gereken dolarları kazanmak zorundayız, ve demek ki film buradan sonra kopuyor. Elimizde olmayan bir değişken var yapacağımız üretimi üstten sınırlıyor, nedir o: Dolar miktarımız. Ne kadar dolar, o kadar sermaye malı, o kadar üretim. Bu da yoğun dış ticareti zorunlu kılıyor. Aynı şekilde yabancı sermaye çekmek için, yani makine sahiplerinin gelip makineleri ile birlikte fabrikalarını buraya kurmaları için çabalıyorsanız bunun da tek yolu gene küreselleşme.
     Küreselleşme sevmeyenler için de çözüm bol. Dışa kapalı ülkenizde 300 yıllık sanayileşme tarihini baştan yaşayıp bu makinelere 2302 yılında kavuşabilirsiniz. Bu da olur.
     “Kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” olmak da gurur verici, çünkü sanılır ki diğer 6’sı şu çok gelişmiş İngiltere, Almanya, Amerika vs., ama onlar alıp yürümüş, biz her nedense yaya kalmışız. Peki bu gelişmiş ülkelerin hiçbirinin “kendi kendine yetmediğini” biliyor musunuz? Peki hiç merak ettiniz mi diğer 6’sı kimmiş diye. Biri size “Diğerleri Suriye, Irak vs çoğu Ortadoğulu fakir ülkeler” dese inanır mıydınız?
     Ama maalesef öyle, üzgünüm Leyla. Kendi kendine yetmek bir ülkenin hala tarım ülkesi olması, asgari gıda vs gibi ihtiyaçlarını kendi içinde karşılamasından başka anlama gelmiyor. Dünyada da üç beş Afrika ülkesi hariç kendisine yetemeyen hiçbir yer yok zaten. Ayırım bazı ülkeler sanayileşince ortaya çıktı. Bu aşamaya geçemeyenler bütün ihtiyaçlarını pahalı mahalı ama kendi içlerinden karşılamak zorundadır. Tıpkı parasız adamın kendi elbisesini dikmek zorunda kalacağı gibi. Normalde böyle ülkelerin adı “azgelişmiş fakir ülke”dir, hamasetçi yöneticileri ise “kendi kendine yeten X ülkeden biriyiz” derler. Yoksa siz İngiltere’nin, Almanya’nın üzerinde kendi tarımını yapabileceği verimli ovaları yok mu sanıyordunuz????
     Türkiye kendi kendisine yetiyor mu? Bilgisayar kullanmayacaksak, cep telefonu veya  benzinli araba kullanmayacaksak evet, tek ihtiyacımız daha çok pırasa ve buğday ekmeği üretmekse, evet kendi kendimize yetiyoruz. Ama ben Türkiye olsam kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmak yerine bakır parçalarıyla biraz oynayıp “mikroçip” adıyla azgelişmiş bir ülkeye satan ve karşılığında tonlarca pırasa alabilen ve dolayısıyla istisnasız hiç biri kendi pırasasını üretmeyen çünkü buna gerek duymayan G7 ülkelerinden biri olmayı tercih ederdim.