Koalisyon Türkiye’si ve “Parti içi Demokrasi” söylemi
*Müzik
*Eskrim
*Liberal Politik
*Bilgisayar köşesi
*Anti-dernekler
*Edebiyat Sayfalarım
    *Kitap, kitaplar...
    *SerbestÇizgi
    *Seçme Yazılar
    *Fıkralar
    *Yazı ve Öyküler
(Bana ait)
*O'na Dair...
*Bana Dair...
*Siteye Dair...
*Seyahatname
*Özür

ANASAYFA

Demokrasi kabaran bir dalga gibidir; sadece daha
 büyük bir güçle yeniden dönmek üzere
çekilir, ve daima görülecektir ki tüm zemini büyük
çalkantısıyla bir anda tekrar kaplayıvermiş.
Alexis de Tocqueville - 1833
     Bu, "Parti içi demokrasi" denilen kavramın üzerine bu kadar düşülmesinin sebebini bir türlü anlayamıyorum doğrusu.
     Parti içi Demokrasi (=PİD) ile kastedileni anlamak zor değil; partilerin idari kadrosunun ve başkanının üyeler ve delegeler üzerinde baskı kurmasının engellendiği bir yönetim modeli olarak görülüyor. Bunu savunmak aslında doğru tabii, çünkü mevcut sistemdeki boşluklardan ötürü mesela delegeleri ve milletvekili adaylarını fiilen parti başkanı belirliyor, sonra da parti başkanı, seçmenleri bu kişilerden oluşan kongrelerde bir çok zaman neredeyse oybirliğiyle seçiliyor. Mecliste grup kararı aldırmak, istemediği milletvekilini ihraç ettirmek vs. yetkilerle de donanmış olduğundan bazı gözlemcilerin kullandığı deyimle ülkenin yönetimi demokrasi'den "liderler demokrasisi'ne" dönüşüyor; zira halk partiye, programına veya kadrolarına değil sadece lidere oy veriyor, veya vermek zorunda kalıyor. Ama bu büyük sorunların çözülmesi için siyasi partiler kanununu PİD’yi zorlayacak biçimde değiştirmek işe yarar mı?

Uç bir örnek:
     Asıl büyük sorunlarla ilgili kısma geçmeden önce pek önemli olmasa da PİD'nin abartılışına dair bir örnek aktarmak istiyorum. Mesela çok umut bağlanmış ama küçük kalmış bir sol partide "Bizim partide herkes eşittir, hatta bizim başkan az önce buradaydı, konuşuyorduk"'a benzer avuntu tarzı bir söz duymuştum. Bu tip sözler ahlaki bir eşitlik şartının ifadesi olarak söyleniyor olabilir, PİD'nin bir gereğiymiş gibi de görünebilirler; oysa kitleler buna pek aldırmaz. Gerçekte PİD'ye bu kadar fazla eşitlikçi işlevler yüklemek anlamsızdır, çünkü böyle bir ortamın kendi halinde üyelerinden olan bir başkan kitleleri arkasında sürükleyen, iktidarı sarsacak büyük toplumsal hareketleri başlatan bir lidere asla dönüşemez; çünkü anti-hiyerarşik bir tam demokrasi anlayışı savunulabilir olsa da, bu tip entelektüel faaliyetler ile iktidara oynamak üzere siyasetle fiilen uğraşmak farklı iki yetenektir. İkisi arasında ayırım yapamayan böylesine "demokratik" partilerin yapması gereken "parti" işlerini bırakıp, mesela bir think tank'e dönüşmektir.

Asıl Sorun:
       Aslında bu örnek çok uç gibi görünüyorsa da daha büyük ölçekli siyasete de bazı gözlemciler benzer bakış açıları ile garip çözümler önerebiliyorlar. Daha açıkçası ben (şimdi size pratik gerçeklikten çok uzak gibi gelecek ama) bir partinin teorik olarak kendi içinde tam anlamıyla demokratik (demokrasi'nin içinde işletildiği yer) olmaya zorlanamayacağını düşünüyorum. Bence bir partinin yapısı, kuruluş amacı veya işleyişi söz konusu ise, demokrasi mekanizmasını birebir uygulamaya çalışmak pek doğru değildir. Çünkü demokrasi herkesin eşit, fakat görüşlerin farklı olduğu özel birlikteliklerin yürümesi içinde geliştirilmiştir ve üzerinde her vatandaşın yetkisi olan kamusal alanlar için geçerlidir, bir an önce ulaşılması gereken hedefler gütmeyen, negatif bir düzen tipidir, ve buna riayet edebilmek için de yavaş işler, (zaten sağlıklısının da bu olduğunu bilmeyen yok). Oysa bir siyasi parti, seçtiği hedef doğrultusunda en hızlı ilerlemeyi sağlayacak hiyerarşiyi kurmaya mahkum bir örgüttür. Dolayısıyla bir parti içerisinde demokrasi uygulaması (bazı özel koşullar altında partinin kendi istikrarının bir şartı haline  gelebiliyorsa bile) özellikle Türkiye şartlarında fiili olarak partinin a) iktidara oynamasına veya b) iktidara gelmişse dediklerini yaptırabilmesine engel olabilmektedir. Bunun böyle olacağını fark eden üyeler de sessiz bir sözleşme ile karizmatik bir lidere bağlılık yemini etmiş olabilirler ve fiiliyatta PİD, kaçınılmaz biçimde "yarı yarıya gönüllü olarak işletilmiyor" hale gelebilir. Böylece tartışma ve çekişmelerden doğacak verimsizliği yok ederek kısa vadede karlı çıkmayı umuyor olabilirler.

"İktidar Yürüyüşü" Aşaması
     İktidara gelme durumunu ele alalım. Doğaldır ki üyeleri, iktidar yürüyüşünün daha hızlı olmasına öncelik veren bazı partilerde lidere gönüllü olarak daha fazla hareket serbestisi ve parti içi iktidar tanıma eğilimi belirecek, bu da otomatik cemaatleşmeyi ve parti içi diktaları getirebilecektir. Olgulara "dava" anlayışıyla yaklaşan tüm partilerin iç yapıları bu yüzden doğal olarak cemaatsidir ve böyle partilerde üyeler partiye daha gönülden bağlanmakta, inandıkları davalar uğruna partilerine ucuz hizmet sağlamaktadırlar Bu ucuz hizmeti sağlayan cemaatsi yapı sadece seçimden seçime propagandada değil, ara dönemlerde de okullarda vs. yerlerde kolayca toplulaşmaya yardım etmektedir. Türkiyede bu konuda istenmedik kadar çeşitlilik vardır; kimi davası uğruna ev ev dolaşıp oy istemekte, kimi üniversitelerde eylem üstüne eylem yapıp bildiri üstüne bildiri basıp dağıtmakta, hatta bilerek sınıfta kalmakta, kimi her cenazeye, asker uğurlamasına vs özel olarak katılıp buralardan mesajlar vermektedir. Üstelik liderin meşruiyeti hiç bir şekilde sorgulanmadığı, kırılan kollar yen içinde kaldığı için, böyle partiler, içte ne kazanlar kaynarsa kaynasın, görünüş itibariyle diğerlerinden daha da istikrarlıdırlar, ve bu istikrar görüntüsü de seçmen'in üzerinde olumlu bir etkiye sahiptir. Oysa davası olmayan, cemaatsi olmayan ve liderleri tartışmalı meşruiyete sahip, üyeleri PİD'nin yokluğundan şikayet edip duran ve "çalkalanan" partilerin iktidara gelmek için böyle avantajları yoktur.
     Partilerde böyle yetişmiş ve bunun kazandırdırdığı avantajları gözlemiş geçmişin gençleri, yönetime geldiklerinde de benzer yapıyı devam ettirmeyi yararlı bulmaktadırlar. Marxien ve Faşist partiler için Avrupa’da geçmişte geçerli olmuş bu eğilimleri Türkiye’de de az önce anlattığım şekilleriyle gözlemek (ismini koyarsak İslamcı, Marxien, Milliyetçi, zaman zaman katı laik cumhuriyet solu vb. davaların arkalarında olanlar gibi) mümkündür. Hatta son on yıllık süreç bu gerçeğin su yüzüne çıkmasının sürecidir.
     Nitekim 80 sonrası sürecin ilk gerçek seçimi denilebilecek 1991 seçimleri ve oradan sonraki tablolar izlenirse, seçmen üzerinde bunun etkisini görmek mümkündür. DYP, ANAP ve SHP’nin  (bugünkü CHP'nin atası) art arda durduğu '91 seçimlerinden sonraki ilk yerel seçimlerde (1994) başta RP, olmak üzere DSP ve MHP'nin yükselme, diğerlerinin topluca düşüş trendine girdiği gözlenir. 95 genel seçimlerinde bu trend daha belirgin bir hal almış, RP 1. Parti olur DSP ve MHP çok bariz biçimde yükselirken, DYP, CHP ve ANAP gene topluca düşmüştür. Son olarak '99 seçimlerinde ise bu üç partinin ilk üç sırayı paylaştığı 91'in ilk üçü olan diğer partilerin ise bu sefer ancak 4., 5. ve 6. olabildikleri görülmektedir.
     Çarpıcı bir nokta bu süreçte en çok oy kaybeden ve artık barajın da altında kalmış olan CHP'nin gerçek anlamda iç demokrasiyi en iyi uygulayan parti oluşudur. Süreç boyunca en çok başkan değiştiren CHP-SHP çizgisi en hızlı biçimde yere çakılırken, yapısı tam anlamıyla cemaatsi olmasa da, karizmatik ve tartışmasız, içeride her dediğini yaptıran (biat edilmiş) bir başkana sahip olan diğer sol parti DSP tüm partilerin en üstüne çıkmıştır. DSP lideri Ecevit'in mevcut liderler arasında 70'li dönemlerden beri partisinin başında kalmış tek karizmatik kişi olması da bir sebep olsa gerektir. Benzer şekilde ANAP ve DYP de oylarını hızla MHP, ve RP-FP'ye kaptırmışlardır (muhtemeldir ki başı 28 Şubat ile belaya girmemiş olsa, başkan, parti yapısı vs her konuda ciddi sarsıntılar geçirmemiş ve içerdeki asayişi berkemal olsa RP-FP de böyle gerilemeyecekti. )
     Son seçimin sonuçlarıyla beraber iyice su yüzüne çıkan "cemaatsi yapının avantajı"'na dair bu gerçek, en azından son 10 yılda oy vermiş Türk seçmeninin sahip olduğu eğilimlerden birini göstermektedir. Türk seçmeni (sağcı veya solcu) parti grubuna hakim olamayan ve karizmatik görünmeyen başkanlara oy vermemektedir; hatta bu eğilim öylesine yaygındır ki bugüne kadar nispi PİD'yi sağlamış olmakla her fırsatta övünen sol partilerin oy tabanlarının bile bu konuda sağcılardan fazla farklı düşünmediği, olayları bir tür dava olarak gördüğü ve bu sebepten karizmatik ve dediğini yaptırabilecek lidere, partisinde başka kimsenin sesi çıkmasa bile oy verdiği anlaşılmaktadır.
     Sonuç şudur: PİD'ye izin veren bir kanun ANAP, CHP ve DYP  için bir çözüm olabilir, fakat bu partiler şanslarını tükettikleri için (burada cemaatsi olmayan yapının, "dava" eksikliğinin de bir etkisi vardır) zaten küçülmektedirler ve PİD'nin bir yararının olmayacağı cemaatsi, liderci dava partileri de bu özelliklerinin yadsınamayacak yardımıyla son hızla büyümektedirler. Dolayısıyla asıl sorun büyük oranda "kanun eksikliği"nden değil, cemaatsi yapının nispi avantajlarından kaynaklanmaktadır; çünkü PİD mekanizması bu partilerde gönüllü olarak işletilmemekte, eksikliğini sadece bu yokluktan zarar görenler, zarar gördükleri zamanlar dile getirmektedirler.

     İktidara Geldikten Sonra. . .
     Daha büyük bir sorun olarak da şu söylenebilir ki Türkiye'nin halihazırdaki durumunda, iktidara gelindikten sonra da PİD, partilerin kendi çıkarları ile örtüşmemektedir; çünkü "konsensüs", "uyum", "uzlaşma", "istikrar" vs. (ve açıkçası benim hiç de hoşuma gitmeyen) sihirli sözcüklerle ifade edilen şeyler aslında partilerin ortaklarından taviz koparabilmek için boyun eğmek zorunda kaldıkları birer koalisyon gerçeğini ifade etmektedir, şurası kesindir ki bu koalisyon gerçeklerine kulaklarını tıkayan, bunun yerine parti içindeki özgün sesleri dinlemeyi (yani PİD'yi) tercih eden liderler partilerini iktidarda tutamazlar. Partisini iktidarda tutmak isteyen lider parti içinden gelen talepleri sürekli bir şekilde erteleyip, içeride ne kadar kötü karşılanırsa karşılansın, ortağına taviz vermek zorundadır ki, ileride partisi adına koz olarak öne sürebileceği bir şeyler olsun. Dolayısıyla artık eski haliyle "lider sultası" kavramı herkesin nefret eder göründüğü bir günah keçisine dönüşürken, lidere, partinin gelecekteki çıkarlarını korumak için gönüllü biat'a dayanan ve partilerimizin uyum sağlamakta hiç de zorlanmadıkları yeni (ve biraz daha hafif) bir tip lider sultası  fark edilmeksizin gün yüzüne çıkmaktadır. Bu yeni lider sultası tipinde, partinin tüm üyeleri koalisyon ortağının karşısında lideri güçlü kılabilmek için ona tam destek vermeye, parti liderleri de bunu öyle veya böyle sağlamaya mahkumdurlar ve bu da "Tartışalım, sonra da bir karara varalım (=benim dediğim olsun) ve kimse birlikte vardığımız karara karşı hareket etmesin (=itiraz istemem)" politikasını yerleştirmeye çalışan liderlerin işine gelmektedir, siyasi partiler yasası koalisyonları yasaklayacak değilse bunu nasıl engelleyecektir? "Toplumsal uzlaşma kültürü" ile mi?
     Hükümetler, güvenoyu ve kriz riskini sürekli kılan koalisyonlardan oluştukları sürece doğal sonuç, iktidar partilerinin hükümetten düşmemek için liderin etrafında birleşmeleri ve aykırılık çıkarmamaları olacaktır. Bu bağlardan özgür muhalefet partileri ise ortaya koyacakları düşünceleri yapmaya muktedir olmayacaklarından oradaki çeşitlilik de bir işe yaramayacak, çünkü o parti muktedir olduğunda gene bir koalisyon ortağıyla uzlaşmak ve "asgari müşterek"lerin gerçekleşmesi için lidere yetki vermek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla (koalisyonlar sürdükçe) partiler anayasa ile kendilerine tanınan alanda, aynı anda hem düşünüp kendilerini değiştirmeye ve yenilemeye, hem de icra etmeye muktedir olamayacaklardır. Bu süreç kaynak göstermeye gerek olmaksızın gözümüzün önünde cereyan etmektedir.
     Cumhurbaşkanlığı seçimi ve benzer bir sürü sorunda ortaya çıkan zorlukların da temel sebebi bu gerçektir, (bir çok gözlemcinin söylediğinin aksine meclisteki retçi milletvekillerinin çoğu  5+5 yasasında parti başkanlarının isteğine aykırı oy vermemişlerdir. Gerçekte, DSP hariç tüm parti başkanları milletvekillerine, aslında oy vermek zorunda olmadıklarını bir şekilde hissettirmişler, hatta ANAP (gizli tutmak istese de), DYP ve Fazilet milletvekilleri doğrudan başkanlarının isteği doğrultusunda ret oyu kullanmışlardır. (Böyle görünmesinin temel sebebi yasa etrafında oluşmuş iki bloktan kazananın 28 Şubattan beridir hep kaybeden taraf olmasıydı. O tarafın kazanması 28 Şubat müdahalesine doğal ve haklı olarak karşı çıkan bir çok liberal yazarın kafasında artık "meclisteki irade"nin serbestçe işleyebildiğinin ilk göstergesiydi, ama bu bir ilerleme olsa bile, gerçekte o iradenin vekillerden kaynaklandığı ve liderlerin buyruklarına ters olduğu anlamına gelmiyor maalesef. )
     Partiler için de, basın-yayın organları için de PİD'nin böyle konularda unutuluvermesinin nedeni aynıdır. Bazı hedefleri   gerçekleştirmek üzere kurulmuş ve bu yüzden iç istikrar gerektiren örgütler olan partilere iç demokrasi açısından yaklaşmanın abes olduğunu ister istemez herkes fark etmekte; aksi halde Türkiye şartlarında hiç bir "özel istikrar unsuru"nun korunamayacağı görülmektedir. Bu PİD'ye dair çifte standartlar korunurken, "istikrar" argümanlarındaki yapaylığın farkına varabilenlerde de çözüm konusunda kimse belli etmiyorsa bile bir entelektüel durgunluk yaşanmaktadır.
     Peki siyasi partiler yasasında yapılacak değişiklikler herkesin bildiği şu "istikrarsızlık tehlikesi"ne dair gerçeği değiştirecek midir? Hayır, o halde kanunen ne yapılırsa yapılsın bunun doğal sonucu (koalisyon hükümetleri devam ettiği sürece) partilerin içlerinde farklı fikirlere karşı sürekli bir "uzlaşma" baskısı yapılmasıdır. Aslında zaten bu ve benzeri sözcüklerin de halihazırdaki asıl fonksiyonları partinin amaçlarını kısmen gerçekleştirmenin tek yolu olan "lider sultası"nın yeni  (ve biraz daha hafif) tipini göze hoş göstermektir. Böyle giderse süreklilik göstereceği belli koalisyon hükümetlerinin yapısı (AT'nin baskı yapmadığı konularda) gittikçe daha da istikrarsız olacaktır, ve bu da PİD'yi iyice gereksizleştirecektir. Yapısı gereği cemaatsi-liderci olan partilerimizin de böylesi işine gelmektedir. Zaten günümüz Türkiye'sinde de, mevcut DSP-MHP iktidarında iyice belirginleşen odur ki, asıl meclis milletvekillerinden oluşan partilerden değil, partili vekillerin liderlerinden kuruludur; tartışma ve karara bağlamalar meclis genel kurulunda değil, meclisin ta kendisi konumuna yükselmiş bulunan lider zirvelerinin yapıldığı konutlarda gerçekleşmekte, PİD'ye de kimse aldırmamaktadır. (Aslında bunun sebebini anlamak hiç de zor değil. CHP de 1950 öncesinde mecliste fazla tartışma yapmaz, kanunları daha çok meclis grubu toplantılarında, "içerde" tartışırmış, daha sonra üzerinde "uzlaşılan" kanun taslağı meclise getirilir, "ittifakla" kabul edilirmiş; o zamanlar "milli menfaatleri siyasi hırs sebebiyle tartışmaya hevesli" olanlar "iktidar hırsına düşmüş sabırsızlar" ilan edilirmiş. Bizim partilerimizin hemen hepsinin köklerinin kendisinde bulunduğu bir zamanların tekelci partisi CHP'nin kullandığı bu metot hepsinin genlerine işlemiş olacak ki, aslında "bazı insanlardaki iktidar hırsını açığa çıkarmak ve kamusal yarar için bunu kullanmak" anlamına gelen demokrasiyi dibinden sakatlayacak biçimde kendilerinden feragat etmeyi marifet sanıyorlar. ) PİD'nin çok önemli olduğunu iddia eden söylemi kanıtlayan unsurlar bu noktalardan ötürü şu anda  oldukça zayıflamakta, eksikliğinden kaynaklanıyormuş gibi görünen zararlar artık kimse tarafından önemsenmemektedir; çünkü PİD şu günlerde "Kamuoyu"'nun yıllardır hasretiyle yanıp yanıp tutuştuğu "İstikrar"ı tehdit etmektedir; bu yüzden artık onu sadece bazı küskün politikacılar, kendilerini haksızlığa uğramış hisseden eski milletvekilleri geçmişte gördükleri kötü günlerin hafızalarında hayal meyal kalmış unsurları olarak hatırlıyorlar; ve eskiden beri "siyasi partiler yasası değişikliği" malum tekerlemelerde yerini aldığından ötürü halen söylenip duruyor.
     Burada anlatmaya çalıştığım nokta şu: Partilerin iktidardaki anti-PİD davranışlarının asıl sebebi bizi koalisyonlara ve uzlaşma adı altındaki diktalara mahkum eden parçalanmış siyasettir; PİD'yi sağlaması beklenen kanunların eksikliği değil.

Parti İçi Demokrasinin Çözemediğini Ne Çözebilir? Bir kaç farklı öneri:
     Aslında Türkiye'ye demokrasi sorununda çok daha fazla mesafe aldırabilecek adımlar yok değil, ama bunun için daha temel problemlerin sorgulanması gerekiyor sanki. Bu yazının konusu değil, ve çözüm önermek sorunu tespit etmekten her zaman daha zordur; ama biraz beyin cimnastiği yapmamız gerekli bence; çünkü bunu yapmazsak ortalık, çözümleri "siyasi kültür eksikliği"ne havale edecek ve "hangi sistem gelirse gelsin, bize yaramaz. . . "'a benzer amiyane eleştirileri daha entelce ifade edecek siyaset yorumcularına kalır, böylelerinden de bir sürü vardır.
     Mesela milletvekili adaylarının partinin başkanı tarafından belirlenmemesi için dar bölge ve iki turlu seçim sistemi üzerinde neden hiç durulmaz ki. Bu sistemde ülke, milletvekili sayısınca küçük seçim bölgesine ayrılıp, her bölgeye bir adet milletvekilliği verilip iki turlu seçime gidiliyor. Eğer böyle olursa parti başkanları kafalarına göre milletvekili adayı belirleyemez, çünkü adaylar (tıpkı Belediye başkan adayları gibi) toplumun gözünün önünde olacaklardır, ve iki turlu seçimde halkın kendisinden %51 oy alamazlarsa seçilemeyeceklerdir.
     Bir başka tartışılması gerekli konu da başkanlık sistemi. . . Bir başkanlık sistemi olsa, iki turlu bir seçimle halk direkt bir başkan seçse, ve arkasında %51 oy ile onu anayasa çerçevesinde yetkilendirsek 5 yıl sonra hala kötü giden her şeyden onu sorumlu tutabilir ve indirebilirdik, iktidarların başarılarını doğru şekilde ölçebilirdik. Başkan bize karşı tek sorumlu olurdu ve koalisyondan kurtulduğumuz için iktidarın başarısını doğru dürüst ölçme fırsatına kavuşur, verilen oyların ne ifade ettiğini anlardık.
     Oysa inatla sürdürülen ve tartışılması da gündeme bile gelmeyen parlamentarizm, koalisyon Türkiye’sini demokrasi olmaktan çıkarmak üzere ve halkın yönetime katılmasını değil, katılmadığını anlayamaması sonucunu doğuran bir mekanizma haline geldi. Gerçekte demokrasi yanlış iktidarları elemek ve daha az yanlışlara ulaşmak üzere ortaya konmuş bir deneme tahtasıdır ve bundan amaç "az da oy alsa her partinin yürütme organında uzlaşma yoluyla çoğulculuğa uygun biçimde temsil edilebilmesini sağlamak" falan değildir; asıl amaç mevcut yönetimin başarısını sandıktan çıkan oyların verdiği sinyalden hareketle kesin 1 ve 0'lara indirgeyebilmektir, ve bu da iktidarın muktedir olması ile çift yönlü gerektirme içerir. Mevcut durumda ise koalisyonlar bu amacı saptırmakta ve hükümeti oy alan her partinin üzerinde ahlaki hak iddia edebileceği bir hale sokmaktadır; öyle ki demokrasinin "çoğulculuk", "toplumsal dialog" vs eksenli her derde deva yorumları yüzünden muhtemelen yakında, kamusal alanlarda ancak halkın yarıdan fazlasının tercihinin ahlaki olarak haklılaştırılabileceği şeklindeki çoğunlukçu kural ve klasik demokrasi anlayışı belki de unutulup gidecektir. Çünkü bizim ilginç "Kamuoyu"muz demokrasiyi “Uzlaşma”'ya tıkamıştır. Oysa partiler arası uzlaşmalar Türkiye şartlarında demokrasi değil “lidere itaat"' demektir. Demokrasi yanlısı görünen ve “uzlaşma”yı öne alan bu bakış açısı komik biçimde koalisyon ve sonra da lider sultası ile sonuçlanmaktadır.
     Türkiye’de aralarında anlaşan herhangi üç partinin iktidar olmasına hiç bir engel yok bu sistemde, ve iktidarı belirleyen  tek şey de şu: Burun farkıyla diğerlerini geçip birinci olan partiye oy veren %2-3'lük kesim. Böyle bir parti elbette oluyor; o parti, o şartlarda diğerlerinden hangi ikisiyle anlaşma sağlayabilirse o grup iktidar oluyor; ve bu da kesinlikle bence "halk tarafından seçilmiş bir iktidar" sıfatını hak etmiyor. Zaten ne SHP'nin DYP ile, ne ANAP'ın DYP ile, ne DYP'nin RP ile ne de DSP'nin MHP ile yakınlaşacağı seçmen tarafından seçim öncesinde kesin olarak biliniyordu. Hatta bu koalisyonların bazılarının kuruluşu sürpriz olarak karşılanmış, kimi  kavgalara sebep olmuştur ve bu yüzden onları halkın öngördüğünü ve bu iktidarlara bilerek oy verdiğini kimse iddia edemez.
     Üstelik koalisyon partilerinin seçime ayrı ayrı girmeleri yumurtaları farklı sepete koyma etkisi bile yapabiliyor, biri biraz düşse bile diğeri yükseliyor böylece hemen hemen aynı partiler yeni bir koalisyon da kurabiliyorlar, (son seçimde ANAP'la DSP'nin başına geldiği gibi), bu da iktidarın değişmesini engellemese bile yavaşlatıyor, bir seçimlik değişimler iki-üç seçime yayılıyor, yani koalisyonlar iktidarın değişmesine değil kalıcılaşmasına, demokrasinin azalmasına yol açabiliyor. (Bu paragraftaki analizler, özellikle sonuncusu, sadece son dönemden çıkarılmış diye düşünülebilir, ama 91 sonrası süreçteki eğilim devam ederse bunlar da devam edecektir. )
     Türkiye’de bireylerin neye göre oy verdiğini ve ne düşündüğünü anlamak mevcut sistemle pek mümkün değildir; bir partinin bir seçimde topu topu 3-5 puanlık yükseliş veya inişi toplum kesimlerinin ciddi fikir değişiklikleri yaşadığını değil, sadece parçalanmış tablonun devam ettiğini gösterir. Bunlar, sistemin yeterince çok kişiyi, iktidar partilerinin becerisi hakkında ciddi fikir değişimlerine yöneltecek sebepleri görmeyi engellediğinin birer kanıtıdır aslında, ya da diğer bir deyişle sistemin iyi partilerin kötülerden ayırt edilebilmesine engel olduğunun kanıtı.
     Dolayısıyla bir seçimlik süreçteki flu değişimler üzerine bol bol analiz yapmak sinekten yağ çıkarmaktır; asıl merak edilmesi gereken, neden oyların 3-5 puan dalgalandığı değil, neden bir türlü daha fazla dalgalanmadığı, neden % 20 civarından %40-50'lere bir türlü çıkmadığıdır. Çok rahatlıkla söylenebilir ki doğru dürüst uygulanan bir demokraside yeterince zaman geçtiğinde parti sayısı ikiye düşme eğiliminde olacaktır. (İnternet üzerinde onlarca partinin katıldığı ve sonuçların online olarak gösterildiği bir "ideal" seçim düşünün; istediğiniz an oyunuzu da değiştirebiliyorsunuz; oy verdiğiniz partinin 5. Veya 6. sırada olduğunu böyle giderse oyunuzun hiç bir anlamı olmayacağını fark etseniz, birincilik için kıran kırana mücadele eden iki partiden kendinize yakın olanın lehine oyunuzu değiştirir misiniz, yoksa oyunuzu çöpe mi atarsınız?)
     Muhtemelen toplumda herhangi bir %51'in diğer tüm partilerle ikili ikili karşılaştırdığında seçeceği bir parti vardır (bu tür bir partiye –varsa- "Condorcet galibi" deniyor) Böyle bir parti olmak için en uygun aday olduğunu, bu güce sahip olduğunu keşfeden ilk iki parti tüm diğerlerini sollayarak yeni seçmenlere açılmak için depar atacaktır. İyi bir demokraside seçim bu partilerin keşif sürecidir, ve demokrasi, "partiler arası uzlaşma" veya "siyasi kültür" gibi basit yorumlara değil iktidara endeksli güç mücadelelerine dayanır, bu yönüyle demokrasi epistemolojik açıdan rasyonel değil evrimseldir. (Söylediğim şeyin bazı yorumcuların "merkeze kayma" tabir ettikleri şeyle yüzeysel benzerlikten başka bir ilgisi yoktur. Genelde siyasi yorumcular siyasi yelpazedeki konumu belli ve sabit bazı siyasi akımları "merkez" kabul ediyorlar, ve sonra siyasetin bu "merkez" akımlarda birleşmesi için aktif çaba sarf ediyorlar. Oysa benim söylemek istediğim merkezin zamanla değişmeyen sabit bir yerinin olmadığı. . . Ancak bir demokrasi süreci ve partilerin yarışı sonucu oyların toplandığı yer o seferlik merkezdir, toplum ve barındırdığı siyasi görüşler ve onların ortalaması sürekli değişmektedir zira; dolayısıyla yapılacak şey merkez (!) siyasi partilerden yana saf tutmak değil, mekanizmanın daha iyi işlemesi için "partiler arasında oyların, iktidarın başarısı hakkında ise enformasyonun dolaşımını hızlandıracak çareler aramakla" olur. Her şey iktidarın başarısı hakkında halkın kolayca rafine yorumlar yapabilmesi için düzenlenmelidir. Belki fazla iddialı bir söz gibi gelebilir, ama bunu sağlayan tek sistem de başkanlık sistemi gibi görünüyor bana. Çünkü mevcut durumda birisi çıkıp "Bu %10 barajlı sistem ve koalisyonlar varken seçim hiç bir şey ifade etmiyor, önde olan partiler asla değişmiyor" dese, kimse sandıktan çıkan sonucun halkın "partilerin kurumsal varlıklarına" yönelik güvenini yansıttığını iddia edemez. Gerçekten de sonuçlar "iş yapanı" değil sadece "70'e 30" genel siyasi eğilimleri yansıtmaktadır.

Niye Israr Ediliyor?
     Bu tip öneriler demokrasimize büyük katkılar yapabilecek iken biz hala PİD gibi partilerimizin ihtiyaç bile duymayacakları bir şeye takılıp kaldık, kimse anayasal mekanizmayı eleştirmiyor; ama nedense  (siyasetçilere vurmak herhalde kolay geldiğinden) ağzı olan, parti liderlerinin PİD'yi işletmediklerinden dem vuruyor, sanki değişim gerekiyorsa bile bu değişime devletin yapısından başlanamazmış gibi bir kural var, değişmek de devletin gerçek demokrasiye uygun olmayan mekanizmasına değil gerçek suçlular olan partilere kalmış bu durumda tabii.
     Çözülmeleri halinde "lider sultası"nı da sona erdirecek asıl "mekanizma sorunları" olduğu yerde dururken, o sorunlar durduğu sürece sadece etkisiz eleman olabilecek bir şey, PİD abartılıyor, herkes bundan bahsediyor, faziletleri üzerine diller döküyor; daha kendi içinde bile demokratik olmayan partilerin ülkeye nasıl demokrasi getirebileceğine dair çok derin anlamlı analojiler yapılıyor.

Sonuç:
     Ben eşit siyasi katılıma dayalı gerçek demokrasiye en fazla sahip çıkan siyasi akımı, klasik liberal görüşü destekleyen bir kişi olarak PİD söyleminden elbette rahatsızlık duymuyorum. Ama fazla büyütüldüğüne inanıyor, özellikle koalisyon Türkiye’sinde PİD'nin partilerin amaçlarına ulaşmasını engelleyici sonuçlara varacağını, partilerin de bunu gönüllü olarak, (hatta gönüllü olmasa da liderin zorlamalarıyla delerek) iktidarda kalmak uğruna yok saymaktan çekinmeyeceklerini düşünüyorum. Ayrıca kişisel olarak da bir çok gözlemcinin parti içi demokrasinin varlığını sadece canları istediği zaman (mesela sevilmeyen sağcı muhalefet liderlerini yıpratmak gerektiğinde) hatırladığını, canları istemediğinde ise anayasa suçu olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde açık oy kullanmak, imzalar toplamak, milletvekilleri üzerinde fiilen baskı kurmak bile söz konusu olsa alkış tuttuklarını gözlemliyorum, "Ülkenin istikrar"ına, vs. PİD'nin ortadan kalkışını gizlemeye yarayan tabirlere yapıştıklarını, dolayısı ile PİD'in samimiyetsizce savunulduğunu da üzüntü ile görüyorum. Zaten işe yaramayacak olan bu kavramı gerçekten önemseyen insan sayısı da göründüğünden çok az diğer bir deyişle. Dolayısıyla PİD'den bahsedip durmanın bir işe yaramayacağını, gerçek değişimin, insanları veya partileri değil, demokrasi modelini, devletin temel yapısını, sistemi sorgulayan ataklarla gerçekleştirilebileceğini sanıyorum.
     Bir gün bizim "Kamuoyumuz" ve "Devletimiz" de politikacıların dürüstlüklerinden, partilerin iç yapılarından, yapay uzlaşma arayışlarından medet umacağına, kendi yapısındaki temel çarpıklıklar hakkında düşünmeye başlarsa "az zamanda çok işler başarılacağına" eminim.