DENİZLERDE BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK

 

 

Bülent CİHANGİR & E.Mümtaz TIRAŞİN

Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü, İnciraltı-İzmir

e-mail: cihangir@imst.deu.edu.tr

 

 

İnsan aktivitelerinin sonucunda doğal çevrenin olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilenmesi kaçınılmaz bir olgudur. Günümüzde biyolojik çeşitlilik, söz konusu insan aktiviteleri nedeniyle bozulmakta ve çevre de büyük ölçekli değişimlere neden olmaktadır. Doğal çevrenin “sınırsız bir kaynak” olduğu düşüncesiyle, bilinçli veya bilinçsiz olarak kaynaklar hızla kullanılmaktadır. Gerçekte, canlılığın temel ilkesi olan “kendini yenileme” olgusu, canlı kaynakların bir anlamda “sınırsızlığını” sağlamaktadır. Ancak, canlı kaynakların kullanımında çok hassas bir denge bulunduğu ve içinde bulunduğu cansız çevre ile bir bütün olarak değerlendirilmesi, yaşam yerlerinin (habitat) korunması da bir gerçektir. Canlı ve cansız çevre olarak tanımlanan “ekosistem” lerin korunması ile, bir ülkenin “sürdürülebilir kalkınması”, bir diğer deyişle “dengeli kalkınması” sağlanabilir (Kışlalıoğlu & Berkes, 1992). Balıkçılık gibi yenilenebilir kaynakların akılcı kullanımı, dengeli kalkınma da büyük yaşamsal öneme sahiptir. 1972 yılında düzenlenen Stocholm Konferansı’na göre “Çevrenin korunması, ekonomik kalkınma için birincil koşuldur” ifadesi yer almaktadır. 1992 yılında Rio’da düzenlenen dünya çapındaki ikinci çevre toplantısında, “Rio Bildirgesi” hazırlanarak, ülkelerin çevreleriyle olan ilişkilerini düzenleyen ilkeler ve sözleşmeler hazırlanmıştır. Türkiye’nin de Rio’da imzaladığı “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi”, biyolojik kaynakların korunmasını öngörmektedir.

 

Deniz ekosistemleri, karasal ekosistemlerden belli özellikleriyle ayrılmaktadır. En basit şekliyle herhangi bir alet kullanmadan; denizleri iki boyutlu, karaları ise üç boyutlu olarak görebilmekteyiz. Su içerisindeki aktivitelerin, karasal ekosistemlerdeki kadar “açık-seçik” görülememesi, bu ortamdaki olumlu veya olumsuz değişimlerin, doğrudan değerlendirilmesini güçleştirmektedir. Örneğin, denizdeki bir tanker kazası sonucu, saçılan petrolün ve yangının ortama verdiği zararların boyutu, bir orman yangının ortama verdiği zararın boyutları kadar “gözle görülür” değildir. Oysa, denize yayılan petrolün sonuçları uzun vade de etkili olabilmektedir.

 

Balıkçı, denizin iki boyutunda teknesini dolaştırırken, akustik cihazlarla su derinliğini ve balık sürülerini takip ederek üçüncü boyutunu “görebilmekte” ve ağlarını bırakmaktadır. Balıkçının birinci hedefi, elde edeceği ürünün para olarak ne kadarlık bir girdi sağlayacağıdır. Bu bağlamda, balıkçıyı, deniz ortamındaki karmaşık biyolojik ilişkiler ilgilendirmiyor gibi gözükmektedir. Balıkçının, yakaladığı balığın veya diğer canlı su ürünlerinin, nasıl ve ne şekilde beslendiği, ürediği ve göçlerde bulunduğu gibi biyolojik döngülere sahip olduğunu bilmek gibi sorunu yoktur. Söz konusu işlemler, konuyla ilgili bilim adamlarınca ortaya koyularak, “balıkçılık işletmecileri” tarafından, bakanlığın ilgili birimlerine aktarılması gerekmektedir. Bu bilgilerin ışığı altında, avlanma yasakları ve dönemleri ortaya konulmaktadır. Diğer taraftan balıkçılar, türlerin biyolojik aktivitelerini, kendi deneyimleriyle belirleyerek; örneğin, orkinos, palamut gibi balıkların göç yollarını saptayarak, avlanma faaliyetlerini kendi kendilerine yönlendirebilmektedirler.

 

Olgun balıklar yaşam sürelerinde, üreme amaçlı göçlerde bulunurlar. Üreme alanları, genellikle denizlerin verimli (upwelling sahalar) veya plankton yoğunluğunun zengin olduğu bölgelerde bulunmaktadır. Balıkların büyük bir bölümü yumurtalarını su sütununa serbest olarak bırakırlar ve bu yumurtalar su haraketlerine bağlı olarak yatay veya dikey doğrultuda rastgele sürüklenirler (ihtiyoplankton). Kuluçka döneminin bitiminde dünyaya gelen başlangıçta pasif yüzücü olan larvalar, yüzgeçlerinin gelişmesiyle aktif yüzücü hale gelerek yer değiştirmeye ve beslenmeye başlarlar. Yumurtalarını deniz tabanına bırakan balıkların da larval dönemi, benzer şekilde pasif yüzücü olarak geçer. Aktif olarak harekete geçen balıkların büyük bir kısmında, ergenleşmeden önceki gençlik dönemleri kıyısal sığlık alanlarda geçer. Söz konusu alanlar “büyüme bölgeleri” olarak bilinir ve bu bölgelerden belli bir büyüklüğe geldikten sonra, olgun balık stoklarına katılırlar. İşte bu aşamadan sonra, balığın “ağ ile tanışma” dönemi (Stoka katılım=recruitment) başlar. Ağ göz açıklığının boyutları, balığın şekline (boy, vucut yüksekliği ve çevresi) göre ayarlanarak, hedef türlerin avlanması sağlanır. Burada en can alıcı nokta, genç bireylerin ergenleştikten sonra, gelecek yıllarda stok büyüklüğünün dengeli olarak artması için, yeterli miktarda yumurta bırakmasına fırsat verilerek av içeriğine alınmasının sağlanmasıdır (ekonomik avlanma boyu). Balığın ilk yakalanma yaşı, kullanılan ağların seçici özellikte olması ile gerçekleştirilir. Ege Denizi’nde kıyı sürütme ve trol ağlarıyla yapılan çalışmalarda (Hoşsucu ve diğ., 1996), avlanılan barbun ve istavrit gibi balıkların % 70-80 kadarının ekonomik avlanma boyunun altında kaldığı vurgulanmaktadır. Bu olgu, bölgede kullanılan ağların uygun seçici özellikte olmadığının en açık kanıtıdır.

 

 Biyolojik Çeşitlilik: Genetik ve ekosistem çeşitliliği ile birlikte, bitki ve hayvan türlerinin nicel ve nitel olarak zenginliğinin ifadesidir (Krebs,1999). Burada tür tanımlamasını hatırlatacak olursak: “Yapısal ve işlevsel özellikleri bakımından birbirine benzeyen, aynı dış ve iç kimyasal, fiziksel koşullara, benzer şekilde tepki gösteren, doğal koşullarda serbest olarak birbirleriyle çiftleşip, verimli yavrular meydana getirebilen canlı birey” olarak tanımlanmaktadır (Demirsoy, 1998). Canlı kürede (biyosfer) 100 milyon civarında tür bulunduğu tahmin edilmektedir (Swerdlow, 1999). Bunlardan ancak 2 milyon kadarı tanımlanabilmiştir. Bu miktarın yaklaşık 1/10’u okyanuslarda dağılım göstermektedir Söz konusu canlıları; fitoplanktonik organizmalar, makro yosunlar, likenler ve tohumlu bitkilerden deniz çayırları ve hayvansal organizmalardan; zooplanktonik organizmalar, süngerler, solenterler, solucanlar, yumuşakçalar, halkalısolucanlar, eklembacaklılar, yosunhayvancıklar, derisidikenliler ve omurgalılar (tunicata ve cephalochordata)

’dan oluşturmaktadır. Tüm dünyada dağılım gösteren balık türlerinin sayısı 23 bin civarındadır. Türkiye kıyılarında bulunan balık türü sayısı ise 450 civarında olup, 50 kadarı doğrudan ekonomik öneme sahiptir.

 

Akdeniz Havzası’na özgü (endemik) deniz çayırlarından (erişte) olan Posidonia oceanica’nın ekolojik önemi büyüktür. Söz konusu deniz çayırları (Şekil 1), çok sayıda omurgasız canlıların (yumuşakçalar, bryozoa, amfipod, hydroid, poliket) yaşam alanını (habitat) oluşturduğu gibi, deniz ortamında karasal ekosistemlerdeki “orman” işlevini görmektedir. Ölü kök ve gövdeleri de, kısmen sediment ile örtülerek (matte), diğer bitki ve hayvanlar için yerleşim alanlarını oluştururlar (Hartog,1973’e göre Panayotidis & Simbaura, 1989). Söz konusu çiçekli bitkilerin barındırdığı omurgasız canlılar, balıkların önemli besin kaynağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bazı balık türleri besin sağlamak amacıyla, deniz çayırları yataklarına belirli aralıklarda “ziyaretler” yapmaktadırlar (Khoury,1984). Söz konusu balıklar (izmarit, mıgrı, papaz balığı, gelin balığı, çırçır balıkları), doğrudan ekonomik olmasa bile, balıkçının avlamak istediği “hedef türlerin” besinlerini oluşturabilmektedirler.

 

Deniz çiçekli bitkilerinden P.oseanica’nın, diğer birçok deniz yosunlarıyla birlikte nesillerinin tehdit altında olduğu düşüncesiyle, Uluslararası Doğal Hayatı Koruma Birliği (IUCN)’nin desteğiyle, Posidonie bilim kurulu (GIS) tarafından, Akdeniz Havzası’nda korunması gerektiğine karar verilmiştir. Söz konusu çiçekli deniz bitkisinin, Türkiye kıyılarında (Karadeniz ve Marmara hariç), 40 m. derinliğe kadar geniş dağılım gösterdiği bilinmektedir. Düşük tuzluluk ve kirlenmeye (düşük ışık geçirgenliği vs.) karşı duyarlı bir bitkidir. Bu bağlamda delta ağızlarında ve aşırı kirletilmiş alanlarda dağılım göstermezler.

 

Bir bölgenin tür çeşitliliğini belirleyen faktörler; evrimsel, iklimsel, üretim, rekabet-avcılık ve insan etkisi olarak tanımlanmaktadır. (Pianka,1988’e göre Kocataş, 1994). Kirliliğin söz konusu olduğu ortamlarda ekosistem dengesinin bozulmasına, ortamdaki canlı organizmalar çeşitli tepkiler gösterirler. Bu tepkiler arasında oldukça kolay gözlenebilen bazı ekolojik özellikler vardır. Bu özelliklerin en tipik olanları, dağılım özellikleri olarak adlandırabileceğimiz tür çeşitliliği, tür zenginliği, bolluk ve benzerlik değerleridir. Kirlenme, bir grup organizmanın ortamı terketmeleri veya yok olmalarına neden olabilse de, diğer bazı organizmalar direnerek ortamdaki varlıklarını sürdürebilirler (İzmir İç Körfez’de kefal, isparoz balıkları ve bazı poliketlerin bulunması gibi). Bu olguya karşın kirlilikten belli ölçüde etkilenmeleri kaçınılmazdır. Bu etkilenme genelde olumsuz yönde olurken, bazı türler için olumlu olabilir. Ekolojik toleransı geniş olan dayanıklı ve fırsatçı türler, kendilerine avantaj sağlayan kirlenme tiplerinin habercileri olurlar. Bu nedenle bu türlere "belirleyici=indikatör türler" denir (Abel, 1987). Kısaca, bazı türlerin ortamdan yok olması, bazı türlerin dağılımlarının sınırlanması ve bazı türlerin de populasyonlarını aşırı derecede arttırması, kirli veya kirlenmekte olan ortamlarda komünitelerin dağılım özelliklerinin farklılaşması sonucunu getirir.

 

Birincil üretim miktarının artışı, ortamın tür çeşitliliğini artırıcı bir faktör olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda okyanuslardaki birincil üretim miktarına bakacak olursak (Ryther, 1969); kıyısal bölgelerdeki ortalama birincil üretimin, açık denizlerin iki katı olduğu (100 g/m2/yıl) görülmektedir. Upwelling bölgelerde ise söz konusu üretim çok daha yüksek olabilmektedir (300 g/m2/yıl). Denizlerin 200 m. derinliğine kadar olan “neritik bölge”nin başlıca üretkenliği, güneş ışınlarının deniz tabanına kadar, özellikle infralittoral bölge olarak bilinen 40-50 m.’ye kadar olan derinliklere daha fazla etkide bulunması ve karalardan akarsular vasıtasıyla gelen besin tuzlarının bolluğu ile sağlanmaktadır. Ortamın tür çeşitliliğinin belirlenmesinde çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Konu ile ilgili ayrıntılı yöntemler Krebs (1999) tarafından verilmiştir. Örneğin Margalef (1951)’in çeşitlilik indeksi (d) için geliştirdiği formüle göre; populasyondaki tür sayısının bir eksiğinin, ortamdaki tüm türlerin birey sayılarının logaritmik değerine olan oranı, bölgenin tür çeşitlilik indeksini vermektedir.

 

Türkiye’de Kıyı Koruma Alanları: Barselona Sözleşmesi’nin Özel Koruma Alanları Protokolu gereğince, 1989 yılından itibaren 12 adet Kıyısal Koruma Alanı seçilmiş olup, sekiz adeti Özel Deniz Koruma Alanı (MPA) olarak belirlenmiştir (Kelleher ve diğ., 1995). 385 bin hektar alan ve 774 km.lik kıyısal bölge koruma altına alınmış bulunmaktadır. Bu alanlar; Datça Bozburun, Fethiye Göcek, Foça, Gökova, Göksu Deltası, Kekova, Köyceğiz Dalyan ve Patara olarak belirlenmiştir. Diğer Kıyısal Koruma Alanları (önerilen): Ceyhan, Dalyan, Menderes deltaları ve Bodrum Yarımadası’dır. Karadeniz için henüz deniz koruma alanı belirlenmiş değildir.

 

Biyolojik çeşitliliği, insan aktivitelerinin tehdit ettiği ifade edilmişti. Kıyısal bölgelerde bilinçli ya da bilinçsizce yapılan avlanmalar (seçici özelliği olmayan ağların kullanımı, 40 m.’den daha sığ sularda, her türlü kıyı sürütme ağları ile yapılan avlanma gibi), kara kökenli kirleticiler (evsel ve endüstriyel), turizm, petrol ve doğal gaz üretimi, deniz ulaşımı, kum, çakıl, maden, tuz ve enerji üretimi, dolgu alanları, savunma işlemleri, tarama gibi daha bir çok aktiviteler, hem kıyısal bölgeyi, hem de birbirlerini etkilemektedir. Söz konusu etkiler açısından, İzmir Körfezi’ne bakılacak olursa; Körfezin, Akdeniz Havzası içerisinde evsel ve endüstriyel atıkların etkisiyle ileri derecede kirletilmiş önemli bir odak noktası olduğu bilinen bir gerçektir. İç Körfez’de arıtılmadan deniz ortamına verilen evsel atıklar, Dış Körfez’de ise Gediz Nehri’nin Ege ovalarını yıkayarak getirdiği tarımsal ve endüstriyel kökenli atıklar, bölgeyi tehdit edici öğelerdir. İç Körfez’de zaman zaman görülen yoğun fitoplankton artışının neden olduğu kırmızı su (red-tide) olgusu (Koray ve diğ.,1992; Anon.,1997;1998), ortamın aşırı besin bulundurma özelliğinin (ötrofikasyon) bir ifadesidir. Diğer taraftan, deniz marulu olarak bilinen yeşil yosunların (Ulva, Enteremorpha) baskın olarak bulunması da, besin tuzları (nitrat vs.) zenginliğinin göstergesidir. Körfez genelinde 70 civarında balık türünün, Körfezi bir yumurtlama sahası olarak kullanıyor olması, bölgenin herşeye karşın ekolojik direncinin devamlılığına işaret eden bir bulgudur (Cihangir ve diğ., 1997). Özellikle İç Körfez dahilinde, hamsi, sardalya, isparoz, pisi ve kaya gibi balıkların yumurta bırakıyor olmaları da, ortamın ekolojik direncinin varlığını işaret etmektedir (Şekil 2). Körfez’in Tuzla ve Homa dalyanı açıklarındaki sığlıkları ise, genç bireylerin büyüme sahaları olma özelliğini sürdürmektedir (Bizsel ve diğ.,1997). Ege Denizi havzasında İzmir Körfezi gibi küçük bir coğrafik sahada, balık populasyonlarının devamlılığı açısından gerekli olan; yumurtlama - beslenme, büyüme ve erişkin bireylerin sürüler oluşturması (olgun stok veya stoklar) gibi işlemler, Körfez’in ne denli ekolojik ve buna bağlı olarak da ekonomik öneme sahip olduğunun göstergesidir.

 

 

 

 

 

 

Biyolojik kaynakların sürdürülebilir yönetimi ve kullanımını sağlamak amacıyla, genleri, türleri ve ekosistemleri korumak ve devamlılığı için ivedi önlemler gereklidir. Bu öneriler özetle şu şekilde sıralanabilir (Cirik, 1998):

 

Kıyı bölgelerindeki kaynakların sürdürülebilir kullanımı için , OECD tarafından önerilen kriterler ise şu şekildedir (Akyarlı, 1992):

 

 

Yukarda sıralanan önlemlerin hayata geçirilmesinde, devlet birimlerinin (Çevre, Kültür, Turizm, Tarım Bakanlığı, Tarım İl Müdürlükleri) koordinasyonunda, bireylere büyük görev düşmektedir.

 

Doğadaki her canlının “mutlak olarak” bir işlevi olup, ortamda bulunma “gerekçesi” vardır. Önemsiz olarak gördüğümüz canlılar, bir saat zembereğinin dişlileri gibi birbirleriyle ilişkide bulunmakta; bizim de bir parçası olduğumuz ekosistemi sağlıklı tutmaktadır (Kışlalıoğlu & Berkes, 1992). Canlılar, belli bir evrim sürecini tamamlayarak bugünkü tür çeşitliliğini oluşturmuşlardır. Balıkçının ağına, hedef türlerin dışında takılan diğer bütün organizmalar (ıskarta), avladığı türlerin besinini ya da yaşama ortamını oluşturmaktadır.

 

Kıyısal bölgelerin, biyolojik aktivitelerin olduğu kadar insan aktivitelerinin de en yoğun bulunduğu alanlar olduğu gerçeğiyle, söz konusu bölgedeki kaynakların sürdürülebilir (tüketilmeden) kullanımı için “akılcı ve bilimsel” yaklaşımların gerekliliği göz ardı edilmemelidir.

 

.............................

Kaynak: Turmepa WEB