TÜRKİYE’DE DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEKİ DİRENÇ ODAKLARI : 2005

 

Giriş : Yöntembilim

 

Metnin içeriği değişim üzerine olduğu için, biçiminin de değişik olması yeğlendi. Kavramsal çerçevede ve kavramlarda okurun daha önce hiç karşılaşmamış olacakları da var. Dolayısıyla bu metnin değişim üzerine içeriksel ve biçimsel bir düşünce deneyi olduğunu okurun baştan kabul etmesi gerek. Yazar, düşünce deneyi ve değişimi yaparken, okurun  biyografik, zihinsel ve kültürel değişime açık duruma gelmesini umuyor.

 

Kavramsal Koyutlar : Değişim, Dönüşüm, Devrim, Başkalaşım

 

Değişim farklı niceliklerde ve niteliklerde olabileceği için, onun için birden çok tanım kullanılabilir veya yaratılabilir. Konuyu tümelden tikele, genelden özele, makrodan mikroya doğru başaşağı yönde akıl yürütmelerle ele alalım:

 

‘Başkalaşım’ deyince, 10 küsur bin yıllık tarihin ve 1 küsur milyon yıllık evrimin içindeki, Neolitik Devrim gibi, uzaya gitme gibi çok küçük sayıdaki özel olguları anlıyoruz. ‘Neolitik Devrim’ denilen, insanın yerleşik yaşantıya geçmesini imleyen bir başkalaşımdır. Bugün ‘uygarlık’ dediğimiz herşey; yazı, kent, ticaret, savaş, hukuk, vd o olgu sayesinde gerçekleşmiştir. Beslenme biçimi değiştiği için, insanın bedensel özellikleri de değişmiştir. Başkalaşım evrimle eşdeğer düzeydedir ve insanla maymun arasındaki genetik fark yalnızca % 1’dir. Demek ki en büyük değişimle bile % 1’lik bir değişim oranı anlıyoruz.

 

 ‘Devrim’ deyince, 20. Yüzyıl’daki Rus ve Çin Devrimi’ni anlıyoruz. Bu anlamıyla devrim ilk kez 1789’daki Fransız Devrimi için kullanıldı. Atatürk inkılaplarından söz etsek de, bir Türk Devrimi’nden söz edemeyebiliriz. Bu durumda devrimi %o 1’lik bir değişim olarak tanımlayabiliriz. Örneğin ABD ve SSCB ikili ülkesel karşıtlığının vatandaşları, kültürolog Murdoch’un 1.000 maddelik listesinde, 999 nicel ve nitel ortaklık taşıyorlardı; aynı yemekleri yiyor, aynı füzeleri ve uzay mekiğini icat ediyor, aynı metroya biniyor, aynı telefonla iletişim kuruyorlardı.

 

‘Dönüşüm’ deyince, inkılapları anlayabiliriz. Atatürk inkılapları toplumu ancak %o 1 - %oo 1 arasında değiştirebildi. Geri kalan değişkenler sabit kaldı. Bugün İstanbul’un 1905 ve 2005 fotoğrafları tıpatıp aynı olan kilometrekarelerce alanı ve yüzbinlerce insanı var. Türk mutfağı 150 yıldır aynı. Evkadınları yüzyıllardır aynı biçimde yaşıyor. Yani, bir İstanbul inkılabından söz edemiyoruz.

 

‘Değişim’ deyince, daha çok reform türü nitelikler anlaşılır. Bu da %oo 1’den küçük oranda tümel değişimler demek olur. 1983’te Özal, 1993’te Çiller, 2003’te Erdoğan iktidar sahibi olarak değişti ama uyguladıkları politika taa 5 Nisan 1980’dekilerin aynısı oldu. 20 yıldır aynı para barbarlığı dayatılıyor.

 

Bu işin dikine tanımlaması. Şimdi değişimi kendi içinde yatay olarak irdeleyelim:

 

Değişim her zaman gerekli ve/ya kültürel ve siyasal açıdan işlevsel olmayabilir. Örneğin, askeri ve/ya karşı darbeler de birer değişimdir ama Türkiye’de görüldüğü üzere, gerçekleştirildiklerinde milyonlarca kişi işkence ve zulüm görür ve bu insanlık suçudur, yani olumsuz bir durumdur. Tabii, darbelerin her zaman destekçileri vardır, çünkü tıpkı cinayetlerden çıkarı olanın katil olması gibi, darbelerden ve savaşlardan çıkar sağlayanlar da her zaman vardır. Bugün hala ‘darbe olabilir’ değişmezliği varsa, o çıkar sahibi destekçiler nedeniyledir.

 

Değişimler çok aşamalı olabilir ama yine de sonuca ulaşmayabilir. Türkiye ordusundaki değişim, Yeniçeriler (ki ondan önce de başka düzenlemeler vardı), Asakir-i Muhammediye, Nizam-ı Cedid, Harbiye, Harp Akademileri dizisi biçiminde olmak üzere, Tanzimat’tan bu yana süregelmekte ve darbelerin gösterdiği üzere bu da hala yeterli olmamakta. Bunun nedeni temelde ağır işleyen bürokratik çarklar. Bir karar alınıp uygulanana kadar, o işlem yaşamın içinde geçersizleşiyor. Örneğin, artık ‘zorunlu askerlik’ değil, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde imlenen ‘yaşama hakkının kullanımı olarak askerliği ret’ tartışılsa gerek. Ordu, sivillerin ölmesini isterken, hiçbir şeyi tartışmaya yanaşmıyor.

 

Değişimi değişime karşı olanlar gerçekleştirebilir, eski şeriatçı yeni Müslüman demokrat AKP’nin şimdi AB sürecine katkıda bulunması gibi. Dünyada hem muhafazakar, hem liberal parti yoktur. Bizde liberalleşmeyi uygulamak muhafazakar partilere kaldı. Aileyi yok etmek de, ailenin en çok savunulduğu G-7 ülkesi olan ABD’ye kaldı.

 

Değişimler kolay kolay hesaplanamaz ve denetlenemez. Dünyanın hiçbir stratejisti 11 Eylül’ün zamanını öngöremedi. ABD şu anda olayların akışını denetleyemez durumda. Asıl önemlisi, dünyanın tüm akilleri bile, bundan sonraki gidişatın ne yöne doğru olduğunu / olacağını gösteremiyor. Oysa, kaos matematiği olgu tanım hacminin dış sınırlarını çizmekle yetinir, bu sınır da ABD’nin yıkılacağıdır. Ama nasıl, ama ne zaman bunu kestirmemiz gerekmiyor, ayrıca kestirme çabamızın artması da kestirim bilgimizi azaltabilir..

 

Değişim insanlar üzerinde ‘yabancılaşma’ gibi, olumsuz psişik ve kültürel etkiler yaratabilir. Örnekse, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ilkokul öğrencileri arasında intihar oranı artmıştı (bakınız: Niyazi Berkes, Anılarım, İletişim Yayınları). Kültürel kimlik değişimi hızlı olunca, genelde insanlar üzerinde travmatik bir etki yaratıyor. Türkiye’de kadınlar 4 kuşaktır çalışıyorlar ama hala klasik kadın rolünü terkedemiyorlar. Herkes boşanıyor ama bir daha evlenip bir daha boşanıyor. Bu da kısırdöngü yaratıp, toplumsal açmazların boyutunu büyütüyor.

 

Değişimin makro ve mikro ölçekleri ve ölçütleri birbirine karışabilir ve kimi çatışabilir. Örneğin, Avustralya’da Aborijinler yazılı kültüre geçmeyi reddedip toplumca yok olmaya karar verirken, Endonezya’da bir yamyamın çocuğu psikiyatrist olabilmektedir. Bu tür örneklerde neden-sonuç ilintileri bilgisel açıdan anlamsızlığa varacak denli muğlaklaşabilmektedir. Bizde de, gecekonduluların zenginkondulaşması sonucu ortaya çıkan özkimlikiçi sömürü hümanizmi dışlamaktadır, kendisi iki evlik arsayı gasp eden biri, kardeşine ikinci parseli fahiş fiyatlarla satabilmektedir ve bunu yapanlar insan sevgisini en çok öne çıkaran Alevi kültürel-dinsel kimliğine ait kişiler olabilmekteler, İstanbul Büyük Armutlu’da olduğu gibi. Bugün; Köy Enstitüleri’nin kırsal nüfusu yerinde tutmasının yerine, aynı nüfusun tarım işgücünü % 5’e çekmek için kentlerde aç bilaç yığılmasına ve bu işsiz güruhun şiddetin dozunu kovboy filmlerininkine dek taşımasına, yeni liberaller şakşakçılık yapmaktadır. Oysa, bilgi toplumu çağına girdik ve bu çatışmalar o kültürel modda tanımsız.

 

Türkiye’de Değişim

 

Türkiye Tanzimat’tan beridir değişmeye çalışıyor. 1750’lerde başlayan sanayileşme sürecini kavrayamadan, ‘Batılılaşma’ adı altında reformlar yukarıdan aşağıya doğru dayatılarak yapıldıkça, değişmek istemeyenlerden, örneğin Yeniçeriler’den tepki geldi ve değişimi ancak o altkültürler yok olarak kabullenebildiler. Türkiye’nin sanayileşmeye ancak 1960’larda başlaması ve hala % 50’nin üzerinde başarı sağlayamamışken 2. Sanayileşme’nin, yani ‘bilgi toplumu’ olma sürecinin başlaması, Türkiyeliler’i iyice çok cami arasında binamaz bıraktı. Hala şeriatçı, (eski) komünist, AB’ci (eski yedi düvelci), Yankici manda meraklıları var ama globalizm herkesi ezip geçmekte. O nedenle değişimin yolları ülkemizde sürekli tıkanıyor ve şu sıralar o krizlerden birini yaşıyoruz.

 

Kıyıları binlerce kilometre olan bir ülkede 1.000 yılda yüzmeyi ve balık tutmayı öğrenememiş bir toplum için değişim kolay değil. Anımsayalım: 1923’te Cumhuriyet’i kuranlar aynen Osmanlı kadrosudur. 1946’da DP’lilerin tamamı eski CHP’li idi. 1983 ANAP, 1993 DYP, 2003 AKP bakanları genelde aynıdır, kaba liberalizmi değişik adlar altında aynı kadrolarla aynen dayatıyorlar, çünkü takımda zevahiri kurtarmak için ad değişikliği gerekiyor. 4 darbenin astığı ve hapse attığı insanlar aynen ve yeniden iktidara geldiler, zaten darbelerin bu nedenle başarısız olduğunu genelkurmay başkanı bile kabul etti. 1958’de imzaladığımız AB Antlaşması’nın kurallarını yerine getirmek için 45 yıl bekledik ve ancak yumurta kapıya dayanınca, can havliyle tepeden inme değişiklikler peşinde koşmaya başladık. Oysa, kitlenin benimsemediği bir değişim, iktidar seçkinlerince sürekli dayatılamaz.

 

Türkiye’de marksist, sosyal demokrat, feminist, ateist, yeşil parti yok. Yasaları değiştirip, barajı indirip, tüm bunların hepsinin kurulup, TBMM’ye girmesini kim kabullenebilir? Artı: ‘Liberal ve muhafazakar’ olmaz, ‘şeriatçı ve demokrat’ olmaz, ‘solcu ve milliyetçi’ olmaz, ‘altı okçu ve darbeci’ olmaz. Ne gam? Girmek için debelendiğimiz AB’de de feminist ve ateist parti yok ama hristiyan parti var, hem de epeyi. 15 çekirdek AB ülkesinin 7’si krallıkla yönetiliyor, tabii ki krallı demokrasi olmaz, oysa İngiltere’de kraliçeliğin kaldırılmasını teklif etmek dahi yasak.

 

O nedenle, Türkiye’de gerekli en büyük değişim şudur: Kavram referanslarımızı toptan değiştirip, yenilerini kendimiz yaratmak. Bir de çok sözünü ettiğimiz, Batı-Doğu (artı Kuzey-Güney) sentezini becerebilmek.

 

Global Değişim

 

Birinci ve temel global değişim tam da bu tartışma söyleminde geçiyor. 1900-2000 arasında ABD, AB veya G-7, oyunun poker olacağına karar verirdi ve diğer ülkelerin kendi briçlerini oynamalarına izin vermezlerdi. Oysa, Usame bin Ladin oyunun kuralını çok değiştirdi, silahsız terörü ve savaşı icat etti. (Üstelik bunu söyleyen ABD’nin akil adamlarından Thomas P. M. Barnett.)

 

İkinci global değişim ABD tarafından yazılmış ‘Askeri Strateji 2000’ idi bunun 2 tür değişim sonucu oldu: TC genelkurmayının Askeri Strateji 2000 karşı çıkışı ve canlı bomba (ve İkiz Kuleler) kavramı. Türkiye genelkurmayı daha 1985’te ABD genelkurmayının askeri stratejisini eleştirdi, bu aykırılık 2005’te ABD-TC askeri uzlaşmazlığına dek vardı. Canlı bombalar ise, topyekun ve imhasal savaşa yeni bir yorum getirip, düşmanın asla teslim olmayabileceğini kanıtladı. Böylesi bir savaşta güçlüler kazanmaz, asılnda kimse kazanmaz.

 

Biz Yedi Düvel’i yenebildiğimize ve Davut Golyat’ı yenebildiğine göre, durumda anlamsız bir yan yok. Başta ABD olmak üzere, G-7 bu değişimi kavramamakta ısrarlı görünüyor. Onun yerine, ‘hümanist kapitalizm’ gibi muğlak bir terim icat ediyorlar; yani Bill Gates 100 milyar dolarının 50 milyar dolarını hayır işlerine bağışlayınca veya Türkiye’ye 10.000 bilgisayar verince, halkların başkaldırısı durur sanıyorlar.

 

Konuya ileride yeniden döneceğiz.

 

Değişimin Demografisi : İktidar Seçkinleri ve Kitle

 

Siyasetbilim, yönetenlerle yönetilenlerin ilişkisini irdelediğine göre, Türkiye’de yönetenleri ve yönetilenleri tanımlamak yararlı olur:

 

Yönetenler: İktidar Seçkinleri

 

‘İktidar seçkinleri’ni aynı adlı kitabında (Bilgi Yayınevi) tanımlayan Wright Mills şu grupları imler:

 

Ordu, işadamları, siyasetçiler, medya, entellektüeller. Bunları ülkemiz açısından birer birer inceleyelim:

 

Türkiye’de 650.000 kişi sürekli erlik yapmaktadır ama yılda ortalama 1,2 milyon kişinin doğduğu bir ülkede, 1,5 yıllık askerlik ve kadınların hesapdışı bırakılması sonucunda, biraz daha büyük bir sayı kabul etmemiz gerekir. Bunun yanısıra 250,000 subay ve astsubay vardır. Siyasal tanım gereği, 200,000 kişilik polis, 100.000 kişilik özel güvenlik görevlisi ve (şimdi dağıtılmış kabul edilen) 70,000 kişilik korucu gücünü de burada saymak gerekir. Bu gücü besleyebilmek için Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı (başında asker bulunan jandarmayı asker saymayarak) dolaylı, (100 adet yayınlanmamış ve devlet sırrı sayılan kanun hükmünde kararnamelerdeki) örtülü ve (vakıflar aracılığıyla) kayıtdışı ödemeler dahil, bütçenin % 30’una varabilen harcamalar yapagelmektedir. Son 45 yılda 4 askeri darbe yapıldığına göre, ordunun gücü ortadadır. AB sürecinde siyaseten devredışı bırakıldıkları öne sürülse de, 30.000 dolarlık kişi başına gayrısafı ulusal hasılalı ABD’de genelkurmay başkanı 100.000 dolar maaş alırken, 3.000 dolarlık Türkiye’de 50.000 dolar maaş alan genelkurmay başkanının maaşının arttırılması için, bir zamanlar aleyhine post-modern darbe yaptığı iktidar partisinden talepte bulunması, ordunun hala süregelen gücünü imler. Ayrıca, yasalar yasaklarken bile, içişleri bakanı kendi polislerini denetleyememektedir ve onların vatandaşa karşıki şiddetini engelleyememektedir. Sözü geçen kadrodan üst düzey görevli sayılan toplamda 70.000 kişilik ve %o 1’lik bir demografiyi bu grubu simgeliyor sayabiliriz.

 

Sanayici olsun büyük tüccar olsun, işadamları TÜSİAD, MÜSİAD, TÜGİAD, İTO, İSO gibi meslek örgütlerinde güç odaklanması yaşarlar. Her iktidar, kendisini onlarla bir ölçüde uzlaşmak zorunda hisseder. Türkiye’de resmi olarak 7 dolar milyarderi, 70.000 dolar milyoneri var. O nedenle onları %o 1 gibi oranda sayabiliriz. Türkiye’de üretimin % 90’ını KOBİ’ler yaparken, bunların kredi kullanma oranı toplamda % 25’in altında kalmakta ve nakit akışını büyük sermaye kullanmakta ve denetlemektedir. Sözü geçen kurumlar iktidarları etkileyebilirken, geri kalanı bir etkide bulunamamaktadır ve bu durum değişebilir. TÜSİAD kadrosu askeri darbeleri hep destekledi. Bu da değişebilir.

 

Siyasetçiler, (eski ve aday dahil) milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar, belediye başkanları, il ve liçe meclisi üyeleri, parti il başkanları olarak tanımlanabilir. Bunlar da %o 1 oranını yakalarlar. Parlamenter demokrasiye kitlesel inancın olmadığı, en çok bu kesimde bellidir. Hiçbir partide parti içi demokrasi yoktur. Bugünkü iktidar partisinin milletvekilleri kendi liderlerini karizmatik ve anti-demokratik bulup, bunu ifade etmekte hiçbir sakınca görmemektedir. En çabuk değişmesi gereken durum budur. CHP’nin son kurultayı ise kendini muhafazakar olarak tanımlamayan kesimdeki durumu çok iyi resmetti: Sana karşı olanı döv.

 

Medya göreli en az kişili ama yine göreli en etkili iktidar seçkini kesimdir. 1.000’i köşe yazarı, 1.000’i televizyon programı sunucusu, artı 1.000 kişilik oyuncu, manken, futbolcu gibi ‘ünlüler’ altkümesiyle, toplamda 3.000 kişiyle Türkiye’nin gündemini dizilerle, çarkıfelekle, ‘şamdan’la, ‘reality show’larla televolelerle, popstarla, ‘biri bizi gözetliyor’la, ‘evlenmek istiyorum’la disinformasyon yaratarak sürekli belirler, belirlemiştir ve belirleyecek olmaya taliptir. Medya ironik olarak sürekli değişmektedir ama bu giderek daha olumsuza doğru olmaktadır. Medyanın nasıl değiştirileceğini  henüz G-7 bile bulamadı.

 

Entellektüeller de üniversite öğretim görevlileri tek başlarına 70.000 kişiyi bulduğu için, sanatçılar, bilimciler dahil edilince, yine %o 1’lik bir oranı temsil ederler. AB ülkelerinde diğer iktidar seçkinleri içinde siyasal açıdan en etkin grup bunlar iken, Türkiye’de ‘entelejensiya’ oldukları, yani sistem tarafından asimile edildikleri için en az etkili kesimdir. Devletçi ve kapıkulu zihniyetli oldukları için değişime karşıdırlar, içlerinde de en çok akademisyenler statükocudur.

 

Yönetilenler : Kitle

 

Durumun ekonomik demografisini görelim:

(milyon kişi)


Esnaf ve zanaatkar              4

Memur                                  3

İşçi                                         6-8

Çırak                                      4

İşportacı                                               3

Çiftçi                                      4-6

Emekli                                    5

Öğrenci                                 17

Okul öncesi çocuk              7

Evkadını                                13

İşsiz                                       4

Belirsiz                                  7


 

(Toplam 2005 başı itibarıyla 72 milyondur. Belirsizler nüfus kağıtsızlardır ve hesapdışıdırlar.)

 

Değişime Karşı Tutum-Davranış Farklılıkları

 

Sosyal psikolojide tutum ve davranış farklılıkları çok karşılaşılan bir durumdur. Bunun birkaç nedeni olabilir: Kişi kendisini tanımamaktadır, o konudaki asıl düşüncesini açıklamaktan çekinmektedir veya iş uygulamaya gelince becerememektedir. Örneğin, kamuoyu araştırmalarında sürekli toplumsal değişim lehine düşünceler çıkmakta ama bu değişim genelde bir türlü uygulamaya konulamamakta, diyelim kadınlara ve çocuklara karşı şiddet hiç azalmıyor.

 

Daha önce ele alınan toplumsal kesimler açısından değişime karşı tutum ve davranış farklılıklarını örnekleyelim:

 

Ordu değişimi en çok gereksinen kesimlerden birisi. Dünyada ordusunun bankası olan 2 ülke var: Türkiye ve Guatemela. OYAKBANK’ın yönetiminin kesinlikle sivillere geçmesi gerekli. Ordu içindeki yolsuzluk, sivil yaşamdaki denli çok. Bunlar zamanında ‘yolsuzluk.com’da listelenmişti. Yapılan tek şey ise o siteyi kapatmak olmuştu. Ordunun tüm mali denetimi siviller tarafından yapılmalı ve sorumlular sivil mahkemeler tarafından yargılanabilmeli. Askeri mahkemelerin askerleri yargılamakta başarısız olduğu, Erdil davasında açıkça ortaya çıktı, başka durumlarda rüşvet sayılan bir para, bu davada borç sayıldı. Artı, 4 darbenin tüm sorumlularının simgesel de olsa, zaman aşımsız yargılanmaları gerekli. Tersi durumda, ordu darbe yapmayı sürdürür.

 

İşadamları değişime en çok açık kesim olmaları gerekirken, son 45 yılda değişime en çok engel olan kesim olmakta, çünkü ekonomi onların ellerinde. Bugün onların sayesinde Türkiye 50 milyar dolar dış ticaret açığı veren, montaj sanayisini aşamamış, tarımı sanayileşememiş, sanayisi hala ikameyle ayakta duran, yoğurt gibi ulusal sayılan bir ürünün bile (Danone ve Nestle gibi) yabancı patentlerle üretildiği ve pratikte sıfır patentli, ‘ar-ge’ye para harcanmayan, yeni teknoloji hiç üretmemiş ve önümüzdeki 25 yılda da üretemez görünen bir ülkedir.

 

Siyasetçiler değişime tümüyle kapalılar. Hiçbir parti başkanı yerini bırakmaya yanaşmıyor. Bülent Ecevit 1957-2002 arasında aralıklı da olsa hep Meclis’teydi. Süleyman Demirel’e izin verilseydi, cumhurbaşkanlığından sonra 2 dönem daha başkanlık yapmak isterdi. 4 kuşaktır Meclis’te olan aileler var. Yine de, 2002’de olduğu üzere Meclis’in % 90’ı birden bir kerede değişebiliyor. Erdoğan cumhurbaşkanı olmaya kalkmazsa, bir değişimi becermiş olacaktır.

 

Medya, habercilikten giderek tüketim gazeteciliğine kaymakta. Bunda gazete sahiplerinin aynı zamanda sanayici ve tüccar olmasının payı çok yüksek. Diğer bir neden de, medya yoluyla informatik manipulasyonun, yani kitleyi yanıltmanın çok kolay olması. En azından promosyon kampanyalarını anımsamak yeterli. İnsanlar o güne dek adını duymadıkları tüketim maddelerine sahip olmak için toplam gazete tirajını üçe katlamıştı ve bu süreçte muhafazakar gazeteler de aynen yer almıştı. Sonunda ancak bir yasak onları durdurabildi. Bugün serbest bırakılsa, kupon çılgınlıkları yine aynen yaşanır.  Medya, denetim ve özdenetim değişimine yanaşmamakta, bunun için ahlakdışı ve yasadışı tüm yöntemlere başvurmakta. Medya reklam miktarı, televizyon bant ücretleri, köşe yazarlarının bilgi kifayetsizliği konusunda değişime karşı tümüyle direnmekte. Yanısıra, değişimden en çok söz eden iktidar seçkini kesimi olmakta.

 

Entellektüeller Tanzimat’tan beridir aynı ikilemi yaşamakta: Batı-Doğu çift değer yargılılığı. Düşüncelerinde batıyı tümüyle savunurken, davranışlarında tümüyle doğulu kalmaktalar. Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir yazar bilgisayar ve internet kullanmamakla övünmez, bizde övünür. Dünyanın hiçbir ülkesinde resim tarihi profesörü 1950 sonrasıyla ilgilenmediğini beyan edemez, bizde eder. YÖK gibi anti-demokratik bir eğitim kurumuna akademisyenlerden hemen hiç kimse karşı çıkmamıştır. Entellektüellerin de tamamı yakını askeri darbeleri desteklemiştir.

 

Kitleye gelince: Dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir iş yapmadan maaş alan 1 milyon memurlu, tarlasında ürettikleri devlet parasıyla alınıp denize dökülen 1 milyon çiftçili, okuma öğrenmemekte ısrarlı 1 milyon işçili, 5 yılda emekli olup 40 sene maaş alan 1 milyon emeklili, taş devrinde yaşamaya ısrarlı 5 milyon evhanımılı, devletin arazisini gasp edip 3 milyon kaçak bina yapmış, 3 milyon kayıtlı ve kanıtlı vergi kaçakçısı olan, yılda 3 milyon sahte çek yazan, 3 milyon kaçak elektrik kullanıcısı olan ve bunu engelleyen elektrik bölge müdürünü öldürmüş, yılda 3 milyon senedi protesto edilen, 1 milyon kişilik kredi kartı kara listesi olan, borsayı kumarhane gibi algılayıp 25 milyar dolar yitirmiş, yüksek faiz alacağım diye Banker Kastelli’den İmar Bankası’na 10 milyarlarca dolar batırmış, yeşil sermayeye 100 milyar dolar kaptırmış, kesinkes kazandığından daha çok harcayan, 3 milyonu işsizken cep telefonu kullanan,  4 milyon çırağının sayısı sigortalı işçileri (yani anababalarını) geçen bir halk yoktur.  Böylesi bir kitle değişmek ister mi, istese de değişebilir mi? Nasıl değişir?

 

1983-2003 arasında 20 yıl gibi göreli kısa bir dönemde 1 trilyon dolarlık ithal mal tükettik. Tüketimcilik iliğimize işledi. Tüm geleneksel değer yargıları çözüldü. Aile kurumu dağıldı. Eğitim gibi temel insan haklarından yoksun yaşamaya kimse aldırmıyor. Bu da bir değişimdi ama sonunun vereye varacağı bilinmeyen bir değişim. Bu değişimin yeni değişimle geriye döndürülmesi ve telafi edilmesi gerekli.

 

O nedenle, değişimin önündeki en büyük engel halktır, çünkü çok kalabalıklar ve biz küçük bir ülke değiliz, kitle büyüdükçe değişime karşıki ataleti ve direnci artıyor. Ortalama eğitim süresini 11 yıla çıkarmaya direnen halktır. Tarımda teknolojiye karşı direnen halktır. Hayvancılığı beceremeyen halktır. Böylelikle iktidar seçkinlerinin çıkarlarını kendi bilinçsiz direnciyle korumaktadır. ‘Halk istemiyor’ gibi bir savunma, töre cinayetlerini, sokak ortasında zevce katliamlarını, trafik katliamlarını, televole altkültürünü besler, besliyor da.

 

Bu nasıl değişecektir? 1. Cumhuriyet bunu zorla yaptı. 2. Cumhuriyet nasıl yapacak onu henüz bilemiyoruz. Sonuçta 16 devlet kurduysak, herhalde 17.’sini de kurabiliriz. Reform kurtarsaydı, Osmanlı’yı kurtarırdı.

 

2050 ve 3000 Global Senaryoları ve TC’de Değişim

 

Konuya bir başka açıdan geri dönersek:

 

Gelecekbilim 1970’lerde Roma Okulu ile başlayan bir eğilim, istatistiksel olarak geleceği kestirmeye dayalı bir disiplin. 2000’lere gelindiğinde artık dünyada onlarca gelecekbilim ekolü var ama bilimkurgu roman yazarları dışında hiçbiri 11 Eylül 2001’i öngöremedi. Bugün almanaklarda 2050 istatistikleri var ve Birleşmiş Milletler Üniversitesi (UNU) 3000 yılı senaryoları yazdırıyor, bunun için 10 yıllık bir zaman dilimi ve yüzlerce araştırmacı ayırdı. (İnternette yapılacak bir tarama İngilizce bilenlere bu konuda yeterli kaynak sağlayacaktır.)

 

Değişimin bir gelecek perspektifi vardır. 1960’tan sonra Türkiye’de beş yıllık planlarla bu zamanında pekala becerilmişti. 40 yıl sonra onlara baktığımızda tüm ekonomik, kültürel, siyasal değişimlerin önceden öngörülebildiğini ve bir noktaya kadar önceden başlatılabildiğini ve denetlenebildiğini görüyoruz. Bugün de gereksindiğimiz durum budur: En az 10 alan için 10’ar ayrı-bağımsız takım tarafından hazırlanmış A, B, C, vb planları hazırlanması. Tüm bunlar, nasıl ki ekonominin gidişi Merkez Bankası’nın elindeyse, siyasal iktidarlara bağlı olmadan uygulanabilmelidir.

 

2. Sanayileşme, yani bilgisayarlaşma, uzaya çıkma, sanayi üretiminde robota geçme konuları 1950’lerde tartışılmaya başlandı ve 55 yıldır yavaş yavaş uygulamaya konuyor. Bugün dünyada 1 milyar bilgisayar, 600 milyon internet kullanıcısı, 1,5 milyar cep telefonu sahibi, 1 milyonun üzerinde sanayi robotu var. Bunlar global fütürolojik senaryoların başlangıç veri tabanını oluşturuyor. Buna kısa vadede ek olarak, gıda, enerji, nüfus ve çevre krizleri ekleniyor.

 

Duruma bir de tümüyle kuramsal bakış açısı sokalım:

 

Kompleks Poliyalektik ve Değişim Süreci

 

Aristo’nun ‘ya erdemlisin, ya erdemsizsin’ önermesi analitik diyalektiktir. Lao Tzu’nun ‘erdem erdemsizliktir’ önermesi sentetik diyalektiktir. Marx’ın ‘erdem ve erdemsizlik çelişir, çatışır ve sentezlenir’ önermesi materyalist diyalektiktir. Buraya kadar pozitif diyalektiktir. Adorno’nun ‘karşıtlıkları, yani erdemliliği ve erdemsizliği birbirine dolandırmadan en karşıtlığa taşıma’ önermesi negatif diyalektiktir. Buraya kadar düzüne diyalektiktir. Karşıtlıkları, yani erdemliliği ve erdemsizliği birbirinden uzakta tutma ve/ya aynı hacmi kuantum mantığıyla paylaştırabilme önermesi tersine diyalektiktir. Buraya kadar diyalektiktir. Le Guin’in 3 tane diyalektiği triyalektiktir. Çok (limit sonsuz sayıda) diyalektik poliyalektiktir. Buraya kadar reel poliyalektiktir. İyalektik, Möbiüs Şeridi gibi kendiliğinden karşıtına varan önermeler içerir, erdem erdemsizliğe kendi üzerinde dönerek ulaşabilir, isterik kadın erdemliliğinin kolayca erdemsizliğe dönüşebilmesi gibi. Reel ve imajiner (iyalektik) poliyalektik birarada kompleks sayılar gibi, kompleks poliyalektiktir, yani reel ve sanal erdemler ve erdemsizlikler birarada aynı denklemde tartılır. Buraya kadar statik ve kozmotikti. Bundan sonra tüm sözü geçenlerin dinamik ve kaotik oluşumları irdelenebilir, yani erdemin ve erdemsizliğin kaplamları ve kapsamları değişik yerzamanlardaki kültürel modlarda farklı değerler alabilir (ki öyle de olur).

 

(Bu söylem düzleminde en büyük değişim, yani başkalaşım, Aristo-Lao Tzu düşüngü sentezinin becerilebilmiş olmasıdır. Bu da Batı-Doğu ikilemini geçersizleştiriyor.)

 

Değişim sürecinin dinamikleri bu ilkeler çevresinde irdelenebilir. Marx’ın ‘devrim kaçınılmazdır’ yaklaşımı artık kullanılmıyor. Onun yerine Wallerstein gibi, kendini yine marksist olarak tanımlayan tarihçiler, 5.000 yıllık olasılık dağılımlı perspektifler kullanıyor ki bu yaklaşım G-7’nin zorbaca dayattığı liberal globalizme bir anti-tez olarak düşünülüyor. Ancak, ne de olsa Wallerstein da, Chomsky de birer 1. Dünyalı, oysa bizlere 3., 4., ilah dünyalıların üretimi düşüngüler gerekli. Burada, 1. ve 3. dünya arasında kalan 2 aydın olan Amin Maloof’un ve Edward Said’in ‘kimliksizlik’ tezlerini anmakta yarar var. Francis Fukayama’nın ‘Uygarlıklar Çatışması’ ise, ancak negasyon ile irdelenebilir.

 

ABD’nin karşıtı SSCB’yi soğuracağı Bertram Gross tarafından 1980 yılında öngörülmüştü. Ancak tekkutuplu bir dünyanın, ikikutuplu bir dünyadan daha kötü bir yer olabileceğini kimse öngörememişti. Aynı zamanda, Rus mafyasının ve 10 yılda palazlanan Moskovalı 25 dolar milyarderinin, liberal dünya için SSCB füzelerinden daha tehlikeli olabileceğini de. Burada negatif bir ayırtsızlık durumu ortaya çıkmış oldu.

 

Her ikisi de sarı ırk iken, Çin-Japonya karşıtlığının, Çin-ABD karşıtlığından daha sert olabileceğini öngörebilenler var. Bu çifte iyalektikli kompleks poliyalektik demek: Birbirine karşıt Çin’in ve Japonya’nın farklı ve karşıt biçimlerde batılılaşması ama aynı zamanda kendilerini tersine çevirmesi, yani değillemesi. Örneğin, Çin’in dünyanın ilk ateist engizitörü ülke olması bunun kanıtı.

 

Bu değişim süreçleri, yeni ikili veya çoklu karşıtlıklar tanımlatacak. Bazı savlar kendiliğinden karşıtına dönüşecek. Dünyada insan kalan tür ile uzaya gidip başka bir türe evrilecek olanın yolları çatallanabilecek ve bu yüzden tarih yalpa vurabilecek. Değişimler belirsizlikler, yani yeni fetret devirleri yaratabilecek. Yeni bir Orta Çağ’a girdiğimizi Alain Minc 1995’te tanımlamıştı.

 

Sonuç

 

Dünya değişiyor. Türkiye değişiyor. İktidar seçkinleri ve kitle değişmemek isterken, ülkeler ve kültürler değişiyor. Değişimi yaratanlar, daha önce tanımlandığı gibi, ilerici odaklar değil, muhafazakar iktidar odakları oluyor. Türkiye’de 60 yıllık çok partili yaşamda gerçek bir sol parti yaratılamadığı, daha doğrusu yaratılması iktidar seçkinlerince engellendiği için, olumlu olumsuz herşeyi yapmak sağ partilere kalıyor, böylelikle vebali de. Bu da değişimi, baştan tavşanı yakalayamayan kaplumbağa durumuna dönüştürüyor. Öyle olmasaydı, Tanzimat’tan beriki 167 yıldır bu işi beceremez miydik?

 

Değişim olacak: Ya isteyerek olacak, ya da istemeyerek. Ya yumuşak olacak, ya sert olacak. Ya olumlu olacak, ya olumsuz olacak. Türkiye’de değişim istemeyerek, sert, olumsuz oldu ve oluyor. Öyle de olacağa benziyor. Bu da değişimin ‘sürekli yıkım’ demek olması demek olacak.

 

Aslında en hızlı değişimler bile toplumsal çelişme ve çatışma olmadan pekala becerilebilir. Atatürk yönetiminin bazı uygulamaları buna örnek. Ancak artık durum değişti. Tek lidere dayalı yönetim anlayışı yürümüyor. Onun yerine, hem iktidar seçkinlerinin, hem de kitlenin katıldığı değişim süreçleri gerekli. ‘Yöneten-yönetilen’ durumunun değişmesi ve yeniden tanımlanması gerekli. ‘Kadın-erkek’ statülerinin yeni baştan kurulması gerekli. Konjonktürün dinamik olarak yeniden tanımlanması gerekli.

 

Bunların açımlanması başka bir metnin konusu.

 

Dünya tarihinde nüfusun çok küçük bir kesiminin tarihsel ve evrimsel başkalaşım yaşadığı, geriye kalanının ise küçük değişimlerle zevahiri kurtarmaya çabaladığı bir dönemde yaşıyoruz. Neolitik Devrim’den 11.000 yıl sonra bile yerleşik olmayan, yazının icadından 5.000 yıl sonra bile alfabesiz olan kültürler, paranın icadından 3.000 yıl sonra bile paranın anlamsızlığını görmeyip paraya tapan halklar hala var. Yani değişime karşı direnç yalnızca Türkiye’de değil, ‘gelişmiş’ denilenleri de kapsayacak biçimde yüzlerce ülkede de var. Çin’in tümüyle kapitalist büyüme tarzını kullanırken, kendini hala komünist sayması, yanısıra interneti tümüyle denetlemesi, yanısıra on milyonlarca Çinli’nin arabakolik olması durumu açıklamak için çok uygun bir örnek.

 

Bu durumların dinamiklerinin açımlanması da başka bir metnin konusu.

 

Böylelikle metni, değişebilir açık uçlulukla bitirmiş olalım.

 

(Şubat 2005)