İSTANBUL GÜNCESİ

 

 

Reha Ülkü

 

 


 ÖNSÖZ

 

1984’ten bugüne dek bir çok kez İstanbul Güncesi’ni yazmaya başladım ama sürdüremedim. Mart 2003 savaş ayıydı. Umulmadık bir biçimde, ilk etabı çok çabuk bitirildi. Savaşı yazmak, öznel-nesnel / zihinsel-kül-türel dengemde ve libidomda çok özel bir durum, bir sinerjik etki ya-rattı. Aynı enerjiyi korumak için İstanbul’u yazmayı denedim ki o da bir savaş hep... Tuttu... Savaş Güncesi, bir ayda bir kitap olduysa, İstanbul Güncesi her iki ayda bir kitap (100’er sayfa) olur herhalde...

 

İstanbul’u kültürolojik, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, politik, estetik, demografik, yani her açıdan yazacağım. Ancak bu ürün toplamı, par-çalar biçiminde olacak. Savaş Güncesi’nde parçalar arasında ‘artı’ imi kullandım ama burada ‘ve’ imi kullanacağım. İstanbul; bir kent ve bilgi nesnesi olarak, birbiriyle ilintili parçalar bütününden çok, anlamsız gös-tergeler yığını olarak ele alınabilir. Yapacağım, öznel bakış açımdan ö-nemli görünenleri ayıklayıp, bir nesnel-tarihçe oluşturacak biçimde diz-mek... Amacım, Jacques du le Clercq’ün 1450’lerde Orta Çağ Fransa kentleri için yaptığının bir benzerini (ama ne yaptığının bilincinde o-larak) becerebilmek, çünkü Alain Minc’in saptadığı üzere, biz de yeni bir Orta Çağ’dayız ve bunun dökümü gerekli...

 

İstanbul’la ilgili, entellektüellerde, entelejiyansada ve kitlede belirli ön-yargılar vardır. Sorgulanmadan doğru ve/ya gerçek sayılırlar. Örneğin, İstanbul’un Türkiye’yi sömürdüğü gibi... Oysa, bu koskoca bir yalandır. İstanbul; sanayisel, tarımsal ve kültürel açıdan, Türkiye’nin geri kalanı tarafından sömürülür. Bunun da nedeni, dünyanın tüm büyükkentlerinde olduğu üzere, yoğun nüfusun yarattığı, soyut ve somut artı değerin, be-lirli kritik eşiklerin çok üzerine çıkabilmesidir. Hiçbir köylü, kendi kö-yünde günde on altı saat çalışmaya yanaşmazken, burada deliler gibi ça-lışır ve üretir. İşin komiği, bu durumun, daha uygar sayılan yabancıları bile kapsamasıdır. İstanbul’da, kendi büyükkentlerinde yaşadıklarından daha verimli yaşarlar.

 

İstanbul’la ilgili varsayımların yanlışlığını, geçersizliğini, tutarsızlığını, uygunsuzluğunu kanıtlayacağım.

 

İstanbul çok özel bir yazı nesnesidir. Dünyada İstanbul’u yazmayı becermiş hiç kimseye raslamadım. Bence, buna en çok yaklaşan Sait Faik’tir ama o da daha yazdığında, geçmişe gömülmüş bir imgeyi yazıyordu. Kişisel amacım, İstanbul’u ve geleceğini yazmayı becerebilmektir. İşte o nedenle, 1984’ten beridir onu yazmak bende sekteye uğruyor ama umuyorum bu kez becereceğim.

 

İstanbul’u yazmam ölene dek sürecek.

 

İstanbul Güncesi’nin sonsözü olmayacak.

 

(14 Nisan 2003)

 

 


11.04.03, 13:00.

 

İstanbul Güncesi : 1

 

GİRİZGAH

 

Taksim’den Karanfildere’ye otobüsle gidiyorum. Şişli Camii-Mecidiyeköy arası...

 

Caddelerde reklam panoları: Üzerinde sırıtan yüzler... Rahmi Koç, Sakıp Sabancı, İbrahim Tatlıses, Tan Sağtürk... Slogan: Ben İstanbullu’yum...

 

Beni tiksindiriyorlar...

 

Onlar İstanbullu ise, ben değilim. Ben isem, onlar değil...

 

Otobüs duraklarında acuzeler, meczuplar, sakatlar, gerizekalılar... Be-denen değilse bile, zihnen acuze olsam da, onlardan da tiksiniyorum...

 

Onlar da İstanbullu değil...

 

Hangi İstanbul ve kim İstanbullu?

 

Savaş Güncesi’nden sonra, yorgun bir savaşçı-yazar olarak işte bunu ya-zacağım...

 

·          

 

12.04.03, 10:00.

 

İstanbul Güncesi : 2

 

BİR PAZAR GÜNÜ

 

Beşiktaş’tan Kadıköy’e vapurla geçiyorum. Çalışmaya... Herkes haf-tasonu dinlenir, ben çalışırım ve tersi de...

 

Bugüne dek televizyonum hiç olmadı. O nesneyi kamuya açık yerlerde seyrederim. Bu hattaki vapura da bir yıldır koydular.  Onu sey-rediyorum.

 

‘Gönderilmemiş Mektuplar’ filminin fragman klibini izliyorum. Besteci icracı Atilla Özdemiroğlu piyano tıngırdatıyor, şarkıcı Aşkın Nur Yengi olabilir.

 

Kadir İnanır ve Türkan Şoray yanyana, kadayıf olmuş, tel tel dökülüyorlar. Rolün bile gibisini yapıyorlar. Ondan sonra da, ‘Türk sineması diye bi şi filan yok’ deyince, ‘böağg’...

 

İkisinden önce, Olivia Newton John ve John Travolta vardı, ‘Grease’ filminin 25. yıl kutlamaları nezdinde.. Cıvır gençten acımasız teröriste Travolta, son 2 yıldır yalnızca ‘Kılıç Balığı’nda oynuyor gibi... Sözünü ettiğim iki çift oyuncu ‘biz ve onlar’ farkını çok açıkseçik ortaya koyuyor.

 

‘Grease’ filmini 25 yıl önce seyretmiştim. Vay benim çeyrek yüzyılıma...

 

&

 

(13:17)

 

BİRA ve EZAN

 

Kitap tezgahımdayım. Kadıköy Tansaş’ın arkası.

 

Öğle ezanı okunuyor. Bira içiyorum, yanında meze olarak da gayet foseptik midye dolması var, tanesi altı sentten alınmış... Karşıdaki kasetçi ‘hard-rock’ çalıyor. Buradakiler, Beyoğlu’ndakiler gibi ezan okunurken müziği kapamıyorlar. (Kim kime saygı duyacaksa...) Müezzinin sesiyle, Yngwie Malmsteen’in gitar solosu birbirine karışıyor.

 

Dişiler yavaş yavaş ince giyime terfi etmekte... Kadınların bedenlerinin bu denli beş benzemez oluşu, bir erkek olarak 30 yıldır şahsıma çok tuhaf gelmekte...

 

Hepsi malını sergilemeye çabalıyor da, çoğu cins-i latifin göze değecek bir vitrini olduğu pek söylenemez.

 

Kafa derisi kepeklerim, Don Martin karikatürü gibi, lapa lapa yağmakta... Deri değiştiren yılan gibi zar zar soyuluyor. Kendimi Kızılderili elindeki beyaz bir kel gibi duyumsuyorum.

 

Korsan VCD film satıcısı Kürtler, sabahtan beridir altıncı kez Akmar Pasajı’na doğru polisten kaçış deparı çekiyorlar. Ekip arabası da onları kovalarmış gibi yapıyor. Minibüs duruyor, polisler ganyan bayiine altılı oynamaya giriyorlar.

 

Korsan VCD’yi severim, çünkü yanki Holywood’una ajjayip gıcığım. Carrey’fobik hibino elejtirmenleri satın aldıkları ve sinema yaktırdıkları için...

 

·          

 

14.04.03, 20:35, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 3

 

İSTANBUL ANEKDOTU : 1

 

25 yaşında adamın biri, bir cuma günü taksiye biner. Şoför, dini bütün görünüşlü yaşlı biridir. Tüm yolculuklarda olduğu üzere, sohbet başlar.

 

Müşteri, şoföre o gün tahsilattan geldiğini ve çok yorgun olduğuru söyler.

 

Şoför arabayı sağa çeker, durur. Müşteriye bir tokat aşk eder. Sonra, hiç bir şey olmamış gibi, arabayı çalıştırıp yola devam eder.

 

Adam şaşkındır. Şoföre neden öyle yaptığını sorar. Yanıt ilginçtir: “Cuma mübarek gündür, tahsilat yapılmaz.”

 

Adamın mahallesine gelirler. Araba durur. Adam iner, para vermeden... Şoför arabadan fırlar ve para ister. Adam şöyle yanıt verir: “Cuma mü-barek gündür, tahsilat yapılmaz.” Maraza çıkar.

 

Adamın arkadaşları işe karışırlar. Adam onlara olayı anlatır. Adamın ar-kadaşları adamı haklı bulup şoförü kovarlar, para vermeden.

 

Aynıyla vakidir.

 

&

 

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ : 1

 

İlk yılının ilk filmine (Barışnikov Broadway’de) gitme talihine raslantıyla sahip olduğum ama düzenli olarak ancak onuncusundan itibaren filmleri izleyebildiğim İstanbul Film Festivali’nin yirmi ikincisi sürüyor. Her sene olduğunca 200 filmden ancak üç beş tane beğenebiliyorum. Aslında gözüm Miike’lerde ama onlar nasıl olsa VCD olarak gelir diye belgesellere ağırlık verdim

 

Cumartesi gecesi ‘Gözler Önünde Saklı’ (: Hidden in Plain Sight) adlı belgesele gittim. ABD’nin Latin Amerika’da yediği herzeleri anlatıyordu. Film bittiğinde acıdan başım ağrıyordu.

 

Adamlar 200. kez aynı haltı yediler ve sıraya 201. ve 202.’yi koyup önceden ilan ettiler ve BM dahil hiç kimse onları durduramıyor. Kulaklarımdan ateş çıkıyor(du).

 

‘İstanbul’daki ABD’ konusuna açılımı olsun.

 

·          

 

15.04.03, 20:25, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 4

 

RAKI KADEHİNE BALIKLAMA DALGIÇ ve DİLÇEKİMİNDEN KURTULUŞ

 

Rakı kadehimin başındayım.

 

Rakı ve İstanbul kadar birbirine bu denli uyan içki ve kent yoktur sanırım. Rakıyı yudumlarken İstanbul’u yazmak, daha ilk yudumda birden zihnimde berraklaşıverdi.

 

&

 

Tünel’den Galatasaray’a doğru, bugün ikindi vakti yürüyordum. Kenarda bir adam dileniyordu. Bir eli bileğinden itibaren yoktu. Bir bacağının dizden altı yoktu. Kafasında saç yoktu. Bir trafik kazasının veya bir savaş patlamasının yapabileceği bir biçimde kafaderisi üç dört parça olarak dikilmişti.

 

İki kadın  benim önümde yürüyordu. Adamı görünce, biri diğerine sordu: “Para verelim mi?” O yanıt verdi: “Hayır, ben eve gidip çocuğumu seveyim.” Yürüyüp gittiler.

 

Beş on adım ileride tek bacaklı ve koltuk değnekli bir adam selpak sa-tıyordu. Kadınlar onu da pas geçtiler.

 

İstanbul’u son beş yılda ne yaptılar böyle? Çocukken ‘Texas ve New York’ diyip dalga geçtiğimiz tüm suçlar ve rezillikler aynen artık İstanbul’da her an yaşanmakta ve dışkıyı, başta polisçimler olmak üzere, kimse üzerine alınmamakta...

 

Kadınları seyrettiğim iki dakika şu an bile zihnimde çok net: Mimikler, jestler, hatta kokular... Alaturka faşizmin bir tiradıydı sanki: “Bırak ca-nım, acımaya deymez, bizim sevecek nesnelerimiz zaten var...”

 

&

 

FERHANGİ ŞEYLER ŞENSOY

 

Ferhangi Şeyler Şensoy, yedi tepeli Kahpe Bizans’ın tepelerinin işgal e-dildiğinden ve yetmiş yedi tepe kılındığından yakındıydı... Oysa, onun seyircileri oraları parselleyip satanlar... Ya da başka tür rantiyeler... Kene veya tenya türü asalaklar... Borsacılar, reklamcılar, televizyon di-zisi oyuncuları... Aynı kaba ettikleri...

 

Nazım’ın üvey değil, öz oğlu olma takınaklı, rahmetli Memet Fuat da, İstanbul’un şeyttirildiğinden çok yakınırdı ama sonra da anılarında a-nababası dedesinin dönümlerce araziyi laz müteahhite nasıl sattığını bal-landıra ballandıra anlatırdı. Eh, bir zamanların De Yayınları da bir bakıma o tarlanın otu sayılır.

 

Bu durumda: Kendi de Laz olan Şensoy’un, İstanbul’u mahfeden, dünyada bir tek bizde icat olunmuş, dış sıvasız, kırmızı tuğla karesi üzerine, gri beton sütun çizgili desenli bina cephesinin mucitleri olan Lazlar’a diyecek lafı pek kalmıyor...

 

&

 

İŞKEMBE ÇORBASI

 

Tünel’e gelmemin nedeni, Asmalımescit civarında işkembeye benzer iş-kembe çorbası yapan bir yer keşfetmemdi. Beyoğlu ve işkembe çorbası yok. Beyoğlu ve tarhana çorbası da yok. Mc Donalds var, Pizza Hut var. Püşül püsür var.

 

Neyse, bu oraya üçüncü gidişim... Üçüncüden çok beşinci sınıf, batan devlet Osmanlı kılıklı bir yer. İlkinde para bozamamışlardı. İkincisinde simamı tanıyacakları denli az müşterileri var. Üçüncü kez de gidince, bitleri kanlandı ve ellerini tutamıyarak beni kazıkladılar. E tabii, dördüncü kez gitme eşekliğini yapmayacağım.

 

Başına geleceği bilen ama yine de kazaya uğrayan titrek bir moruk olarak, dilenciye doğru yola koyuldum.

 

&

 

MEZE

 

Asıl niyetim Norveç uskumrusu buğulamaydı. Ancak, sınıf atlama eğilimli Beyoğlu balıkçıları, yerli balıkların onda biri fiyata satılan o namerdi tezgahlarına sokmamışlar elbette...

 

Rakının yanına tavuk ciğeri kızarttım. Bilmem hiç pişirdiniz mi ama nedense tavuk katısı (‘taşlık’ da denir) ayrı satılır ama ciğer ve yürek hep biraradadır, nadiren de kasap hatası araya dalak bile karışır.

 

Rakıya cuk oturdu.

 

Ayrı porsiyon olarak tavuk ciğerini, ilk kez sene 1981’de, ilk nişamlımla gittiğim, Levent’te mukim ‘Wienerwaltz’ (: Viyana Valsi) adlı tavuk lokantasında yemiştim. Masadaki orta boy örtüyü bez peçete sanıp, boynuma takmaya çalışmış ve ağzımı onunla silmiştim. Tecrübeli metrdotel (: metre d’hotel : yani başgarson ama bu da Türkçe değil ki bilader, ‘garson’ (: garçon) da ‘erkek çocuk’ demek ki hepicüğü Fransızca’da vuku bulmakta), uzaktan halime acıyıp bana kağıt peçete de getirmişti. Zaten masada da varmış ama ben lüks yerler acemiliğimden ve heyecandan görememişim. Tavuk ciğeri de, tavuklu mönülerin içinde en ucuz çeşitti.

 

Aynı yer, isim patenti derdinden ‘Wienerwald’a (: Viyana duvarı) geçiş yapmak zorunda kalmış ve Özal’cım henüz ülkemizi açıkpazarlaştırmadığı için de müşterisizlikten kapanmıştı.

 

Ferhan’ın görmemişliği beni güldürdüğü denli, kendi görmemişliklerim de güldürüyor. Şu an o zamanları anımsayınca, hem gülümsüyorum, hem de bu ülkenin harcadığı gençliğime kederleniyorum. Normaldir, boş mideyle üçüncü dubleye geldim.

 

&

 

ÜSLUP ÖZELEŞTİRİSİ

 

Ayraç içi takınağım, olmayan okurlarımın pek hoşuna gitmemişti ama ‘can çıkar, huy çıkmaz’ hesabı, edebi öykü aynen sürüyor.

 

·          

 

16.04.03

 

İstanbul Güncesi : 5

 

BİRAZ da KURAM :

 

İstanbul, bir bütün değil, merkezleşmiş parçalardan oluşan ve onları bü-külmüş ışınlar biçimindeki anayolların bağladığı bir ağ-yumaktır.

 

Fatih eskiden bir merkezdi, şimdi değil... Bakırköy eskiden merkez de-ğildi, şimdi öyle... Avcılar ileride olacak... Üsküdar ileride olmayacak, yerini Ümraniye alacak.

 

Eski Londra Asfaltı anayollardan biriydi, şimdi değil... E5 önemini gi-derek yitirmekte... 2. Köprü yolları giderek ağırlık kazanmakta...

 

Birinci Galata Köprüsü eskiden önemliydi, şimdi giderek önemi azalıyor ama Eminönü baki... Üçüncü Haliç Köprüsü 2. Köprü nedeniyle giderek ağırlık kazanıyor.

 

Evrilen kaslar, tendonlar, kemikler ve eklemler... Organik bir durum... İstanbul ölen değil, öldüren bir canlı... Başta, içinde yaşayanları zihinsel ve kültürel olarak öldürüyor...

 

Dolayısıyla, devingen ve kaotik bir durumdan söz ediyoruz demektir.

 

Deli İstanbul... Kanser İstanbul...

 

&

 

MÜZELER

 

İstanbul Yeni Cami’den çalınan İznik çinileri Londra’da müzayedeye konmuş. İlgili bakanlık harekete geçmiş, iade isteyecekmiş. Olsun, yine çalarlar.

 

Askerden bir kaç yıl daha kaçabilmek için, zamanında müzecilik dalında lisansüstü eğitim almıştım, hem de olağan süre iki yıl yerine, üç  buçuk yıl...

 

Eğitim nedeniyle karşılaştığımız, Arkeoloji Müzesi’nin o zamanki müdürüne ellerindeki eserleri satmalarını, zaten çaldırdıklarını söylemiştim. Tüyleri diken olmuştu. Olayın bir iki gün ardından bir müze daha soyulmuştu.

 

Rahmi Koç ve Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki eserler satılsa, Türkiye’nin borcu bayağı azalırdı doğrusu...

 

Bu bürokratlar, akademisyenler ve sonradan olma zenginler hiç adam olmayacak valla...

 

&

 

İSTANBUL’UN GELECEĞİ

 

İstanbul’un geleceği ne menem bir şey olabilir?

 

Gökdelenin bol olacağı kesin. Yıkılma riski çok yüksek olsa da yapacaklar ama zaten bina yapım teknolojisi sürekli ilerliyor.

 

Nüfusun bir limite varması demek olacak. Bence, 2050’de 15 milyonu geçmez. Arada bir iki küçük ve kısa küçülme dönemi yaşanabilir.

 

Nüfusun çeşitliliği daha da artacak ve bu kültürel zenginlikten çok, kaos demek olacak. İstanbul, üçüncü ve n’inci dünya ülkeleri vatandaşlarına, bir Türk’e New York’un geldiğinden daha cazip geliyor. Daha şimdiden bir milyon göçmen yabancı işçimiz var. Türki Cumhuriyetler’den ve Afrika’dan binlerce öğrenci var. Binlerce Nataşa var. Tüm Müslümanlar için, kendi ülkelerinde olmayan özgürlük var.

 

Eğer istenirse, bir zamanlar Viyana’nın ve Paris’in olduğu gibi kültürel dünya başkenti olur ama bunun için olasılık % 10’dan aşağı. Sağ olsun, sol olsun tüm siyasal iktidarlar kültürü öcü görürler ve desteklemezler.

 

Sanayi biraz daha uzak yan bölgelere taşınacak. Tarım sürecek. Yeşil bölgeler, oran olarak olsun, toplamda olsun artacak. Parklaşma yaşanacak.

 

Su veya elektrik gibi, zorunlu gereksinimlerde bir kesinti umulmuyor. Arada organizyonsuzluktan, şimdi olduğu üzere eksiklikler olabilir.

 

İstanbul için, önümüzdeki 50 yılda ortalama bir gelecek umuyorum. Za-ten resmettiğim gelecek de öyle...

 

·          

 

17.04.03, 14:00, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 6

 

MİİKİ’YE GÜZELLEME

 

Sabah çayı ve gazete sefası için, öğle üzeri dışarı çıkmıştım. İşim bitip eve dönerken, rota icabı her zamankince Taksim Hill Oteli’nin önünden geçiyordum. Boydan boya camlı, kafe salonunda insanlar oturmuş tı-kınıyorladı. Bir Grosz karikatürü gibiydi.

 

Bir Miike planı çekmek arzusu fışkırdı içimden: Camı indirmecesine, kolumu daldırayım, birinin gırtlağını sıkayım, midesini deşip, ye-diklerini ortaya döküp saçayım.

 

Ne şiddetseverimdir, ne de zenginsevmez...

 

Onların orada oturup, bir Koestler planıymışçasına (bakınız: İspanya’da Ölüm Güncesi), hemen burunlarının dibindeki evsiz açlara al-dırmaksızın, insanmışçasına yaşayabilmesine tahammül edemiyorum.

 

&

 

SERGÜZEŞT-Ü İSTANBUL

 

İstanbul’a Boğaziçi Üniversitesi’nde Eylül 1977’de geldim. (Daha önce iki kez geldiysem de, küçük çocuktum ve kısa kalmıştık.)

 

O zamanlar aşağı yukarı taş çağındaydık. 1930 modeli Mercedes troleybüsler vardı. Taksim’de bir film seyretmek bir günümüzü alırdı. Akşam dokuzdan sonra okula dönmek imkansız gibiydi. En iyi du-rumda, Levent’ten Rumelihisarüstü’ne yürümek zorunda kalırdık.

 

İstanbul’un barbarlık çağı başlıyordu. Gecekondular, benim gördüğüm, okul yakınındaki beş tepeyi yuttular. Daha önceleri oralarda seracılık yapılırdı.

 

İstanbul serüvenimin tümü, neden insanlardan nefret ettiğimi, neden kimsenin yaşamaya hakkı olmadığını düşündüğümü açımlayabilecek bir yaşantıdır.

 

Parça parça bunu anlatmayı becerebilmeye çabalayacağım. Zor olacak.

 

&

 

(15:15)

 

ÖKÜZ ve TREN

 

Kimin aklına gelmişse, Sirkeci’den getirip Galatasaray Meydanı’na iki aylığına eski bir lokomotif yerleştirmişler.

 

Halkımız, sarı iş makinalarına gösterdiği, ‘öküz trene bakıyor’ davranışını, kara trene de gösteriyor. Aynı insanlar, Sirkeci’de onu ayırsamazlar bile...

 

On tonluk bir demir yığınını, on kilometre ileriye ve yüz metre yukarıya taşımak yetmiyormuş gibi, içine bir de ses ve duman efekti koymuşlar. Bunu akledenlerin kuyruğundan öpmek gerek.

 

Karamehmet namındaki dolar milyarderimiz, parasının böyle işlere çar çur edilmesi hakkında ne düşünüyor acaba?

 

&

 

COGİTO

 

Cogito’nun son sayısında ‘Yeni İstanbul’ dosyası hazırlanmış. Başlıklar: Yeni İstanbul ve Yeni Yoksulluk, Sultanbeyli: Enformelin Kurucu / Yıkıcı Gücü, Yamalı Çelişkiler Semti: Saraybosna’dan Yeni Bosna’ya, İftar Çadırları, İstanbul’un Eğlence Gettoları, Halkla Birlikte Bir Çağdaş Kent Söylemi Üzerine, Bir Cumartesi Günü Haramidere Carrefour’da, İMKB ve İstanbul’un Genç / Deşien Yüzü, İstanbul’un Kayıtdışı Ekonomisi, Sayısal İstanbul, İnternet Kafeler: Oyun ve Cemaat, vd...

 

Şöyle bir göz gezdirdim. Batur klanının müdahillerine metinler ıs-marlanmış besbelli... Onlar da, yasak savmak kabilinden birşeyler ya-zıktırmışlar...

 

Israrla vurguluyorum: İstanbul henüz yazılmadı. Yazılanlar, İstanbul gerçekliği değil, sağdan soldan duyulmuş rivayetlerdir yalnızca... Atlas dergisinin Eco’ya ısmarlama yazdırdığı ve adamın bir türlü İstanbul’a a-yak basamadığı metin gibi...

 

&

 

DÖKÜM

 

İstanbul Güncesi, 1 yıllığına, olası 200 milyon tane yazılabilesi parçadan, ya-zılmış 200 parça-olay olacağa benzer.

 

Milyonda birlik bir bu oranı, alanda onda bire düşürüyoruz ve 26 ilçeden 6’sını, Kadıköy, Eminönü, Beyoğlu, Beşiktaş, Şişli ve Sarıyer’ı dile a-lıyoruz. Nüfus açısından bunu on milyonun bir milyonu olarak kabul e-diyoruz.

 

Demografik dağılımda, yaş ve cinsiyet sınırlaması yapmazken, eğitim-kültür olarak en üst onda biri ele alıyoruz.

 

Kenti kent olarak ele aldığımız için, feodal tipi yaşayanları hesapdışı bı-rakıp yine onda birlik bir oran kullanıyoruz.

 

Çabucak, on bin kişilik bir örneklemeye daraldık. Yazılan binde birlik o-ran, aslında her gün her yerde neredeyse tıpatıp yinelenen örnekleri i-çerir ki istisna olanlar belirtilecektir.

 

Örnekse, İstanbul’da her gün en az bir milyon kişi rakı içiyor. Binlerce dilenci ve yüz binlerce dilenci besleyen var. Tavuk dönerin satılmadığı büfe yok. Vesair in zair... (Bir zamanların absürd esprisi.)

 

&

 

Her ne kadar bugün tam adına layık bir ahmak ıslatan vardıysa da, İstanbul’a bahar gelmekte...

 

Baharla birlikte bahar meyveleri de gelmekte... Benim takınağım eriktir, yeşil erik; papaz erik değil ama, kekremsi olanı... Balıkpazarı’nda tur-fanda erik tezgahlara çıktı. Çekirdeği sert kabuk bağlamamış, beş mi-limetre çaptan, çekirdekli bir santim çapa doğru gün be gün bü-yüyorlar. Yenilebilir eriğin makul fiyatlarla pazara inmesi Mayıs ba-şını bulur...

 

Bu kış sertti. Meyve fiyatları da sertti.  Elmanın da kilosu bir dolardı, turfanda çileğin de...

 

İstanbul Güncesi’nin bir sonraki turfanda erikle bitmesi hayalini kur-dum şu an...

 

·          

 

19.04.03, Öğle Üzeri.

 

İstanbul Güncesi : 7

 

İŞKEMBE ÇORBASI

 

Uzunca bir aradan sonra, haftasonu mesaisi nedeniyle gidemediğim Bayazıt’a, hava muhalefetinin getirdiği zorunlu tatil nedeniyle gi-diyorum.

 

Bayazıt, İstanbul’daki meydanların en canlılarından biriydi. 2002’ye dek en büyük seyyar tezgahlar orada kurulur ve halkın ucuza alışveriş imkanı bulmasını sağlardı.

 

Ben de orada 15 yıl haftasonları, kimi haftaiçleri de kitap tezgahı aç-tım. İkinci el kitap, ders kitabı ve derginin ucuz satış fiyatı, yıllarca süren sabit müşteriler sağlamıştı. Sonra, bizi dümdüz ettiler. İş bitti.

 

Eczacılık Fakültesi’nin oralarda kitap işinde hala direnenler var. Kitap işini öğrenmemekte ısrarlı oldukları için, onlardan makul fiyata sah-hafiye kitap ve efemera temini mümkün hala...

 

Bayazıt’ı sevmemin bir nedeni de, koca İstanbul’da doğru dürüst iş-kembe çorbası yapabilen bir lokantanın orada oluşudur. Her gidişimde içerim.

 

Bu lokanta, eskiden Lazlar’ın elindeydi. Sonradan her işte olduğu bu işte de Kürtler türedi. 5 yıl önce, ama gönüllü, ama zorla orayı dev-raldılar. Ben, çorba içmemi on yıldır sürdürüyorum.

 

·          

 

20.04.03, 10:35.

 

İstanbul Güncesi : 8

 

BAYRAK

 

Taksim’den Beşiktaş’a minibüsle gidiyorum.

 

Dolmabahçe açıklarında Almanya bandıralı bir savaş gemisi. Bana 1920’de aynı yerde  dalgalanan ve görmeme bahtiyarlığına uğradığım, işgalci ABD bayrağını anımsatıyor.

 

Bayraklardan nefret ederim. Konsolosluklardan gemi kıçlarına dek sokuşturulmadıkları yer yok. Bayrak dikerek hiçbir yer sahiplenilemez.

 

Ben bir mülksüzüm. İstanbul da bir kent. Ona sahip değil, ona ait olabilirim ancak... Öyleyim de zaten... ‘İstanbullu’, bu demektir.

 

·          

 

22.04.03, 15:40, Galatasaray Meydanı.

 

İstanbul Güncesi : 9

 

İSTANBULACEZE : 1

 

Eski bir tombalacı var. Cinayetten on yıl içeride yatmış. Çıkınca tombalacılığı sürdüremedi. Bir hanın girişindeki merdivenlerde yatar kalkar. Bildiğim kadarıyla iki yıldır yıkanmadı.

 

Bunun elinden tuttular. Bedava kitap verdiler. Üç beş derken biti kanlandı. Hapçılık bunda, oğlancılık bunda...

 

Tezgah açtığı sokakta, yaşlı bir kadını yere vurunca, esnaf bunu sille tokat dövdü ve kovdu.

 

Şimdi kendine yeni bir köşe buldu. Tesadüfen, bir sokak boyu dört seyyar kitapçı oldular.

 

Halkımız kimden alışveriş yaptığını bilseydi, aldırır mıydı acaba?

 

+

 

Neden acuzeleri yazıyorum?

 

Onların kesin ve görünür çirkinliği, Hülya Avşar’ın ve Çağla Şikel’in muğlak ve saklı çirkinliğini deşifre ediyor çünkü...

 

&

 

İSTANBUL ESNAFLARI : 1

 

Bir Vahan Usta’mız var...

 

Akla eza bir işi var: İp eğirmek. Binlerce metre uzunluktaki ve envai çeşitteki ipleri, on, yirmi, otuz kat olarak, bir torna motoru yardımıyla burmak...

 

Hani, perdelerin tutamak topuzlarında, oturma odalarındaki koltuk takımlarında püsküller vardır. İşte onları, Vahan Usta ve çırakları yapar...

 

Onu 16 yıldır tanırım. Bildiğim kadarıyla, otuz yılı aşkın bir süredir işini sürdürür. Ona yakın kişiyi besler.

 

Vahan Usta Ermeni’dir ama türkleşmiştir. Kızına Ermenice öğretmemiştir ve Ermeniler’le görüşmez. Ortak bir kültürleri yokmuş. Öyle dedi.

 

Meslek saygısı nedeniyle, ustamızın işyeri adresini belirtmeyeyim.

 

+

 

İstanbul güncelerinde zaman ve mekan doğrusallığı korunmayacak. Tematikler de zıplamalı görünecek ama bütünü, puantilistçe de olsa, resmedecek.

 

&

 

İSTANBULACEZE : 2 : İSTANBUL TURİSTLERİ

 

İstanbul turistleri de, acuzeler sınıfına girer:

 

Civciv sarısı saçlı Japonlar, tramvay fotosu takınaklı İspanyollar, gürültücü Yunanlılar, alışveriş sapığı Araplar, on dokuzuncu yüzyıldan kalma binalara öküz trene bakar gibi bakan Fransızlar, kolonici havasında Yankiler...

 

Turist, değişik bir yaratık türüdür. Gördüğü herşeyi yadırgar. Gittiği ülkenin haritadaki yerini bilmez. Meraktan yediği yemekten zehirlenir. Kendi ülkesinde atmadığı çöpü sokağa atar.

 

&

 

(17:00, Ev.)

 

FOTO BEYOĞLU

 

Laleper Aytek’in ‘Yakın’ başlıklı fotoğraf sergisine gittim.

 

İzlenimler:

 

Bir: ‘Foto uzak’ olmuş.  Hem ‘anti-zoom’ anlamında, hem de konusuna zihinsel odaklaşma anlamında...

 

İki: ‘Foto ünlü’ olmuş. Müjde Ar’da veya Fatih Erdoğan’da ya-kınlaşacak değil, uzaklaşacak birşeyler var.

 

Üç: ‘Foto egzantrik’ olmuş. Kafa derisi fermuarlı çocuk, geçenlerde ö-len eroinman kız, maruf tinerci...

 

Dört: ‘Otoportre yakın’ olmuş. Bravo...

 

İki tane Laleper Aytek olduğunu sanmıyorum. Kendisiyle, 1980 ci-varında üniversitede birlikte matematik dersi almıştık. Gönlümü hop-latırdı. Sanırım, bir sınavda ona kopya vermiştim. Kışları çok üşüdüğü i-çin, yünden örülmüş burunluk takardı. Gözleri bal rengiydi.

 

Neden bir kadın yirmisinde canlı ve kırkında ölü oluyor? Beyoğlu’nda dolandığım için, yaşıtlarımdan onlarcasını görüyorum. Treni kaçırmış ve bunun için başkalarını suçlayan o fiks menü bakışlar... Otuz beşinde e-dinilen veletler...

 

Aytek’in otoportresinde de aynı yılgınlık vardı. Birinin kadınlara sa-vaşmayı öğretmesi gerek.

 

·          

 

22.04.03, 13:10, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 10

 

İSTANBUL’DA FREKANS MODÜLASYONLU (FM) RADYOLAR

 

Gençliğimizde bir tek FM radyo vardı: TRT. Sonra gayet illegal olarak peşpeşe sökün ettiler ki aradan geçen 10 küsur yıldan sonra bile RTÜK frekans ihalesini yapamamış durumda.

 

Radyoların sayısının artması çeşitliliği de getirdi. Protest, fantazi, pop, arabesk... Hepsi için birer ikişer kanal vardı.

 

Ardından telif hakları sorunu geldi. MESAM tutuğunu kopardı. O nedenle şimdi radyoların hepsi de bir gün içinde aynı ve çok sınırlı sayıda parçayı onlarca kez çalıyor. Hatta, iki-üç saatlık turnike yayınlar bile var.

 

İlk günlerden beridir DJ’ler başımızın belası. Bu kadar akla eza konuşmaları bu denli uzun süre sürdürebildikleri için, hepsine birden ‘altın öküz’ ödülü vermek gerek.

 

Son yıllarda haber kanalları modası çıktı. Bugün başta NTV ve CNN Türk olmak üzere bir çok kanal haber peşinde ama BBC’nin bile çöktüğü bir dönemdeyiz. Tıpkı gazeteler gibi, radyolar da habercilik açısından acınacak duruma düştü. 2. Körfez Savaşı’nda hepsi eksi puan aldı.

 

Reklamlar konusu, eskisine oranla azalmakla birlikte yine de büyük sorun. Batı ülkelerinde konulan oran sınırı bizde işlemiyor.

 

Bir de futbol belası var. Aynı maçı beş radyo kanalı birden naklen veriyor. Neden? Gerçekten bilmiyorum. TV’de öyle değil. Naklen yayın hakkı sınırı var.

 

Sonuçta, 100’e yakın radyonun içinde dinlenebilecek bir tek kanal yok.

 

&

 

BİR ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI

 

Dün Çocuk Bayrımı’nı kutlamak için Rumelihisarı’na gittim.

 

Kalp aritmisinden dolayı, kendisine 60.000 dolarlık kalp pili takılan adamımız da oradaydı. 3 sene önceki ameliyattan  sonra doktorlar 10 yıllığına ona içkiyi yasaklamıştı. Oysa, onun çantasında 5 tane kutu bira vardı. Yeleğinin cebinde de bir cep telefonu ki onu da taşıması yasak (yayacağı elektromanyetik dalgalar pili bozabileceği için).

 

İnsanların canı ne denli ucuz... İkinci şansları olmayan bir yaşamı yere atıp üzerinde tepiniyorlar. İkinci kalp krizini de geçiren, 57 yaşındaki sahhaf pirimiz de perhize pek uymuyor.

 

26 yıldır olduğu üzere, sosisli sandviçimi ve salçalı karışık tostumu, ku-tu Dark Efes’ler eşliğinde lüplettim.

 

Hava esiyordu ve bugün belim tutulmuştu. Eee, her gülün dikeni ayrı...

 

&

 

FUTBOL FAŞİZMİ

 

Beşiktaş’ın kaptanı Tayfur’un 33. yaşgününde, futbol şubesi sorumlusu Yıldırım Demirören ona 10.000 dolarlık saat hediye etmiş.

 

E, hani televole adamı komünist yapıyordu? Bu haber ne yapar?

 

&

 

CEP TELEFONU

 

Bir gazetede cep telefonu için sesli ve görüntülü mesaj ilanları... 192 sa-niyelik 16 kontür alıyormuş. Hepi topu 1 dolar eder ama ergenciklerimiz ayda bunlardan kaç milyon tanesini babasına ödetiyor dersiniz?

 

Sesli mesajlardaki şarkılar için telif ödüyorlar mı acaba?

 

&

 

NÜFUS ÖRNEKLEMESİ

 

Bugün Yeryüzü’nde 6 milyar insan yaşıyor. 1 milyon veya 10 bin yıl önceden başlatıldığı kesin olmayan bir süre içinde, 100 milyar insanın yaşamış olduğu kabul ediliyor.

 

Bugün İstanbul’da 10 milyon kişi yaşıyor. 10 milyon kişi de her yıl transit geçiyor. Bu hesaba göre, İstanbul’da 100-200 milyon kişi yaşamış. Kaynarca mağaralarında 1 milyon yıllık insan kalıntıları bulunsa da, kentin tarihi M.Ö. 423 yılında başlatılır.

 

Bugünkü İstanbullular; acuze, ucube, meczup... En normalleri de, en olağanüstüleri de... Dolar milyarderleri de, çöp yiyenleri de... Öyle korkunç bir oyun tutturmuşlar ki insanın insana zulmüne ‘demokrasi’ demişler...

 

Şu anada Galatasaray Meydanı’ndayım. İnsan panoraması: Türkmen hurdacı, Kürt kamyonet şoförü, Çingene boyacı, Rus nataşa, ne idüğü belirsiz tinerci, hip hop giyinmiş ergen, cep telefonu düdütleten üniversiteli, şeriatçı taksici... Boyacı turisti kazıklamaya debeleniyor, şoför yanlış yerde park etmiş olmasına karşın birini ezmek üzere ve dayılanıyor, hurdacı zabıtaya araba kaptıracak, fahişe bakışlarıyla potansiyel müşteri yaratıyor...

 

Bu kentten değil, bu insanlardan nefret ediyorum...

 

&

 

İstanbul Güncesi, yetmiş yedi zirve arasında dere tepe inip çıkıyor. Kimi yokuş aşağı tıknefes kalakalıyor, kimi yokuş yukarı depar atıyor...

 

Böyle bir deliliğin ilacı yazmaktan başka ne olabilir ki?

 

Şerh: Oğuz Atay’ın ‘yazarın değişmeyen bir resimde yer alması’ mecazına itirazım var. İstanbul’un resmi, yazarak değiştirilebilir.

 

·          

 

25.04.03, 08:20, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 11

 

İSTANBUL ŞARKILARI

 

İstanbul şarkılarının Türk Sanat Musikisi olanlarını (Nesrin Sipahi’den ‘Dolaştım Bu Akşam Bütün Meyhanelerini İstanbul’un’ gibi) eskiden severdim, artık sevmem. En sevdiklerim:

 

‘Bekle Beni İstanbul’. Güfte: Vedat Türkali. Beste: Grup Yorum. İcra: Edip Akbayram.

 

‘Bu Akşam Gidiyorum İstanbul’dan’. İcra: Yılmaz Morgül.

 

‘İstanbul Sokakları’. İcra: Müslüm Gürses.

 

‘İstanbul’da Bir Güzel, İstanbul Kadar Güzel’. İcra: Nilüfer. Beste Kayahan denir ama onun yürütmekten başka bir halt yediğini duymadım.

 

‘İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı’nın ne Zülfü Livaneli, ne de Ahmet Özhan yorumu beni çekmez ki şiiri çok çeker.

 

İstanbul’la ilgili caz beste sevmem. Al di Meola’nın, bir İspanya kenti için yapıp, İstanbul’a uyarladığı bestesi zayıftır.

 

&

 

BİR MÜZAYEDE

 

Pir sahhafımız, sipariş müzayedesine hazırlanıyor. Bu şu demek: Bir katalog hazırlanıyor. Kitapların fiyatı var. Pazarlık yok. İlk sipariş veren alır.

 

Müzayededeki kitaplar, bir üst düzey yöneticiye bedava gönderilen prestij kitapları. Bunlar, bankaların, holdinglerin bir derleyiciye milyarlarca lira para vererek hazırlatıp, önemli kişilere gönderdikleri, şömizli, ciltli, kalın kitaplar. İçleri genelde boş olur. Okunmak için değil, bakılmak, rafa konmak ve ‘bende de var’ denmek için bulundurulurlar. Kazara esnafın eline düşerlerse de, yüz iki yüz dolar fiyat görür, vitrinde sittin sene durur satılmazlar.

 

Müzayedede böylesi 600 kitap var. Masraflar pirimize ait: 600 dolar. Katalog, posta, şu bu. Satıştan % 25 alacak.

 

Durumu görebiliyor musunuz? Kitapla hiçbir ilgisi olmayan adamın biri, hiçbir çaba ödemeden milyarlar kazanacak.

 

O müzayededen o adamın cebine girecek parayla, bir kütüphaneye binlerce kitap alınır. İşte bu nedenle, diğer bir çok nedenin yanısıra, kelli felli kitap müşterisinden nefret ederim.

 

&

 

İSTANBUL MORUKLARI

 

İtalya’nın 65 yaş üstü nüfus oranı % 25 imiş. Bu oran, Türkiye’de ve İstanbul’da % 5. Yine de, 500.000 yaşlı eder.

 

Bunlar, gündüz vakti (10:00-16:00 arasında) otobüslere bedava binebildiklerinden kelli, halk otobüsü şoförlerince sevilmez ve pas geçilirler. Onlar da arada maraza çıkarırlar.

 

Sabit rotalarımdan birinin yakınında bir huzurevi var. Yıllardır oralarda günler boyu aynı kişilerin iki durak arasında gidip gelmesini görürüm. Binmeleri beş dakika ise, inmeleri on dakikadır.

 

Huzurevinin önünde, basınca yanan trafik lambalarından var. Bir tanesi gelir. Basar. Ona yeşil ışık yanar. Titreye inleye karşıya geçer. Bu arada trafik kilitlenir. Yine de herkes sabır gösterir. İç çeker. Yaşlanacağını anımsar.

 

Yaşlıların tuhaf bir kokusu vardır ki cinsiyette farketmez. Yatalak hastası olanlar bilir, o kokudur... Bence prostat salgısıyla ilgili bir koku...

 

Yaşlıların yemeği de bir dert. Çoğu parasız olduğundan, bol kepçeye girip, en ucuz yemekten yarım porsiyon ister, yanında bir sürü ekmek götürürler. Bu sefer lokanta sahibi bozulur. Müşterilerin yanında bir şey diyemez, yalnız yakalayınca azarlar.

 

Biliyorum ben de yaşlanacağım, aslına bakılırsa, yaşlandım bile...

 

·          

 

28.04.03, 08:45, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 12

 

İSTANBUL RESSAMLARI

 

Türkiye’de resim tarihi, Batı’dakinden daha kısa bir geçmişe sahip. Bunun nedeni, İslam’ın suret yapmayı yasaklaması. Osmanlı’nın ancak son dönemlerinde, o da padişah idrarı zoruyla resim yapılabilmiş.

 

Bugün elimizde İstanbul’un yüzyıldan biraz daha uzun bir süredir yapılmış bir çok yağlıboya tablosu var ama hiçbiri de kentin ruhunu yakalayamamış.

 

Nedir eksik olan? Bence eksik olan, ressamların varlık nedenlerinin olmayışı ya da biyografilerinin aşırı standart oluşu... Tamam, Avni Lifij bir otoportresinde misler gibi bohemliğini resmedebilmiş ama o da Batı taklidi kalıyor... Neyzen Tevfik, (kendindeki otantik tasavvufi) ‘hiç’i hatt ederken, resm edememiş.

 

Ben, Boğaziçi takınaklıyımdır. Bugün onbinlerce dolar eden Hoca Ali Rıza’lar, Nazmi Ziya’lar benim için İstanbul açısından anlamsız... Onlarca kez Boğaz’da vapur turu yaptım. Anadoluhisarı civarında, yaz ortasında, suyun on metre dipten ikili yansımasının lezzetini seyrettim. Peki, nerede resimde bu manzara?

 

Sorun, teknoloji de değil. Fotoğrafla İstanbul’un ışığını yakalamış bir tek sanatçı yok. Koskoca Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları, bir vesikalıkçı ne denli portre becerebilirse, o denli kişiliğini veriyor İstanbul’un...

 

Tersine çevirelim: İstanbul’un o, insanı intihara teşvik eden gri yağmurlu atmosferi... Suluboyayla dene, guajla dene... Dene be kardeşim... Uç, pike dal, çakıl... Sait Faik’in dediğince, kravatın sağa kaydı mı, kendini farklı oldum zannetme...

 

&

 

İSTANBUL ANSİKLOPEDİLERİ

 

Adı ve içeriği yalnızca İstanbul olan iki ansiklopedi var elimizde: Reşat Ekrem Koçu’nunki ve Tarih Vakfı’nınki...

 

İkisini de, al birini vur öbürüne...

 

Bir: Ansiklopedi, daha öncekilerin derlenmesinden ibaret bir şey değildir.

 

İki: Koçu’nun oğlancılığı ve boş konuşmacılığı tarihçilik değildir.

 

Üç: İstanbul deyince, camilerden önce dereler ve tepeler gelir. Açın bakalım, 77 tepenin adını bulabilecek misiniz?

 

Dört: Basmakalıpçılıktan kurtulmak gerekir. Boğaz’in Osmanlı döneminde ağaçsız olduğunu kimse yazmaz ama gravürlerde öylecene sırıtır durur kel tepeler...

 

Beş: İstanbul’un yarasalarından, kelebeklerinden, kenelerinden ve sivrisineklerinden de söz etmek gerekir. İlk ikisi için ayrı birer kitap yazılmıştır (ikinci iki için Türkiye çaplı eserler yazılmıştır) ama hiçbir İstanbul bibliyografyası onları içermez. Anımsadığım kadarıyla, Çelik Gülersoy’un İstanbul Kitaplığı da içermiyordu.

 

Altı: Yaşayan yabancı yazarların İstanbul metinleri derlenmez nedense... Örneğin, Nobel edebiyat ödülü kazanmış Günter Grass’la 1993 civarında şahsen karşılaştım ama kimse bunu not düşmemiştir. Gelmişse, hakkında birşeyler yazmıştır.

 

Yedi: İstanbul’un ruhu nedir? Bunu kimse sormamıştır. Daha doğrusu yanıtlanacak biçimde sormamıştır. Örneğin: İstanbul ikinci milenyumun başında ne denli Doğu’dur, ne denli Batı’dır? Yanıtım şudur: İstanbul, Türkiye’deki tek Batı’dır ama % 99’u hariç tutulursa... Ve Türkiye’deki Türkiyeli olmayan ve Batılı da olmayan, yani yeni ve farklı bir şey olan tek şeydir İstanbul... Bunu yazabilmek gerek ki İstanbul’un Kuzey-Güney çıkmazı beni bile aşan bir durumdur...

 

Sekiz: O nedenle, tematik ansiklopedi, alfabetik değil... Örneğin: İstanbul derelerinin, vadilerinin, tepelerinin, sırtlarının ‘gazetteer’ı yapılmalıdır ki bin sayfayı geçer, üç bin sayfayı bulabilir. Örneğin: Bire yüz ölçekli ve her beş senede yenilenen İstanbul fotoğrafı / haritası derlenmelidir ama askeri sır olarak değil... Zaten gavurların uydusu var, tabak gibi bizi seyrediyorlar.

 

·          

 

29.04.03, 12:30, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 13

 

İSTANBUL’DA GEÇİNMEK

 

İstanbul’da 4 kişilik bir ailenin Nisan 2003 itibariyle, aylık en az masrafının 1 milyar 400 milyon lira olduğu açıklanmış.

 

Da biraz insafsızlık olmuş.

 

Biz 2 kişilik bir aileyiz. 200’den yeni zamlanmış, 260 milyon kira veriyoruz. 20 milyon kapıcı, 20 milyon telefon, 20 milyon elektrik, 10 milyon su, ayda 20’ye tekabül eden yakıt parası... Eder, 350 miyon...

 

Markete herşey dahil, ayda 100 milyon veriyoruz. Eder 450 milyon... 50 de diğerleri için ekle, eder 500 milyon...

 

Onların hesabı ile 700 eder... 50 de, 4 yerine, 2 kişi kira de... Etti mi 750?

 

Bizim eve, et girer, rakı girer, kitap girer, film girer... Bunların hiçbiri, ortalama bir eve girmez...

 

Belirteyim: Kriz aylarında ve kira zam almamışken, bundan 150 milyon daha az harcadık. Türkiye’de ve İstanbul’da asgari ücretle geçinilebileceğini kanıtladık.

 

Kriz döneminde, Türkiye’de kişi başına harcanabilir gelir yıllık 1.500 dolara düştü. Bu da şu andaki kurla hesaplanacak asgari ücret düzeyiyle aynı para... 25 yaşında vasıfsız ortaokul mezununa verilen, ortalama memur maaşı, bunun iki katı... Biraz insaf... Batırılan bankalardan hortumlananın çok katı para, bu nedenle doğmamış çocuklarımızın sırtına borç olarak ekleniyor.

 

Özal’dan beridir Türkiye ve İstanbul, zenginiyle yoksuluyla, hep kazandığından daha çok harcıyor. Bu değirmenin suyu nereden geldi, geliyor, gelecek?

 

&

 

İSTANBUL AŞKLARI

 

Bu yıl, bahar İstanbul’a gelmekte gecikti. Nisan ısınması, Mayıs’a kaydı. Nisan’ın son günlerinde kendini gösteren güneş, yürekleri de birden ısıttı. İstanbullular kişnemeye ve tepinmeye başladılar.

 

30 yıldır gözlediğim üzere, her yerden erkek ve kadın, jest ve ko-kularıyla yeni aşklara kollarını açtı.

 

İstanbul’un aşkları bir başkadır. Türkiye’nin en özgür kentidir. Beyoğlu daha bir özgürdür.

 

İnsanlar aşık oluyorlar. Da: “Kavuşamazsın aşk olur, kavuşursun dışkı olur” diye güzel bir özdeyişimiz vardır. Gözümün önünde binlerce, abartmıyorum hatta onbinlerce aşk, dışkı oldu, çöp oldu, kanser oldu, faşizm oldu, psişik işkence oldu, hatta cinayet oldu...

 

Malumunuz halkımız, kantarın topuzunu kaçırmayı pek sever. İlk görüşte aşık olur, son görüşte öldürür.

 

Neden böyledir?

 

Kendi gözlemlerime göre: Aşkın gözü kördür, hem de bakarkördür. Bodurlar selvi boylu, endazesi kaçmış simalılar ay yüzlü olur...

 

Söylemesi ayıp ama kadınlarımız ve erkeklerimiz ortalamada çok çok çirkinler... Kötü kokarlar, görgüsüzdürler, oturmayı kalkmayı bilmezler...

 

İnsanlar birbirine aşık olurlar, hayvanlar tepişir. Bizimkiler, sevişmekten ziyade, tepişiyorlar. İnsan sevdiğini taciz eder mi? Hakaret eder mi? Döver mi? Bizimkiler yaparlar.

 

Kafa üstü dibe çakılmış aile kurumu için, akla eza nikah masasına oturur, iki yıl sonra iki encikle hakim karşısına tırıs tırıs giderler. (Bizim apartmanda 12 dairede 5 boşanmış kadın vardı.)

 

Deveye sormuşlar: Senin boynun neden eğri? O da demiş ki: Benim nerem doğru ki?

 

İstanbullular’ın aşkları da, herşeyleri gibi yamuk anlayacağınız...

 

·          

 

30.04.03, 09:20, Ev.

 

İstanbul Güncesi : 14

 

İNSANLAR ve HAYVANLAR İSTANBUL’DA : 1

 

1989’da bir opus iki Aslı vardı. Üçün ikisiydi. Bu ad ona, peşpeşe üç Aslı tarafından aşk mutsuzluğuna uğratılan, marksizmden şeriatçılığa dönmüş birinin yüzünden verilmişti.

 

1989’da asker kaçağıydım. (Hoş, 1980-2000 arasındaki 20 yıl boyunca yasal ve yasadışı olarak asker kaçağıydım ama o ayrı konu.) Babamın adresimi polise vermesi sonucunda, mevcutlu olarak askerlik şubesine teslim edildim. Şube, karar aldırmadığım için beni kış-laya yollamadı. Ben de 1 ay boyunca hastane hastane dolanıp çürük ra-poru almaya çabaladım ama beceremedim.

 

Haydarpaşa Numüne Hastahanesi’ne gideceğim bir sabahın köründe, Rumelihisarı’nda Ali Baba Kahvesi’nde çay içip güne intikal etmeye ça-balıyordum.

 

Bu Aslı oradaydı. Elinde bir salyangoz, ona hohluyordu. Hava sıcaklığı sıfırın altındaydı. Salyangoz gece donmuştu. Aslı da onu canlandırmaya debeleniyordu. Salyangozun ölmekte ısrarı karşısında ağlamıştı. Ben de, içimden kendi halime ağlamıştım.

 

&

 

İSTANBUL DEMLERİ

 

Şiir yazmaktan, okumaktan ve şairlerden nefret ederim. Yine de, en çaresiz anlarımda kendim de şiir yazıktırdım. Ara ara onları vereceğim.

 

:

 

ŞEHR -  ENGİZ : BİR

 

şehr-i İstanbul

yırtıyor ciğerini adamın

ister ak , ister kara

        ister sol-uyarak

        ister iç-erek

mazi-maz

ve ben-ereceğim

 

(15 Mayıs 1993)

 

&

 

İSTANBUL ANEKDOTLARI : 2

 

Seyyar kitapçı tezgahlarından birinde oturuyorduk. Esnaf arasında İngilizce bilen bir ben olduğum için bana sordular. ‘IQ’ ölçen bir kitapmış.

 

Laf lafı açtı. ‘IQ’nun ne olduğunu anlattım. Kendi ‘IQ’mun 125 olduğunu belirttim. Kendilerini sordular: Birine 90, diğerine 95 verince bozuldular.

 

Atatürk ve Marx’ın IQ’larının 140’ar olduğunu öne sürdüler. (Bu ters davranışı altta kalmamak için hep yaparlar.) Ben de onlara, insan bilimcilerinin, hele siyasetçilerinin zekalarının oldukça düşük olduğunu belirttim. (Atatürk’ün başarıları neyse ama Marx’ı zaten oldum olası düşük zekalı bulurum, hele Engels’in yanında...) Buna daha da bozuldular, çünkü biri marksistti.

 

İnsanların karacahil ve gerizekalı olmayı bilfiil onyıllarca eyleyip, söz açılınca bilginin ve düşünmenin önemini vurgulamaları bana hep şunu hatırlatır: Garibi şaap ama hibino deme...

 

&

 

İSTANBUL ANEKDOTLARI : 3

 

Zamanının çoğunu İstanbul’da geçiren, Balkan dilleri ve kültürleri uzmanı bir Japon, Atina’ya gider. Orada Türkçe gazete olarak yalnızca Hürriyet’i bulur. Alır ve bir kafeye oturur. Garsona İngilizce olarak sipariş verir. Garson, bir Japon’un yüzüne, bir gazeteye, bir de ağzına bakar. Japon bu kez, Yunanca olarak ‘ne oldu, bir sorun mu var?’ diye sorunca adam tepsiyi fırlatır ve kaçar.

 

·