ZANAAT - ül - KIRAAT

 

İçindekiler

 

Önsöz

 

Bölüm : 1 : Zanaat-ül-Kıraat

 

Okuma İşi

 

Güzel ve Aptal

Kadınlar ve Erkekler

Eisenstein’ı Okumak

Freud Kitaplığını Okumak

 

Bilimkurgu Okumak

 

Bilimkurgu ve Fantazya Yazını Üzerinde Çeşitlemeler

İ’ye Kadar Say

Asimov’u Anmak

Dune Heksolojisi

Asla Ev Yok

Hep Yuvaya Dönmek

Ütopya-Heteropya-Otopya

2001 Tetralojisi

Halka Dünya

Bitmeyen Savaş

Evrenin Türküsü

Neuromancer

Şikasta

 

Polisiye Okumak

 

Lawrence Sanders

Per Wahlöö – Maj Sjöwall

Dashiel Hammett : Kızıl Hasat

 

Türk Yazarları Okumak

 

Leyla Erbil İçin Hüzn Makamı

Falınızda Engizisyon Vars

Metin Kaçan Vesaire

Nazım’ın Katili Vera

Ardımda Kalan Yıllar

Fethi Naci İçin

Fakir Baykurt İçin

 

Bölüm : 2 : Kısadan Hisseler

 

Savaş ve İnsan

Sieg Heil Erksan

Mehmedin Kitabı

Sibirya Araştırmaları

1-2-3 Sonsuz

Raslantı ve Zorunluluk

Bilim Adamının Kendiliğinden Felsefesi

Epik Tiyatro

Yazmak

Bir Özyaşamöyküsü

Hatırlıyorum

Giderayak Bukowski

 

Sonsöz

 

·          

 

ÖNSÖZ

 

Zanaat-ül-Kıraat, başlangıçta on konu-parça çarpı onar sayfadan, toplamda yüz sayfa olmak üzere tasarlanmıştı. Yazın eleştirisi alanında tasarlanan beş veya on kitabın da, ‘Kitapname’nin ardından, ikincisiydi. Proje planlandığı gibi yürümedi. Tek tek kitaplara dayalı ‘Kısadan Hisseler’ de devreye girdi. Artı arada ne yazık ki teknik nedenlerle metin yitmeleri oldu. Sonuçta Zanaat-ül-Kıraat, ilk basımıyla melez bir kitap olacak. İleride her ikisi de, ayrı ayrı birer kitap olacak. Başlanan bir işi bitirmek ilkesi nedeniyle, şimdilik böyle bir ara çözüm buldum.

Zanaat-ül-Kıraat, temelde çoğul okumalara yönelik oldu. O nedenle, belli bir niceliğin ve niteliğin altındaki okumuşluklar, bu kitaba karşı beyhude ve nafile kalacaktır. Ulaşılmak istenilen durum, yazılmamış kitapları tasarlatacak okumaların ve okurların varlığı…

 

(Ekim 1999)


 

BÖLÜM : 1

 

ZANAAT-ÜL-KIRAAT

 

GÜZEL ve APTAL:

 

0. Giriş:

 

Okumak (: kıraat) bir zanaattır. Çoğul okuma, çokdisiplinli / disiplinlerarası bir zanaattır. Bu başlık altında, metinler arası yolculuklar (: seyr-ül-nusus) denenecek. Başlangıçta, parçalar arasında ilinti yokmuş gibi algılansa da, yeterince sayıda metin yazılmış ve okunmuş olunduğunda, belirli anlamlılık bütünlerine ulaşılacaktır. Diğer dillerde olduğu gibi, Türkçe'de de anlambilimsel çeşitlilik, bir yandan arzulanan, diğer yandan karşılaşıldığında, tekil okuma alışkanlığı nedeniyle yadırganan bir durumdur. 'Güzel ve aptal'; 'etik ve estetik' ve 'acı ve haz' gibi 'ya-ya da' ikileminde, 'güzel ve zeki' olanın arzulanmasındaki 'bayağı' olanı açımlamak için tasarlandı. Dolayısıyla, tek başına seçimsiz 'çirkin' ve 'zeki' örnekler, argümansal pekiştirme sağlamak için peşpeşe dizildi; ancak, bunlar yüceltilmedi. Verilen örnekler, seçilen konuda Batı Yazını'nın en belirgin, bilinen ve prototip kişileri ve ürünleridir.

 

(Mayıs-Haziran 1997)

 

·          

 

1. Cavan ve Kafka:

 

Kendi kültürlerinde ve yerzamanlarında sağ kalması çok zor, neredeyse imkânsız, ayrıca aslında başka yerzamanlarda yaşamış, püriten (: cinsel perhizci) ve çileci, çirkin ve etik tutumlu iki kişi, bir kadın ve erkek, yani Anna Cavan (1901-1968) ve Franz Kafka (1883-1924), tasarımsal olarak biraraya getirilse, birbirlerine destek mi, yoksa köstek mi olurlardı?

 

Eğer gençseler ve birbirine yakın yaştaysalar aşk ve cinsellik, daha ileriki yaştaysalar birlikte yaşlanmak, yaşamın dayanılmazlığına birlikte katlanmak, daha doğrusu, 'olduğu gibiliğiyle cehennem olan yaşam'ın içinde, 'derisi çıplak' acı çekmelerini azaltır mıydı? Yoksa birbirlerinin boğazına mı sarılırlardı? Acı azalır mıydı? Daha katlanılır mı, yoksa daha katlanılmaz mı olurdu? Mutluluk, 'Acı'yı iyileştirebilir miydi, yoksa besler miydi? Bu konuda, elimizde geçmişte hiç somut örnek-yanıt oldu mu, halihazırda var mı, gelecekte olabilecek mi? Cavan'ın ve Kafka'nın gerçek varlıkları/biyografileri, kitap yazarak yaşadıkları ve öldükleri, 'kadın-erkek' olma, kendiliğinden ölümü içerdiği için bir örnek sayılamaz mı? Kafka ve Cavan'ın varlıkları, hiç karşılaşmamalarını barındırıyor; çünkü Milena ve Kafka'nın gerçek-olumsuz örneği elimizde: Milena ve Kafka yattı ve bu edim Kafka'yı yasa boğdu.

 

Cavan ve Kafka, tek başlarına, birisiyle birlikte veya bir grupta mutlu olmayı, yani insanlara uyum sağlamayı hiç istediler mi? Bir bakıma, sezgiyle de olsa, imkansızlığı öngörüyorlar mıydı; yoksa iyileşmek onları korkutuyor muydu? Kafka'nın yanıtları, edebi eserlerinden çok, güncelerinde, mektuplarında, başkalarıyla olan sohbetlerinde, örneğin Gustav Janos'la olanlarında, ortaya çıkar. Bu metinlerde belirsizlik vardır: Kafka, sanki tehlikeyi hissetmekte ama dehşetin dozunu tam hesaplayamamaktadır. Herhangi bir yeranda, tarihin ne tarafa yol alacağı kesin belli olmadığından dolayı, mutluluğun olasılığını da bilemeyiz. Gelen Nazizm idi ve Museviler gaz odalarında ölürken bile durumu kavrayamadılar. Kafka ve Milena, mutluluğu birlikte yakalasalardı bile, yine yitireceklerdi. (® Soren Kierkegaard: “Sev yitirirsin, sevme yine yitirirsin.”) Bulunan ama yitirilen mutluluk, yaşam boyu mutsuzluktan daha beterdir. Arthur Koestler'in biyografisi bir örnek: 1936'da İspanya İç Savaşı'nda idama mahkumiyet, ardından serbest bırakılmak için ölüm orucu; 1940'ta Fransa-İspanya sınırında, Naziler'e teslim edilmemek için, Walter Benjamin'le birlikte, zehir içerek intihar girişimi, önceki ölüm orucunun etkisiyle kusarak kurtuluş, ertesi günü sınırı geçiş (ama W.B. Ölmüştür); 1950'lerde bu kez komünist sayılmadığı için idama mahkumiyet, yeniden affedilme; sonunda ölüme mahkum olduğu bir hastalıktan dolayı 1983'te intihar ve ölüm; onunla birlikte, otuz-kırk yıl daha yaşayabilecek kadar genç olan karısı da intihar eder ve ölür. Sınırı bir kez geçen, artık geri dönemez. Cavan da durumun(un) bilincindeydi: İki evliliğin mutluluğu, onu sanrıdan koruyamadı; çünkü düşlerinin, 'gerçek yaşam' denilen sıradan gündelikten daha gerçek olduğunun bilincine varmıştı. Ölümün somut sağlamlığının, yaşamın kaypak belirsizliğinden kaçan kişileri intihara sürüklemesinin bir nedeni, yaşamın asla ölümü yenememesi ve insanlarca yaşamın hiçliğe indirgenmişliğidir. O yüzden zeka, çirkin yaşar ve çirkin ölür.

 

Buna karşılık tek çıkış yolu; birebir mantıkla doğrudan yıkım olarak çıkarsanamaz. Varlık-yokluk gergefinin bir çok içiçeliği vardır ve kimi bıçak sırtı amok koşanlar da sağ kalır. Prototiplerin olumsuz öykülerinin nedeni, duyarlı zihinlerin ortamdan ilk önce etkilenmesi ve tepkilerinin de abartmalı olarak ortaya çıkışıdır. Kafka 41 yaşında gırtlak kanserinden öldü ama 20 yıl sonra 6 milyon yahudi öldürüldü. Çözüm, Kafka'nın İsrail kültür bakanı olması veya ABD'den yeşil kart alması da değildi (belki benzerleri gibi TC’ye yerleşmesiydi).

 

Öyleyse: Ölümden önce, 'aptal olmayan bir yaşam var mı ve/ya Kafka ve Cavan için bir şey yapılabilir miydi? Toplumda sağ kalmanın, doğada sağ kalmak için olduğunca, belli kuralları vradır; göze carpmamak gibi... Onlara uyarsan kurtulursun ama selamete erince, 'çirkin ve aptal' duruma düşebilirsin, yani libidon tükenmiş ve yaşamın tadına varmak için geç kalmış olabilirsin. Başarılacaksa, bu daha çok talih ve raslantı işidir. Biri becerince de yol açılır. Cavan ve Kafka'nın ne talihleri, ne yol göstericileri, ne de istekleri vardı; dolayısıyla yok olmaları kaçınılmazdı. Onlar da, siyahça ışıyarak yok olmanın 'güzel'ini yarattılar. Bizlerse, onların izleklerinden tehlikenin sınırlarını ve boyutlarını öğrendik. Böylelikle, yeni faşizmin içinde sağ kalabiliyoruz. Orta Çağ orada ve giden daima onu bulacaktır.

 

(Ocak 1995)

 

·          

 

2. Nin ve Artaud:

 

Anais Nin (1903-1977), Danimarkalı-Fransız melezi bir kadın yazardı ve hazcıydı (: hedonist). Henry Miller (1891-1980) gibi, cinselliği sonuna dek yaşamanın, bir insanı yazar kılabileceğini sanıyordu. Yüzlerce sayfalık güncelerinin önemli bir bölümünü yalnızca cinselliğe ayırmış. Antonin Artaud (1896-1948), fransız bir tiyatrocu ve yazardı. 'Kıyım Tiyatrosu'nun tasarımcısıdır. İnsanların yalnızca çok acı çekerek insan olabileceğini düşünüyordu. Yaşamının yirmi yılından çoğu akıl hastanesinde geçti ve orada öldü. Nin güncesinde şunu anlatır: Artaud ile karşılaşmış, onun duygularının ve düşüncelerinin gücüne ve parlaklığına hayran olmuş ama onu bedence çirkin bulmuş. Artaud ise, onun güzelliğinin büyüsüne kapılmış. Bir gün ayışığında onu öpmek istemiş ama Nin tiksinerek geri çeklmiş. Aynı Nin, aşağı yukarı aynı yer ve zamanda şehvetin doruğuna kaılarak Miller'la sevişmektedir. Miller tene temas ederken, Artaud tine temas etmektedir. Nin, hem ten-hem tin, hem güzel - hem zeki - hem bilgili olmak istemektedir ama yalnızca güzel ve aptaldır.

 

·          

 

3. Dorian Gray ve Charlie Gordon:

 

Dorian Gray, sonsuz gençliğin güzelliği için şeytanla anlaşma yapmaya hazır biridir; yaşlanıp çirkinleşmemek için ölebilir de, öldürebilir de... Zeka ve bilgi, onu hiç ilgilendirmemektedir. Charlie Gordon ise, bir gerizekalıdır. Biyolojik bir deney sonucu ileri zekalı kılınır. Bunun bilincini ve bilgi birikimini çok kısa sürede kazanır ama durum geçicidir. Bunu ayırsadığında ölebilir ve öldürebilir bile... Her ikisi de ölür: Dorian Gray çirkin, Charlie Gordon gerizekalı olarak...

 

Her ikisi de erkektir. Birer roman kahramanıdırlar. Yazarları da erkektir. Yaratılış yılları 1891 ve 1959'dur. Kitaplar, 'Dorian Gray'in Portresi' ve 'Algernon'a Çiçekler'dir. Yazarları, Oscar Wilde ve Daniel Keyes'tir. Her ikisi de, romanlarında yarattıkları kahramanlarda, yerzamanlarının kültürlerinin aksiyolojisinin (: değerbiliminin) yücelttiği 'değer'i eserlerine yansıtmışlardır. Biri güzelin, biri zekinin peşindedir. Bu durm, Batı Avrupa kültürünün 18. Yüzyıl'dan 21. Yüzyıl'a evrimini de sergilemektedir. Tümevarımsal bir akıl yürütme kullanarak, 21. Yüzyıl'ın bir roman kahramanını tasarlayabiliriz: Güzel-çirkin ve aptal-zeki çelişkisinin çözüm-sentezini arayan biri...

 

·          

 

4.Çıkış:

 

Estetik olan, burada güzel, aptalca ve haz verici olan; etik olana, burada çirkin, zekice ve acı çektirici olana çoğunluk yeğlenir. Duygu da, düşünceye yeğlenir. Edebiyat da bunun örnekleriyle doludur. Bugün yüceltilen yazarlar da, adı geçenler ve J.L. Borges (1899-1956) gibiler, hemen her zaman tercihlerini birinci şık için kullanmışlardır. Yazı dizisinin ilk adımı, bunun sergilenmesine yönelikti.

 

·          

 

Adı geçen yazarlar ve eserler:

 

1. Franz Kafka, Tüm Eserleri, Cem Yayınevi.

2. Anna Cavan, Uyku Tanrısının Evi, Mitos Yayınevi, 1994.

3. Anna Cavan, Buz, Yapı Yapı Kredi Yayınları, 1993.

4. Anais Nin, Aşk Yuvasında Bir Casus, Yol Yayınları, 1984.

5. Anais Nin, Henry ve June, Can Yayınları, 1994.

6. Antonin Artaud, Tiyatro ve İkizi, Yapı Kredi Yayınları, 1995.

7. Henry Miller, Seksus-Neksus-Pleksus: Pembe Çarmıha Gerilme üçlemesi, Babil Yayınları, 1982.

8. Oscar Wilde, Dorian Gray'in Portresi, Remzi Yayınevi, 1978.

9. Daniel Keyes, Algernon'a Çiçekler, Ark Yayınları, 1994.

 

(Eylül 1997)

 

 


KADINLAR ve KADINLAR +

KADINLAR ve ERKEKLER +

ERKEKLER ve ERKEKLER = ?

 

0.0.  Giriş:

 

Kadın ve erkek arasındaki üreme (yani çocuk yapma), sevgi ve cinsellik bağlarını birer birer ayıkladığımızda, geriye insan-insan toplumsal ilişkisinin kalmadığını gözlemleriz. 20. Yüzyıl, bu çözülüşün olgularıyla (azalan doğumlar, artan boşanmalar, sevgi aksiyolojisizliği) doluydu. Bu durum, toplumsal bir dekadans (: bozunum) olarak algılandı. Oysa bilim, nasıl Evren'i olduğu gibiki durumuyla ilk kez bu dönemde bilgileştirdiyse, tarihçe de 'durumu aslında olduğu gibi'ye çıplaklaştırdı. 21. Yüzyıl başlangıcında bile, görüngüyü olduğu gibi kabullenecek kültürel oluşum henüz yok. Feministler, durumu kadının özgürleşmesi olarak tanımlayarak, aslında yıkımın yanında yer alacaklarını kanıtladılar. Erkek türüyse, kimliğinin çözülüşünü panik ve hayretle karşıladı. Oluşum, tek tek biyografilerde ilginç pertürbasyonlar (: yalpalar) ve bifurkasyonlar (: çatallanmalar) yarattı. Bu kez, biyografi parçacıklarından, birden çok bütün panoramaları yakalanmaya çalışılacak.

 

0.1.Yazar ve Kadınlar:

 

Yazar, (bir önceki yazıdan dolayı) sanılacağının tersine, kadınların ‘güzel ve aptal’ olduğunu düşünmüyor. Saygı duyulacak kadınların, örneğin siyasal savaşına yaşamını koyan Rosa ve Milena gibilerin, çirkin ve zeki olanı da var, güzel ve zeki olanı da... Tarafsızlık ilkesini korumak anlamında, kadınlar hakkında daha çok kendilerinin ve hemcinslerinin yazdıkları metinler seçildi.

 

0.2. Yazar ve Erkekler:

 

Yazar, saklamaya gerek duymaksızın insanlardan, öncelikle de erkeklerden nefret ettiğini beyan eder. Bütün yazınsal çabası da, insanların daha az nefret edilesi olmasına yöneliktir. Cins ayrımcılığı (: gender cult) paradigması yanlış anlamalar yarattı. Kadınlar, ‘koruyucu hak’ kisvesi altında, tarihsel ve kültürel hiç bir sorumluluk kabul etmiyorlar.

 

·          

 

1. Leni Riefenstahl (1901-   ) ve Susan Sontag (1929 -            ) : Bir Kadın ve Bir Kadın:

 

1960'ların ABD'sinin en zeki ve entellektüel kadını kabul edilen Susan Sontag, Hitler'in Nazi Partisi'nin kongresini estetize ederek filme çeken ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra aforoz edilen Leni Riesenstahl'ı, 1960'larda Afrika'da sırım gibi zenci erkek bedenlerini görüntülediği için, faşistlikle suçlamış. Aynı dönemin 10 yıl kadar öncesinde George Lukacs'ı Stalin'le ‘baskı altında uzlaşma’ yaptığı için suçlayan Theodor Adorno, yazılarını CİA'nın finanse ettiği ve Almanca yayınlanan aylık "Der Monat" (: Ay) dergisinde yayınlıyordu. S.S. ise, entellektüellikle entelejensiyayı birbirine karıştırıyordu. 1960'larda ABD dünya faşisti idi ve o da dünya egemenliğinin tatlı sularında dolanıyordu.

Diane Arbus (1931-1969), Vogue dergisinin modellerini fotoğraflamaktan New York acuzelerinin fotoğraflamaya geçmişti (düşmüştü mü demeli?) ve sonunda intihar etti. S.S. intihar etmedi. Onun yerine bir çok ödül kazandı... 1990'lı yıllarda bombalanan Saraybosna'da 'Godot'yu Beklerken'i sahneleme şovmenliğini (pardon şovvomenliğini) gösterdi. Kim daha faşist? 95 yıl yaşayan ve belgeselden vazgeçmeyen L.R. mı, her konuya el atma batılı küstahlığını gösteren S.S. mi? Hiroşima'nın, Vietnam'ın, Kuveyt'in ve TC’nin hesabını verdi mi ki başkasına hesap sorma küstahlığını gösteriyor.

 

·          

 

2. Sylvia Plath (1932-1963) ve Diane Arbus:

 

S.S. ve Ursula Kroeber Le Guin başardılar. S.P. ve D.A. başaramadılar ve intihar ettiler. Dördü de 1930'lu yıllarda doğmuşlardı. O nedenle ABD'li 4 kızkardeş sayılabilirler. Çatışma / çelişme alanlarını şöyle tanımlayabiliriz: Evlilik x bekarlık, çocukluluk x çocuksuzluk, sağ kalma x intihar, başarı x başarısızlık.

 

·          

 

3. Eva Siao ve Jung Chang: İki Üvey Kızkardeş:

 

E.S. (1905-    ) bir Çinli ile evli Alman bir kadındı. J.C. (1957-   ) bir Çinli ile evli Çinli bir kadındı. Her ikisi de 20. Yüzyıl Çin'inin tarihçesini otobiyografik olarak yazmışlardır (sırasıyla: Çin ve Hayallerim, Alfa Yayınları, 1995; Yaban Kuğuları, İnkılap Yayınları, 1995). E.S. Avrupa'dan Asya'ya, Almanya'dan Çin'e giderken; J.C. Asya'dan Avrupa'ya, Çin'den İngiltere'ye gitmiştir. Her ikisi de Mao iktidarının cezalandırmasına uğramış (bunun 1930'lu yıllardaki Stalin tasfiyesine tıpatıp benzerliği Türkiye’de kimsenin gözüne batmıyor nedense). İlki herşeye karşın Çin'de kalırken, ikincisi Çin’den ricatı yeğlemiş. İki biyografi birarada, birey-toplum çelişkisinin dinamikleriyle, anaforlar ve ters akıntılar yaratan akışkanlar dinamiğinin benzerliğini akla getiriyor. Kültürel kimlik ve aksiyolojik (: değerbilimsel) sadakat konularında, her ikisinin de tutum-davranış ikilisi yer değiştirmiş görünüyor. Avrupalı burjuva, Asya Marksizmi'nin yanlışlıklarını kabullenebilirken, Asyalı köylü kurtuluşu Avrupa burjuvasinin kollarında buluyor.

 

·          

 

4. Ursula Kroeber Le Guin (1931-   ) ve Sylvia Plath:

 

U.K.L.G. başarılı bir kadındır. Bilimci bir baba ve sanatçı bir annenin kızı ve bilimci bir kocanın karısıdır (çocuklarının olup olmadığını tanıtıcı yazılar belirtmemiş). İyi bir eğitim görmüş ve sonunda o da (hem de ünlü) bir yazar olmuştur. S.P. başarısız bir kadındır. Taşrada doğmuş, rastlantıyla bir magazin dergisince keşfedilmiştir. Bir şairle evlenmiş ve ona iki çocuk doğurmuştur. Çocukluğundan kalma psişik açmazları, onu önce teşebbüs aşamasında kalmış, sonunda becerilmiş intihara taşımıştır. (Sırça Fanus, Can Yayınları, 1992)

 

‘Tutunamamak’ övülesi bir zanaat değildir ama 'başarı' da erkeklerde olduğunca, kadınlarda da kültürel faşistçedir. Sergey Yesenin'in (1890-1917), kendi intiharını olumsuzlayan ve sonunda kendi de intihar eden Vladimir Mayakovski'ye (1900-1936) kanıtladığı üzere: Ölmek belki güzel bir şey değil ama yeni bir şey de değil yaşamak.

Başarısız-ölü-kadın olmak veya başarılı-diri-kadın olmak: Seçim var mı?

 

A.B.D.'li 4 kızkardeş, kadınları hep çifte değilliyor.

 

·          

 

5. TC'li 2 Kızkardeş:

 

Sevgi Yenen (1933-1976) ve Duygu Yenen (1939-1985) iki kızkardeş idiler. İkisi de kanserden dolayı kırk yaşları civarında öldüler. İlki yazar, ikincisi balerindi. Biz onları Sevgi Soysal ve Duygu Aykal olarak tanıyoruz. Soysal, Sevgi'nin üçüncü kocası Mümtaz Soysal'dan; Aykal, Duygu'nun ilk ve tek kocası Gürer Aykal'dan geliyor. (Yalnızca bu gösterge bile, TC'de kadın-erkek çizgisinin nerelerde seyrettiğine iyi bir örnek.)

 

ABD'li S.S., 'Bir Metafor Olarak Hastalık' (Metis Yayınları, 1989) kitabında kanseri bir metafor (: mecaz) olarak tanımlar. TC'li iki kızkardeş ise, üçüncü dünyalı olarak kanserden dolayı mecazsız ölürler.

 

Şerh: 1:

 

Bu aşamada; sorusalların genelde Batı Avrupa kültürü bazında ele alındığı, aslında vurgulanması gerekmeyen bir durum. Vurgulanacak olan, TC kültürünün bu veri temelinde zayıf örüntülü oluşudur. Bizde kadın-erkek çelişkisi, ‘vital-fatal’ (yaşamcıl-ölümcül) sınırını asla zorlamamıştır.

 

·          

 

6. Rosa ve Milena:

 

Rosa Luxemburg (1875-1919) marksist bir kadındı. 1919'da Almanya'da askerler tarafından öldürüldü. Milena Jesenska (1901-1945) kendi marksist olmadığı halde, İkinci Dünya Savaşı öncesinde sırasında Avusturya'da marksistleri ve Yahudiler'i Naziler'in elinden kurtardığı için konduğu toplama kampında 1945 yılında öldü.

 

Rosa, toplumsal savaşımların onu çok yorduğu bir sırada, ‘keşke bir kaz çobanı olsaydım' demiş (bakınız: Rosa filmi, Yönetmen: Margaret von Trotta), Milena ise, ‘keşke bir domuz çiftliğim ve beni arada sırada döven bir kocam olsa' demiş (bakınız: Milena, Margaret Buber-Neumann, Afa Yayınları, 1992).

 

Şerh: 2:

 

Yazar bir anti-marksist olmasına karşın, her iki kadının da tüm çabalarına saygıdan fazla duygular besliyor.

 

·          

 

7. Bir Erkek ve Kadınlar:

 

 

Philippe Solliers'in Kadınlar (Yapı Kredi Yayınları, 1994) kitabının ilk (aynı zamanda arka kapaktaki tanıtım) sayfası, hem kitabın anafikri, hem sonul tezi, hem de tek iyi sayfasıdır. Kadınları ölümcül olmakla suçlar, ona göre yaşamcıl olan erkeklerdir. Kitabın geri kalanı boyunca, ne o sayfadaki savları açımlar, ne de herhangi bir anlatı söylemi kurar. Büyük olasılık o sayfa çalıntıdır. (Bir olasılık, kitapta adı geçen Çinli kadın J.C.'dır.)

 

·          

 

8. Anna Delbee (1864-1943) ve Auguste Rodin (1840-1917) :

 

Her ikisi de heykeltraştır. Bir dönem birlikte olmuşlardır. A.R., A.D.'nin bir heykelinin konusunu çaldığı için, araları bir daha düzelmemecesine bozulur. A.R. zengin ve ünlü olarak, A.D. fakir ve deli olarak (bir tımarhanede) ölür (ama tüm kadınlar gibi erkeklerden uzun yaşar). Söylemeye gerek yok: Kadın olan ilkidir.

 

·          

 

9. Bukowski ve Erkekler:

 

Charles Bukowski (1920-1996) ‘Kadınlar’ adlı kitabında (Arion Yayınları, 1991, 350 sayfa) 55 yaşında ve 5 yıl hiçbir kadınla birlikte olmadıktan sonra, yeniden cinsel yaşama dönüşünü anlatır. Alkolik oluşu, onun kadınları aşağılayan biri olduğunu düşündürür. Oysa, kitabın kapağına alıntılanan metninde dediği gibi, her erkeğin düşüşünde bir kadın rol oynar. Bu; Hürrem Sultan veya Çariçe Katerina iktidarı demek değil, gündelik yaşamdaki matriyarkal faşizm demektir.

 

9.1. Bukowski ve Solliers:

 

Bukowkski dürüsttür. Solliers ikiyüzlüdür. B. Yaşar, S. konuşur (tam bir fransız gevezesidir). Gerçek kadınlar, nedense Solliers'i "kibar" bulurlar (küçük bir anket sonucundaki gözlem). Oysa B. tahammül edilemez derecede "kaba" sayılır. Cinsellikten söz ediş tarzını kadınları aşağılayıcı bulanlar, Henry Miller'i (1895-1980) bayıla bayıla okurlar. Burada "erotik-porno", "dolaylı-doğrudan" söylem/yazım argümanı gerekir ki bu başka bir yazının konusudur.

 

9. 2 . Bukowski ve Burroughs:

 

William Burroughs (1915-1997) toksinizasyonu (bu sözcük İngilizce'de ‘zehir’in yanısıra, yaratıcılık sırasında beynin biyokimyasal durumunu tanımlamak için de kullanılır; bu da birçok yanlış anlamaya, sanatçının mutlaka "zehir" kullanacağı gibi, yol açar) sömürür. Onu "ünlü yazar" yapan, kullandığı uyuşturuculardır. Dolayısıyla sattığı meta uyuşturuculardır, sanatı değil. (Bu durum, W.B.'ın Türkiye'de de kült yazar olması sonucunu doğurdu.) Bukowski ise, kullandığı alkolle, yalnızca kendini zehirler. Anlattığı A.B.D. 1920-1990'dır; bu anlamıyla tam bir natüralisttir (: yazınsal açıdan doğalcı biçemci).

 

9. 3. Bukowski ve Hassel :

 

Bukowski, 2. Dünya Savaşı'na psikiyatrik raporu nedeniyle katılmaz. Sven Hassel (1920-   ) katılır, savaşır ve sağ kalır. Savaşta yaşadıklarını anlatan on üç roman yazar (E Yayınları tamamını yayınladı ama bir bölümünün 1997 sonunda basımı kalmamış durumda).

 

9. 4 . Bukowski ve Bradbury:

 

Ray Bradbury (1920-   ) bilimkurgu romanı yazarı olarak düş gücü şampiyonluğuna soyunur.  Epey de metin-derece kaydeder. Oysa asla o alana girmemiş C.B., rastlantıyla onunla karşılaşır ve onu iki kez yener: Holywood'u ululayan ‘Deliler Mezarlığı’nın (Nisan Yayınları, 1994) karşısında 'Holywood' (Yapı Kredi Yayınları, 1995) ile ve bilimkurgu türü sayılabilecek bir öyküsü olan 'Hür Hayvanat Bahçesi'nin (Zen Düğünü, Metis Yayınları, 1993) son birkaç cümlesinde...

 

9. 5.  Bukowski ve London:

 

Jack London (1880-1924) da bir alkolikti ve atın ölümü arpadan oldu. İkisi de maceracıydılar ama J.L. kentlerde değil, denizlerde dolandı. 18. Yüzyıl'da olsa bir kahraman sayılırdı ama 19. Yüzyıl biterken Dünya dolmuştu. ‘Martin Eden’ (Cem Yayınları, 1996) adlı romanında bir serserinin yazar olma sürecinin öldürücülüğünü açımlar ve bu dönüşüm benzeri biçimde C.B.'nin de başından geçmiş; ancak okuduğu yazarlar listesinde J.L.'ın adı geçmez; onun yerine maceracı olmayıp ‘gibi yapan' Ernet Hemingway'i beğeniyle anar. Bu da; iyi bir yazarın, iyi bir okur olması gerekmediğinin güzel bir örneğidir.

 

Şerh : 3 :

 

Metnin yazarının bir erkek olduğunu ancak burada belirtmek ikiyüzlülük olarak algılanabilir. Yeniden belirtmek gerekir ki yazıdaki bazı satırlar, kadınlar tarafından aynen kullanılmıştır. 1960'larda Avrupa'daki feministler, içlerindeki eşcinselleri ayıklamak zorunda kalmışlar; çünkü bu kadınlar grup toplantılarını yalnızca genç sevgili bulmakta kullanıyorlarmış. Bu durumu, gerçekleşmeden önce bir erkek önesürse "maço erkek faşizmi" sayılacaktı. 1980'li yılların sonunda TC'de kurulan Radikal Parti'nin başkanı, eşcinsel erkek İbrahim Eren'in yediği herzeler de, verilen örnektekinden aşağı kalmıyordu ama kimse hesabını sormadı. Her iki duruma da karşı çıkmak, cinsiyet ayrımcılığı sayılacaksa, yazarın da tutumu karşı tarafı aymaz (: bilmez, bilmediğini bilmez, anlatsan da anlamaz) olarak tanımlamak olurdu.

 

Çıkış:

Yazı boyunca kadın-erkek (aslında insan varoluşunun ve ilişkilerinin) imkansızlığının abartıldığı sanılmasın. Marjinal (: sınırdaki ve ötedeki) örnekler, durumsalı çok daha yumuşak gösteriyor; çünkü onlar hiç olmazsa çaba gösteriyorlar. 1997 dünyasında herhalde iki milyar çift vardır. Hesapça hepsi birbirine karşıt onlarca siyasal, iktisadi, kültürel, cinsel altkültür var ve hepsinde de her ne hikmetse kadın-erkek çıkmazı tıpatıp aynı. Doğadan alınan kadın-erkek eşitsizliği (aslında benzemezliği) tarihte on bin yıl boyunca yok varsayıldı. (İnsan bilimlerinin bir türlü temel bilim durumuna yükseltilememesi de bunun diğer bir göstergesi.) İnsan türü, birebir ilişkiyi becermeden toplumsallığın gerçekleştirilemeyeceğini kabule yanaşmıyor; o nedenle dünyanın tüm toplumsallıkları kendiliğinden sürülük, gönüllü kulluk ve toplu bilisiz düşmanlık içeriyor.

 

Kuşkusuz çözümler var ama öncelikle çözümsüzlüğün varolduğu görülmek zorunda.

 

Şerhlerin Şerhi:

 

Yazar, bunları yazdıktan sonra "patriyarkal faşist" kabul edilebileceğini biliyor. Hiçbir okur, aynı anda anti-komünist ve anti-faşist olunabileceğini ve bunun A.B.D. patentli "özgür dünya" söylemiyle hiçbir ilgisinin olmadığını anlama çabası içinde değil. "Eski dünya" öldü ve "yeni dünya" henüz doğmadı. Varolan "yeni bir global fetret devri". "Kadın" ve "Erkek" başlamadı ki "Kadın-Erkek" varolabilsin. Olumsuzu söylemek hep yazar gibilere kalıyor. Yine de söylemek gerekir ki yazar ne aseksüel, ne frijid, ne de homoseksüel; yani yoktan bir "kendi-erkek-insan" var etmeye/yaratmaya çabalıyor, dolayısıyla kişisel durumu da hem matrissel, hem de topolojik.

 

Dipnot:

 

Metin boyunca, hem matrissel (satırlı ve sütunlu olmak üzere çift akışlı), hem de topolojik (metnin akışı dışına çıkmaksızın mantıksal örüntüyü kendi üzerinden geçirebilme esnekliğinde) bir yapı kurulmaya çabalandı. Bu biçimci bir oyun değil, konunun varolan metin yapılarını dışlamasıydı.

 

(Aralık 1997)