ERMENİ İDDİALARININ GERÇEK YÜZÜ

 

 

21.yy.da, halen bazı parlamenterlerin tarihi gerçeklerin anlaşılmasını zora sokan tek taraflı bir zihniyete sahip bulunmaları endişeyle izlenmektedir.

Hiçbir bilimsel ve tarihi gerçeğe dayanmayan asılsız iddialarla ithamda bulunmak, daha da kötüsü dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışmak, hem hak ve özgürlüklerin ihlali hem de insanlık onuru adına büyük bir hata olarak tarihe geçecektir.

Yıllardır kan dökülerek dünya kamuoyunun önüne getirilmeye çalışılan ve yalanlar üzerine kurulmuş tarihsel hatalarla dolu iddialara karşı gerçek belgeler, Türkiye’nin elinde bulunmakta olup, isteyen araştırmacılara açıktır. Buna karşılık, Ermeni aşırı ırkçılarının elinde ise hiçbir belge bulunmamaktadır. Erivan’da olduğu iddia edilen arşivler ise gizli tutulmaktadır.

Ermeni ırkçıları, ya parayla kiraladıkları ya da kendileri gibi ırkçı militanlara, ispat ve gerçeklerden yoksun propaganda amaçlı bazı yazıları kaleme aldırmışlar ve ırkçı bir ütopyanın ötesine gidememişlerdir.

Bernard Lewis’in, 08 Şubat 2002 tarihinde İstanbul’da düzenlenen “Medeniyetlerin Uyumu ve Buluşması Forumu”nda da dile getirdiği gibi, “tarihi saptırmak tehlikelidir.”

Türkler ve Ermeniler, 800 yıl boyunca bir arada yaşayarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde diğer azınlıklardan da ayrıcalıklı olarak Devlet kademelerinde dahi görev almışlar, yüzyıllar boyunca Türkler ile barış içerisinde yaşamışlar ve “Millet-i Sadıka” yani “Sadık millet” olarak nitelendirilmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu; 29 Ermeni’yi bürokraside en üst kademe olan paşalığa terfi ettirmiş, 22 Ermeni’ye Dışişleri Bakanlığı dahil olmak üzere bakanlık görevi vermiş, 33 Ermeni’yi milletvekili seçmiş, 7 Ermeni’yi Büyükelçi, 11 Ermeni’yi Başkonsolos olarak atamış ve 11 Ermeni’yi üniversitelerde profesör yaparak, son derece önemli ve kilit mevkilere layık görmüştür.

1870’li yıllardan itibaren, Osmanlı Devleti’ni yıkmak isteyen devletlerin de desteğiyle Doğu Anadolu Bölgesi’nde Ermeni dernekleri kurulmuştur. Ermeni nüfusunu ajite etmeyi amaçlayan “Kara Haç”, “Armenakon” ve “Vatan Koruyucuları” adlı bu dernekler, huzur içerisinde olan Ermeni halkı tarafından rağbet görmemesi üzerine kapanmıştır.

Ancak bir süre sonra, 1887’de Cenevre’de “Hınçak”, 1890’da ise Tiflis’te “Taşnak” komiteleri kurulmuştur.

Ermeni tarihçilerden Louise Nalbandian, “The Armenian Revolutionary Movement (Los Angeles, 1963)” adlı kitabında Hınçak Komitesi için;

“Ermeni halkının duygularını harekete geçirmek için tahrik ve teröre ihtiyaç vardı. Halk, düşmanlara karşı kışkırtılacak ve aynı düşmanın misilleme faaliyetlerinden yararlanılacaktı. Terör, halkı korumak ve Hınçak programına güven duyulmasını sağlamak için bir metot olarak kullanılacaktı. Parti (komite), Osmanlı Hükümeti’ni terörize etmeyi amaçlamıştı. Bu suretle rejimin prestiji azaltılacak ve tam anlamıyla dağılması için çaba harcanacaktı.” ifadeleri yazmaktadır.

Diğer bir Ermeni tarihçi K.S. Papazian ise “Patriotism Perverted (Boston, 1934)” adlı kitabında Taşnak Komitesi hakkında şu hususları dile getirmektedir:

“Komitenin programı, isyan yoluyla Türkiye Ermenistan’ına siyasi ve ekonomik özgürlük sağlamaktı. Komitenin 1892 yılında yapılan Genel Kurulunda kararlaştırılan programın 8. metodu Hükümet yöneticilerini ve hainleri terörize etmek, 11. metodu ise Hükümet kuruluşlarını tahrip etmek ve yağmalamaktı.”

Her iki tarihçinin de belirttiği gibi, amaç Anadolu’da isyan çıkarmaktı. Ermeni komiteleri de bu amaç doğrultusunda hareket ederek, Anadolu’da çeşitli olaylara neden olmuşlardır.

1.Dünya Savaşı sırasında Anadolu’daki işgal kuvvetleri arasında yer alan ve Türkiye’nin güneyini işgal eden Fransızlar; bir bölümü Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerden Fransız Lejyonları oluşturarak savaşa sokmuşlardır. Sevr Antlaşması görüşmelerine katılan Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar da imzası ile açıkça ve resmen Osmanlı Devleti ile savaşıldığını beyan etmiştir.

Osmanlı yöneticileri, her devletin bütünlüğünü koruma hakkına istinaden, Ermeni çeteleri ve örgütlerine karşı gerekli tedbirleri alarak, 24 Nisan 1915’te Ermeni komitelerine ait merkezleri kapatmıştır. Bu uygulama, Ermenilerin Osmanlı topraklarının bir bölümünü de kapsayacak şekilde bağımsız bir devlet kurma hayallerine ilk engel olduğu için, Ermeniler tarafından sözde soykırımın tarihi olarak lanse edilmektedir.

Osmanlı yönetimi, Osmanlı-Rus savaşı sırasında ayaklanan Ermeni çetelerinden, askerlerini ve masum Türk köylülerini korumak, aynı zamanda olabilecek tepkisel hareketlere karşı Ermenilerin de can güvenliği sağlamak amacıyla 27 Mayıs 1915’te “Tehcir Kanunu”nu hayata geçirerek, Ermenileri geçici bir süre için güvenli bazı bölgelere yerleştirmiştir.

Bu zorunlu yerleştirme, sadece Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Ermenilere yönelik olmuş, İstanbul gibi batı illerinde yaşayan ve ayrılıkçı faaliyetlere katılmayan Ermenilere uygulanmamıştır.

Rusların Doğu Anadolu Bölgesi’ne yönelik faaliyetleri ile birlikte değerlendirildiğinde, Ermenilerin Türklere karşı gerçekleştirmeye çalıştıkları harekatın amacı daha iyi anlaşılabilecektir.

Ermenilerin bu zorunlu yer değiştirmeleri, savaş halinde olmasına rağmen Osmanlı askerlerinin koruması altında gerçekleştirilmiştir. Ancak, dönemin seyahat şartları, bölgenin coğrafi yapısı, savaş durumu ve salgın hastalıklar göz önüne alındığında, yolculuk esnasında Ermenilerden hayatlarını kaybedenlerin olduğu da gerçektir.

Ermeni aşırı ırkçılarının olaylardan sorumlu tutarak katlettikleri dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşa ise, tam tersine savaş öncesi ve sonrasında zarar görmemeleri için Ermenileri tüm yetkileriyle korumuş ve dört ayrı tahkikat komisyonu oluşturarak Anadolu’ya göndermiştir. Bu komisyonlar, görevinde ihmali bulunduğunu tespit ettikleri kişileri, derhal mahalli harp divanlarına teslim etmişlerdir.

Osmanlı Devleti, 25 Mart 1919 tarihinde 1.Dünya Savaşı’nda tarafsız olan Hollanda, İspanya, İsviçre, Danimarka, İsveç ve Norveç’e gönderdiği notalarla, bu ülkelerden ikişer adet hukukçu gönderilerek sözde Ermeni iddialarının incelenmesini talep etmiştir. Ancak Hollanda, Danimarka, İspanya ve İsveç, hukukçu göndermeyi reddetmiştir (BOA.HR.MÜ,43/17). Bu girişim, İngilizlerin müdahalesi üzerine sonuçsuz kalmış ve bu komisyonun kurulması, dolayısıyla konuyu araştırması da bizzat İngiliz Hükümeti tarafından engellenmiştir.

Tehcir esnasında hayatını kaybeden Ermenilerin sayısı iddiaların aksine 1,5 milyon değildir. Toplam yer değiştiren Ermeni sayısı, Osmanlı ve Ermeni istatistiklerine göre 410.000 civarındadır ki o dönemde Osmanlı’daki Ermeni nüfusu toplamı 800 bin kadardı. Üstelik, yer değiştiren Ermenilerin tek tek nerelere yerleştikleri de Osmanlı arşivlerinde kayıtlıdır. Nitekim günümüzde, söz konusu bölgelerde belirgin bir Ermeni nüfusunun olması da sözde soykırım iddialarının asılsız olduğuna ilişkin en gerçekçi kanıtlardan birisini oluşturmaktadır.

Buna karşılık, Ermeni çeteleri tarafından katledilen Türk ve Müslümanların sayısı ise 1,3 milyon kadardır.

Türkler ve Ermeniler arasında yaşananlar, dönemin savaş koşulları içerisinde trajik bir olaydan öte anlam taşımamaktadır. Nitekim, New York - Herald Gazetesi muhabiri Dr. George H Hepworth, bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Madem ki tarihçinin yazacağı doğru olayların yani hakikatin peşindeyim, o halde üzüntülü Ermeniler kadar Türklere de saygı duyuyor, bilgileri her türlü olaydan haberdar olan ve mahallindeki insanları tanıyan Almanlar, İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılardan alıyorum... Ermeniler iyi şahit değildir, zira onlar için olayları tarafsız bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir... Ermeni olayları, Ermeni çeteleri yüzünden olmuştur. Eğer bunlar olmasalardı veya sessiz dursalardı, asla öldürme hadisesi olmazdı. İnkar edilmesi imkansız gerçek budur. Bütün karışıklıkları kendileri çıkardılar, fakat neticelerine Ermeni toplumu katlandı, kendileri ise kaçtılar. Şayet İngiltere ve Rusya’nın sempatisi ve teşviki olmasaydı, bir şey yapamayacak kadar zayıf kalacaklardı.” (Arcives de Ministere des Affaires Entrangeres ? Paris. Archives Diplomatiques, Correspondence Politique et Commercial. Nouvelle Serie, 1897 – 1918, Turquie Politique Interiueure. Tome:74, Date: 1898-1899, Pages: 191-232)

ABD Arşiv raporlarında Washington’daki İngiliz Büyükelçisi R.C.CRAIGIE, Lord CURZON’a 13 Temmuz 1921’de çektiği mesajda şöyle demektedir: “Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum...Yeterli delil oluşturabilecek hiçbir somut olay mevcut değildir! Söz konusu raporlar, hiçbir surette, Türkler hakkında Majesteleri Hükümeti’nin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yararlı olabilecek deliller ihtiva eder görünmemektedir” (PRO.FO.371/6504/E.8519).

Diğer yandan, İngiliz arşivlerinde de sözde Ermeni soykırımının tarihi gerçeklerini gün ışığına çıkaracak pek çok bilgi ve doküman bulunduğu bilinmektedir. İşte bunlardan sadece birkaçı:

20 bin Ermeninin Türklere karşı silahlı mücadele yapmak amacıyla İskenderun’a sevk edildiği, 10 bin Ermeninin ise ABD’nde bekletildiğine ilişkin 371/25167 kayıt numaralı belge,

Osmanlı yönetiminde görev yapan Ermeni asıllı Bogos Nubar Paşa’nın, Ruslarla birlikte bağımsızlık savaşı yapılmasını ifade ettiği 2146/68443 kayıt numaralı belge,

Ermenilerin, Rusların himayesinde Fransızlarla işbirliği yaptığına dair 2485/30439 kayıt numaralı belge,

Türklere karşı girişilecek katliamı konu alan 2485/126836 kayıt numaralı belge ve daha niceleri.

Osmanlı yönetimi tarafından Ermenilere karşı planlı bir kıyım uygulanmadığının bir başka kanıtı da, I.Dünya Savaşı sırasındaki nüfus sayımlarını içeren ve Ermenilerin nüfusunun Türklere oranla daha fazla arttığını belirten, Fransız arşivlerine ait 6436.9/11 kayıt numaralı belgedir.

Gerçekler sadece bunlarla da sınırlı değildir. Osmanlı Arşivleri, şifre kayıtları dahil olmak üzere, bütün dünya araştırmacılarına açıktır. Ancak Ermeniler, ısrarla kendi arşivlerini kapalı tutmaktalar. Çünkü Ermeni arşivlerinde, Doğu Anadolu’da ne kadar Türk ve Müslüman’ın katledildiği gerçeği saklıdır.

Ermeniler tarafından dile getirilen sözde soykırım iddialarının, tarihi olarak hiçbir gerçekliğe dayanmadığı, bununla birlikte Ermenilerin soykırım tanımının BM tarafından kabul edilen hiçbir hukuki sözleşme kapsamına girmediği, iddiaların dile getirildiği bağımsız tüm platformlarda bilimsel ve tarihi verilerle ispatlanmaktadır. Bu gerçeğin farkında olan Ermeniler ise, sözde soykırım iddialarını bilimsel platformlarda tartışmaktan her zaman için kaçınmaktadırlar.

Asılsız iddiaların bilimselliğinin olmadığının yanı sıra hukuki açıdan da geçerliliği olmadığı 09 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi”nde görülmektedir. Sözleşmenin ilgili maddeleri ve dipnotları incelendiğinde (Md.2, Md.3, Md.4, Md.6 ve Md.9), tüzel kişilerin değil, hakiki şahısların soykırım ile suçlanabileceği hükmü yer almaktadır.

Ayrıca, Sözleşme’nin 2. maddesine göre bir fiilin soykırım olarak kabul edilebilmesi için gereken en önemli şartlar, eylemin planlı olması ile yok etme kastı ve iradesini taşımasıdır. Ancak, Tehcir Kanunu’nun ortaya çıkışını hazırlayan koşullar ve Kanun’un uygulanması dikkatle tetkik edildiğinde, “Tehcir”in, Ermenilerin iddia ettiği gibi “soykırım” amacı taşımadığı açıktır.

Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’ne göre bir olayın soykırım olup olmadığına yetkili mahkemeler karar verir. Bu sözleşmeyle, soykırım suçunun varlığının tespiti ile bunun cezalandırılması yetkisi yargıya bırakılmıştır.

Ermenilerin; kimliklerini oluşturan bir dogma haline gelen “soykırım” konusunda tarihi araştırmalar yerine, “soykırımın tanınması”nı milli bir ideal olarak gençlerine aşılamaları, Ermenistan’ın dünya siyasetinde yalnız kalmasıyla başlayacak ekonomik-sosyal sorunları sürecinde, yalıtılmış ve kötü bir mirasa sahip genç Ermenileri yaratacaktır.

Bilinmelidir ki, kin, nefret ve intikama dayalı politikalar sonunda iflas etmeye mahkumdur.

 

 

 

Derya KENT

Araştırmacı-Gazeteci

 

 

 

deryakent@yahoo.com