KAYNAK : (*) Reşâhât min Aynu’l-Hayat ; Mevlana Ali bin Huseyn Safi, Özleştiren: Necib FÂZIL KISAKÜREK ; Alem Yayıncılık

 

REŞAHAT

AYN-EL HAYAT

Can Damlaları

Sâfi Mevlânâ Ali Bin Hüseyn - k.s. -

 

Özleştiren:

Necib FÂZIL KISAKÜREK - rh.a -

 

 

 

بســـم الله الرحمن الرحيم

ÖNSÖZ

Tasavvuf hikmetleri ve Evliya menkıbelerinin iki ana eseri vardır : Biri Mevlânâ Câmi Hazretlerinin «Nefahat», öbürü de Şeyh Safiyüddin Hazretlerinin «Reşahat» isimli kitapları. . Bunlardan ilki, «Halkadan Pırıltılar» isimli eserime malzeme kaynağı teşkil eder ve o kaynaktan söz ettiğim zülâl, benim ruh kabımda şekillenir, renklenir ve böylece aldığım, aynen isimlendirdiğim ve sadece özleştirip istiklâlli bir mâna kazanırken, «Reşahat» asliyle sadeleştirdiğim bir nevi tercüme denemesi oluyor. Fakat öyle bir tercüme ki, müellifini benim Türkçem ve üslûbumla ifadeye davet eder gibi bir şey..

Şeyh Safiyüddin hazretlerinin :

«Biçare Safî, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki,

Üç ayağınla o şanlı kervanın ardında koşmaktasın»

diye anlattığı gerçek hayat kahramanının arkasında, ben de Şeyh Safî'den sonra gelen köpeğim...

N. F. K.  

 

GİRİŞ :

Eskilerin eserlerini nakledici, büyüklerin haberlerini derle­yici, cennetliklerin menkıbelerini toplayıcı ve ermişlerin makam­larını belirtici «Reşahat» muharriri «Safî» ismiyle tanınmış Mevlânâ Ali bin Hüseyin der ki:

— Allah'ın sonsuz lütuf ve bereketiyle, bana, 889 yılı Zilka'de ayı sonlarında, velilik yolunun menzil noktası, hakikat kahramanı büyüklerin kutbu, din ile dünya ve gerçek hayat kılavuzu Hoca Ubeydullah Ahrar hazretlerinin eşiklerine yüz sürmek nasip oldu. Sonra da 893 Rebiülâhir ayı başlarında, bu eşiğe hizmet edenlerin ayaklarını öpmek şerefi el verdi. O saadet zamanında Hoca Ubeydullah Ahrar hazretlerinin ali meclislerinde daima Nakşî silsilesi ulularının hal ve menkıbeleri anılır ve bu hakîr insan da bütün bu anlatılanlardan nur ve şeref devşirirdi. Hususiyle o Hazretin -Ubeydullah Ahrar'ın- dudaklarından dökülen sırlar ve incelikleri kavrayabilmek nimeti bu hakîr insana saadetlerin en büyüğünü verirdi. O sohbetlerdeki inci tanelerine benzer hakikat cevherlerini, bu fakir, hafızasının sedef kabuklarında saklar ve tek noktasını örselemeksizin be­yaz kâğıtlar üzerine dökerdi. Hâdiseler üst üste gelip de fena âleminde hiç bir iz bırakmamacasına her şeyi eritip silince ben de o büyük kutuptan uzaklara düştüm ve onun eteğine yapışmış bu­lunmak nimetinden yoksun kaldım. O zaman düşündüm ki, saadet günlerin hikmet dolu anlarında o mübarek dudaklardan dökülen misilsiz kelimeleri bir arada toplayayım ve dertli kalblere aradıkları şifadan ilâç vereyim. . Lâkin dünya engelleri uzun zaman bu emelimin gerçekleşmesine sed çekti ve bu hal tam 16 yıl sürüp nihayet eski şevk ve niyet birdenbire ateş aldı, revnak bul­du ve bu kitap 909 tarihinde meydana geldi. Kitabımızda, bu şe­refli taife ulularının muteber kayıtlarla sabit ve bizzat Hoca Ubeydullah Ahrar hazretlerinden vesair azizlerden, vasıtalı vasıtasız şekilde öğrenilen menkıbeleri, en uygun tertibiyle yer almıştır. Bu eserden asıl murat Hoca Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin hal ve menkıbeleri olduğu için evvelâ bu bahis tamama eriştirildi, ismi de ebcet hesabına göre 909 tu­tan (eserin nihayetlenme tarihi) bir isabetle «Reşahat Aynelhayat: Can damlaları» konuldu. 

HOCA UBEYDULLAH AHRAR TAŞKENDİ  -k.s.-  SİLSİLESİ

«Hâcegân» yolu diye isimlendirilen tarikat nisbetini ve zi­kir talimi ehliyetini Yakup Çerhî Hazretlerinden almışlardır.

O, Şâh-ı Nakşibendi'den,

O, Seyyid Emîr Kulâl'den,

O, Hoca Muhammed Bâba, Semmâsî'den,

O, Hoca Ali Ramitenî'den,

O, Mahmut Emir Fagnevî'den,

O, Hoca Arif Reyvegerî'den,

O, Abdülhalik Gucdevânî'den,

O, Yusuf Hemedanî'den,

O, Ebû Ali Farimedî'den,

O, Ebülkaasım Gürkânî'den..

Ebulkaasım Hazretlerinin bâtın ilminde nisbetleri iki taraf­lıdır. Biri, Hazret-i Ali, öbürü Hazret-i Ebubekir kollarından Nur Merkezine erişen yollar..

Şöyle ki:

Ebulkaasım nisbeti Ebulhasan Hırkani'ye,

Onunki, Ebu Yezid Bestami'ye, (Ruhani nisbet)

Onunki, İmam Câfer-i  Sadık Hazretlerine,  (Ruhanî) nisbet

Onunki, İmam Muhammed Bakır Hazretlerine,

Onunki, İmam Zeynelâbidin Hazretlerine,

Onunki, İmam Hüseyin Hazretlerine,

Onunki, Hazreti Ali'ye..

İmam Cafer Hazretlerinin bir nisbeti de validelerinin baba­sı Kasım bin Muhammed bin Ebubekir Hazretlerine olduğu için, ondan Selmân-ı Fârisî ve ondan Hazret-i Ebubekir'e intikal et­mek üzere yol ikiye ayrılıyor ve nisbetlerin en üstününü de içi­ne alıyor. Bu bakımdan, belirttiğimiz nisbetlerin şeref ve yüce­liği, silsileye «Silsile-tüz-Zeheb : Altın Halka» adını verdirmiştir.

Yukarıda Ebulkaasım Gürkânî'den ikiye ayrıldığını kaydet­tiğimiz nisbetlerden öbürü, Ebû Osman, Ebû Ali, Cüneyd, Sırrî Sakatı, Maruf Kerhî, Hasan Basri yoluyle Hazret-i Ali'ye vanr.

HOCA YUSUF HEMEDANİ

Yusuf Hemedânî 18 yaşlarında iken Bağdat'a gidip Ebû İshak'tan fıkıh okudu. Isfahan ve Buhara'da ilim tahsil etti ve bil­gide kemale erişti. Mezhebi, Hanefî. . Irak, Horasan, Hârizem ve Mâveraünnehr taraflarında itibar sahibi oldu. Bâtın ilmi kapısını ona açan Şeyh Ebû Ali Farimedî. . Doğumu 445, ölümü 535. . ömrü 90 yıl. . Kâh Merv ve kâh Herat'ta otururdu. Derin hal ve keramet sahibi. . Bağdat'tan Semerkand'e kadar uzayan büyük bir sahada, halk, kudsî nefeslerinden faydalanmak için ziya­retlerine akın ederlerdi. Merv'den çıkıp Herat'a giderken yolda vefat ettiler. Mübarek naaşı müritlerinden biri tarafından Merv'e nakl ve orada defnedildi. Vefatlarına yakın müritlerini toplayıp kendilerine öğüt verirken aralarından irşâd makamına erişmiş dört kişi tesbit etti, onları halife tayin etti ve her birini tâbi olunacak merkezler halinde gösterdi. Ondan sonra müritler ayrı ayrı dört halifenin eteklerine yapıştılar.

HOCA UBEYDULLAH BERKİ

Hoca Yusuf Hemedânî'nin dört halifesinden ilki. .  Hârizem bölgesinden. .  Âlim, ârif, makam ve keramet sahibi. .

HOCA HASAN ENDAKİ

Hoca Yusuf Hazretlerinin ikinci halifesi. . Künyesi Ebû Muhammed, ismi Hasan bin Hüseyin. . Buhara'ya 3 fersah mesafede Endâk kasabasından. . Devrinde zamanın kutbu.. Müritlerini terbiye etmekte son derece hususî ve tesirli bir usule sahip.. Sünnet yolunda riyazetleriyle safâ derecesine ulaşmıştı. 90 yıl yaşadı.

Hoca Yusuf Hazretlerinden nisbet ve tarikat bağı aldıkları zaman üzerlerine öyle bir hal geldi ki, dünya, iş ve ev alâkası di­ye hiç bif şeye gönüllerinde ve hattâ şuurlarında yer kalmadı. Dipsiz bir istiğrak kuyusunda kayboldular. Bu vaziyeti gören Yusuf Hemedânî Hazretleri kendisine nasihatte bulundu :

— Siz fakirsiniz, iş görmeğe mecbursunuz. Kaldı ki, evli ve çoluk - çocuk sahibisiniz. Sizin için dünya vazifelerinizi ihmal etmemek, hem şeriat, hem de akıl bakımından şarttır.

Hoca Hasan, bütün gücünü dudaklarında toplayarak cevap verdi:

— Benim hâlim öyle ki, başka hiç bir işe mecalim kalmamıştır.

Yusuf Hemedânî Hazretleri bu cevaba öfkelendiler ve Hasan'ı payladılar.

Gece, Yusuf Hemedânî rüyasında Allah'ı görüyor. Allah ona hitap ediyor : — Yusuf, biz sana görmen için akıl gözü verdik; Hasan'a ise hem akıl, hem de gönül gözü ihsan ettik!

Bu rüyadan sonra Yusuf Hemedânî, Hasan Endâkî'yi aziz ve muhterem tutar oldular. Kabri, Buhara'da

 

HOCA AHMED YESEVİ

Hoca Yusuf Hemedânî'nin üçüncü halifesi. . Türkistan'ın Yesi şehrinden. . Kabri de orada. . Türkistan halkı ona Ata Yesevî derlerdi. «Ata» baba mânasına gelirse de Türkler şeyhlerini ulularını bu kelimeyle anarlardı. Yusuf Hemedânî Hazretlerin­den feyizlerini tamamlayıncaya kadar Baba Arslan isimli bir şey­he hizmet ettiler ve şeyhin hayatı boyunca kendisinden ayrılma­dılar. Şeyh vefat edince de yine onun işaretiyle Buhara'ya gidip Yusuf Hemedânî'ye bağlandılar ve onun terbiyesinde irşâd ma­kamına erdiler, ilk iki halifenin vefatından sonra irşâd makamı­na geçtiler ve Buhara taraflarında halkı hakka davetle meşgul ol­dular. Bir müddet sonra gaipten gelen işaretle Türkistan'a gitmek icap edince dördüncü halife, fakat nisbeti yürütmekte üstün ku­tup Abdülhalik Gucdevânî Hazretlerine yerlerini bırakıp Yesi yolunu tuttular.

Ahmed Yesevî, Türk velîlerinin kol basışıdır ve Türkistan büyüklerinden çoğunun nisbeti kendisinedir. Kendi öz sülâlesin­den pek çok velî gelmiştir.

Dört Halife bıraktı.

MANSUR ATA

Ahmed Yesevî'nin ilk mürşidi Baba Arslan'ın oğlu.. Zahir ve bâtın ilimlerinde büyük. . îlk terbiyesini babasından ve son­ra onun emriyle Ahmed Yesevî'den aldı ve erdi.

SAİD ATA

Ahmed Yesevî Hazretlerine bağlı ikinci halife. . Mürşidinin rehberliğiyle tırmanılması en çetin derecelere yükseldi.

SÜLEYMAN ATA

Üçüncü halife.. Türk ermişlerinin büyüklerinden.. Derviş­lik hallerinden Türkçe nakilleri Türkistan'da pek meşhur ve dil­den dile gezici..

Sözü: «— Kimi görsen Hızır bil, her geceyi Kadir bil!»

HAKİM ATA

Ahmed Yesevî Hazretlerinin dördüncü halifesi.. Oturdukları ve defnedildikleri yer Harizem'de Akkurgan adlı köy..

ZENGl ATA

Hakim Ata'nın başlıca halifesi.. Doğduğu, oturduğu ve öl­düğü yer Şaş vilâyeti..

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyurmuşlar ki :

— Zengi Ata'nın mezarını her ziyaret edişimde kabirden «Allah Allah!» nidasını duyardım.

Hakîm Ata'nın vefatından sonra mürşidinin zevcesi Anber Ana'yı nikahladı.

Hakîm Ata siyaha yakın koyu esmermiş.. Bir gün Anber Ana'nın gönlünden şöyle bir şey geçmiş :

— Ne olurdu, Hakîm Ata siyah olmasaydı! Hakîm Ata, keramet nuruyle bu gizli fikri keşfetmiş ve zev­cesine demiş :

— Yakın zamanda benden daha siyahına düşeceksin!

Çok geçmeden Hakîm Ata ölmüş ve Anber Ana, kuzgunî si­yah olan Zengi (zenci) Ata'nın zevcesi olmuş. .

Şöyle :

Hakîm Ata Harizem'de vefat edince Zengi Ata Taşkent'ten kalkıp oraya geliyor. Mürşidinin kabrini ziyaret ve yakınlarını ta'ziyet edinceye kadar da hiç bir işle uğraşmıyor. Anber Ana'­nın «iddet» dedikleri şer'î bekleme müddeti nihayete erince ya­kınlarından birini Anber Ana'ya gönderiyor ve nikâhına talip ol­duğunu bildiriyor.

Anber Ana bu teklife karşı y üzünü çeviriyor ve cevap veri­yor :

— Ben Hakîm Ata'dan sonra kimseye varmam!. Kaldı ki, bu kömür yüzlü zenciye!.

Anber Ana, kendisine talip olan Zengi Ata'ya red cevabını verirken yüzünü ne tarafa çevirdiyse o tarafa doğru boynu tutuluyor, bükülüyor ve düzelmez oluyor. Anber Ana, ıstırap içinde kıvrana dursun. . Teklifi götüren yakını Zengi Ata'ya koşup va­ziyeti haber veriyor.

Aldığı cevap :

— Git de Anber Ana'ya de ki : Beni Zengi Ata gönderdi ve soruyor: Bir gün «Keski kocam siyah olmasaydı!» diye kalbinden geçen duygu hatırında mı?. Hani bu duyguyu Hakîm Ata keşfetmiş ve «Benden daha siyahına düşeceksin!» dememiş miydi sana? Şimdi ne dersin bu tecelliye?

Anber Ana bu sualin karşısında her şeyi anlıyor ve kaderin emrine boyun eğiyor. Boyun eğdiği anda da boynu düzeliyor.

Zengi Ata'nın, Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata isimli dört halifesi oldu. Bu dört halife, Buhara medreselerinden birinde zahirî ilme çalışırken birdenbire içlerine bâtın ilminin ateşi düştü, her şeylerini bırakıp    Türkistan taraflarına göç ettiler ve Zengi Ata'yı buldular, onun mübarek eteğine ya­pıştılar ve dördü birden halifelik makamına eriştiler.

UZUN HASAN ATA

Birinci halife. . Bahsettiğimiz mürşid arayıcısı dört talebe Taşkent kırlarından geçerken, dudakları kalın bir zencinin bir sürü sığır otlattığını görüyorlar. Bu kuzgunî siyah renkli çoban Zengi Ata'dır ve iç halini gizleyerek Taşkent halkının sığırlarını otlatmaktadır. Kırda her namazdan sonra açık zikirle meşgul olmakta, zikir başlayınca da sığırlar otlamayı bırakıp Zengi Ata'nın etrafında halkalanmakta ve zikri dinlemekte. .

Dört istekli, Zengi Ata'nm yanına geliyorlar ve görüyorlar ki, simsiyah renkli bir çoban dikenli otlardan bir demet yapıyor ve çıplak ayağını demetin üzerine bastığı halde dikenler kendisine acı vermiyor.

Yaklaşıyorlar ve bu hâle taaccüble bakıp selâm veriyorlar. Zengi Ata, selâmlarına mukabele ediyor ve soruyor :

— Siz gariplere benziyorsunuz! Nereden gelmektesiniz?

— Biz Buhara'da medrese talebesiydik. İlim okuyorduk. Birden içimize bir ateş düştü ve akıl didişmelerinden vaz geçip bâtın yoluna sapmak dileği geldi. Bu gayeyle evimizi, yurdumuzu, her şeyimizi bırakıp yollara düzüldük. Biricik muradımız, bizi gayemize erdirecek kâmil mürşidi bulmak. . Onu arıyoruz! Bize bir sağlık verebilir misiniz?

Zengi Ata, bu saffetli gençlerin nurlu yüzlerine bakıp diyor ki :

— Durun; dünyanın çepçevre dört bucağını koklayıp kâmil mürşidden bir koku alacak olursam size haber vereyim..

Ve Zengi Ata, başı ile bir daire çevirerek her tarafı kokluyor ve bütün istikametleri yokluyor. Sonunda :

— Her tarafı kokladım ve yokladım, diyor; sizi irşada ehil kendimden başka kimseyi bulamadım!

Bu iddia karşısında gençlerin dördü birden müthiş bir hay rete düştü. Seyyid Ata ile Bedr Ata hemen inkâra yöneldiler.

Seyyid Ata kalbinden şunları geçirdi :

— Ben Seyyid (peygamber soyundan gelme), ilim sahibi ve incelikleri bilen bir insan olarak siyahî bir çobana nasıl bağlanabilirim?

Bedr Ata da şöyle düşündü :

— Bu kalın dudaklı zencinin yeltendiği iddiaya ve ettiği dâ­vaya da bak!

Fakat öbür ikisi bu inkâra düşmediler, içlerinden dediler ki:

— Mümkündür ki, Kudret Sahibi, bu siyah adamın gönlüne emanet nurunu yerleştirmiş olsun. . Esrar âlemi bu, kim ne bi­lir?

Fakat ne inkâr edenler, ne de kabul gösterenler henüz bir karşılık vermeğe imkân bulamadan Zengi Ata'nın tasarrufu ye­tişti, hepsi birden onun cazibesine tutuldular ve eteğine yapıştı­lar. Aralarından Zengi Ata'ya ilk bağlanan Uzun Hasan Ata ol­du. İlk kemal ve irşâd makamına erişen de yine o..

SEYYİD ATA

Zengi Ata'nın ikinci halifesi. . İsmi Ahmed. . Hani, şu ilk görüşünde Zengi Ata'yı küçümseyen, ilmine mağrur Seyyid. . Hakikati gördükten ve Zengi Ata'ya teslim olduktan sonra nef­sine etmediği işkence, baş vurmadığı şefaat, şeyh yolunda el at­madığı hizmet kalmadıysa da bir türlü gönül darlığından kurtu­lamadı ve perdeyi açamadı. Nihayet Anber Ana'ya baş vurdu ve yalvardı:

— Sizin ricanız Zengi Ata önünde tesirli ve benim gibi fukaraya şefkatiniz büyüktür. Lütfen benim için şefaatte bulunu­nuz ve keskin nazarlarının bana yönelmesini sağlayınız! Beni ke­mal yolunda bir türlü derece alamamak felâketinden kurtarınız.!

Anber Ana, Seyyid Ata'ya acıdı ve dedi :

— Sen bu akşam siyah örtülere bürünüp onun yolu önünde uzan!. Seher vakti abdest almaya çıktıkları zaman seni bu halde görsünler ve merhamet etsinler. .

Anber Ana, gece vakti şeyhe de ricada bulundu :

— Ahmed bunca zamandır hizmetinizdedir, şimdiye kadar iltifatı nazarınıza mazhar olamadı. Ona himmette bulunmanızı istirham ediyorum.

Zengi Ata gülümsedi :

— Ahmed'in seyyidliği ve ilmi, yolunda engel oldu. Beni gördüğü gün kendimi ona belirttiğim halde kabul etmedi. Gön­lünden, bir seyyid ve âlim kişinin bir sığır güdücüsüne bağlanamayacağına dair fikirler geçirdi. O yüzden de yolda kaldı. Fakat mademki sen şefaat ediyorsun; suçundan geçtim, inşallah hâli düzelir.

Şafak vakti Zengi Ata dışarıya çıktıkları zaman, yerde siyah örtülere sanlı bir şey gördüler. Ayaklarını kaldırıp Seyyid Ata'nın göğsüne bastılar. Seyyid Ata şeyhinin mübarek ayaklarından öpmeğe ve yüzünü, gözünü ayaklara sürmeğe başladı.

Zengi Ata sordu :

— Kimsin sen?

— Ahmed..

Zengi Ata fısıldadı:

— Artık ayağa kalkabilirsin, Ahmed! Bu küçüklük seni bir anda büyültmeye yetti!

Ve Zengi Ata; Seyyid Ata'ya öyle bir yöneliş yöneldi ki, mü­ridine bütün fetih kapıları açıldı.

Seyyid Ata o kadar yükselecektir ki, bir gün toprağından iyi

mahsul alamayan bir ekincinin şikâyeti üzerine toprağa hitap edip iyi mahsul vermesini ihtar edecek, toprak da yıllarca tohum ekilmeksizin en bol mahsulü vermekte devam edecek..

İSMAİL ATA

Seyyid Ata'nın yüksek halifelerinden.. Halimin başında halk İsmail Ata'ya çatar, aleyhinde konuşurmuş.. O da dermiş ki:

— Ben onları bilmem, tanımam; yiyeceklerini verir, davul­larını çalarım. Canım feda olsun kendilerine!.

Seyram ile Taşkent arası Hoziyan kasabası halkı da ismail Ata hakkında söylemediğini bırakmazmış.

Mukabelesi:

— Bu mollalar bizim sabunumuzdur. Onlar olmasa nasıl te­mizleniriz.

Hoca Ubeydullah Hazretleri bu sözü pek beğenirlerdi. Halk şefkat mevzuunda yine ismail Ata'nın düsturu:

— Halkı sev, ona güneşte gölge, soğukta kaftan, kıtlıkta ek­mek ol!

Hoca Ubeydullah hazretleri, bu söz için de «her hikmeti top­layıcı kelâm» buyurmuşlardır.

İsmail Ata'nın bir müride telkini:

— Ey derviş, seninle tarikat arkadaşı olduk! Bizden bir na­sihat kabul et: Bu dünyayı süslü bir mezar say, Allah ile kendin­den, başkasını yok bil; ve nihayet tevhid denizinde öyle boğul ki, sen de aradan çık ve «var olan ancak Allah'tır» sırrına er!

Büyüklerden biri diyor ki :

— Şeyh İsmail'in müridleri secde ederken kendilerinden zevk kokusu gelirdi.

İSHAK HOCA

İsmail Ata'nın oğlu..

Şeyh Abdullah Hocendî anlatır :

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin sohbetlerine yetişmeden bir hayli zaman evvel bana kuvvetli bir cezbe gelmişti. Büyüklerden birinin mezarını ziyaretimde bir hitap işittim : «Geri dön; senin muradın 12 yıl sonra Buhara'da gerçekleşecektir!» bir gün pazar­dan geçerken bir köşeye çekilmiş, birbiriyle halleşen iki Türk gördüm, içli içli konuşuyor ve ağlaşıyorlardı. Kulak verdim : Ba­hisleri tarikat.. Meclislerine girmek istedim. Pazardan biraz meyva ve yiyecek alıp önlerine sürdüm. Birbirlerine işaret ede­rek hakkımda kabul yüzü gösterdiler ve dediler : «Bu derviş is­tekli görünüyor. Onu sultanımızın oğlu İshak Hoca'ya götürelim!» Ishak Hoca'nın yerini öğrendim ve gittim. Büyük alâka ve iltifat gördüm. Bir müddet hizmetlerinde bulundum. Sonunda, İshak Hoca, hakkımda fazla alâka ve himaye isteyen oğluna benim için şöyle dedi: «Bu dervişin nasibi benden değil, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden.. Benim onu tasarrufa mecalim yoktur.» Bu sözü işitince, mezardan gelen hitabı hatırladım ve İshak Ata'nın ermişliğine tam inandım. Nasibimi bekledim.

SADR VE BEDR ATALAR

Zengi Ata'nın üçüncü ve dördüncü halifeleri.. Sadreddin Mehmed ve Bedreddin Mehmed.. Daima bir arada bulunurlar ve ferdî ihtiyaçlarından başka her şeyleri birlik içinde geçerdi. Şu var ki, Sadreddin her an terakkideyken Bedreddin geri kalmakta ve bunun sebebini Zengi Ata'yı ilk görüşünde kabul etmeyişine bağlamaktaydı. O da, Seyyid Ata gibi Anber Ana'ya baş vurdu ve ağlayarak şefaat diledi. Şefaat kabul edildi ve Bedr Ata, sır­tındaki yükü atıp kemal semalarına kanat açtı.

Arada, Sadr Ata'dan başlayarak birbirinin mürşidi ve mü­ridi; şeklinde şu basamaklar :

Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh, Kemal Şeyh, Hadim Şeyh..

ŞEYH CEMALEDDİN

Hadım Şeyh'in halifesi.. Herat şehrinde Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî türbesinde mücaver olarak oturdu ve orada vefat etti. Kabri Mevlânâ Sadeddin ile yan yana..

Bu satırların muharriri (Şeyh Sâfi), onun sohbetine sık sık devam eder ve kendisinden şeyh hakkında (Şeyh Hadim) menkı­beler dinlerdi.

Şeyhinden bir söz :

— Bir kısım insan vardır ki, Allah'ın zikrinden kalblerinde kasvet belirir. Zira, zikri, edebine saygı göstermeden gaflet ve nefsaniyetle ederler.

Şeyhinden bir söz :

— Zikir mertebelerinin nihayetinde erişilen zevk ve huzur mümkündür ki, bu mertebeler aşılmadan, başlangıçta da zuhur etsin.. Fakat böyle bir zevk ve huzurun devam ve bekası ola­maz. Tabiat değişikliğiyle o da değişir ve silinip gider. Zikir mer­tebelerinden sonra gelen zevk ve huzur ise insanda bizzat tabiat olacağı için devamlı ve bekâlı olur.

Şeyhinden bir söz :

— Müride gelen hâlin dürüstlüğü üzerinde tek işaret, kalbte bir fena ve yokluk keyfiyetinin doğması ve bu keyfiyete bağlı olarak farzların yerine getirilmesindeki güçlüğün kalkmasıdır. O keyfiyetle insana öyle bir hal gelir ki, mürid için şeriat ölçülerin­den güzel bir şey olamaz ve emirler kuş gibi bir hafiflikle yerine getirilir.

Şeyh Cemaleddin anlatıyor:

— Bir gün zahir âlimlerinden biri şeyhimizin yanına gelip dedi ki: «Raks ve güzel ses ehlinin hali iki şıktan biridir; ya şu­urlarına maliktirler, yahut şuursuz.. Şuurlarına sahip bulunu­yorlarsa bu vaziyette raks ve kendinde değilmiş gibi görünmek son derece çirkindir. Eğer şuursuz iseler, bu hal abdest bozucu olduğuna göre onu nazara almadan, yani abdestsiz namaz kılmak daha da çirkin bir hareket olur. Şeyhimiz de şu cevabı verdiler :

«Abdest bozucu şuursuzluk, ya delilerde olduğu gibi aklın büsbütün kalkması, yahut bayılma vesair hallerde görüldüğü şe­kilde bir an için örtülmesi neticesinde meydana gelir. Ama raks ve güzel ses bağlılarının şuursuzlukları bunlardan hiç birine uy­maz. Onlardaki şuursuzluk, güzel ses dinlerken ilâhî âlemden ge­len tesirin küllî akıl yoluyle cüz'î aklı zaptetmesi şeklindedir ki, bu vaziyette abdest tazelemek diye zarurete yol açılmaz. Küllî aklın himaye ve tasarrufundaki cüz'î akıl, ilâhî tesir ve cazibeden gelen kaynaşmayla, şuur ve dolayısiyle abdest bozucu kerih şar­ta düşmüş olmaz. Şuurlu olarak güzel ses dinlemeğe gelince, o da, sesin cinsine, hizmet ettiği gayeye,, dinleyenin niyetine, yakıştır­dığı muradına göre ayrı ayrı mânalar belirtir ve fetvalar gerek­tirir.»

Şeyhinden bir söz:

— Yokluğun vücudu, beşer vücuduna avdet eder; fakat fe­nanın vücudu beşer vücuduna avdet etmez.

Tefsiri:

Yokluğun vücudu tâbirinden murat, müridin yokluk sıfatiyle gerçekleşmesidir. Bu, bir nevi kendini kaybetme halidir ki, Hâcegân yolunun başındakilere uğraşmaları esnasında gelir. Dış âlemin nakışlan gözden ve gönülden silinince de, işte yokluğun vücudu yönünden hakikî varlık ışık salmaya başlar. Bu vücut, beşerî şartlar sebebiyle devamlı olmaz ve geriye dönebilir. Ama, fenadan sonra gelen bekâ —ki Hakkanî vücudun başlangıcıdır— bir kere tahakkuktan sonra bir daha gitmez.

Sadık mürid, gönül aynasını dış dünya nakışlarından temiz­leyince kendinde bir yokluk hissetmeğe başlar, vücudunu ve dünyayı göremez ve hatırlayamaz olur. Bu hale tasavvuf lisanında «adem» ve «gaybet» derler. Bu hal, saadet sabahından ve ilâhî vuslat anından ilk işarettir. Fakat olanca mesele, bu halin sâlikte devamlı ve sabit hale gelmesidir. Sâlik bu hal içinde devam ede ede yokluktan fenaya geçecek ve Hakkanî vücuda erecek olursa zevali imkânsız olan makama ermiş olur. îşte, «fenadan sonra be­ka» makamı budur. Bu varlıkla var olduktan sonra beşerî vücu­da dönmeğe mecal kalmaz.

ABDÜLHALIK GUCDEVANI

Yusuf Hemedanî Hazretlerinden gelen aslî kolu, üçüncü halife Ahmed Yesevî dallarından sonra yine kendisine döndürmüş bulunuyoruz.

Abdülhalik Gucdevanî Hazretleri, Yusuf Hemedanî'nin dördüncü halifesi ve «Hacegan» silsilesinin başı, halkanın merkezi...

Doğdukları ve medfun bulundukları yer, Buhara'da Gucdevan köyü.. Gucdevan, Buhara'ya 6 fersah mesafede, şehirimsi büyük bir köy. .

Babasının ismi Abdülcemil.. Zamanında, Abdülcemil İmam diye meşhur.. İmam Malik evladından.. Zahir ve batın ilimlerinde üstün ve müşkülü olanların baş vurduğu kapı.. Hızır ile sohbetleri var.. , Kendisine bir erkek evladı olacağını ve ismini «Abdülhalik» koymasını söyleyen de Hızır..

Abdülhalik Gucdevanî Hazretlerinin babası, Malatya taraflarında otururken Maveraünnehr'e hicret etmiş, Buhara yakınlarında Gucdevan köyüne yerleşmiş ve Rum hükümdarlarından birinin kızı olan zevcesinden, orada, Abdülhalik dünyaya gelmiş..

Abdülhalik çocukluğunu doğduğu köyde geçirdi ve daha sonra Buhara'da ilim tahsiline koyuldu.

Bir gün, tefsir okurken gizli duayı emreden bir ayeti hocasına soruyor:

— Bu gizliliğin hakikati ve gizli zikrin yolu nedir ? Zikredici yüksek sesle ve uzuvlarını oynatarak işini yapsa herkes duyar ve görür. Kalbinden yapsa, bir hadis gereğince kan damarlarında gezdiğini bildiğimiz şeytan farkına varır. Ne yapmak lazım?.

Hocası diyor ki;

— Bu, ledün ilmi meselesidir. Allah dilerse seni dostlarından birine eriştirir, o da sana gizli zikri öğretir.

Abdülhalik Hazretleri kendilerine ilahî sırları talim edecek Allah dostunu beklediler. Ta, Hızır'ın kendilerine görünüp «vukûf-u adedî» denilen usulü öğrettiği güne kadar..

«Fasl-ül-hitab» isimli kitap, Abdülhalik Hazretlerinin ölçülerini tarikatte hüccet, (senet) olarak gösterir. Bu ölçüler her tarikatte makbul, sıdk ve safayı elde etmekte başlıca yardımcı, şeriat ve sünnete uymakta ve nefse karşı durmakta biricik müessirdir. Gizli zikrin gayesi olarak da yabancıların gözünden saklanmayı şiar kabul etmiştir.

Abdülhalik Hazretlerine gizli zikri Hızır talim ettirmiştir.

Bir zaman sonra Hoca Hazretleri Buhara'ya geliyor ve orada Yusuf Hemedanî Hazretlerinin sohbetine erişiyorlar. Görüyorlar ki, Yusuf Hemedanî de kendileri gibi gönül zıkriyle meşgul .. Böylece, sohbette mürşidleri Yusuf Hemedanî, harekette de Hızır oluyor. Şu var ki, Yusuf Hemedanî ve eski şeyhlerin zikirleri, resmî ve umumî planda açık zikirdir. Ayrıca içten edilen zikrin hususî şeklidir. Böyleyken Yusuf Hemedanî Abdülhalik Gucdevani'nin topyekün gizli zikrini kınamıyor ve :

— Madem ki Hızır'dan böyle emir aldınız, devam ediniz! Diyor.

Hoca Abdülhalik Gucdevanî'nin bir yazısından :

«— Henüz 22 yaşlarındaydım ki, Hızır beni Yusuf Hemedanî Hazretlerine ısmarladılar. Hoca'nın Buhara muhitinde kaldığı müddetçe yanından ayrılmadım ve hizmetinde bulundum.»

Abdülhalik Gucdevanî bu vaziyette riyazete başlıyor ve geçirdiği halleri gözlerinden saklamakta çok titiz davranıyor. Ve her an velayet ve kerametleri ilerliyor.

Tarikat edep ve ölçülerine ait bir vasiyetnameleri vardır ki, manevî oğulları Hoca Evliya-yı Kebir için yazmışlardır. Bu vasiyetname, tasavvuf ve ledün ilmi irfanının en ince hikmetlerini toplayıcı ve yolun ana hedeflerini göstericidir.

Bu pek meşhur vasiyetnameden birkaç nokta :

«— Vasiyet ederim sana ey oğul ki, bütün hallerinde ilim, edep ve takva üzerinde olasın!. Geçmişlerin eserlerini oku ve sünnet ve cemaat yolundan git! Fıkıh ve hadis öğren ve cahil sofilerden bucak bucak kaç! Namazlarını mutlaka cemaatle kıl!.. Şu şartla ki, imam ve müezzin olma! Şöhret peşinde gezme! Şöhrette afet vardır. Makamlarda da gözün olmasın; daima kendini aşağılarda tut! Mahkeme ilanlarına adım yazdırma ve mahkemelerde bulunma. Kimseye kefil olma! Halkın vasiyetlerine karışma! Padişah ve şehzadelerle düşüp kalkma! Dergah kurma ve dergahlarda oturma! Güzel ses dinlemeğe fazla kapılma ki, ruhu karartır ve sonunda nifak doğurur. Böyleyken güzel sesi de inkar etme ki, ona bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş az uyu; ve halktan, arslan'dan kaçar gibi kaç! Her zaman yalnızlığı tercih et ve körpe çocuklardan, kadınlardan, yenilik dâvası edenlerden, zenginlerden ve aşağı takım insanlardan uzak dur! Helal ye, şüpheli işlerden çekin ve kudretin yettiği müddetçe evlenme ki, dünyaya bağlanır ve o uğurda dinini yele verirsin. . Çok gülme; hele kahkahayla gülmemeğe çok dikkat et! Gülmek kalbi öldürür. Herkese şefkat gözüyle bak ve kimseyi hakîr görme! Kendi dışını bezeyip süsleme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla didişme, kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere mal ve canla hizmet et ve onların halini aslâ kınama! Onları kınayanlar felah bulmaz. Dünyaya ve dünya ehline gurur bağlama! Gönlün daima mahzun, bedenin rahatsız ve gözün yaslı olmalı, İşin halis, duan yalvarıcı, giyeceğin eski, yoldaşın derviş, sermayen din ilmi, evin mescid ve yakının Allah olsun..»

Abdulhalik Gucdevanî Hazretlerinin 8 düsturu vardır ki, tarikatın temel ölçülerini temsil, kemâl rejiminin muhteşem planını teşkil eder:

1 — Huş der dem. .

2 — Nazar ber kadem..

3 — Sefer der vaten..

4 — Halvet der encümen..

5 — Yad-ı Kerd..

6 — Baz-ı Keşt..

7 — Nigah-ı Daşt,.

8 — Yad-ı Daşt..

Son ölçünün «bunlardan başka her şey ziyandır!» manasına bir de eki var..

Ayrıca 3 düstur daha :

1 — Vukuf-u zamanî..

2 — Vukuf-u adedî..

3 — Vukuf-u kalbî..

Bunlarla beraber hepsi 11 ölçü..

HUŞ DER DEM :

Alınan her nefeste hazır olmak. . Yani her nefeste huzuru muhafaza etmek, Allah'tan gafil olarak tek nefes almamak.. Mevlana Sadettin Kaşgarî bu ölçüyü «Bir nefesten bir nefese geçerken asla gaflete düşmemek ve huzurda olmak» diye tarif ediyor. Hoca Ubeydullah Hazretleri de şöyle ifade ediyorlar :

— Bu yolda nefesi muhafaza ve ona riayet etmeği mühim tutmuşlardır. Gerektir ki her nefes huzur ve bilgi ile alınıp verilsin.. Nefesini koruyamayanlara yolunu şaşırmış gözüyle bakarlar.

Şah-ı Nakşibend:

— Bu yolda terakkinin temeli nefes üzerindedir. Her nefeste hale bakmalı ve mazi ile istikbali düşünmekten uzak kalmamalıdır. Nefesin giriş ve çıkışında iki nefes arasını öyle muhafaza etmelidir ki hiç biri vücuda gafletle girip vücuttan gafletle çıkmasın..

Şeyh Necmeddin Kubrâ ise meşhur risalesinde nefes sırrını şöyle anlatıyor:

— Allah'ın zat ismi «hâ - he» harfinden ibaret olup başındaki «elif» ve «lam» harfleri tarif edatıdır, işte her nefeste bu harf ve isim cereyan eder. Sahibi ister farkında olsun, ister olmasın. O şey ki, içinde o isim cereyan etmez, hayata müstehak değildir. Şu halde bütün canlıların nefes alış ve verişleri, bilen ve bilmeyen için hep o isimledir. Marifet yolcusuna düşen borç ise bu inceliği bilmek ve her nefeste Allah ile olarak huzuru elde tutmaktır.

NAZAR BER KADEM :

Bu ıstılah «göz ayağa bakacak» manasına.. Sâlik, şehirde, sahrada, yolda, her yerde gözünü ayağına mıhlayacak, daima yere bakacak ve onu başıboşluktan, dilediği yere bakmaktan koruyacaktır. Bu ölçüde, göz nereye değerse oraya akan gönlün perişanlıktan kurtarılması ve kendi iç alemine bağlı kalması hikmetini okuyoruz.

SEFER DER VATEN:

«Vatanda sefer» manasına gelen bu tabir, müridin, kötü ahlakından ve beşerî sıfatlanndan sıyrılıp iyi ahlak ve melekî sıfatların yurdu olan aslî vatanına sefer etmesini gösterir. Mürşid aramak için girişilen maddî seferler de bu mananın içindedir. «Hacegân» yolunda, mürşidini buluncaya kadar sefer edip ondan sonra mürşidin hizmetinde ikamete geçmek ve iç seferini tamamlamak başlıca kaidelerdendir.

HALVET DER ENCÜMEN:

Yani mecliste, toplulukta yalnızlık.. Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerine sormuşlar:

— Sizin tarikatınızın esası nedir? Buyurmuşlar:

— Halvet der encümen, toplulukta yalnızlıktır. Zahirde halk, batında hak ile olmak..

Ve buyurmuşlar :

— Bizim tarikatımızın esası sohbettir. Halktan uzaklaşmakta şöhret, şöhretteyse afet vardır. Hayr cemiyettedir; cemiyet de sohbette.. Elverir ki, her iki tarafın hakkı verilsin ve birinden birine saplanıp kalınmasın..

Hoca Evliya-yı Kebir buyurdular :

— Toplulukta yalnızlık şudur : Zikir insanı öyle kaplayacak insan kendisini zikre öyle verecek ki, en kalabalık ve şamatalı yere girse hiç bir şey işitemez olacak..

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— İnsan kendisini topyekûn zikre verse, beş altı günde öyle bir mertebeye erişir ki, halkın çağrıştığı ve birbiriyle didiştiği hep zikir görünür. Kendi konuştukları da..

YAD-I KERD:

Dilin kalble beraber zikridir.

Mevlana Sadettin Kaşgarî:

— Zikir talimin usulü şöyledir ki, Şeyh kalbiyle tevhid kelimesini söylerken, mürid kendi kalbini hazırlayacak ve şeyhin yüreğine karşı tutup gözlerini yumacak, dilini damağına yapıştıracak, dişlerini sıkacak, nefesini tutacak ve yalnız kalbiyle zikre başlayacak.. Nefesini hapsetmekte sabır gösterecek ve bir nefeste üç kere tevhid kelimesini çekecek. . Böylece zikrin halavetini kalbinde arayacak..

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Zikirden murad, kalbin Allah'tan bilgi edinmesidir. Bu bilgi meydana gelince zikir yerini buldu demektir. Eğer gönül ehli sohbetinde bu bilgi meydana gelmezse zikre devam etmek lazımdır. Zikirde en kolay ve sağlam yol, nefesini göbeği altında hapsedip dudağını dudağına ve dilini damağına yapıştırmak suretiyle olandır. Kalbin hakikati o duygu ve anlayış merkezi olmaktır ki, her tarafa yönelir, dünyayı ve dünya işlerini hep o düşünür ve göz açıp kapayıncaya kadar yerleri, gökleri ve bütün alemleri dolaşır, işte onu bütün fikirlerden caydırıp, tiksindirip, yürek dediğimiz maddî et parçasına döndürmek ve zikirle bağlamak lazımdır. O türlü ki, Tevhid Kelimesindeki (lâ) hecesini yukarıya çekip (ilahe) lafzını sağ tarafına atarak (illallah) kelimesini şiddet ve kuvvetle kalbe indirerek, yükleyerek. . öyle ki; zikrin harareti bütün vücuda yayılmış hissetmeli ve o hararet içinde erimeli. . Tevhit kelimesinin nefy tâbir olunan «lâ ilâhe» kısmında, mürid, kendi vücudiyle beraber mutlak bir yokluğa dalacak, ispat kısmında «illallah» ise varlığı yalnız Allah'a tahsis edecektir. Mürid bütün zamanını bu zikre bağlayacak ve hiç bir faaliyet kalbin atışı gibi onu bu zikrinden alıkoyamayacaktır. Nihayet zikr kalbin zarurî sıfatı haline gelecektir.

Kalb, üç köşeli bir et parçası şeklindedir ki, sol memenin altındadır ve insan hakikatinin toplu merkezidir. Bu et parçası öyle bir kelimedir ki, toplu hakikat onun manasıdır. Toplu insan hakikati de öyle bir özdür ki, bütün kainat onun mufassal ifadesidir. Her yemişin çekirdeğinde kendi ağacı öz halinde bulunduğu gibi, kalpte de bütün kainat özleştirilmiştir. Hasılı, kalb, bütün mevcutların hülasa halinde nüshası ve sonsuz sırların toplanma noktasıdır. Kalbe yol bulan murada erer, ona yol bulmak da gönül ehlinin hizmetine erişmekle olur. O zaman müride öyle bir keyfiyet yüz gösterir ki, eşya ve hadiselerin dedikodusundan kurtulup can ve gönül sohbetine ve Allah bilgisine erer. Hiç bir zahmet ve meşakkat çekmeksizin de Allah'tan gayri ne varsa onlardan el çeker. Eşyanın terkindeki hikmeti, hürriyeti, zikr hakikatini mürid o zaman anlar.

BAZ-I KEŞT:

Zikirde ihtiyarsızca hatıra gelen, iyi ve kötü her fikri nefyetmek, kovmak.. Zikirde kalbin «Allahım, benim muradım sensin, senin rızandır; başka hiç bir şey değil!.» itminanına ermesi şarttır. Kalbde başka alakalara yer kaldıkça böyle bir itminan teşekkül edemez ve zikr halis olamaz. Başlangıçta bu itminana erilemese de yine zikri bırakmamak ve bu his elde edilinceye kadar zikre devam etmek gerekir.

Mevlana Aliyüddin diyor ki:

— Başlangıçta ilk zikir emrini aldığım zaman «Allahım, benim muradım sensin, senin rızandır; başka hiç bir şey değil!» fikrini benimsemedim, böyle bir iddiadan utandım. Zira bu iddiada sadık değildim. Yalan söylemiş olacaktım. Vaziyeti üstadıma anlattım. Dediler ki: «insan bu sözde sadık olmasa bile yalanını hakikat haline getirinceye kadar onda sabit olmalıdır.» Sonradan işin hakikatini anladım.

Tam doğruluk, işte, yalanı bile gerçeğe çevirmeğe bakan bu sebat ve ısrardadır.

NlGAH-I DAŞT

Bu, «havatır» ın, yani kalbe ânî olarak gelen yabancı ve nefyi gereken his ve fikirlerin murakabesidir. öyle ki, mürid, bin kere Allah'ın ismini andığı halde hatırına bir kere bile yabancı fikir gelmemelidir. Mevlana Sadeddin Kaşgarî Hazretleri bu bahiste buyurmuşlardır ki:

— Mürid, bir veya iki saat, hatta mümkün olduğu takdirde daha fazla zaman içinde kendisini «havâtır» dan korumalıdır.

Hoca Ubeydullah Hazretlerinin üstün halifelerinden Mevlana Kaasım buyurdular :

— Nigah-ı Daşt o dereceye erişmelidir ki, güneşin doğuşundan batışına kadar müridin gönlüne hiç bir yabancı şey uğramamalıdır. Öyle ki, insanda hayal kuvveti kendi kendini azletmiş hale gelmelidir.

Hakikat ehlince malumdur ki, hayal kuvvetim yarım saat için bile yok edebilmek son derece güç ve nadirlerin nadiri bir iştir. Ancak bazı yüksek velîlerin karı olabilir.

YAD-I DAŞT:

Her an ve mekanda, vicdan ve zevk yoluyla Allah'tan haberli olmak hal-i.. Bazıları bu hal-i kendinden geçmeksizin huzur şeklinde ifade etmişlerdir. Yine hakikat ehline göre bu hal, Hakkın, «şühud» aynasından müridi istilasından gelir.

Hoca Ubeydullah, Yâd-Kerd, Baz-Geşt, Nigâh Daşt ve Yad - Daşt ölçülerini şöyle hülasa ederler :

Yad-Kerd, zikirde tekellüf, mübalağayla ısrardan ibarettir. Baz-Geşt Allah'a dönüş ve adım her anışta Allah'ı murad ediniştir. Nigah-Daşt, dille söylemeksizin Allah'a dönüş halini muhafaza etmektir. Yad-Daşt ise Nigah-Daşt halini derinleştirmekten ve bilgiyle kullanmaktan ibaret..

VUKUF-U ZAMANİ :

Bu mesele üzerinde Şah-ı Nakşibend buyuruyorlar :

— Müridin bütün uğraşma ve didinmelerini neticeye bağlayan ve onu muradına eriştirmekte en büyük müessirlerden biri olan «Vukuf-u Zamanî», insanın her an kendi halini bilmesi halinin şükrü mü, özrü mü gerektirdiğini anlaması demektir.

Yakup Şerhî:

— Bahaeddini Nakşibend Hazretleri, bize,  kabz (sıkışma) halinde istiğfar; bast (genişleme) halinde de şükür ile emir buyurmuşlardır. işte bu iki hale dikkat ve riayet «Vukuf-u Zamanî» dir.

Hoca Hazretleri ;

— Müridin olanca kar binası, «Vukuf-u Zamanî» işinde saat üzerine kurulmuştur. Yani müridin halindeki nizam, vaktini muhafaza etmeğe bağlıdır. Ta ki, aldığı her nefes, huzur ile mi, gafletle mi geçmektedir, bilsin..

«Vukuf-u Zamanî» tasavvuf büyüklerince nefs murakabe ve muhasebesinden ibarettir. Hoca Hazretleri:

— Muhasebe, her geçen saatin huzur veya gaflet noktasından hesaplanmasıdır. Eğer vaziyette noksan varsa «Baz-ı Geşt» usulüne sarılıp amele yeniden başlanması lazımdır.

VUKUF-U ADEDİ:

Zikir sayısına dikkat ve riayet işi.. Hoca Bahaeddin-i Nakşibend Hazretleri, kalbi zikirde sayıya dikkat ve riayetin dağınık «havâtır» ı toplayıp sildiğine işaret ederler.

«Hacegan» yolunda «Vukuf-u Adedî», mücerret sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde kalbî zikri derinleştirmektir. Gerektir ki bir nefeste, 3, 5, 7 veya 21 kerre Allah ismi zikredilsin ve bu kemiyet ölçüleri mutlaka tek rakamlarla bitsin..

Hoca Alaeddin Attar Hazretleri :

— Dava kemiyette değil, keyfiyette çok zikirdir. Yani huzur ve şuurla çok zikir. . Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun. eseri has olmayınca boşuna yorgunluk demektir. Zikrin eseri, Tevhit Kelimesindeki nefy kısmında beşerî vücudun yokluğa karıştığına, ispat kısmında da ülûhiyet cezbelerinden bir tecclli göründüğüne delâlet eden hallerle meydana çıkar.

Şah-ı Nakşibend Hazretleri:

«Vukuf-u Adedî» denilen hassa, Ledün ilminin ilk mertebesidir.

Bu görüşten murad, başlangıçta bulunanlara ait tasarruf ve cezbe eserleri olmak gerektir.

Nitekim Alaeddin Attar, Hazretleri buyurdular :

— Öyle bir halet ve keyfiyet ki, yakınlık ve Ledün ilminin başlangıcı onda tecelli eder. «Vukuf-u Adedî» nin Ledün ilminde başlangıç noktası olduğu, Mutlak Bir'in aleminde belirmesi sırrından haber vermesiyledir. «Vahid»in, esasta, sayılara çekirdek teşkil etmesi gibi..

İki mısra :

Görünen çokluk sureti bir nümayişten ibarettir;

Tecellilerde hakikat «Bir» den başkası değil

Bir kıta :

Çokluk ayniyle birliktir;

Varlık «bir» dedir.

Her neyi iki görürsen sen,

Bil ki, o yine birdir.

Bir kıta :

Hakikat ehlinin mezhebince Bütün sayılar «bir» in içindedir. Zira sayılar ne kadar çoğalsa Hakikatleri yine birdir.

İşte Ledün ilminin ilk merhalesi olan «Vukuf-u adedî» böyle bir anlayışa ermektir.

Ledün ilmi öyle bir bilgidir ki, yakınlık ehline ancak Allah'ın talimiyle malum olur; akla bağlı deliller ve müşahedelerle değil… Nitekim Kur'an Hızır'ı Ledün ilmine malik olmakla över. Yakîn ilmiyle Ledün ilmi arasında fark şudur ki, yakîn ilmi, ilâhî zat ve sıfat nurunu idrakten ibaretken, Ledün ilmi, Allah'tan ilham yoluy ile manaları kavramak işidir.

VUK'UF-U KALBİ:

îki manalı: Biri, zikir edicinin her an Allah'ı bilmesi.. Bu, «Yad Daşt» nev'inden bir iş.. Bu hususta Hoca übeydullah Hazretleri buyururlar ki:

— «Vukuf-u Kalbî» Allah'tan agah olmakta bir gönül halidir. öyle ki, gönülde, Allah'tan gayri hiç bir şey olmayacak..

Yine Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Zikirde zikredilenden âgâh ve gönlü ona inhisar ettirmek. . Bu âgâhlığa, görüş, eriş, vücut ve «Vukuf-u Kalbî» derler.

İkinci mana :

Zikredicinin gönüle yönelmesi. . Mecaz yoluyle gönül dedikleri, ucu sivri ve kenarları yuvarlak müselles şeklindeki et parçasına.. O et parçası sol memenin altındadır ve bütün dikkatin üzerinde toplanacağı noktadır. «Vukuf-u Kalbî» den murat da o et parçasının zikirden asla gafil olmayarak onun harareti içinde erimesidir. Şah-ı Nakşibend Hazretleri, «Vukuf-u Kalbî» ye ait bu iki noktayı lazım ve mühim tutmuşlardır.

Bir ayet gereğince, Allah her yerde hazırken nasıl Kabeye dönülerek ona el açılıyorsa, can ve gönül kabesi kalbe yönelmek suretiyle yol bulunuyor ve onsuz olmuyor. Zira insan, içinde bulunduğu taayyün suretleri ve hayvanî ruhu bakımından istikametlerin zindanında mahpustur. Ama, yine aynı insan, öz hakikatiyle cihet ve istikametlerin dışındadır. Bu bakımdan cihet ve istikametin esiri, cihetsizliği yine cihette aramak zorunda kalıyor.' Ve yine bu bakımdan mecaz, yoluyle gönül denilen et parçası da ruh hakikatinin nişanesi ve bir nevi cihet tayini noktası oluyor. Hakikate yol için bu mecaz noktasına yönelmek ve Ledün ilminin anahtarını onda bulmak lazımdır.

Hoca Abdülhalik Hazretleri, bekâ alemine intikalleri yaklaşınca yakınlarından dört kimseyi davet ve irşad makamına liyakatle tebşir etmişlerdir.

HOCA AHMED SIDDÎK :

Hoca Abdülhalik Hazretlerinin ilk halifeleri.. Buharadah.. Hoca Hazretlerinin vefatlarından sonra makamlarına geçiyorlar ve kendi vefatları da yaklaşınca, bütün bağlıları, Hoca Evliya-yı Kebîr ve Arif Reyvegerî Hazretlerine ısmarlıyorlar. Bunlar, ana kolun baş kutuplarıdır.

Hoca Ahmed'in kabirleri, Buhara'dan üç fersah mesafede bir köydedir.

EVLlYA-YI KEBÎR:

Hoca Abdülhalik Gucdevânî Hazretlerinin ikinci halifesi.. O da Buhara'dan..

Başlangıçta, Buhara âlimlerinden birinin zahirî plânda ders­lerine devam ederken, çarşıda, nuranî bir zata tesadüf ediyor. Bu, Hoca Abdülhalik Gucdevânî Hazretleridir. Bir bakışta hoca-va tutuluyor ve peşi sıra gitmeğe başlıyor. Hoca bir dükkândan bir parça et satın alıyor. Tutkun genç hemen büyük Velî'nin ya­nına sokulup hizmet arzediyor :

— Müsaade buyurur musunuz, elinizdeki et paketini evini­ze kadar ben taşıyayım ? Hoca bu aşk dolu gence bakıyor, kimbilir onda neler görü­yor ve hemen razı oluyor :

— Peki oğlum, al bu paketi ve eve kadar benimle gel! Evinin kapısında Abdülhalik Hazretlerinin mukabelesi:

— Teşekkür ederim; şimdi bir saat sonra gel de beraber ye­mek yiyelim! Bir saat sonra buluşup sofraya oturdukları zaman, Evliya-yı Kebîr Hazretleri, dışından tahsiline çalıştığı ilim bakımından kendisini sıfır buluyor, yüreğinin Hoca Abdülhalik Gucdevânî elin­de yoğurulmaya, bütün varlığının ona doğru akmaya başladığım hissediyor ve mürşidine kapılanıyor. Artık zahir plânında kendi­sine ders veren hocadan sıyrılmıştır. Fakat o hoca, talebesini tarikatten döndürmek için elinden geleni ardına koymamakta. . Es­ki talebesi hakkında da söylemediğini bırakmamakta. . Buna kar­şılık Hoca Evliya susmakta, asla karşılık vermemekte. . Bir gece Evliya-yı Kebîr Hazretleri, mahut Hoca'nın şenî bir fiil işlediğine dair bir rüya görüyor. Aynı gecenin sabahı ho­ca, onun huzurunda.. Büyük velîyi yüzüne karşı kötülemekle meşgul.. Hoca Evliya dudaklarında zarif bir tebessüm, adama dönü­yor :

— Ey üstad geçinen adam! Gece filân şenî fiilî işlersin, gün­düz de utanmadan karşımıza geçip bizi Hak yolundan döndürmeğe yeltenirsin! Hoca, bu açık keramet karşısında Evliya-yı Kebîr'in ayaklarına kapanırcasına ona el uzatıyor, tevbe ediyor, Abdülhalik Gucdevânî Hazretlerinin kısa zamanda Evliya-yı Kebîr üzerindeki eserini görüp aynı yola giriyor ve eriyor. Evliya-yı Kebîr Hazretleri, Buhara pazarında Sarraflar Mes­cidi denilen yerde kırk gün, kırk gece bir çile çıkarmışlar. . Bu çile esnasında murakabeleri o kadar derin olmuş ki, gönüllerine tek bir yabancı his (havâtır) düşmemiş. . Hoca Ubeydullah Hazretleri, Hoca Evliya'nın bu çilesini fevkalâde büyük görürler, be­ğenirler ve taaccüplerinden parmaklarını ısırırlardı. Derlerdi ki :

— «Hâcegân» yoluna girenler az zamanda öyle bir mertebe­ye erişirler ki duydukları her ses kulaklarına zikir gelir ve zikir­den başka hiç bir şey işitmezler. Hoca Evliya'nın çilesini de, ha­tıra hiç bir şey gelmediği değil, gelenlerin kendi bâtınına asla zahmet vermediği şeklinde anlamak lâzımdır. Bir ırmağın üzerin­deki çerçöp nasıl suyun cereyanına engel olamazsa öyle. . Yine Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyor :

— Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin en ileri bağlılarından Alâeddin Attâr Hazretlerine sormuşlar : Sizin gönlünüz, ona hiç bir yabancı his düşmeyecek kıvamda mıdır? Alâeddin Attâr cevap vermiş : Yok, yok, düştüğü olur; ama kalmaz, gider. «Havâtır»a kökünden mâni olmak imkânsızdır. Yirmi yıl nefyettiğim bu fi­kir, bunca emek ve gayretten sonra birdenbire yine zuhur etti, fakat karar kılamadı. «Havâtır»ı karşılamak zor iştir. Hattâ bazıları onlara hiç bir itibar gösterilmeyeceği kanaatindedir. Şu var ki, onların ruha yerleşmesine göz yummamak lâzımdır. Vefatlarına yakın kendilerine dört halife seçtiler. Mübarek kabirleri, Buhara taraflarında Hâkrîz isimli hisa­rın Ayyâr burcu yanında..

HOCA DEHKAN KILLETÎ

Hoca Evliya'nın dört halifesinden ilki. . Hocanın vefatından sonra irşâd makamına geçtiler, öbür halife ve müridler kendisine bağlandılar. Kabirleri, Buhara'nın Şimalinde, şehirden iki fersah mesafede Kıllet isimli köyde. .

HOCA ZEKİ HUDABADİ

Buhara'nın beş fersah uzaklığında Hudâbâd köyünden.. Kabri de orada. . ikinci halife..

HOCA SOKMÂNİ

Üçüncü halife..

Kabri Evliya-yı Kebîr Hazretlerininki ile yanyana. .

HOCA GARİB

Hoca Evliya'nın oğlu ve dördüncü halifesi.. Meşhur Şeyh Necmeddin Kübrâ, onun üstün bağlılarından.. Şeyh Seyfüddin Baharzî de bağlılar halkasından. .

Şeyh Seyfüddin, Hoca Garib hakkında sorduğu bir suale bir başka şeyhten şu cevabı alıyor :

— Tam erdir ve nisbeti cezbe ile ziynetlenmiştir. Bu cevabı veren şeyh devam ediyor:

— Ben hayatım boyunca nice velî   ve gönül ehliyle görüş­tüm. 'Hoca Garib derecesinde hiç bir kimse görmedim. Hoca Garib de dört halife bıraktı.

HOCA EVLiYA-YI PÂRİSÂ

Hoca Garib'in birinci halifesi.. Buhara taraflarında Harmentehî isimli köyden.. İsim ve cismi kalmamış bir yer.. Def­nedildiği yer de orası..

HOCA HASAN SAVERÎ

Halifelerin ikincisi.. Şu dakikada hiç bir izi bulunmayan Sâver adlı köyden.. Toprağı da orada..

HOCA EVKETMAN

Hoca Garib'in üçüncü halifesi.. Kabri Buharada

HOCA EVLİYA-YI GARİBİ

Hoca Garib'in dördüncü halifesi

HOCA SÜLEYMAN KERMİNl :

Hoca Abdülhâlik Gucdevânî halifelerinden sanıldığı kadar Hoca Evliya halifelerinden de olması ihtimali dairesinde görüleni ve her iki büyük zat ile görüşmüş bulunduğuna hükmedilen Al­lah dostu..

Ona sormuşlar:

—« Muhlisler büyük tehlike üzerindedir» mealindeki hadis­te, korku ifade edici tehlike nedir ? Cevap :

— Muhlislik makamına korku lâzımdır. Bu hâl o makamın yüksekliğine işarettir. Güneş en fazla kendisine yakın olana tesir eder.

Âşığın, sevdiğine yakınlığı arttıkça korkusu da artar. Kur'ânda Allah dostlarının korku ve hüzünden uzak olduklarına dair âyet mutlak hakikati belirttiği halde velîler cephesinden hiçbir zaman korku kalkmaz. Onlar korku ve tehlikeyi kendilerine sıfat edinmişlerdir.

Kabri, Buhara'ya on iki fersah mesafede Kermine isimli köyde..

HOCA MEHMED ŞAH BUHARI

Hoca Mehmed Süleyman'ın ilk halifesi ve irşâd makamını teslim ettiği sadık bağlısı. .

ŞEYH SADEDDlN GUCDEVANİ

Hoca Süleyman'ın ikinci halifesi.. Hoca Mehmed Sah Buharî'den sonra irşâd makamına geçer.

HOCA EBU SAÎD

Hoca Süleyman bağlılarının ulularından ve makbul halifele­rinden. . «Meslek-ül Ârifîn» isimli eserin müellifi Şeyh Mehmed Buharî'nin bağlı olduğu mürşid. . Kitapta kayıtlı olduğuna göre Hoca Süleyman Hazretleri, vefatına yakın, müridleri arasından hilâfete Ebu Said'i seçmiş ve Hoca Ebu Said, kendisinden sonra nice yıllar irşâd makamını nurlandırmıştır.

Ebu Said'e sordular :

— Nefyine çalışılan «havâtır» dan bir şeyin nefsanî mi. şey­tanî mi olduğu nasıl anlaşılır ?

Cevap verdi:

— Eğer o şey, nefyedildikten sonra yine aynı şekilde ve aynı kılıkta geri dönerse nefsanîdir. Zira aynı nokta üzerinde ayak diremek nefsin sıfatıdır. Nefs bir şeyi, muradına erinceye kadar ısrarla ister. Yok, eğer o nefyedilen şey, şekil ve kılık değiştire­rek gelirse şeytanîdir. Çünkü şeytanın muradı iğvadır ve o, mu­radına erinceye kadar kılıktan kılığa girmek âdetindedir.

Ebu Said'e sordular :

— Tarikatten söz etmek kimin hakkıdır ? Cevap verdi:

— O adamın hakkıdır ki, zahirini bütün yeryüzü halkına gösterseler hiç bir ayıp, bâtınım da bütün gökyüzü halkına açık­lasalar hiç bir eksiklik bulunamaz..

HOCA ARİF REYVEGERİ

Hoca Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin dördüncü halife­si ve ana kolun yürütücüsü. . Doğdukları ve öldükleri yer, Reyveger. . Buhara'dan altı fersah mesafede bir köy..

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin silsileleri, Hoca Abdülhâlik halifelerinden Hoca Arif Reyvegerî'ye bağlanır. Bu bakımdan kendilerini Altın Silsilesinin ana halkalarından biri ka­bul edebiliriz.

HOCA MAHMUD ENCİR FAGNEVİ

Hoca Arif bağlılarının en kemâllisi ve üstünü. . Hoca Ârif Hazretlerinin mensupları arasında hilâfet ve irşâd makamına li­yakatle mümtaz olmuştur. Doğdukları yer olan Fagnî, Buhara'dan üç fersah uzaklıkta büyükçe bir bucak..

Geçimini dülgerlikle sağlardı.

Açık zikir kendileri tarafından ve Hoca Arif Hazretlerinin ölüm hastalıkları sırasında tatbik edilmiştir. Hoca Arif

— Bu, bize işaret edilen vakittir!

Demişlerdir.

Hoca Mahmud Hazretlerine soruyorlar :

— Açık zikri ne niyetle ediyorsunuz?

— Uyuyanlar uyansın, gafiller işitsin ve Hak yoluna, şeriat ve tarikat hedefine yönelsinler diye. .

Bu cevabı beğenen Mevlânâ Hafüzuddin :

— Niyetiniz dürüsttür ve bu hal size helâldir.

Karşılığını veriyor.

Açık zikre bir sınır çizmesi istenince Hoca Mahmud :

— Açık zikir, diyor; o kimseye yaraşır ki, dili yalan ve gıy­betten, boğazı haram ve şüpheden, gönlü riya ve eğlenceden ve sırrı Haktan gayrı şeylerle uğraşmadan mahfuz olsun.

Hoca Mahmud'un ileri müridlerinden ve ana yolun kol ba­şçılarından Ali Ramitenî Hazretleri anlatıyor :

— Bir derviş Hoca Mahmud zamanında Hızır'ı gördü ve sor­du : Bu zamanda, eteğine yapışılacak, doğruluk caddesi üzerinde sabit mürşid kimdir? Hızır cevap verdi : Hoca Mahmud Encir Fagnevî'dir.

Hoca Ali Ramiteni bağlıları ise bu nakildeki dervişin bizzat Hoca Ali olduğunu fakat Hızır'ı görmüş olmak iddiasından kaçın­dığı için böyle dediğini söylediler.

Bir gün Hoca Ali, Hoca Mahmud'un bağlılariyle, Ramiten'de zikirle meşgul olurken başı üstünden bir ak kuş geçiyor ve açık dille :

— Yâ Ali, diyor; erliği elden bırakma! Merd ol! Kuşun ga­gasından dökülen bu açık kelimeler halkada bulunanlara öylesi­ne dokunuyor ki, kendilerinden geçiyorlar. Akılları başlarına ge­lince de soruyorlar :

— Bu ne halettir ? Şu cevabı alıyorlar :

— Hoca Mahmut Hazretleridir o kuş. . Allah ona öyle bir keramet vermiştir ki, Musa Peygamberle nice bin kelime söyleş­tiği makamda uçurur onu..

Şimdi Hoca Evliya-yı Kebîr'in halifesi Hoca Dehkan ölüm halinde bulunduğu için kendisini ziyarete ve hatırını sormaya gidiyorlar. Zira Hoca Dehkan Allah'tan dilemişti ki, ölümüne ya­kın, dostlarından birini kendisine göndersin ve o dost göçeceği zaman elinden tutsun..

HOCA EMİR HÜSEYİN

Hoca Mahmut halifelerinin ilki..

HOCA ALİ ERGUNDANİ

Hoca Mahmud'un halifesi.. Buhara'dan beş fersah mesafede Ergundan köyünden.

HOCA ALİ RAMİTENİ:

Hoca Mahmud Encir Fagnevî Hazretlerinin ikinci halifesi, fakat Ana Silsilenin yürütücüsü ye kol başısı. . Hacegân Silsile­sinde lâkapları «Azizan» dır. Büyük kutup..

Hoca Mahmud, vefatı yaklaşınca, hilâfeti, öbür halifelere rağmen Azizan Hazretlerine verdiler ve bütün bağlılarını ona ıs­marladılar. Şah-ı Nakşibend Hazretlerine yol veren nispet kendi­sinde düğümlenir. Yüksek makam ve büyük keramet sahibi..

Kumaş dokuyucusu..

Oğlu meşhur Mevlâna Abdurrahman Câmi, «Nefahat» isim­li maruf kitabında Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin «Dokumacı Nessac» sıfatiyle Hoca Ali'den bahsettiğini kaydeder.

Buhara civarında, şehre iki fersah uzaklıkta Ramiten dedikle­ri büyük bir kasabadan.. Kabri Harizem'de..

Şeyh Rükneddin Alâüddevle Semnanî kendileriyle çağdaş.. Aralarında mektuplaşmalar ve haberleşmeler cereyan etmiş.. Bir gün Şeyh Rükneddin Hoca Hazretlerine bir derviş göndere­rek üç mesele hakkında sual soruyor :

Birincisi:

— Siz ve biz halka hizmette kusur etmemeye dikkat ederiz. Siz yedirip içirmekte fazla külfete girmezsiniz. Olanı verir, yedirir ve içirirsiniz. Bizse ikramda külfet gösteririz. Daima fazlasına bakar ve mübalâğaya kaçarız. Halbuki halk sizden razı ve bizden şikâyetçidir. Sebebi ne olabilir ?

Cevap :

- Minnet karşılığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenlerse azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz; o za­man şikâyetçiniz olmaz.

İkincisi:

— İşittik ki, sizin terbiyeniz Hızır'danmış.. Bu nasıl iştir?

Cevap :

— Allah'ın kullan arasında öyle âşıklar vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.

Üçüncüsü:

— İşittik ki, siz gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktası­nız. Bu nasıl olur ? Cevap:

— Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgul imişsiniz. Ma­dem ki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil.. Gizli zikirden murat hiç bir şey bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meş­hur olmuşsunuz, ha açık zikirle.. İkisi de müsavi.. Hattâ deni­lebilir ki, gizli zikirle meşhur olmak riyaya daha yakın bir iştir.

Açık zikir bahsinde bir din büyüğüne verdiği cevap :

— Ölmek üzere bir adama Tevhid Kelimesini yüksek sesle telkin etmeği emreden hadis bütün din âlimlerince malûmdur. Dervişlerin her nefesi son nefes sayılabileceğine göre bizim açık zikrimizde bu hikmeti aramak lâzımdır.

Yine bir din büyüğü ona soruyor:

— «Allah'ı çok çok zikrediniz!» emrinin belirttiği zikir, lisan zikri midir, gönül zikri mi?

Verdiği cevap:

— Başta olan dil, sonda olan gönül zikridir. Başta olan, tekellüf ve zahmetle canından sarfeder; fakat sonda olan, zikir gön­lüne işlediği için bütün uzuvları ve zerreleriyle denizin hakika­tine ve çok zikretmek sırrına erişmiştir. Böylesinin bir günlük kârı, başkalarının bir yıllık kazancına eşittir.

* Buyurdular :

— «Allah bir gecede mü'min kulunun gönlüne 360 kere nazar eder» dediklerinin mânası şudur ki, kalbin vücuda 360 pen­ceresi vardır; kalbe giren 360 damarın açtığı pencereler. . Gönül zikirle kaynayınca Allah'ın hâs nazarı ona yönelir ve doğan feyiz bu 360 koldan bütün vücuda yayılır. Böyle olunca da her uzuv, kendi haline göre ibadetini eder ve onlardan gelen ibadet nuru kalbe öyle bir feyz eriştirir ki, rahmet nazarı işte budur.

*

Azizan Hazretlerinden sormuşlar :

— İman nedir ?

— Özlemek ve ulaşmak..

* Buyurdular :

— «Allah'a tövbe ediniz!» mealindeki âyette hem işaret, hem cesaret vardır, işaret tövbeyedir, beşaret te kabul edileceğine. . Kabul edilmeseydi emrolunmazdı.

*

Buyurdular:

— Amele bağlanmak, onu yerine getirmek lâzım. . Yerine getirilince de yapılmadı farzetmek lâzım. . Kendini kusurlu bilmek ve amele tekrar başlamak lâzım.

*

Buyurdular:

— İki halde kendinizi sakının : Söz söylerken ve yemek yer­ken..

*

Buyurdular :

— Bir gün Hızır, Hoca Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin huzuruna gelmişti. Hoca Hazretleri evlerinden iki arpa ekmeği getirtip Hızır'a takdim ettiler. Hızır yemedi. Hoca, yemelerini, ekmeğin helâl kazanıldığını söyledi. Hızır şu cevabı verdi: Evet, bu ekmek helâl; fakat hamurunu yoğuran taharetsiz. . Yiyemeyiz!

*

Buyurdular:

— Halkı Hakk’a davet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi nasıl uğraştığı hayvanın huyum ve istidadını bilip te ona göre davranırsa o da öyle. .

*

Buyurdular :

— Eğer Mansur Hallac, Hoca Abdülhâlik müridlerinden bi­rine rastlasaydı, gereken makam terbiyesini alır, daha ileri dere­ceye atlar ve asılmaktan kurtulurdu.

*

Buyurdular :

— Müride, gayeye ulaşmak için çok riyazet ve meşakkat ge­rek . . Fakat bir yol vardır ki ruhu doğru edicidir. O da, kalbin Allah'a vermiş olanların gönlünü kazanmak. . Zira onların kalb Allah'ın nazar noktasıdır.

*

Buyurdular :

— Duanızı öyle bir delil vasıtasiyle edin ki, onunla günah işlemiş olmayasınız! Delil, Allah dostudur. Onlara tevazu ve sevgi gösterin ki, sizin için dua etsinler.

Kendilerine, âşıkların bir demde iki bayram ettiklerine dair bir mısra okunuyor.

Şu cevabı veriyorlar :

— Âşık bir demde üç bayram eder. Zira Allah'ı her anışın­da, Allah tarafından hem anmaya davet, hem de kabul edilmek gibi ayrıca iki bayram ve saadet işareti vardır.

*

Şeyh Rükneddin, Azizan Hazretlerine soruyor :

— Ezel gününde ilâhî hitab vâki olunca ruhlardan bir kıs­mı «evet!» diye cevap verdiler. Ebed günündeyse ilâhî hitaba kimse cevap vermez. Sebep nedir?

Karşılık verdiler :

— Ezel günü şeriat teklifinin konulduğu gündür. Şeriatte söz vardır. Ama ebed günü teklifin kaldırıldığı gündür ve onda söz yoktur. Bu yüzden cevabı yine Allah verir,

«Vâhid» ve «Kahhar» olduğunu bildirir.

*

Şiirlerinden :

Nefs kuşu bedene bağlıdır;

Onu koru ki, arkadaşındır.

Bağını çözme, uçurursun,

Uçunca da artık tutamazsın.

*

Hoca Ahmed Yesevî bahsinde anlatılan Seyyid Ata, Hoca Azizan Hazretleriyle çağdaş.. Arada bir buluşurlar ve halleşirlermiş.. Bir gün Seyyid Ata tarafından Azizan Hazretlerine kar­şı edep dışı bir tavır gösterilmiş.. O sırada Asya içlerinden gelen çapulcu alayları şehri yağma etmişler ve Seyyid Ata'nın bir oğ­lunu esir alıp gitmişler.. Seyyid Ata, başına gelen bu felâketi, Azizan Hazretlerine karşı işlediği suç yüzünden bilmiş. . Özür dilemek ve bağışlanmasını sağlamak için bir ziyafet tertiplemiş ve ona Azizan Hazretlerini davet etmiş.. Azizan Hazretleri Seyyid Ata'nın muradını anlayıp ziyafette hazır bulunmuşlar.. Şehrin en büyük din adamlarının ve şahsiyetlerinin hazır bulunduğu sofrada, Azizan Hazretleri, üzerlerinde muazzam bir cezbe ve tasarruf hâli, ellerini yemeğe doğru götürüp şöyle demişler :

— Seyyid Ata'nın esir oğlu şu kapıdan girip sofraya oturmadıkça ve yemeğimize katılmadıkça, Ali, elini yemeğe sürmez!

Ve eli öylece kalmış. . Herkes dehşet içinde. .

Şeyh ise, gözleri yemekte, kendinden geçmiş, müthiş bir heybet edasında..

Kapı açılıyor ve esir çocuk koşarak içeriye giriyor. Dehşet son haddinde.. Çocuk :

— Nasıl gelebildin ? Sualine şu cevabı veriyor :

— Hiç bir şeyin farkında değilim. Beni bir takım vahşi çapulcular esir edip sımsıkı bağladıkları halde memleketlerine götürdüler. Günlerce yol aldık, İşte birdenbire kendimi aranızda ve yurdumda görüyorum.

Herkes, Azizan Hazretlerinin ayağına kapanmış, bu muazzam keramet karşısında teslim olma vaziyetinde..

*

Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok. . Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var..

Genç :

— Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz.

Diyor.

Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle mi­safir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan gen­ci çağırtıp :

— Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dile­diğini verse gerektir.

Genç :

— Aynen senin gibi olmak isterim.     Diyor.

— Bu çok güç bir şey. . Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin!

Cevabını veriyor Azizan Hazretleri Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor :

— Benim âlemde tek muradım, bu. Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak.. Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!

— Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun! Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalbleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem bâtında Azizan hazretlerinin aynı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40 ıncı gün genç, altına girdiği yükün ağırlığından beka âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedî saadete erişmiştir.

Azizan Hazretleri gaiplerden aldıkları işaret üzerine Hârizem illerine göç ediyorlar. Şehrin kapısına gelince içeriye girmeyip Harizem Şaha iki derviş gönderiyorlar ve şöyle tenbih ediyorlar :

— Gidin ve Şaha deyin ki, fakir bir dokumacı kapınıza gelmiştir. Şehrinizde oturmak ister. Eğer izniniz olursa girecek, olmazsa dönecektir. Ayniyle bu sözleri söyleyin ve izin verildiği takdirde Şahın elinden bir de mühürlü vesika alın!

Dervişler saraya gidip vaziyeti arzediyorlar. Bu istek Şahın tuhafına gidiyor. Sadece alay olsun diye istenilen mühürlü kâğı di yazdırıp dervişlere veriyor. Dervişler kağıdı şeyhlerine teslim ediyorlar, o da şehrin kuytu bir köşesinde bir ev tutup oraya yerleşiyorlar. Her sabah ırgat pazarına gidip oradan birkaç amele tutuyorlar ve onlara :

— Şimdi abdest alın ve ikindi vaktine kadar bizim sohbetimizde bulunun! Sonra da ücretinizi alıp yerinize dönün!

Emrini veriyorlar.

Bu işi ganimet bilen ırgatlar hemen Şeyh Hazretlerinin etrafında halka oluyor, fakat halkaya bir giren bir daha çıkamıyor Hâdise şehre yayılıyor ve Azizan Hazretlerinin halkası o kadar genişliyor ki, oturdukları eve sığamaz oluyor. Çok geçmeden bütün Harizem Azizan Hazretlerinin kapısında. . Herkes onun eteğine yapışabilmek için birbirini çiğniyor.

Şahın kulağına fıslıyorlar :

— Şehirde bir şeyh peydahlandı. Bütün şehir onun arkasın da ve izinde. . Böyle giderse bağlıları o kadar çoğalacak ki, onun nüfuzu önünde sizin saltanat nüfuzunuz sıfıra inecek. . Çaresini bakmak lâzım bu işin. .

Şah, Azizan Hazretlerinin şehirden çıkmasını ferman ediyor O zaman büyük mürşid Şaha şu cevabı gönderiyor :

— Biz, koynumuzda, şehre girebileceğimize ve orada yerleşebileceğimize dair mühürlü bir ferman taşıyoruz. Eğer Şah, kendi izinlerini ve mühürlerini inkâr ederlerse çıkıp gitmeğe razıyız

O zaman padişah işi anlıyor ve bizzat verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmüyor. Hattâ bununla da kalmayıp Hoca Hazretlerinin sohbetine gidiyor; ve gidiş o gidiş, bir anda Azizan Hazretlerinin en tutkun bağlılarından oluyor.

*

Azizan Hazretlerinin ömrü 130 una varmış,. Hoca Hard ve İbrahim isimli iki oğulları var. .

HOCA HARD :

Azizan Hazretlerinin büyük oğlu. . Adı Muhammed. . Hard, lakabı..  Pederinin hayatında ömrü 80'e ermiş.,  ilim ve bâtını mertebe sahibi..

HOCA İBRAHİM :

Azizan Hazretlerinin küçük oğlu.. Babasından irşada ve is­tidatlıları terbiyeye, yani hilâfet makamına memur edilen evlât.. Azizan Hazretleri, vefatlarına yakın bu vazifeyi küçük oğluna lâ­yık görürken bağlılar arasında bir söz dolaşıyor :

— Hoca Hard, zahir bâtın ilminde eksik değil, ve büyük evlâd iken niçin bu vazife kendisine verilmiyor da küçüğüne uygun görülüyor?

Azizan Hazretleri, kalblerdeki bu ukdeyi keşfedip buyuru­yor :

— Çünkü Hoca Hard bizim arkamızdan tez zamanda öbür dünyaya göç edecektir!

Nitekim Hoca Hard, babasının vefatından 19 gün sonra onu takip ediyor.

Baba ve oğulların vefat tarihleri:

Azizan Hazretleri, hicretin 715 inci senesi Zilka'de ayının 28 inci perşembe günü..

Hoca Hard, hicretin 715 inci senesi Zilhicce ayının 17 inci perşembe günü

Hoca İbrahim, hicretin 793 üncü yılı..

Hoca Azizan Hazretlerinin, Hoca İbrahim'den sonra dört ha­lifeleri daha olup her birinin adı Mehmed'tir ve her biri yüksek kemâl sahibidir.

HOCA MEHMED KÜLAHDUZ :

Azizan Hazretlerinin yüksek halifelerinden.. Kabirleri Harizem'de

HOCA MEHMED HALLAÇ BELHİ :

Azizan Hazretlerinin seçkin halifelerinden. . Kabirleri Belh'te..

HOCA MEHMED YAVERDİ :

Azizan Hazretlerinin ileri halifelerinden. . Kabirleri Harizem'de. .

HOCA MEHMED BABA SEMMASÎ

Azizan Hazretlerinin en üstün halifesi ve Altın Silsilenin kol başı makamında ana halkalarından biri.. Ramiten civarında Semmâs isimli köyden. . Ramiten'den uzaklığı bir fersah, Buhara'dan 3 fersah. . Kabirleri de orada. .

Azizan Hazretleri, vefatlarına yakın, kendilerine başlıca ha­lef ve irşâd makamına ehil olarak Hoca Mehmed Semmâsî'yi se­çiyorlar ve bütün bağlılarına ona tâbi olmalarını emrediyorlar.

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerini oğulluğa kabul eden odur.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri henüz dünyaya gelmişken Ho­ca Mehmed Baba Semmâsî, Hindevan Köşkü isimli köyün yanın­dan geçmektedir. Gözlerini Şâh-ı Nakşibendin evine dikip buyu­ruyorlar :

— Bu topraktan misilsiz bir er kokusu geliyor. Hindevan Köşkü, pek yakında Ariflerin Kasrı «Kasr-ı Arifan» olacak. . Sa­nırım ki, çocuk doğdu. Gidip ziyaret edelim!

Gerçekten bu sözler söylenirken velîler velîsi Bahaeddin Nakşibend Hazretleri dünyaya geleli üç gün olmuştur. Eve gidip çocuğu görmek istiyorlar. Çocuğun dedesi, torununu göğsüne alıp Hoca Mehmed Baba Semmâsî'ye gösteriyor. Semmâsî Hazretleri, dalgın nazarları nur saçan çocukta, fısıldıyor :

— Bu benim oğlumdur. Biz onu çoktan oğulluğa kabul ettik!

Ve müridlerine dönüp ilâve ediyor :

— Bu, mübarek kokusunu çoktan beri aldığımız er. . Bu ço­cuk, çok geçmeden zamanın büyük kutbu ve aşk ehlinin kurtarı­cı rehberi olacak. .

Ve müridleri içinde, bilhassa halifelik makamına namzet Seyyid Emir Külâl Hazretlerine hitap ediyorlar:

— Oğlum Bahaeddin üzerinde şefkat, muhabbet ve terbiye vazifeni zerrece esirgeme! Esirgeyecek olursan sana hiç bir hak­kımı helâl etmem!

Emir Külâl Hazretleri cevap veriyor :

— Eğer en küçük ihmal gösterirsem merd değilim!

Bu menkıbenin daha geniş şekli Şâh-ı Nakşibend bahsinde görülecektir.

*

Hoca Ubeydullah Hazretlerinin nakillerinden öğrendiğimize göre Baba Hazretlerinin Semmâs köyünde küçük bir bağı var­mış .. Asmaları bazen kendi elleriyle budarlar ve bu işten zevk alırlarmış. . Her dal kesişlerinde ise bâtınî hâl yüzünden kendi­lerini kaybederler ve bıçağı ellerinden düşürürlermiş..

Hoca Mehmed Baba Semmâsî'nin dört halifeleri vardır ki, her biri irşâd ve terbiye yolunda birer kemâl örneğidir. Fakat aralarında Seyyid Emir Külâl en üstünü ve baş kılavuzlar zinci­rinin büyük halkalarından.

HOCA MUHAMMED SEMMASÎ

Hoca Mehmed Baba'nın oğlu ve halifesi..

HOCA SOFİ SUHARÎ

Mehmed Baba'nın halifelerinden.. Kabirleri, Buhara'ya iki fersah yolda SUHAR köyünde

MEVLANA DANIŞMEND ALİ

Hoca Mehmed Babanın ileri müridlerinden ve halifelerin­den

SEYYİD EMİR KÜLÂL

Hoca Mehmed Baba Semmâsî Hazretlerinin en üstün halife­si ve biraz evvel kaydettiğimiz gibi, Altın Silsilenin kol başların­dan olarak yürütücüsü. . Doğdukları ve toprağa verildikleri yer, SUHAR köyü. . Sanatları çömlekçilik. . Külâl ismi, çömlekçi mânasına oradan geliyor.

Valideleri anlatıyor :

— Emîr karnımdayken ne zaman şüpheli yemek yesem mi­de sancısına uğrardım. Bu hal birkaç kere kendisini gösterince anladım ki, her şey, karnımda taşıdığım çocuğun nuranîliği yü­zünden olmaktadır ve o, müstesna bir mahlûktur. Ondan sonra ağzıma aldığım her lokmada ihtiyata riayet eder oldum ve evlâ­dımı ümitle bekledim.

Seyyid Emîr Külâl delikanlılığında güreşe meraklıymış. Kendisinin güreşini seyretmek için de çok kişi toplanır ve müca­deleyi merakla takip edermiş. . Bir gün seyircilerden biri, kendi­sini şeriatten yana sayarak şöyle bir düşünceye dalmış :

— Peygamber neslinden gelen bir seyyid nasıl olup da gü­reş tutuyor ve bid'at sayılabilecek ciddiyetsiz bir işe kapılabili-yor?

O anda bu fikrin sahibini uyku basmış. . Adam rüyasında görmüş ki, kıyamet kopmakta ve kendisi bir çamurun içinde çır­pınmakta . . Bir de bakmış, Emîr Külâl Hazretleri, karşısında. . Keskin adaleli kollarını uzatıyor ve bir çekişte kendisini çamur­dan çekip çıkarıyor.

Adam uyanmış ve güreş esnasında Seyyid Emir Külâl'in ken­disine baktığını görmüş. . Seyyid Emîr Külâl uzaktan kendisine hitap etmiş :

— İşte biz güreşi, senin gibileri çamurdan çekip kurtarmak için tutuyoruz!

Yine bir gün, bu defa Hoca Mehmed Baba Semmâsî Hazret­leri, güreş meydanında. . Bir kenara çekilmişler, güreşçileri sey­rediyorlar. Yanlarındaki müridlerden birkaçı, bu hali garip bul­muşlar ve Hoca Hazretlerinin bu değersiz manzaraya nasıl olup da dikkat sarfettiklerini hayretle karşılamışlar. .  Hoca Hazretle­ri kalblerden geçen bu hisleri keşfetmiş ve şu cevabı vermiş :

— Bu dövüş meydanında bir er vardır ki, nice erler onun nazarı ve sohbeti bereketiyle kemale ulaşacaktır. Benim bakışım onadır. Onu avlamak muradındayım.

Ve uzaktan, derin derin, Seyyid Emir Külâl Hazretlerine nazar etmişler. . Emîr bu bakışı görmüş ve onun da gözleri Hoca Semmâsî Hazretlerinde, dona kalmış. . Emîr'in ciğerine işleyen bu nazarın arkasından, Hoca, müridleriyle beraber çekilip git­miş. . Fakat Seyyid Emîr Külâl, kalbini Mehmed Baba Semmâsî'ye kaptırmış vaziyette. . Kendisinde artık ne fikir, ne irade, ne arzu. . Güreşi bırakıp Hocanın arkasına düşmüş ve nefes nefese kapısını çalarak eteğine yapışmış

Halvet odasında tarikat tâlimi ve nisbet. . Ondan sonra Sey­yid Emîr Külâl'i çarşı, pazar ve güreş yerinde gören yoktur.

Seyyid Emîr Külâl, Hoca Mehmed Baba'nın terbiyesinde 20 yıl kalıyor ve bu zaman boyunca mürşidine can ve başla hizmet­ten geri kalmıyor. Haftada iki gün, Suhârî ile Semmâs arası 5 fer­sahlık mesafeyi yaya aşarak mürşidinin sohbetine koşuyor. Sey­yid Emîr Hazretleri «Hacegân» yolunda o türlü çalışıyor ki, kim­se onun hâlinden bir şey sezinleyemiyor ve o, tam bir gizlilik per­desi arkasında, kemâl merdiveninin son basamaklarına kadar yük­seliyor.

Yola ismini verecek kadar büyük kol başı Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin nisbeti Seyyid Emîr Külâl Hazretlerinedir.

Başta büyükler büyüğü Şâh-ı Nakşibend bulunmak üzere, Seyyid Emîr Külâl'in manevî mirasçıları, onun dört oğlu ile dört halifesidir.

EMİR BURHAN

Emîr Külâl Hazretlerinin büyük oğulları. .  Nice defa Emîr Külâl, oğlu hakkında :

— Bu çocuk bizim burhanımızdır, yani tarîkatte hüccetimizdir.

Buyurmuşlardır

Emîr Burhan, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin üstün bağlıla­rından olmuştur.

Bir gün Emîr Külâl, Şâh-ı Nakşibend'e şöyle demiş :

— Bir üstad, çırağını terbiye ederek kemâl derecesine eriştirse, ister ki, kendi eserini çırağında görsün ve çalışmalarının on­da yerleştiğine şahit olsun. . Ve eğer çırağında bir yanlışlık gö­rürse düzeltsin. . İşte oğlum Burhan!. Şimdiye kadar hiç bir ma­nevî terbiye görmemiştir. Onun terbiyesini üzerinize alın da ese­rini görüp itminan elde ettiğinize dair bana güven gelsin. .

Bu emir üzerine Şâh-ı Nakşibend, Emîr Burhan'ın bâtınına teveccüh edip murakabeye varıyor. Fakat edebe riayet ettiği için tasarrufunu kesik kesik devam ettiriyor ve arada bir duraklıyor. Emîr Külâl Hazretleri ihtar ediyorlar :

— Ara vermeden tasarruf etmekte devam et! Hiç durma!

Ve tasarruf bütün kuvvetiyle aralıksız devam edince Emîr Burhan birdenbire değişiyor, kendinden geçiyor ve manevî sar­hoşluğa düşüyor. Ve yolu açılıyor.

Emîr Burhan, son derece şiddetli cezbe ve manevî serhoşluk sahibiymiş ve mizacında yalnızlık, halktan uzaklaşma ve kimsey­le düşüp kalkmama duygusu hâkimmiş. . Onun iç âlemini ve hu­susî tavırlarını gören ve bilen olmazmış. . Manevî kuvveti o derecedeymiş ki, Hoca Hazretlerinin yakınlarından çoğunu yakar ve manevî libaslarını üzerlerinden düşürürmüş. .

Hoca Hazretlerinin bağlılarından Şeyh Nikrûz Buharı diyor ki:

— Emîr Burhan'a ne zaman rastlasak, halindeki şiddet yü­zünden bâtınımızı altüst eder, bomboş bırakır ve bizi perişanlığa uğratırdı. Bu halden Hoca Hazretlerine dert yanacak oldum. Ba­na «Emîr Burhan'dan şikâyete mi geldin?» dediler. «Evet!» diye cevap verdim. Şöyle cevap verdiler : «O sana yönelince sen de bana teveccüh et ve içinden, ben değilim, odur, de!» Bu tenbihten sonra Emîr Burhan'la karşılaştım. Âdeti icabı yine bana yö­neldi. Hoca Hazretlerinden aldığım emri ayniyle yerine getirdim, içimde bir kaynaşma başlar başlamaz Hoca Hazretlerine teveccüh ettim ve «Ben değilim, odur!» dedim. O anda Emîr Burhan'ın ha­li değişti ve kendinden geçerek yere yığıldı ve bir daha bana kar­şı tasarruf tecrübesine kalkışmadı.

Emîr Burhan anlatıyor :

— Kurban bayramıydı. Halk camiden çıkıyordu. Avluda yı­ğın yığın insan.. Herkes Hoca Hazretlerinin peşinden gidiyordu. Eteğine sokulmak, eline yapışmak isteyen isteyene. . Kendi ken­dime düşündüm : Ne güzel zamandı Hoca Hazretlerinin ilk zu­hurları vakti ki, feyz ve hal fışkırışı devriydi. Şimdi halkın çok­luğu kendilerini rahatsız ediyor ve bâtınlarını bunaltıyor. Bu fik­ri içimden geçirir geçirmez gördüm ki, Hoca Hazretleri durmuş, bana bakıyorlar; âdeta yanlarına gitmemi bekliyorlar. Yürüdüm, yanlarına varınca mübarek elleriyle yakamdan tutarak çektiler, îçimde öyle bir hâl oldu ki, ayakta durmaya mecalim kalmadı. Dediler : «Şimdi söyle, hâl ve feyz fışkın asıl bu demde mi, de­ğil mi?» Ben de tam teslimiyet içinde : «Evet bu dem!..» diye ce­vap verdim.

EMİR HAMZA

Emîr Külâl Hazretlerinin ikinci oğlu. . Emîr Hazretleri ona babasının adını vermiş olup kendisini ismiyle çağırmaz «Baba!» diye hitap ederdi.

Emîr Hamza'nın işi avcılıktı. Geçimini bu yoldan sağlardı.

Emîr, oğlunun terbiyesini Mevlânâ Dikgirânî'ye havale et­mişlerdi.

Emîr Hamza :

— Mevlânâ Arif Hazretleri bize derlerdi ki : «Yükünüzü çe­kecek bir dost istersiniz bu nadirlerin nadiridir; eğer yükünü çe­keceğiniz birini ararsanız bütün dünya size dosttur.»

Emîr Hamza, babasının vefatından sonra onun makamına ge­çip yıllarca irşâd vazifesini yüklenmiştir.

Vefatı, 880 senesi Şevval ayında. .

Kendisinin de dört halifesi gelmiş ve bunlar sıra ile irşâd makamını doldurmuşlardır.

MEVLÂNÂ HÜSAMEDDİN BUHARI

Emîr Hamza halifelerinin ilki ve Buhara âlimlerinden Mev­lânâ Hamidüddin Şâşî'nin oğlu. . Mevlânâ Hamidüddin, Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle çağdaş ve Hoca Hazretlerine candan bağlı. . İlk nisbeti bir başkasınaymış; sonra Emîr Hamza'ya erişip elinde terbiye edilmiş. .

Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyorlar :

— Hâlimin başlangıcında Buhara'ya gittim. Mübarekşah Medresesine indim. Mevlânâ Hamidüddin Şâşî oğlu Mevlânâ Hüsameddin bizim kim olduğumuzu öğrendikten sonra pek çok ilti­fat edip kitap okumakla meşgul olmamı tavsiye ettiler. Dedemin, kendi aile yakınlarına gösterdiği alâka ve yardım kalmadığını söy­leyerek sanki onların mükâfatını vermek istediler. Medresede ba­na fevkalâde güzel bir hücre verdiler, İlk karşılaşmamızda, sır­tımda menekşe rengi, ziynetli bir kaftan vardı. Onu beğenmedi­ler. «Derviş böyle kaftan giyer mi?» buyurdular. Hemen sokağa çıkıp bir şahsın üstünde düşük bir kaftan gördüm ve kaftanımı onunkiyle değiştirip yine içeri girdim. Beğendiler, «işte bu iyi!» dediler.

Yine Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Mevlânâ Hüseyin Hazretlerinin bâtınlarındaki topluluk ve istiğrak hali çok büyüktü. En zevksiz ve cansız bir insan bile bir görüşte kendisine tutulurdu. Cezbesi onu sardığı zaman vü­cudunu öyle bir hararet kaplardı ki, kış günü ayaklarını buzlu suya sokarlardı. Göğüslerini açıp içine soğuk su saçarlardı. Mirza Uluğ Bey kendilerine Buhara kadılığını teklif edip zorla o maka­mı vermişlerdi. Mahkemede oturup dâvalara bakarken bir bölük tarikat isteklisi de yer alır ve Mevlânâ'ya yönelip bâtın feyzini aktarmaya bakarlardı. Ben de o mahkemede hazır bulunurdum, öyle bir yerde otururdum ki, kendileri beni görmez, ben kendile­rini görürdüm. Bunca çetin mesele ve dış dünya derdi arasında, bâtınlarının «Hâcegân» yolunu bir an için bile unuttuğunu, gaf­lete düştüğünü görmedim. Kendi nisbet ve hâllerini gizlemekte ve dışlarını halka verirken içlerini Hakka inhisar ettirmekte müs­tesna bir kuvvet sahibiydiler. Türlü perdeler ve kılıklar arkasın­da gizledikleri hâlleri, değme vesilelerle dışarıya vermemek ira­de ve şuuru, kendilerinde, hâkim melekeydi. Nice defa demişler­di ki : «Bâtın hâllerini gizlemek için ilim ehli suretine bürünüp dış perdeden konuşmak en elverişli usuldür.»

Hoca Hazretlerinin oğlu Mevlânâ Cami, «Nefahat» isimli meşhur eserinde şöyle kaydeder :

— Buhara'ya gittim ve Mevlânâ Hüsameddin ile görüştüm. Bende bir ıstırap ve sıkılma vardı. Dediler ki : «Murakabenin ha­kikati, beklemektir. Yolun nihayeti de bu bekleyişin neticeleni­şidir. Bu bekleyiş ki, aşk ve muhabbetin galeyanından doğar, mürid için biricik yol göstericidir. Kılavuz odur.»

Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyor :

— Mevlânâ Hüsameddin, babası Mevlânâ Hamidüddin'in ölüm döşeğinde ter döktüğü an, yanı başında. . Babasını son derece perişan halde görmüş. . Babasına sormuş : «Sana ne oldu?» Cevap almış : «Benden selim kalb istiyorlar. O bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum!» Oğlu devam etmiş : «Bütün kuvvetinizi sarfedip bir lâhza bana yönelin! Selim kalbi anlarsı­nız!» Ve asıl o, bütün gücüyle babasına yönelmiş. . Bir saat ka­dar geçmiş. . Gözleri kapalı, yatan hastada büyük bir değişiklik ve bâtın huzuru. . Baba, gözlerini açıp demiş ki : «Oğlum, Allah sana mükâfatını versin. . Meğer topyekûn ömrümüzü bu tarikate sarfetmeliymişiz. . Yazık ki, onu kaybetmişiz!» Ve iyi evlâd sayesinde, huzur içinde dünyadan göç etmişler. .

MEVLÂNÂ KEMAL MEYDANI

Emîr Hamza'nın ikinci halifesi ve Semerkand köylerinde] birine bağlı. .

EMİR BÜZÜRK VE EMİR HARD

Emîr Hamza'nın üçüncü ve dördüncü halifeleri ve yeğenleri. . Yani Emîr Hamza'nın büyük kardeşi Emîr Burhan'ın oğulları... .

BABA ŞEYH MÜBAREK BUHARİ :

Emîr Hamzanın yüksek mensuplarından. . Doğrudan doğruya Emîr Külâl'e bağlı olduğu da rivayet edilmiştir. Gerek Emîr Külâl, gerekse Emîr Hamza'ya ait «Makamat» ta, Şeyh Mübarek her ikisinin de müridi olarak gösterilmiştir. Bu nokta üzerinde hüküm şudur ki, şeyhlerden ikisinin de Mübarek isimli birer ayrı müridi vardır ve bunlardan ilki Kermînî, ikincisi de Buharı'dir.

Asrının ulularından. . Hoca Mehmed Pârîsâ Hazretleri, Ho­ca Nakşibend Hazretlerinin sohbetine erişilmiş ve ondan gıda almışken Şeyh Mübarek Hazretlerinin de sohbetinden nimetlenmişlerdir.

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyorlar :

— Hoca Mehmed Pârisâ Hazretleri, Baba Şeyh Mübarek hakkında müsbet düşünürler ve onu görmeğe sık giderlerdi. Bir gün ben de beraber gitmek istedim. Bana dediler ki : «Siz gelme­yin! Zira siz, Baba Şeyh Mübarek'ten, Şah-ı Nakşibend'in huzu­runda bulunduğunuz feyz ve ruhaniyeti bekleyebilirsiniz. Oysa imkânsızdır. Olur da Baba Hazretlerine güveniniz sarsılır. Bu da yanlış olur. Gelmemeniz en iyisi. .

*

Bir gün Şeyh Mübarek, Şeyh Mehmed Pârisâ'nın evine uğ­ruyor. Hoca Hazretleri, Baba'dan, oğlu Hoca Ebünnasr hakkında dua istiyor. Baba, fâtiha'ya başlıyor; fakat bitirmeden evden dışa­rıya çıkıyor ve Sûreyi dışarıda tamamlıyor. Soruyorlar : «Uygun olan, fâtiha'yı içeride tamamlamak iken niçin dışarıya çıktınız?» diyor ki : «Ben fâtiha'yı okumaya başlayınca eve o kadar melek doldu ki, haşyetimden bana yer olmadığını sandım ve dışarıya çıktım.»

*

Emîr Hamza Hazretlerinin, gösterilen isimlerden başka, Şeyh Ömer Buharî, Şeyh Ahmed Harizemî, Mevlânâ Ataullah Semerkandî, Hoca Mahmud Hamevî, Mevlânâ Hamidüddin Kermînî, Mevlânâ Nureddin Kermînî, Mevlânâ Seyyid Ahmed Kermînî, Şeyh Hasan Nesefî, Şeyh Taceddin Nesefî, Şeyh Ali Nesefî gibi, her biri ilim ve kemâl sahibi bağlıları vardı.

EMİR ŞAH

Emîr Külâl'in üçüncü oğlu. . Geçimini, sahradan kaya tuzu taşıyıp şehirde satarak, ancak ölmeyecek kadar bir gıda karşılığı olarak sağlarmış. ,

Sözü :

— Malik olunan her şeyin sonunda cevabını vermek lâzım­dır.

Daima Allah'ın kullarına hizmet yolundaymışlar..

EMİR ÖMER

Emîr Külâl Hazretlerinin dördüncü oğlu. . Makam ve keramet sahibi. . Büyük bir şeriat öfkesi taşıyan ve her yerde din emir ve yasaklarını müdafaa eden gayretli insan. .

Buyurdular :

— Ulular demiştir ki : «Başın kesilmesi zamanı gelince, onu bu taifenin harmanına salın! Merdivenin yanması gerekti mi, onu bu taifenin duvarına dayayın! Birini yıkıp altını üstüne getirmek isterseniz, onu bu taifeye düşman edin.!»

Emîr Külâl Hazretleri, Emîr Ömer'in terbiyesini Şeyh Cemal Dehistânî'ye havale etmişlerdir.

Vefatı 803 te. .

MEVLÂNÂ ARİF DİKGERANİ

Emîr Külâl Hazretlerinin dört halifesinden ikincisi..    Doğduğu ve öldüğü yer, Buhara'ya 99 fersah mesafede Dikgeran. . Emir Külâl, Mevlânâ Arif hakkında :

— Benim yakınlarım arasında, demişler; iki kimseden üstün olanı yoktur. (Şah-ı Nakşibend ve Mevlânâ Ârif). . Bunlar, akrânları ile yarışmada topu kapmış olanlardır.

Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine pirleri Emîr Külâl'den böyle bir şehadet vâki olduğuna göre, manevî koku alan her insan, şu bu demeden dilek yoluna girmeli ve dileğini kime bağlayacağını bilmelidir. Bizzat Şah-ı Nakşibend Hazretleri, Mürşidlerinin bu nefeslerine uyarak tam yedi yıl Mevlânâ Arif’in sohbetine devam etmişlerdir. Ve ona öylesine saygı göstermişlerdir ki, su kenarında abdest alsalar onun üstüne geçmemeğe ve altında taharetlenmeğe bakarlardı. Yolda giderken de ileriye geçmemeğe dikkat ederlerdi. Çünkü Mevlânâ Arif, mürşidlerinin hizmetine kendilerinden evvel girmiştir ve maddî zaman ölçüsüyle daha kıdemlidir.

Şah-ı Nakşibend buyurmuşlar :

— Gizli zikirle uğraşırken içimizde esrarlı bir bilgi doğdu. O sırrı anlamak istedik. 30 yıl boyunca Mevlânâ Arif ile bu yolda sarmaş-dolaş, ilerliyorduk, îki kere Hicaz seferine çıkıldı. Hak ehli nişân-ı adına bize ne gösterildiyse, köşe bucak, zaviye dergâh dolaştık. Eğer Mevlânâ Arif gibi, yahut onun mazhar olduğu esrardan bir zerreye sahip kimse görmüş olsaydım buralara dönmezdim. Bir kimse gördünüz mü ki, sizinle diz dize otursun da sırrı göklerden yüce olsun ve hem zahir, hem de bâtın tarikiyle hiç bir şey sezdirmeden, olduğu yerde çömelip kalsın. .

*

Sözleri:

«— O ki, kendi tedbirine güven halindedir, yeri cehennemdir; ve o ki, Allah'ın takdirine bağlanmıştır, yeri cennettir.

Müridlerine demişler ki:

— Bir insan yemek yerken her uzvu ayrı ayrı bir işle meşguldür. Ya kalbi neyle meşgul?.. Müridleri cevap vermiş :

— Aramızda büyük mânada birlik ve beraberlik hâsıl oldu. Cevaba cevap vermişler :

— Zikir bu yerde kelimeyle değildir. Sebepten müsebbibe gitmek, nimetten nimet vericiye intikal etmek suretiyledir.

*

Bir gün kendilerine bir hediye takdim ediliyor Kabul etmiyorlar ve özür beyan ediyorlar:

— Hediye kabul etmek o insana yaraşır ki, onun duası bereketiyle hediye getiren muradına ersin. . Bizdeyse böyle bir hassa yoktur. Hediyenizi kabul edemeyiz.!

*

Mevlânâ Arifin tasavvuf    ve marifet yolunda kendisiyle çekişen bir hasmı vardı. Bu hasım, açık zikirle meşguldü. Mevlânâ onun ayağına kadar giderek rica etti:

- Açık zikri bırakın! Gizli zikir usulünü bozmayın!

Hasım bu nasihati dinlemedi ve acık zikirde devam edeceği karşılığını verdi.

Mevlânâ Ârif buyurdular:

— Eğer nasihatimi kabul etmezsen tarlanı sürdürdüğün hayvanlardan hergün birinin öldüğünü görürsün!

Aldıran olmadı ve açık zikir inadında devam edildi.

O gün, inadında ısrar edenin öküzlerinden biri öldü. Bunun üzerine hasım, kapı kapı dolaşmaya, dergâh dergâh gezip bazı şeyhlerden imdat istemeğe koyuldu.

İkinci öküzü de öldü.

Ve hasım, kime bağlanılacağını, kimden medet umulacağını bildi ve Mevlânâ Ârif Hazretlerine kapılandı.

Bir gün Dikgeran köyüne öyle bir sel hücum ediyor ki, köy halkı bütün köyün silinip süpürüleceği korkusiyle çığlık koparmaya başlıyor. Bir ana-baba günüdür, gidiyor. Mevlânâ Ârif Hazretleri hali görünce mescitlerinden dışarıya çıkıyorlar ve sulara hitap ediyorlar.

— Eğer beni alıp götürebilirsen hiç durma, al, götür!

Ve sular bir anda yumuşayıp siniyor, sel duruyor.

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri hacca ilk seferlerinde memleketlerine dönerlerken Merv şehrine inmişler ve orada bir müddet oturmuşlar… Sevenleri ve bağlıları da etraftan ve Mâverâünnehr'den gelip Merv şehrinde toplanmışlar... Geniş, derin, büyük sohbetlere zemin açılmış. . O sırada bir haberci gelip Mevlana Ârif adına bir dilek getirmiş :

— Çabucak yetişiniz ki, âhirete göç etmemiz yakınlaşmıştır Size vasiyetlerim vardır.

Hoca Hazretleri de yakınlarını Merv şehrinde bırakıp hızla Buhara yolunu tutmuşlar. . Köyünde Mevlânâ Ârife ulaşmışlar

Mevlânâ   Ârifin   huzurunda    yakınlarından   bir   topluluk. Mevlânâ Ârif, Hoca Hazretlerini görünce bu topluluğa hitap etmiş :

— Hoca Bahaeddin ile aramızda bir sır var. . Bu sırrı görüşmek için ikimiz tenha bir yere gidelim, yoksa siz mi buradan çekilmeği tercih edersiniz ?

Topluluk, çekilmenin kendilerine düştüğünü söyleyerek ikisini başbaşa bırakmış. .

Yalnız kalınca Mevlânâ Ârif, Şâh-ı Nakşibend'e demiş ki :

— Aramızda büyük mânada birlik ve beraberlik hâsıl oldu Şimdi de bu birlik ve beraberlik üstündeyiz. Aramızda bir çok da aşk oyunları geçti. İşte vakit sona erişti. Kendi yakınlarıma ve sizinkilere nazar ettim. Bu tarîkate ehliyeti ve yokluk sıfatını en ziyade Hoca Mehmed Pârisâ'da buldum. Tarîkatte elime geçen her mevhibe ve mânayı ona havale ettim ve yakınlarıma ona bağlanmalarını emreyledim. Sizin de bu hususta yardımınızı esirge­meyeceğinizden emin olmak isterim. Kaldı ki, Mehmed Pârisâ sizin de bağlılarınızdandır. Şimdi sizden ricam : Kendi elinizle su kaplarını yıkayın! iki diziniz üzerine oturup elinizle ateş ya­kın ve suyumu ısıtın! Bana lâzım olan şeyleri yerine getirin, ve­fatımdan üç gün sonra da yerinize dönün!

Hoca Hazretleri Mevlânâ Arifin isteklerini harfi harfine ye­rine getirmişler ve onu defnettikten üç gün sonra Merv'e dön­müşler. .

Mevlânâ Arif Hazretlerinin iki halifesi vardır ki, mürşidle-rinin vefatından sonra irşad makamına geçmişler ve yol arayan­lara rehberlik etmişlerdir.

MEVLÂNÂ EMİR EŞREF :

Mevlânâ Arif Hazretlerinin ilk halifesi.. Mevlânâ Ariften sonra bağlıları aynı irşad makamı etrafında toplayan ..

MEVLÂNÂ IHTIYARÜDDlN :

ikinci halife ve irşad makamının ikinci temsilcisi

ŞEYH YADiGAR :

Emîr Külâl Hazretlerinin üçüncü halifesi.. Buhara'dan iki fersah mesafede bir köyden. . Emîr Hazretlerinin üçüncü oğulla­rı Emîr Şah'ın terbiyesini, emirle üzerine alan sadık bağlı. .

HOCA CEMALEDDlN DEHESTANl :

Emîr Külâl Hazretlerinin dördüncü halifesi ve Emîr'in dör­düncü oğlu Emîr Ömer'i, mürşidinin emriyle terbiye edip yüksek makamlara eriştiren tâbilik örneği..

ŞEYH MUHAMMED HALİFE

Emîr Külâl Hazretlerinin üstün mensuplarından.. Emîr Külâl Hazretleri dünyadan ayrılınca bütün yakınları Şeyh Muhammed Halife'nin kapısına gelip şöyle diyorlar.

— Bugün Emîr Hazretlerinin yerine geçme ehliyeti sizdedir Bu mânanın sahibi sizsiniz,    isteklilere rehberlik etmeniz gerektir.

Şeyh Muhammed Halife cevap veriyor :

— O sizin aradığınız mâna bende değil, Emîr'in oğlu Emî Hamza'dadır.

Ve talipleri ardına takıp Emîr Hamza'ya gidiyor, eşiğini öpüp hizmetine giriyor.

EMİR KULAN VASİ

Emîr Külâl Hazretlerinin dairesinde en kıymetli halkalardan.. Buhara'ya üç fersah mesafede Vâş isimli köyden. . Hoca Alâeddin Gucdevânî, Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine erişmeden zikir talimini kendilerinden almıştır.

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyor :

— Hoca Alâeddin Hazretleri demişlerdir ki: Ben on altı yaşlarındayken Emîr Kulan Vâşî Hazretlerine eriştim. Gizli zikir yolundaydılar. Beni de o yolda uğraşmaya davet ettiler ve bana gizli zikir esnasında hâlimi kapalı tutmamı, benimle yanyana ve diz dize oturanların bile halimden bir şey anlamamaları gerektiğin telkin ettiler. Bu telkinde o kadar mübalâğa gösterdiler ki, eğer halk benim hâlimden bir şey sezecek olursa, bir yastık edinip ona dayanmamı ve öylece zikre devam etmemi tenbihlediler. Nice zaman bu şekilde zikirle uğraştım. Riyazet etmekte ve nefsimin gıdasını kesmekte o kadar ileriye vardım ki, yüzüm sararıp soldu. Bir gün bu halimi gören annem, bana, hasta olduğumu ve bunun sebebini kendisinden sağladığımı ihtar etti. Hasta olmadığım cevabını verdim. Göğsünü açarak, eğer bu hâlin gerçeğin kendisine bildirmeyecek olursam, verdiği sütü helâl etmeyeceğini söyledi. Ben de vaziyeti olduğu gibi anlattım ve bu hâlin tarîkat yoluna girmekten meydana geldiğini bildirdim. Annem fevkalâde mesûd oldu ve tarîkatin ilk şartlarını benden öğrenerek Tevhid Kelimesiyle meşgul olmaya başladı. Ben bu gizliyi açıklamak zaruretinde kalmış olmaktan büyük ıstıraba düştüm ve olanları Emîr Kulan Hazretlerine arzettim. Gülümsediler ve an­neme de bu yolda çalışmak izninin verilmiş olduğu karşılığında bulundular. Annem, bir müddet aynı zikirle uğraştı. Bir gün, er­kek kardeşimin sahraya çıkmış olduğu bir zaman, annem beni çağırdı ve kazanı yıkayıp temiz suyla doldurmamı istedi ve bu isteğinin vasiyeti olduğunu ilâve etti. Ben bu işi yaparken annem abdest alıp iki rek'at namaz kıldı ve beni karşısına alıp zikre baş­lamamı teklif etti. Başladım. Kendisi de aynı uğraşma içindeydi. Bu vaziyette bir saat kadar geçmiş geçmemişti ki, annem, birden­bire yığılıp ruhunu teslim etti.

ŞEYH ŞEMSEDDÎN KULAN:

O da Emîr Kulan Hazretlerinin ileri alâkalarından. . Tek ayakkabı ile piyade hac seferine çıktı. Irak taraflarında büyük din adamları ve şeyhlerle sohbet etti ve onların murakabe usulle­rini Mâverâünnehr taraflarında yaydı.

Hâlinin başlangıcında Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle bazı münakaşaları olmuşsa da sonra bunlardan eser kalmamıştır.

MEVLANA ALAEDDÎN VE ÖBÜRLERİ

Emîr Külâl Hazretlerinin hizmetinde kurtuluşa erenlerden.. 

ÖBÜRLERİ:

Emîr Külâl Hazretlerinin, isimleri geçenlerden başka daha nice yakınları ve kâmil bağlıları vardır. Hoca Verâzevnî, Mevlânâ Celâleddln-i Keşî, Mevlânâ Bahaeddin-i Tavayesî, Şeyh Bedreddin Meydanı, Mevlânâ Süleyman Kerminî, Şeyh Eymen Kerminî ve Hoca Mehmed Vayegenî gibi. .

MEVLÂNÂ BAHAEDDIN KIŞLÂKİ

Buhara'dan 12 fersah mesafede Kışlak'tan.. Zamanın ilim ve kemal merkezlerinden. . Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin sohbet şeyhi ve hadîs hocası. .  Mevlânâ Arif Hazretleri, Emîr Külâl'e erişmeden Mevlânâ Bahaeddin'in müridi imiş. .

Hoca Bahaeddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hallerinin ba­şında, Nesef vilâyetinde, Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî'ye tesadüf etmişler ve hizmetine can atmışlar.. Mevlânâ Bahaeddin, adaşı, istikbalin velîler velîsi Hoca Bahaeddin'i, görünce demiş ki:

— Sen öyle yükseklerde uçacak bir kuşsun ki, senin arkada­şın ve uçuş yoldaşın Arif Dikgerânî olsa gerektir.

Bu söz üzerine Şâh-ı Nakşibend, Mevlânâ Arifi bir an ev­vel görmek iştiyakiyle yanmaya başlamış... Mevlânâ Bahaed­din işin farkında… O sırada da Mevlânâ Arif kendi köyünde ve tarlasını ekmekte

Mevlânâ Bahaeddin, Şâh-ı Nakşibend'e hitap ediyor :

— Gönlün Mevlânâ Arifi çekiyorsa, çağırayım, gelsin!. Ve dama çıkıp dipsiz mesafelere doğru üç kere «Arif, Arif, Arif!» diye haykırmışlar..

Tam o anda, öğle namazından sonra yakınlariyle sohbet ha­linde bulunan Mevlânâ Arif birdenbire şöyle demiş :

— Beni Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî çağırıyor! Hemen git­mem lâzım. . Artık siz de evlerinize dönün!

Ve aceleyle yola çıkmışlar. . Aradaki 29 fersah, yani iki bu­çuk günlük mesafeyi en kısa zamanda almışlar. . işte, Şâh-ı Nak­şibend ile Mevlânâ Arifin ilk karşılaşmaları böyle oluyor :

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî ulu kişiydi. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, hallerinin başında kendisine ve sohbetine erişmiştir. Bir gün Mevlânâ Bahaeddin, Hoca Bahaeddin Hazret­lerine, mutfakta bir dervişi olduğunu ve onu görmesi gerektiğini söylüyor. Hoca Bahaeddin mutfağa girince, çıplak sırtı üzerinde ağır bir odun yükü taşıyan bir derviş görüyor. Mevlânâ Bahaed­din'in Hoca Bahaeddin Hazretlerine bu manzarayı göstermekten muradları, hizmetteki ihlâsı göstermekti.

Hoca Ubeydullah Hazretleri bu nakilden sonra meclislerin­de bulunanlara diyorlar ki :

— İhlâs ile bunca hizmetler edip bu yolda nefislerini hiçe indirmiş ve yokluğa bulamış insanlar vardır. Onlar öyle bir dev­lete erişmişlerdir ki, başka hiç bir devletle kıyas kabul etmez. Siz hizmette bu dereceye ulaşamasanız bile kabul ve takdir edi­niz ki, böyleleri mevcuttur.

HOCA BAHAEDDİN NAKŞİBEND

Hicrî 718 senesi Muharrem ayında dünyaya geldiler. Azizan lâkabiyle meşhur Hoca Ali Ramitenî Hazretlerinin vefatı 721 ta­rihinde olduğuna göre demek ki onun devrinde vücuda geldiler. Doğdukları ve defnedildikleri yer «Kasr-ı Ârifan» isimli köy.. Ariflerin sarayı mânasına «Kasr-ı Ârifan» adını taşıyan köy Buhara'ya l fersah mesafede..

Çocukluğundan beri, Allah Resûl'ünün maddî ve manevî ne­sebine bağlı bulunmak nuru, çehrelerinde güneş ışıltısı..

Valideleri anlatıyor :

— Oğlum Bahaeddin henüz dört yaşlarındayken sığırlardan birini göstererek «Şu bizim geyik boynuzlu ineğimiz alnı beyaz akıtmalı bir buzağı doğursa gerek» dedi ve birkaç ay sonra inek, çocuğun tarif ettiği gibi bir yavru doğurdu.

Hoca Hazretlerini çocukluk yaşlarında oğulluğa kabul etmek Hoca Mehmed Baba Semmâsî'den, tarikat edeplerini kendilerine talim etmekte zahirde Hoca Emîr Külâl'dendir. Lâkin hakikatte ve bâtında Hoca Hazretleri «Uveysî»dir; yani ruhaniyet yoluyle terbiye edilenlerden. . Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin ruhaniyetiyle yetişip geliştiler.

«Hâcegân» silsilesinde Hoca Mahmud Encir Fagnevî'den Emîr Külâl'e kadar gizli zikirle açık zikir birleştirilmiş bulunu­yordu. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin zuhurunda, Ab­dülhâlik Gucdevânî'nin ruhaniyetle terbiye edilmiş olmak husu­siyeti kendisini gösterdi ve Hoca Hazretleri açık zikri tamamiyle bırakıp gizli zikre bağlandılar. Hattâ Emîr Külâl'in meclisinde açık zikir başlayınca Hoca Hazretleri halkadan ayrılıp dışarıya çıkarlar ve bu hal, öbür müridlere gayet giran gelirdi. Hoca Ba­haeddin, tarikat arkadaşlarının bu duygusunu tamir etmekle as­la alâkalanmaz, fakat Emîr Külâl Hazretlerinin hizmetinde de en küçük ihmal göstermezdi. Emîr Hazretleri de kendilerine iltifat ve itimadını her an ziyadeleştirirdi.

Bir gün Emîr Hazretlerinin meclisinde müridlerden ileri de­recede birkaç kişi, Şâh-ı Nakşibend'in açık zikirde meclislerini terk etmelerinden" acı bir dille bahsettiler ve Hocayı suçlamaya Kalkıştılar. Emîr Hazretleri bu ithamları dinledi ve cevapsız bı­raktı. Bir gün müridlerden beş yüz kişi kadar bir topluluk Suhar köyünde bir mescit inşasiyle uğraşırken Emîr Hazretleri boş bir anda onlara şöyle hitap etti :

— Siz, oğlum Bahaeddin hakkında kötü bir zanna düşmüş ve onu kusurlu görmüş bulunuyorsunuz. Bahaeddin'i anlayama­maktan doğuyor bu haliniz. . Onun üzerinde Allah'ın hususî bir nazarı vardır. Kulların hali de işte Allah'ın bu nazarına bağlıdır. Benim ona nazarım ise kendi irademle değildir.

Bu sözlerden sonra Emîr Külâl, biraz ileride kerpiç taşımak­la meşgul olan Hoca Hazretlerini yanına çağırıp dediler :

— Oğlum Bahaeddin! Hoca Mehmed Baba Semmâsî'nin sana ait mübarek nefeslerini yerine getirdim. Semmâsî Hazretleri be­ni nasıl terbiye ettilerse benim de seni öyle terbiye etmemi emir buyurmuşlardı. Ben de öyle ettim.

Ve göğüslerini işaret ederek ilâve ettiler :

— Sana, memelerim kuruyuncaya kadar süt verdim. Artık senin ruhaniyet kuşun beşeriyet semalarını aştı. Bundan böyle sana benden icazet. . Marifet kokusu burnuna hangi istikametten erişirse oraya yönel ve dilediğini iste!.

Hoca 'Bahaeddin Hazretleri diyorlar ki :

— Emîr Hazretlerinin bu teveccühleri iptilâma (belâya uğramama) sebep oldu. Eğer Emîr Hazretlerine uymuş ve uymakta devam etmiş olsaydım belâdan uzak ve selâmete yakın olurdum.

Bu teveccühten sonra Hoca Hazretleri yedi yıl Mevlânâ Arif Hazretleriyle sohbette devam ettiler. Derken Halil Ata'ya erişip on iki yıl da onunla sohbette bulundular. İki defa Hicaz'a sefer ettiler ve ikinci defasında Hoca Mehmed Pârisâ'ya yoldaş oldu­lar. Horasan'a döndükleri zaman Hoca Mehmed Pârisâ'yı öbür bağlılariyle beraber Nişabur taraflarına gönderdiler. Kendileri de sadece Mevlânâ Zeynüddin ile sohbet etmek için Herat istikame­tini tuttular. Mevlânâ Zeynüddin ile üç gün sohbetten sonra tek­rar Hicaz ve oradan Nişabura dönüş.. Bir müddet Merv'de kalıp Buhara'ya döndüler ve ömürlerinin sonuna kadar orada kaldılar.

Emîr Külâl Hazretleri ölüm döşeğinde, yakınlarına, Hoca Bahaeddin Nakşibend'e bağlanmalarını vasiyet edince, müridler itiraz eder gibi tavır takındılar :

— Fakat o, dediler; açık zikirde size tâbi olmamıştır! Emîr Hazretleri cevap verdiler :

— Onda gördüğünüz her iş Allah'ın hükmüyledir ve kendi iradesinin o işte payı yoktur.

Ve tecellilerin Haktan geldiğine dair bir mısra «Hacegân» yolunun meşhur düsturlarından biri de şudur :

«— Eğer seni, içinde sen olmadan, şenliksiz zuhura getirir­lerse korkma; eğer sen, kendiliğinle zuhur ediyorsan kork!

Buhara'da Şeyh Nureddin Halveti isimli bir zat vefat edi­yor. Hoca Bahaeddin Hazretleri de tâziyete gidenler arasında. . Vefat edenin ev halkı ve bazı tâziyetçiler yüksek sesle ağlayarak çığlık koparıyorlar. Bazıları da bu hali çirkin görüp önlemeye ça­lışıyorlar, o zaman Hoca Hazretleri diyor ki :

— Benim ömrüm de sonuna erip dünyadan göç zamanı ge­lince, dervişlere, ölmek nasıl olur, öğretirim.

Bu hâdiseyi anlatan Mevlânâ Miskin şöyle devam ediyor :

— Bu söz hatırımdan hiç çıkmadı. Tâ Hoca Hazretlerinin ölüm hastalıklarına kadar. . Hoca Hazretleri o zaman bir kervan­saray hücresine çekildiler ve son demlerine kadar orada kaldılar.

Yakınları ve bağlıları her gün ziyaretlerine gelirlerdi. Onlardan her birine ayrı şefkat ve iltifat gösterirlerdi. Son nefeste ellerini duaya kaldırıp uzun zaman beklediler. Sonra ellerini yüzlerine sürüp dünyadan göçtüler.

Hoca Alâeddin Gucdevânî anlatıyor :

Son hastalığında Hoca Hazretlerinin yanındaydım, ölüm halindeydiler. Beni görünce «Alâ, hemen sofrayı getir ve yemek ye!» diye emir buyurdular. Bana «Alâ» diye hitap ederlerdi. Ben de emirlerine uymak için yemeği getirip iki üç lokma aldım. O halde ve o manzara karşısında nasıl yemek yiyebilirdim. Sofrayı kaldırdım. Hemen gözlerini açıp sofrayı kaldırdığımı gördüler ve tekrar yemek yememi emrettiler. Bu vaziyet böylece dört defa tekrarlandı. O sırada müridlerin kafasını meşgul eden tek mese­le, Hoca Hazretlerinin kendilerinden sonra müridleri terbiye işi­ni kime havale edecekleriydi. Hoca Hazretleri herkesin içinden geçirdiği bu suali cevaplandırdılar : «Böyle bir zamanda bana ni­çin sıkıntı veriyorsunuz? istediğiniz şey benim elimde değildir» Allah'ın hükmündedir. Allah sizi istediğiniz şeyle şereflendirmek dileyince' emrini de verir.

Hoca Hazretlerinin hizmetlerine bakan yakınlarından Hoca Ali Damad :

— Son marazlarında bana mübarek kabirlerini kazmak em­rini verdiler. Emirlerini yerine getirdikten sonra huzurlarına gel­dim ve içimden, kendilerinden sonra kime sarılıp tutunacağımızı düşünmeğe başladım. Birden bire başlarını kaldırıp buyurdular : «Söz odur ki, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi istiyorsa Hoca Mehmed Pârisâ'ya nazar etsin!.» Ve böyle dediklerinin ikinci günü beka âlemine göçtüler.

Alâeddin Attar Hazretleri :

— Hoca Hazretlerinin intikalleri sırasında Yasin okumak­taydık. Surenin yarısına geldiğimiz zaman nur zuhur etmeğe baş­ladı. Tevhid, Kelimesiyle meşgul bulunuyorlarken nefesleri kesil­di, intikalleri, tam 73 yılı doldurup 74 üncü seneye ayak bastık­ları demlerdir. Vefat tarihleri 791 hicrî yılının 3 Rebiülevvel pa­zartesi gecesidir.

Vefatlarına tarih, doğdukları yer olan «Kasr-ı Ârifan» dır. Düşürülen tarihlerden birinin tercümesi :

Gitti Şâh-ı Nakşibend ki, din ve dünya hocasıydı;

O ki, millete dini ve devlet caddesini açtı.

Ona yuva ve konak «Kasr-ı Ârifan» olmuştu;

Vefatında ölüm tarihi yine «Kasr-ı Ârifan» oldu.

*

Şâh-ı Nakşibend halifelerinin en üstünleri Alâeddin Attar Hazretleriyle Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleridir.

Hoca Hazretlerinin halkalarındaki bağlılar sayılmayacak ka­dar çoksa da, biz bu eserde Hoca Ubeydullah Taşkendi Hazretleri tarafından görülmüş veya sözleri nakledilmiş olanları belirtmek­le iktifa edeceğiz.

Alâeddin Attar Hazretleri, halifelerin en büyüğü ve «Hâce-gân» zincirinde ana halkalardan biri oldukları için en başta gös­terilmeleri icap ettiği halde kendilerinin ve tâbilerinin menkıbe­leri uzun olduğundan en sonda ele alınacaklardır.

HOCA MUHAMMED PÂRİSA

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ikinci halifeleri. .   Fazilet ve takva, ilim ve ihlâsta tarikatin dayanak şahsiyetlerinden..

Bir gün, Hoca Bahaeddin Hazretlerinin meclislerine devama başladıkları en genç çağda, riyazet ve mücahede içindeyken evin­den çıkıp Hoca Hazretlerinin kapısı önüne gelmiş ve orada diki­lip durmuş. . O sırada Hoca Hazretlerinin hizmetlerine bakan ca­riyelerden biri dışarıdan içeriye girmiş. . Hoca Hazretleri bu ca­riyeye «Dışarıda kim var?» diye sorunca, kız «Bir taze civan var; kapıda dikilmiş, bekliyor!» cevabını vermiş. Hoca Hazretleri de dışarıya çıkıp Hoca Muhammed'i görmüş ve «Kapıdaki taze civan sizsiniz öyle mi?» buyurmuşlar. . Taze civan mânasına ge­len «pârisâ» sıfatı da o günden sonra Hoca Muhammed'e alem ol­muş. .

Hoca Muhammed, Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ikinci haccında kendilerine yoldaşlık etmişlerdi. Şöyle anlatıyor :

— Hoca Hazretleri, Hicaz çöllerinde samimî bir dilek sahi­bine murakabe ettiler ve kendi çehrelerini hayalinde muhafaza etmesini (rabıta) tenbih buyurdular. Dediler ki : «Bu işin yolu cezbedir, sıfatı da celâl ile cemalin ortasıdır.» Ayrıca zikir de tel­kin ettiler. Keyfiyetleri Allah'ın ilmine havale eylediler. Daima ilâhî lûtfa yapışmak, iyi amellere el atmak ve amel karşılığı bir şey beklememek ölçülerini belirttiler. Buyurdular ki «Söz ve iş halinde senden kemal ifade edici ne zuhur ederse onları yokluk deryasına at ve devamlı olarak nefsini kusurlu gör!. .» O samimî dilek sahibi hakkında da «O, muraddır; bazen öyle olur ki, terbi­ye noktasından murada mürid şeklinde muamele ederler» buyur­dular. Ona söz söylemeği emrettiler ve bir gün o şahıs, yolda, ön-lerince yürürken ona bakıp yanındakilere hitap ettiler : «Onun meclisinde hazır olanların her biri, kendi hâli derecesince ondan söz işitse gerektir.» Ve o samimî dilek sahibine, sözlerinin tesirli olması için nefes bağışladılar ve buyurdular : «O ne derse Allah onu eyler; ve ben ona söyle dediğim halde söylemez, edebe riayet eder.»

Dikkat edilsin ki, bu söz şeriate aykırı değildir. Bu sözde, Allah'ın iradesini kul iradesine tâbi gösteren bir mâna yoktur. Bu sözün derin mânası, kulda hiç bir irade kalmaz ve her şey ilâ­hî iradenin tecellisinden ibaret bulunur demektir. Hani Allah'ın öyle kulları vardır ki, iradelerini Allah'ın iradesinde yok etmiş­ler, fena ve beka sıfatlarına bulanmışlar, gerçek acz ve fakr, kul­luk ve tâbilik mertebesine ermişlerdir. Bu mertebedeki kalan gönlü, Allah'ın kalemine karşı mücellâ bir sayfa gibidir. Allah'ın iradesine aykırı bir şey onca murat edilemez, muradlan daima Allah'ın muradıdır. Nitekim böyleleri hakkında sahih ve emin bir hadis vardır. Böyleleri, ledün ilminde bilgiç ve nefs âfetlerinden korunmuş kişilerdir.

Ve Hoca Hazretleri, Mûsa Peygamber zamanında, «seven» sıfatından «sevilen» derecesine ulaşmış biri hakkındaki sıfatı o samimî dilek sahibine bağışladılar, İsrail oğulları içindeki kişiye ait o sıfat, bizim ümmetimizde Üveys El Karani'ye yakınlık be­lirtir.

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Eskilerin büyüklerinden bir topluluk vardı ki, meclisle­rinde, lisana muhtaç olmaksızın birbirinin hallerini okurlardı, iş­te onlara, esrarlı oğullarındaki misalin sıfatı verilmişti. Kâinatın Efendisi zuhur ve islâm tahakkuk ettikten sonra bu sıfatla belirenlere veysî demişlerdir.

Hoca Muhammed Pârisâ :

— Hoca Bahaeddin Hazretleri Hicaz yolunda hastalandıkla­rı zaman, yakınlarının huzurunda o samimî dilek sahibine hitap edip buyurdular : «Hacegân yolundan bana gelen ve benim ayrı­ca çalışarak elde ettiğim ne kadar emanet ve feyz varsa hepsini sana bağışladım. Nitekim ahret kardeşimiz Mevlânâ Arif de ba­ğışlamıştı.» Hicaz dönüşlerinde o kimseye tekrar tekrar «Neyim varsa aldın!» dediler ve ona inayet nazarlarını günden güne derinleştirdiler. Bir gün de buyurdular : «Mevlânâ Arif onun hak­kında ne dediyse biz de onu deriz. Ama onun zuhuru bizim vazi­yetimize bağlıdır. Yani biz ahret seferine çıktıktan sonra o mâna tecelli edecektir. Hayatlarının sonunda da şöyle dediler : «Bâtınî nispet mânası elbette zuhur edecektir. Ama yolun önünde bir ka­ra taş var.. Her şey onun kalkmasına bağlı. .»

Hoca Hazretlerinin «kara taş» dedikleri, kendi maddî vücut­larıdır : ve sözlerindeki öz, Hoca Muhammed Pârisâ'ya söyledik­lerine eştir :

— Sana bâtını bir mâna zuhur etmesini vaadetmiştik. O mâ­na zuhur edecektir. Fakat o zuhur bizim ahrete sefer maddî vü­cudumuzun dünyadan .«itmesine bağlıdır.

Büyük velîlerin bâtınî tasarrufları zahirî saltanat gibidir. Hakikat noktası olan kâmil insanın beşerî vücudu, oğlunun zu­huruna mânidir. Sultan ile sultanlığa namzet şehzade arasındaki vaziyet gibi. . Zamanın imamı maddî vücut âleminde oldukça saltanat nuru şehzade tecelli etmez. Eğer bazen zuhur etse bile o asaletle değil, vekâletle olur. Dünyadan gitmek zamanı gelince de kâmil zat kendisim yine kendi hal'ine mezun görür. Allah onu

öyle gemlendirmiştir ki, kendi kendisini azletmekle muhtar kıl mistir, işte Hoca Hazretlerinin    «Onun zuhuru bizim irademiz bağlıdır» demeleri bu bakımdandır.

Hoca Muhammed Pârisâ :

— Hoca Hazretleri hayatlarının sonunda o samimî dilek sahibi için, huzurlarında değilken «ondan hiç bir defa incinmedim. yakınlarımın her birinden incitici tavırlar belirmiş olabilir, fakat ondan hiçbir zaman belirmedi. Aramızda bir tartışma, çatışma geçmiş ise benim tarafımdan olmuştur. Bâtınım birkaç gün ondan döner gibi olmuştu, sonra tamamiyle ona doğruldu. Daima Hicaz yolunda söylediğim sözün üstündeyim. Şu anda da kudsiyetimde olsaydı daha fazlasını söylerdim.» buyurmuşlardır. Ve hasta hallerinde o muhlis kimseyi çok anmışlardır.

Yine Hoca Muhammed Pârisâ nakline göre Hoca Hazretleri son demlerinde, o muhlis kimsenin gıyabında şöyle demişler :

— Bizim vücudumuzdan murad onun zuhurudur. Biz onu iki yoldan, cezbe ve sülük ile terbiye ettik. Eğer uğraşırsa cihan hal­kı onunla aydınlanır.

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Ben bu nakli Hoca Muhammed Pârisâ hakkında olarak işittim. Hoca Hazretleri «Bizim vücudumuzdan murad Muhammed'in zuhurudur» buyurmuşlardır. Bundan ötürü ilk nakilde bir ibham, karanlık vardır. Hoca Muhammed Pârisâ, Hoca Hazretle­rinin son demlerinde sabah ve akşam hizmetlerinden eksik ol­mazlardı. Bir gün Hoca Hazretleri kendilerine çok lütuf göster­mişler ve bu derecede gayret göstermelerine lüzum olmadığını söylemişlerdir.

Hoca Ubeydullah Hazretleri Semerkant'ta kendilerine ziya­rete gelenlere demiştir ki :

— Bir aziz hoca, Bahaeddin Hazretlerini, vefatlarından son­ra rüyasında görüyor ve kendilerine bir sual yöneltiyor : «Kur­tuluş için ne yapmalı, ne gibi bir amel işlemelidir?» Şu cevabı alıyor : «Son nefesinde hangi amel üzerindeysen hep onu işlemelisin?» Yani Allah'ı son nefesle andığın gibi bilmeli ve anmalısın! Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri vecd ve istiğrakta o kadar de­rinleşmişlerdi ki, bir gün Hoca Bahaeddin Hazretleri bir bağ ke­narından geçerken, orada bulunan havuzun kenarında Hoca Muhammed Pârisâ'yı, âdeta baygın vaziyette gördü. Havuzun kena­rına oturmuş ve ayaklarını suya daldırmış, murakabe halinde. . Kendinden geçmiş ve dünyasını unutmuş. Hoca Hazretleri bu manzarayı görünce o kadar mütehassis oluyorlar ki, hemen soyu­nup havuza giriyorlar ve mübarek yanaklarını Hoca Muhammed Pârisâ'nın ayaklarına sürüp «Allah'ım, bana bu ayaklar hürme­tine rahmet et!» diye Hakk'a yalvarıyorlar.

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri, son nefeste işlenecek fiilden gayri ne işlemişlerdir ki, bu mertebeye erişmişlerdir.

Hoca Muhammed Pârisâ'nm derecesi, keramet ve harikalar­la ifade edilmekten üstündür. Ama bu mübarek silsilenin büyük­lerinden öğrenilen bir iki vakasını göstermek küstahlığına cür'et etmek lâzımdır :

Hoca Muhammed Pârisâ. hususiyle kerametlerini gizlemek­te büyük cehd sarfederlerdi. Lâkin bazen kendi irade ve ihtiyar­larında olmaksızın kerametlerinden bir pırıltı gösterdikleri de vâ­ki olurdu. Nitekim bir defa. bir hadis meselesinde hakikatin or­taya çıkması ve gönül ehlinin zafer bulması için kerametlerini iz­har zorunda kaldılar. Hadis âlimlerinin büvüklerinden Şeyh Şemseddin Mehmed bin Muhammed-ül-Cezrî. Mirza Uluğ Bey zama­nında Semerkant'a gelmişti. Maverâünnehr hadiscilerinin senet­lerini tahkik ve tashih işiyle uğraşmaktaydı. Bu zata Hoca Mu­hammed Pârisâ'yı gammazladılar :

— Hora Muhammed Pârisâ. senetlerinin sıhhati emin delil­ken Buhara'da pek çok hadis nakleder. Bu hadîsleri gözden geçir­meniz münasip olur.

Bunun üzerine hadîs âlimi. Mirza Ulus. Beye baş vurup Mu­hammed Pârisâ'yı Semerkant'e getirtmesini istedi. Uluğ Bey de Buhara'ya bir memur gönderin Hoca Muhammed Pârisâyı davet etti. Hoca Muhammed Pârisâ, münakaşa etmeden Semerkant yolunu tuttular. Semerkantta, oranın Şeyhülislâmı, yüksek din bil­ginleri ve hadîs âlimi zat, büyük bir meclis kurdular ve Hoca Muhammed Pârisâ'yı karşılarına geçirip kendilerinden bir hadîs rivayet etmesini istediler. Hoca Hazretleri, hadîsi nakletti. Hadîs âliminin mukabelesi şöyle oldu :

— Bu hadîsin doğruluğunda hiç şüphe yoktur. Lâkin bu hadîs benim ilmimde mevcut ve indimde sabit değildir.

Bu mukabele üzerine mecliste bulunanlar gülümsüyor ve birbirine göz işareti vererek Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri­nin düştüğünü zannettikleri müşkül mevkiden adetâ haz duyu­yorlar. Hoca, aynı hadîsi başka senetlerle ve başka yoldan riva­yet ediyor. Ona da aynı cevap :

— Muhakkak doğru hadîs! Fakan bence sabit değil!

Hoca Muhammed Pârisâ anlıyor ki, hangi yoldan hangi se­nedi gösterse «Bence malûm değil!» cevabını alacaktır. Birden gayrete geliyor ve bir lâhza susup murakabeye varıyor. Sonra birden başını kaldırıp hadîs âlimine hitab ediyor :

— Siz, hadîs kitaplarından filancaya ait falan senedi mute­ber tutar mısınız ?

Şeyh atılıyor :

— Elbette! Onun senetleri küllî olarak muteber ve mutemeddir. Hadîs âlimlerinden hiç bir ferdin bu hususta şüphesi yoktur. Eğer sizin rivayetiniz böyle bir senede dayansaydı hiç sözümüz kalmazdı.

öyleyse, diyor Hoca Hazretleri; şimdi, aranızda bulunan Şeyhülislâm Usamüddin'in evine bir adam gönderiniz! Kütüpha­neye girsin ve filan rafta, falan kitabın altında, şu boyda, şu şe­kilde ve cildi şu renkteki kitabı çekip alsın. . Bu kitabın filan sayfasında bu hadîs, bildirdiğimiz senetlerle ve tafsilâtlı olarak yazılıdır.

Herkes donup kalıyor. Şeyhülislâm Hoca Usamüddin'in bile, kütüphanesinde böyle bir kitabı bulunduğundan haberi yoktur. Üstelik Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin de hiç bir defa bu eve ve kitap odasına girmemiş olduğu herkesçe malûm. .

Hemen Şeyhülislâmın evine koşar adım bir adam gönderi­yorlar. Adam, tarif edilen yerde kitabı buluyor ve getiriyor. Ha­ber verilen sayfada hadîs, Hoca Hazretlerinin bildirdikleri senet­lerle, eksiksiz ve fazlasız, ayniyle karşılarında. . Şaşkınlık, hay­ranlıkla bir arada, büsbütün artmıştır. Hoca Üsamüddin'in hay­reti ise herkesin halini gölgede bırakacak derecede. .

— Nasıl olur, diyor; kütüphanemde böyle bir kitap olsun da ben bilmeyeyim?

Mirza Uluğ Bey kerameti haber alınca Hoca Hazretlerini Buhara'dan getirttiğine ve ona zahmet çektirdiğine üzülüyor. Hâ­dise de her tarafa yayılıp bir anda Hoca Muhammed Pârisâ'nın şöhretini son haddine çıkarıyor.

*

Timur oğullarından Niran Şah oğlu Mirza Halil, Semerkand'da padişah. . Mirza Şahruh da Horasan'da hükümdar. . Ho­ca Muhammed Pârisâ Hazretleri de, Müslümanların işlerine alâ­ka göstermesi için ara sıra Mirza Halil'e şefaat mektupları yazmaktalar. . Mirza Halil'e bu mektuplar bir nevi nüfuz kırıcı gö­rünüyor ve giran gelmeğe başlıyor. Kıskançların tahrikleri de padişahın bu duygusunu körükleyince. Mirza Halil harekete geçi­yor ve Hoca Hazretlerine "bir adam gönderip şu teklifte bulunu­yor :

— Lütuf edip Dest taraflarına gitsinler!. Orada bulunan ni­ce cahiller kendilerinin kudümü bereketiyle İslâm şerefini ka­zansınlar ..

Hoca Hazretleri de şu cevabı veriyorlar :

— Müsaade etsinler de ulularımızın mezarlarını ziyaret ede­lim ve ondan sonra gidelim. .

Ve atların eyerlenmelerini emir buyuruyorlar. Mevlânâ Abdürrahim anlatıyor :

— Ben Hoca Hazretlerinin atlarını eyerledim ve önlerine götürdüm. Hemen atlayıp bindiler. Yakınlarından bir alay piya­de insanla önlerine düştük. Evvelâ «Kasr-ı Arif an »a gidip Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin kabirlerine vardılar. Mezar­dan ayrıldıkları zaman yüzlerinde azamet ve heybet eseri belirmisti. Oradan Emîr Külâl Hazretlerinin kabirlerini ziyaret için Suhâr'a gittiler. Biraz durduktan sonra atlarını kamçılayıp ya­kındaki bir tepenin üstüne çıktılar ve Horasan istikametine dönüp bir beyit okudular :

«Hepsini birbirine düşür ve altlarını üstlerine getir; tâ ki bu meydanda er kimdir, anlasınlar!.» Ve oradan Buhara'ya döndü­ler. Tam o esnada Mirza Şahruh'tan Mirza Halil'e bir nâme : «Geldim, vakit geçirmeden cenk yerini seç!» hüküm camilerde ve minberlerde halka okundu ve ondan sonra Mirza Halil'e gönde­rildi. Mirza Şahruh ta hemen yetişip Mirza Halil'i öldürdü.

*

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri son defa olarak Hicaz'a hareketlerinde, yakınlariyle veda ederken kendilerine diyorlar ki:

— Fakat siz Hicaz'a gittiniz! Cevap veriyorlar :

— Gittik ve gittik!

Bu sözden muratları, o seferde vefat edeceklerini anlatmak­tı.

Hoca Ebu Nasr, o seferde babasiyle beraber.. Anlatıyor :

— Babamın vefatında yanında değildim. Vefatından sonra oraya gelince mübarek yüzünü göreyim diye örtüyü açtım. Göz­lerini açıp tebessüm ettiler. Onun üzerine yüzümü mübarek ayak­larına sürmeğe kalkışınca ayaklarını da yukarıya çektiler.

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri, Hicaz'a, ilki Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle olmak üzere iki kere gitmişlerdir. Bu ikinci seferleri, 822 Muharrem ayındaydı ki, Buhara'dan çıkıp Nesef yoluyle Safaniyan, Belh ve Herat'a uğramışlar, oralarda evliya kabirlerini ziyaret etmişler ve her uğradıkları yerde .şeyhler ve ilim adamları tarafından büyük izzet ve ikramla karşılanmışlar­dır. Nişabur'a gelince havaların değişmesi, yakınları arasında söz edilmesine sebep olmuş ve bu hal kendilerine fütur vermiş. . Bir ışık göstermesi niyetiyle Mevlânâ Celâleddin-i Rumî divanından tefe'ül etmişler. .

Çıkan mısralar :

Ey hak âşıkları, ikballe yürüyün! Saadet burcuna yönelin dosdoğru! Bu yol size hakkın izniyle mübarek olsun; Şehirde, çölde, dağda ve suda!

Hoca Hazretleri Nişabur'dan o senenin Cemaziülâhır ayının on birinci günü hareket ederek sıhhat ve afiyetle Mekke'ye eriş­mişler. . Hac rükünlerini eda ettikten sonra Hoca'ya bir maraz yapışmış. . Veda tavafını sedyede icra edebilmişler. . Oradan Medine'ye geçip mübarek Ravzaya yüz sürdüklerinde Kâinatın Efendisinden nice iltifat ve nevazişlere nail olduktan sonra aynı ayın 24 üncü perşembe günü hakkın rahmetine kavuşmuşlar. . Medine halkı, Şemseddin Fenârî ve kafile ahalisi Hoca Hazretle­rinin cenaze namazını kılmışlar; ve cuma gecesi, o mübarek vü­cudu, o mübarek yerde, mü'minlerin emîri Hazreti Abbas'ın kub­beleri civarına gömmüşler. . Şeyh Zeynüddin Hâbî Hazretleri Hoca Hazretlerinin kabirlerine dikilmek üzere Mısır'dan beyaz bir taş getirtmiş. . Kabir, hâlâ o taş yüzünden ayırt edilebilmek­tedir. (Eser yazıldığı tarihte, beş asır evvel verilmiş hüküm).

Yaşlan 73..

HOCA EBU NASR PARÎSA

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin oğlu. . Lâkapları Burhaneddin ve Hafızüddin. .

Mevlânâ Câmi «Nefahat» isimli eserinde der ki :

— Hoca Ebu Nasr, şeriat ilminde ve tarikat edepleri bilgi­sinde babasının derecesindeydi, fakat vücudunu yok etmek ve mevcudunu saçmakta, yani dervişlikte ve cömertlikte babasını geçmişti. Bu hallerini de öyle örterlerdi ki, kendilerinden bir şey öğrenmek isteyen onun bilgi sahibi olduğunu anlayamazdı. Sual­leri kendinden cevaplandırmaz, «kitaba baş vuralım!» der ve ki­tabı neresinden açsa sorulan bahis zuhur ederdi.

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin hizmetine bakanlar­dan Pîr Halta ismiyle tanınmış bir ihtiyar vardı ki, Hoca Hazret­lerine hesapsız hizmetler etmiş ve Ebu, Nasr Pârisâ'ya da yetişip hizmetinde bulunmuştu. Pîr, Ebu Nasr yoluyle Hoca Hazretlerin­den şu beyti naklederdi :

Sabırla kanaati kendine yol tut;

Bu derdi huy edinenler elem çekmez.

işte bir gün bu Pîr Halta'yı ortamıza almış, Herat camiinde oturuyorduk. Pîr, Hoca Muhammed Pârisâ ve Ebu Nasr Pârisâ menkıbelerinden bahisler anlatmaktaydı. O sırada öğle ezanı okunmaya başladı. Sohbette bulunanlardan bazıları hemen kal­kıp abdest yenilemeğe davrandılar. Bu hali gören Pîr, Hoca Mu­hammed Pârisâ'dan şu beyti naklettiler :

Namaz kaçırılacak ulursa kazası vardır;

Ama sohbeti kaçırana kaza mümkün değildir.

(NOT : Reşahat müellifi, Şeyh Muhammed Pârisâ bu ölçüyü naklederken ya hikâye düşmekte, yahut ve daha büyük ihtimalle mütercim tarafından maksadı kavranamamış bulunmaktadır. Nakşilik edebine, hiç bir şey mukabilinde hiç bir vakit namaz feda edile­mez. Esasen sohbetin merkezi olan mürşid, namaz vakti gelince her­kesten evvel edaya teşebbüs eder Sohbetin devamı, olsa olsa, namazın eda sınırları içinde, yani vaktin dolmasına zaman varken müm­kündür. Yoksa, namazın kazası var, filân işin yoktur diye insana bir teselli gelecek ve bu teselli boyuna namazı kazaya bıraktırıcı bir ih­male yol açacak olursa, insan nefsânı hazzı yüzünden hakka yüz çe­virmiş olur. Bu bakımdan, hiç bir behaya tek vakit namazın kaybe­dilmesine cevaz vermeyen sımsıkı nakşüik disiplininde böyle teselli­lere yer olmadığını ve Hoca Muhammed Pârisâ gibi muazzam bir Nakşilik rüknünün böyle bir inana kasdetmeyeceğini bilmek ve yuka­rıdaki fıkrayı ihtiyat Kaydiyle ele almak lâzımdır. (N. F. K.)

Hoca Ebu Nasr Pârisâ Hazretlerinin vefat tarihi 865 tir.

MEVLÂNA MEHMED FÎGANZİ

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin kabulü ve sevgi nazarlarına mazhar olmuş yakınlar zümresindendir. Doğdukları yer, Buhara ile Semerkand arasında Figanzî isimli büyük bir ka­sabadır.

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyorlar :

— Mevlânâ Mehmed gayet güzel bir delikanlı iken Hoca Ba­haeddin Hazretleri onu avladılar ve inayet ve şefkat nazariyle kabul buyurdular.

Mevlânâ Mehmed, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin emriyle, mürşidlerinin vefatından sonra Hoca Muhammed Pârisâ'nın mec­lislerine devam ettiler.

Diyorlar ki:

— Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin sohbetlerine çok devam ettim. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin himmetleri ve Mu­hammed Pârisâ Hazretlerinin inayetleriyle ruh topluluğuna er­dim. Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri, yatsı namazından son­ra mescitten çıkıp, avlu tarafında asalarını göğüslerine dayayıp dururlar ve ayak üzere yakınlariyle birkaç söz ettikten sonra ken­dilerinden geçip öylece kalırlardı. Çok defa vâki olan bu hal o kadar uzun devam ederdi ki, müezzin sabah ezanını okurken ha­reket ederler ve sabah namazını kılmak üzere tekrar mescide gi­rerlerdi.

Hoca Ubeydullah :

— «Hacegân» silsilesinde bu türlü murakabe olmayacak bir şey değildir, îşin çetinliği devam ve alışma sayesinde hissedilmez olur.

HOCA MİSAFİR HARlZEMl :

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine ihlâs ile bağlı olan­lardan. . Hoca Hazretlerinden sonra, yine onların işaretiyle Ho­ca Muhammed Pârisâ'ya bağlandılar.

Hoca Ubeydullah ile uzun temasları ve sohbetleri olmuştur.

Hoca Ubeydullah :

— Herat taraflarına ilk gidişimde Hoca Misafir ile yoldaşlık ettim. Hoca aslında •Harizemliydi. Uzun yaşadı ve doksanını idrak etti. Bir çok ulu kişiler ve dervişlerle sohbeti vardır. Meşrepleri tasavvuf ve ledün ilmine yatkındı.

Hoca Misafir:

— Hoca Bahaeddin Hazretlerinin hizmetindeydim ve musikiye (sema') gayet düşkündüm. Bir gün müridlerden birkaçiyle birleşerek bir takım musiki âletleri bulup Hoca Hazretlerinin meclislerinde onlarla bir musiki âlemi yapmayı ve böylelikle Ho­ca Hazretlerinin bu mevzudaki fikirlerini öğrenmeği düşündük ve öyle yaptık. Hoca Hazretleri bize engel olmadılar ve buyurdular : «Biz bu işi yapmayız; ama inkâr da etmeyiz!»

Hoca Misafir :

— Hoca Bahaeddin Hazretleri, yakınlarını bir bina işinde çalıştırıyorlardı. Herkes taş ve toprakla uğraşıyordu. Güneş tepe­ye gelince, hararet dayanılmaz bir hal aldı. Hoca Hazretleri, ya­kınlarının biraz istirahat etmeleri için ihtarda bulundular. Herkes bir gölgeliğe çekilip uykuya vardı. Fakat Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri, olduğu yerde kaldı; ve ayakları çamur içinde, güneşe karşı uykuya daldı. Hoca Hazretleri gelip müridlerini bu vaziyet­te seyrederken mübarek nazarları Muhammed Pârisâ'nın vaziye­tine daldı. Yanına yaklaştılar, çömeldiler, yüzlerini bu çamurlu ayaklara sürdüler ve Allah'a hitap ettiler: «Yarabbi, bu ayaklar yüzü suyu hürmetine Bahaeddin'e rahmet eyle!.»

MEVLÂNÂ YAKUP ÇERHİ

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ileri derecede yetiştirmelerin­den . . Gazneyn vilâyetinin Çerh köyünden. . Kabirleri de Helfeto adlı bir hisar köyünde.

Anlatıyor :

— Hoca Bahaeddin Hazretlerinin hizmetine girmeden kendi­lerine karşı büyük muhabbet ve incizab beslemekteydim. Buhara'nın din âlimlerinden icazet aldıktan sonra tam memleketime hareket edeceğim zaman huzurlarına vardım ve    «Beni hatırdan Çıkarmayınız!» diye kendilerine yalvardım. Dediler : «Tam gide­ceğin zamanda mı bana geliyorsun?» dedim : «Öyle oldu. Gönlüm iştiyakınızla dolu. .» dediler : «Bu iştiyak ne yüzden geliyor?» de­dim : «Ulu kişisiniz ve herkesin'makbulüsünüz!» Dediler : «Bu se­bep yeterli değil; daha üstün bir şey bulman lâzım. . Halkın beni kabulü şeytanî olabilir.» Dedim : «Sahih- ve emin bir hadîstir ki, Allah bir kulunu dost edinince onun sevgisini gönüllere düşürür!» Tebessüm ettiler ve buyurdular: «Biz azizlerdeniz (azizan). .  Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Zira bir ay kadar evvel gördüğüm bir rüyada bana «Azizânın müridi ol!» demişlerdi. Rü­yayı unutmuştum. Hoca Hazretleri «Azizan kelimesini kullanınca hatırladım ve büsbütün kendilerine bağlandım. Tekrar «Beni ha­tırdan çıkarmayınız!» diye yalvardım. Dediler ki : «Bir gün Azizândan böyle bir istekte bulunmuşlar. Onlar da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç bulunduğunu söylemişler ve ha­tırlamaya vesile olacak bir şey istemişler.»    Bu sözü söyledikten sonra bana mübarek takkelerini hediye ettiler. Ve dediler : «Se­nin bana verecek bir şeyin yok! Bari şu takkeyi al da ona her göz ve el atışında bizi hatırla ve yanında bul!» Ayrıca tenbih ettiler : «Bu seferde Mevlânâ Tacüddin Deştgûlegî'yi bulmaya gayret et! O, Allah'ın evliyasındandır!»    Yola çıktıktan sonra içime evvelâ Belh'e, oradan da memleketime gitmek arzusu düştü. Belh nere­de, Deştgûlek nerede? Ama şu oldu, bu oldu, kendimi birdenbire Deştgûlek yakınlarında buldum. Hoca Hazretlerinin tenbihleri ha­tırıma geldi. Hayran kaldım. Hemen Mevlânâ Tacüddin'in sohbe­tine can attım, bu arada Hoca Hazretlerine bağlılığım o kadar art­tı ki, hemen geriye dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhara'da bir meczub vardı. Ona güvenim yerindeydi.    Yolda bu meczubu bir kenarda oturur gördüm. Ona sordum : «Gideyim mi, gitmeyeyim mi?» cevap verdi : «Hiç durma git, tez git!» ve otur­duğu yerde, toprağın üstüne bir takım çizgiler çekti. Kendi ken­dime düşündüm : Bu çizgileri sayayım,   eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işaret olsun. . Saydım : Tek. . Hoca Hazretlerine va­rıp eteklerine yapıştım. Bana «Vukuf-u adedî»yi (zikirde sayı bil­gisi) telkin ettiler ve    «Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya

riayet et!» buyurdular   ve yolda meczubun çektiği çizgilerin tek oluşuna işaret ettiler.

Mevlânâ Yakup Çerhî bizzat anlatıyor :

— Allah'ın inayetiyle bu fakirde erenler yolunda istek do­ğup ta ilâhî fazl bana rehber olunca Buhara'da Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine erişmek nasib oldu. Onların kerem ve il­tifatları beni saadete garketti ve gördüm ki, mürşidim, kâmil ve mükemmeldir ve evliyanın en üst tabakasındandır. Kur'an'dan tefe'ülüme cevap, hislerimi gerçekleştirici ve bağlılığımı sağlam-laştırıcı oldu. Bir gün evimin bulunduğu Fethâbâd'da Şeyh Sey-füddin Bûharazî'nin kabrine doğru oturmuştum. Bâtınımda öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hoca Hazretlerine koşmam icap etti. Oturdukları yer olan «Kasr-ı Arifan», istikametine atıldım. Hoca Hazretlerini yol üstünde beni beklemekte buldum. Bendelerine ihsanda bulundular. Namazdan sonra bu fakirle sohbet ettiler. Heybetleri öyle sarmıştı ki, beni, hiç bir karşılık vermeğe meca­lim kalmamıştı. O anda buyurdular : «îlim iki kısımdır. Biri kalb ilmidir ve bu ilim en yararlı olanıdır. Bu ilmi Resuller ve Nebiler talim eder. Edebî lisan ilmidir. Bu ilim de Allah'ın insan oğluna hüccetidir. Ümit ederim ki, bâtın ilminden sana bir pay erişsin.» Ve ilâve ettiler : «Sıdk ehliyle düşüp kalk ve onlarla halleş! Yal­nız bunlarla düşüp kalkman ve halleşmen sıdk ile olsun. Zira bun­lar kalb casuslarıdır, kalbinize girerler ve himmetinize göz atar­lar. Biz kendimizden, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Aldığımız emir bunu gerektirir. Görelim, bu gece bize ne işaret buyrulur? Eğer seni kabul ederlerse biz de kabul ederiz.» ömrüm­de o geceki kadar çetin bir dem geçirmedim. Saadet kapısının açılmasını umarken bu kapının yüzüme kapanmasından korktum ve sabaha kadar şübhe ve ıstırap içinde kıvrandım. Sabah nama­zından sonra Hoca Hazretleri buyurdular : «Müjdeler olsun ki, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz; kabul etsek de geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve vaktin nasıl ol­duğu belli olsun. . »

Bu sözün mânasını anlamak, tasavvuf lisanında «Vakit» mef­humunun ne demek olduğunu bilmeğe bağlıdır.

Mevlânâ   Câmi   Hazretlerinin   nakillerine   göre   Aynilkuzat Hazretleri kendi halini tarif ederken demiş ki :

— Babam ve ben memleketimizin imamlarından bir bölük kimseyle bir sofinin evindeydik. Biz raks halindeydik. Biri de yüksek sesle beyit okumaktaydı. Babam da manzarayı seyrediyor­du. Babam, keşif yoluyle, Hoca Ahmed Gazali Hazretlerinin bi­zimle beraber raksettiğini ve filân renk ve biçimde bir elbise gi­yinmiş olduğunu söyledi. Tam o anda beyit okuyan zat «ölmek is­tiyorum!» diye bağırdı ve hemen düşüp öldü. Vaktin mânasını an­ladık. O dem ölüm ve dirim ânıydı. Yine o dem, yani o anın mâ­nası, ruhuma dedi ki : «Canlıyı öldürdüğün şu vakitte ölüyü de diriltebilir misin?» Yine içimden «ölü kimdir?» diye sordum. «Şu yerde yatandır!» cevabını aldım. Dedim : «ilâhî, şu mürdeyi zin­de eyle!» ölü bir anda kendine geldi.

İlim ve irfan sahiplerine ve zevk ve vicdan ehline gizli değil­dir ki, «âlimler, peygamberlerin varisleridir» mealindeki hadîs hikmeti gereğince zahir plânında din bilginleri Allah Resûl'ünün getirdikleri şeriat ölçülerini korumak mevkiinde oldukları gibi, Muhammedî hakikat esrarına nüfuz etmiş büyük velîler de, o din ve dünya sultanının Allah sevgisiyle dolu kalb hazinelerinden pay sahibi olarak vakit hükümleri üzerinde tasarruf sahibi ve bu ba­kımdan Allah Resûl'ünün varisleridir.

Zahir ehli dış dünya nizamına, bâtıl kahramanları ise iç âlem ve melekût dünyası intizamına memurdurlar, işte bu kahraman­ların dem dem öyle zamanları olur ki, derinlere nüfuz etmekte en kudretli bir lisan bile o hâlleri vasıflandıramaz. Ve bu kahraman­ların zaman zaman öyle saltanatları zuhur eder ki, akıl onları kav-rayamaz.    Bu keyfiyetin izahı yolunda gönül ehli çok söz söyle­mişlerdir, öyle bir demdir ki, o vakit, onda Allah dostlarının iste­ği istek, reddi de reddir ve iradelerinin oku daima hedefini bulu­cudur. Lâkin bu keyfiyet üstün evliyaya mahsus olup herkese mü­yesser olmadığı gibi, bu sırra mazhar olanlar da her zaman bulu­namaz. Bu hususta, şahit    ve delil makamında bir hadîs vardır. Anlayış sahiplerine düşen borç,    gönül ehline yapışmayı saadet

bilmek ve gerçek yönelişe mürşide dönüp kalbini feyz mecrası ol­maya müsaid hale getirmek ve ilâhî lütfü gözlemektir. Bu kemal derecesinin meydana gelmesi için lâzım gelen iki şarttan biri, mü­ridin yöneliş ve dileyişindeki kıymet, öbürü de mürşidin vakte hâkim ve sahip oluşundaki kuvvettir, îşte bu yüzdendir ki, Şâh-ı Nakşibend hazretleri, müridin kabulünde o vaktin mâna ve ifade­sini başlıca şart olarak belirtmişlerdir.

Yakup Çerhî Hazretleri vakit hakkındaki bu hikmetleri dile getirdikten sonra devam ediyor :

— Ondan sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, silsilelerini Abdülhâlik Gucdevânî'ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde «vukuf-u adedî» : Sayı bilgisine davet ettiler. Ve buyurdular ki : «Ledün ilmi, işte, Hızır'ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerine talim ettiği bu bilgidir.» Nice zaman hizmetlerinde bulundum ve bana Buhara'da sefer etmeğe icazet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Sefere çıkacağım zaman «Sana, tarikat edebi ve ha­kikat sırrı olarak bizden ne erişse, Allah'ın kullarına götür ve saa­detlerini sağlamaya çalış!» Hoca Bahaeddin Hazretleri, bize Ho­ca Alâeddin Attâr ile sohbet etmemizi emretmişlerdi. Hoca Haz­retlerinin vefatlarından sonra, ben, uzun müddet Bedehşan'da kaldım. "Hoca Alâeddin ise Cığaniyân'da bulunuyorlardı. Bana bir mektup gönderip Hoca Hazretlerinin vasiyetlerini hatırlattılar ve bir arada olmak hususunda ne düşündüğümü sordular. Hemen Alâeddin Attâr Hazretlerinin bulundukları yere gittim ve ahrete intikallerine kadar yanlarında kaldım. Vefatlarından üç gün son­ra da memleketime döndüm.

Mevlânâ Yakup Çerhî, başlangıç demlerinde uzun müddet Herat camiinde ve peşinden Mısır'da ilim tahsiliyle uğraşmışlar..

Buyuruyorlar :

— Herat'ta kaldığım müddetçe, yemeklerimi, Hoca Abdul­lah Ensarî Hazretlerinin dergâhında yerdim. Zira onun vakıf şartlarında genişlik vardı. Herat şehrindeki vakıfların üçünden başkasında emin olunacak şartlar mevcut değildir. Emin olan üç vakıftan biri Hoca Abdullah Ensârî, öbürü Hanikah-ı Melik, daha öbürü de Gıyasiye medresesi vakıflarıdır. Bu sebepledir ki,

Mâveraünnehr uluları, müridlerini, vakıflarının çoğu uygun­suz olan Herat'a göndermezlerdi. Çünkü Herat'ta helâl lokma az bulunurdu. Bu yolun sâlikleri haram yiyecek olursa, tam bir ge­riye dönüşle kötü tabiatine avdet etmiş ve «Sırât-ı Müstakim —

Doğru yol» den kalmış olur.

Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyor :

— Mevlânâ Yakup Çerhî Hazretleri, Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretleriyle Mısır'da beraberlermiş o devrin yüksek âlimlerin­den Mevlânâ Şehabcddin Sirvânî'den feyz almaktalar imiş. Ara­larında meşrep ve intisap birliği de varmış. . Bir gün Mevlânâ Yakup bu fakire sordular : «Sen Horasan'da çok bulundun; Şeyh Zeynüddin Hâfî müridlerinin rüya tâbirlerinin umumiyetle doğ­ru çıktığı ve bu tâbirle güvenildiği doğru mudur?» Cevap verdi : «Evet, doğrudur!» Bu sözü söyler söylemez de kendisinden geçti. Onun, sık sık kendisinden kaybolduğu daima görülen şeylerdendi. Elleri bir tarak gibi sakalını kavramış olarak o türlü kendinden geçti ki, mübarek başı göğsüne düştü, sakalından birkaç beyaz kıl da parmaklarında kaldı. Bir saat kadar bu halde kaldılar ve son­ra başlarını kaldırıp bir beyit okudular :

Ben güneşin çocuğuyum ve hep güneşten konuşurum;

Ne geceyim, ne de geceye tapanlardanım ki, uykunun masa­lını anlatayım...

HOCA ALÂEDDİN GUCDEVANİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin üstün bağlılarından. Gucdevân köyünden.. Kabri de, Buhara taraflarında bir köyün tepeci­ğinde.

Gençliğinde Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin hizme­tine girip mürşidinin son demine kadar yanından ayrılmıyor. On­dan sonra da ömrünün geri kalanım Hoca Muhammed Pârisâ ve Ebu Nasr Pârisâ'nın hizmet ve sohbetinde geçiriyor.

*

Vecd ve istiğrakları o derece ki, söz söylerken bile kendile­rinden geçtikleri vâki. . Hoca Ubeydullah Hazretlerinin tesbitlerine göre bu dâvada onun kadar uğraşan tasavvuf ve hakikat yo­lunda emek sarf eden az kimse görülmüştür.

*

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri onu da beraberinde al­mak istiyor. Halbuki o zaman Hoca Alâeddin'in yaşı doksanı bul­muş ve ihtiyarlık bütün ağırlığiyle sırtına çökmüştü. .

Muhammed Pârisâ hazretlerine diyorlar ki :

— Hoca Alâeddin zaiflik ve ihtiyarlıkta sön hadde varmış bulunuyor. Artık onun elinden hizmet diye bir şey gelemez. Onu bu seferden af buyurmanız doğru olur.

Hoca Hazretleri buyuruyorlar :

— Bizim ondan hizmet diye beklediğimiz bir şey yoktur. Yü­zünü gördüğümüz her zaman, yolumuzdaki azizlere nisbet ifade­sini görmüş oluruz. Bize, bunu göstermekten büyük medet ve hiz­met olamaz.

*

Hoca Alâeddin :

Kendimi bildim bileli, bir serçe kuşunun başını suya sokup çı­karacağı zaman süresince bile bana uykuda veya uyanıklıkta gaf­let yol bulamamıştır.

— Hoca Alâeddin'in nâdir insanda görülmüş, gayet derin is­tiğrakları vardı. Buhara'da bulunduğum sırada, kendileri 90 yaş­larındayken meclislerinde bulunurdum. Bir gün Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin kabirlerini ziyaret etmek için Kasr-ı Ârifan'a gidip ziyaretten sonra dönerken yolda Hoca Alâeddin'e rastladım.

Bana dedi ki:

«Ben de sizi geceyi kabir başında geçirir sandım da onun için geldim!» Bu söz üzerine Hoca Alâeddin'e katıldım ve geri dön­düm. Yatsı namazı kılındıktan sonra şöyle dediler : «Sizin gibi Hak yoluna talip bir merd'e bu geceyi uyumadan ihya etmek dü­şer.» Kendileri yatsıdan sabaha kadar mezar başında öyle bir is­tiğrak ve teveccüh haliyle diz çökerek oturdular ki, dizlerini bile kıpırdatmadılar. İnsanın ruhunda o istiğrak ve topluluk olmadan, iki diz üstünde kımıldamaksızın sabahı etmek hiç kimsenin harcı değildir. Ben o kadar yorgun ve takatsizdim ki, artık oturduğum yerde yığılıp uykuya varmak benim için kaçınılmaz bir hal öldü. Biraz açılmak için kalktım ve hizmet işleriyle uğraşmak istedim. Gülümsediler ve dediler : «Ağırlığını atmaya mı bakıyorsun?» Ve yine murakabeye vardılar.

*

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

Semerkant'ta beni müthiş bir göz ağrısı tuttu. Kırk gün bu acıyı çektim. O sırada, içime Hoca Alâeddin Gucdevânî'yi görmek arzusu düştü. Üstün vasıflarını çok dinlemiştim. Fakat mübarek yüzlerini görmek bana o günedek nasip olmamıştı. Buhara'ya ulaştım ve bir gün yoluma rastlayan bir mescide girdim. Gördüm ki, mescidin bir köşesinde nurlu bir ihtiyar duruyor. Gönlüm bu ihtiyara kapıldı. Üç gün sohbetinden ayrılmadım. Üçüncü günü buyurdular : Günlerdir gelip bizimle sohbet ediyorsun. Muradın nedir ? Eğer, bu adam şeyhtir, kerametini göreyim diye geliyorsan bizde öyle şey arama! Eğer sohbetimizi beğendin de kendinde bir değişiklik hissediyorsan, sana ve bana mübarek olsun!...» Me­ğer o ihtiyar Hoca Alâeddin Gucdevânî değil miymiş? Kırk gün süren göz ağrılarım bir anda kesilmesin mi ?

*

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Hoca Alâeddin bana dedi ki : «Sana talim ettiğimiz şeyler

üzerinde çalış ve çalışmayı asla bırakma!    Çalışmadan ele geçen şeylerin devam ve bekası olmaz!»

Kaderde olan zuhur eder diye müride çalışmayı terketmek doğru değildir. Müride, her şeyi Allah'ın iradesine bağlamak ve ısmarlamak şart olduğu gibi çalışmak da, yerinde, en kıymetli şarttır. Çalışmayı bırakmak sadece delâlet ve hüsrandır. Allah'ın ancak çalışana verdiği hakkındaki âyete dayanarak çalışmayı ka­dere bağlanmaya tercih edenler haklıdır; yerinde çalışma, teslimi­yetin üstündedir. Şu kadar ki teslimiyet ve kadere bağlanmayı ça­lışmaya takdim edenler de haklıdır. Bu görüşler birbirini çürütücü değildir. Meselâ bir kimse «Gemiyi hedefine götüren rüzgâr­dır; gemidekilerin rüzgârı beklemekten başka çareleri yoktur» de­se hakikati söylemiş olur. Bir başkası da «Gemi âletlerini yerinde kullanmadan menzile varılamaz» dese o da hakikati söylemiş olur. Bu hikmeti canlandırmakta daha nice misal gösterilebilir. Bütün dâva, hem çalışma, hem de kadere bağlanma arasında ne o taraf, ne bu taraf hesabına mübalâğaya düşmeden her iki tarafın hakkı­nı vermektedir. Müridin kabulü İlâhî mevhibe yolundan ve bedel­le satın alınmaz soyundan olsa da yine talibe kabul şartları üze­rinde gayret sarfetmek vâcibdir. Gönül ehlinden bir çocuğun tes­limiyet halinde bulunmaları şu hikmete bağlıdır ki, onlar murad kâbesine gidişte tedbir ve teslimiyet mevzilerini görmüşler ve kendilerini teslim olma yerinde bulmuşlardır. Meselâ Kâbeye gi­denin yolu bir miktar karadan ve bir miktar denizden olsa, kara­dan giderken her gün belli başlı bir hareket şarttır. Eğer hareket­le yol alınmayacak olursa maksûda erişilemez. Ama denizden gi­dilirken insana bizzat hareket lâzım değildir. Böyle bir yerde ille tedbir ve hareket şarttır diye yürümeğe kalkışan, ancak budala­lara mahsus bir iş yapmış olur. Buna karşılık kadere teslimiyet dâvasiyle tedbiri bırakanlar da galetta'dır. Bunlarda teslim olma­nın hakkı yoktur. Rıza gemisine girmemiş oldukları için yoldan kalmışlardır. Fakat rıza gemisine girmiş olarak seferlerinin haki­katini bilenler teslimiyete mâil ve didinmeden çekinicidirler. Bu sebepledir ki, başlangıçta bulunanların temayülü tedbire, sondakilerin de teslimiyetedir.

Hoca Ubeydûllah Hazretleri :

— Hoca Alâeddin Hazretleriyle 40 gün kadar düşüp kalktım. Bir gün Hoca Bahaeddin Hazretlerinin keramet ve tasarrufların­dan ve sohbetlerinin tesirinden bahsedib dediler ki : «Zamane azizlerinin sohbetleri de, geçmişteki ulular derecesinde olmasa bi­le ganimettir. Bazı büyükler, diri kedi, ölü arslandan yeğdir, de­mişlerdir.»

Hoca Alâeddin Gucdevânî Hazretlerinin vefatlarında, Hoca Ebu Nasr Pârisâ Hazretleri vaazde buyurdular :

— Hoca Alâeddin bizimle içli dışlıydı. Biz de onların inayet ve himmet gölgelerinde rahat ve mesuttuk. Şimdi onlar hakkın rahmetine ulaştıklarına göre artık bize düşen korku ve kaygı ol­mamalıdır.

ŞEYH SERACÜDDÎN KÜLAL PİRMESÎ

Buhara'ya dört fersah mesafede Pirmes köyünden. . Başlan­gıçta, sonradan Şâh-ı Nakşibend'in halkasına girmiştir. Emîr Hamza'ya bağlılık devresinde bir gün kendinden gaib olma hâli­ni yaşıyor ve bu hâli üç gün, üç gece sürüyor. Emîr Hamza bu hâ­li öğrenince müridlerine diyor ki : «Gidiniz ve onun kulağına de­yiniz ki, vardığı yerden ileriye gitmeyip geriye dönsün! Emîr Hamza böyle söylüyor deyiniz!» gidiyorlar ve kulağına eğilip ay­nen söylüyorlar. Bir anda silkinip kendisine geliyor.

Hoca Ubeydûllah Hazretleri, hâllerinin başında Şeyh Seracüddin'i görüp sohbet etmişler. .

Anlatıyorlar :

— Buhara'dan Semerkant'a giderken yolda Şeyh Seracüddin'in köyüne uğradım. 22 yaşlarındaydım. Yanlarında kalmam için çok çalıştılar. Gönlüm kalmayı kabul etmediği için izin is­tedim. Şeyh Seracüddin'in yanında kaldığım iki üç gün, sohbet­lerinden hayli faydalandım. Gündüzleri çömlekçilik ederler ve geçeleri çok oturup sohbet ederlerdi. Mecliste ne vaziyette otururlarsa, bir heykel gibi o vaziyeti muhafaza edib oturuş şekillerini değiştirmezlerdi. Evlerine ne zaman bir misafir gelse, her tarafı süpürülmüş bulur ve Şeyhi elinde bir süpürgeyle görürdü. Bunun sırrını sual edenlere : «Bize her misafir gelişinde hazırlanmamızı haber verirler» demişti.

Kendisi anlatıyor :

— Bir gün Şeyh Ebulhasan Aşkî bağlılarından birkaç kişiye rastladım. Lâf arasında zannettiler ki, benim muradım kendileri­ni mürid edinmektir. Şöyle dediler : «Ey Şeyh, vaktini boşuna harcama! Biz Şeyh Ebulhasan'ın aşkiyle doluyuz!» Ve ellerini bo­ğazlarına götürerek «Artık içimizde başka bir şey sığmaz! Kendi sohbet ve nisbetinize bizde yer bulamazsınız!» diye ilâve ettiler. Bu sözden bende ihtiyarsızca bir gayret peydahlandı. Bir de bak­tım ki, yere düşüp gömleklerini parçalamaya başladılar. Onları kendilerine getirmek için ayrı bir tasarrufa ihtiyaç bulunduğunu anladım ve gerekeni yerine getirdim. Ayrılınca eteklerime yapış­tılar ye yalvarmaya koyuldular. Kendilerine dedim ki : «Biz, si­zin şeyhiniz Ebulhasan ile aynı çeşmeden su içmekteyiz. Ona bağ­lanmak bize bağlanmaktır. Ayrılık nazarı dervişlerdedir; mürşidler arasında ayrılık yoktur.»

Şeyh Seracüddin Hazretlerinin, Tevhid Kelimesiyle zikirde, her harfi göbekle sağ ve sol meme arası resm'ederek zikretmeye dair bir usulü vardır.

MEVLÂNA SEYFÜDDlN MİNARÎ :

Taşkent ile Semerkant arasında Ferket isimli mâmur kasa­banın MİNAR adını taşıyan köyünden. Taşkent'e dört fersah me­safede bir köy. .

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin halkasında mümtaz fertler­den . . Zahir ve bâtın ilimlerinde de kudret sahibi. .

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin çevrelerinde    dört Seyfüddin varmış.. Biri mahbub (sevilen), biri makbul, biri makhur (kahre uğramış), biri de merdut (kovulmuş). . Her birinin hallerinden bir damlacık bahsedilecektir.

Mevzuumuz olan Mevlânâ Seyfüddinr aralarında mahbub olanı. . Hoca Bahaeddin Hazretlerinin Mevlânâ Seyfüddin'e te­veccüh ve iltifatları her mikyasın üstünde. . Mürşidinin hizme­tinden hayatı boyunca ayrılmadığı gibi, onun intikâlinden sonra da, yine işaretlerine Alâeddin Attâr Hazretlerine tutunmuşlar ve kanadı altına girmişler..

Anlatıyor :

— Hoca Hazretlerine kapılanmadan Mevlânâ Hamidüddin'-den zahiri ilimleri tahsil ediyordum. Hoca Hazretlerine kavuştuk­tan sonra bu türlü uğraşmayı terkettim. ilk hocam Mevlânâ Ha-midüddin'in ölüm hastalığı esnasında da yanında bulundum. Mev­lânâ büyük ıstırap içindeydi. Ona dedim ki: «Çektiğiniz bu ruh acısı nedir? Bıraktığımız için bizi yerdiğiniz o ilim hazineleriniz nereye gitti?» dedi ki: «Bizden gönül hali istiyorlar, yani selim kalb diliyorlar. Bizde ise ondan eser yok. . Istırabım bundandır!»

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Eğer insan sıhhatte iken kalb huzuruna varamayacak ve ondan bir meleke elde etmeyecek olursa, hastalık vaktinde kuv­vetler eksilmeğe başlayınca huzuru bulmak son derece çetinleşir. Böylelerini Allah dostlarının ziyarete gelmeleri, hastaya ruhanî bir kuvvet aşılamak içindir. Bu yolda yüksek.dâva ve tumturaklı kelâm sahiplerini, ben, ahrete intikâlleri zamanında gayet âciz ve dağınık buldum. Böylelerinin bütün ilimleri o müthiş anda sili­nip gidiyordu. Elde edilmesi tekellüf ve sun'îlikle olan bir şey, marazların hücumu ve tabiatın zaafı anında hiç bir fayda vermez. Hususiyle, şiddet ve mihnetlerin en büyüğü olan ruhun bedenden ayrılışı zamanında tekellüf ve sun'îliğe hiç yer kalmaz.

Hoca Hazretleri buyurdular :

— Mevlânâ Rükneddin  Hâfî'nin intikali  zamanında.     Şeyh Bahaeddin Ömer ve Mevlânâ Sadeddin Kâşgârî Hazretleriyle başındaydık. Mevlânâ Rükneddin Hazretlerinin mahrem müridlerinden Mevlânâ Hâce ve hizmetine bakan bir çocuk da oradaydı, imam Gazâlî'nin «Tahkikat» mı beğenmeyen ve o halinde kendi itikadını bildirmek ve Tevhid Kelimesini tekrarlamaktan başka iş işlemeyen Mevlânâ Rükneddin bütün fazl ve kemâlini kaybetmiş bulunuyordu.

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin kabul nimetine mazhar olarak şereflenen Mevlânâ Seyfüddin ise Mevlânâ Seyfüddin Hoşkan Bu­harı imiş. . Hoca Hazretlerine bağlanışlarının vesilesi şöyle ol­muş : Ticaret maksadiyle Buhara'dan Harizem'e gidip orada Alâeddin Attâr Hazretlerinin sohbetine ermiş. . Sonra Buhara'ya dö­nünce, Alâeddin Attâr Hazretlerinden aldıkları hızla Hoca Baha­eddin Hazretlerine yapışmışlar ve kendilerinden tarikat edepleri­ni öğrenip Hacegân yoluna sımsıkı bağlanmışlar. .

Hoca Hazretlerinin kahrına uğrayan Mevlânâ Seyfüddin ise Bâlâhane lâkabını taşıyandır. Bu Mevlânâ Seyfüddin, Hoca Muhammed Pârisâ hazretlerinin amcası Hüsameddin Yusuf ve Mev­lânâ Hoşkan, gece ve gündüz musahabet halindeymişler. . Mevlâ­nâ Seyfüddin Hoşkan Hoca Bahaeddin Hazretlerine bağlanınca meclisleri bozulmuş. . Bir gün Mevlânâ Seyfüddin Hoşkan'ın evinde buluşmuşlar ve Hoca Bahaeddin Hazretlerinin kemali üze­rinde konuşmuşlar. . Hoşkan, arkadaşlarının da aynı yola girme­leri ve büyük saadete ermeleri için ısrarda bulunmuş. .

— Bir gün onlara rastladım. Sırtlarında yeni bir kürk vardı. İçim kürke aktı. Onu bana vermesini kalbimden diledim, içimden geçeni hemen okuyup kürkü bana verdiler, ben de kemallerine şa­hidim. Lütfedip bana vasıta olun ve beni onların hizmetine erişti­rin!

Üçü birden gidip yalvarmışlar. . Hoca Hüsameddin Yusuf ile Mevlânâ Seyfüddin Bâlâhane de halkaya kabul edilmiş. . Lâkin bir müddet sonra Seyfüddin'den öyle bir densizlik ve edepsizlik zuhur etmiş ki, Hoca Hazretlerinin kahr ve gazaplarına uğramış..

Şöyle bir edepsizlik :

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ve birkaç müridi Buhara sokaklarından birinde... Yanlarında Seyfüddin Bâlâhane de var... Bir­denbire karşılarına, zamanın yüksek tanınan ve Şâh-ı Nakşibend Hazretlerini inkâr eden Şeyhlerinden Mehmed Hallaç çıkıyor. Ho­ca Hazretleri, mizaçlarındaki nezaket ve mürüvvet icabı Şeyhe hiç bir asık yüz göstermiyor, iltifat ediyor, hattâ birkaç adım da arkalarından yürüyerek teşyi ediyorlar. Fakat Seyfüddin Bâlâha­ne bu birkaç adımla iktifa etmeyip Bahaeddin Nakşibend Hazret­leri geri döndükleri halde şeyhi takip etmekte devam ediyor. Ho­ca Hazretleri bu edeb hatasından son derece müteessir oluyorlar ve Mevlânâ geri dönünce diyorlar ki :

— Hallâc'ı uğurlamakta mübalağa gösterdin! Bu edeb hatası yüzünden kendini rüzgâra verdin, belki Buhara'yı ve âlemi de harab ettin!

Hoca Hazretlerinin bu kahr ve gazabından hemen o gün Sey­füddin Bâlâhane ölüyor ve Özbekistan taraflarından gelen bir akın sonunda Buhara ve etrafı talan ve viran, birçok insan da te­lef ediliyor.

Hoca Ubeydullah Hazretlerinden rivayet edildiğine göre Şeyh Mehmed Hallâc'ın yedi halifesi varmış. . İlki Şeyh ihtiyar ve sonuncusu Sadi-i Pirmesî imiş. . Şeyh ihtiyar başlangıçta Ho­ca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine can ve gönülden bağlıyken dönüp Şeyh Hallâc'a kapılanmış . Böyleyken yine «Hâcegân» yolundan bahsedip onlara nisbet iddia edermiş...

Yine aynı kaynaktan rivayet edildiğine göre Şeyh Sadi-i Pir­mesî, Şeyh Mehmed Hallâc'ın kılavuzluğuna bağlanmadan önce Hoca Bahaeddin Hazretlerinin kabul ve nazar ettiklerinden imiş.. Ama sonradan ona öyle bir hal gelmiş ki gidip Şeyh Mehmed Hal­lâc'a mürid olmuş. . Çok uzun yaşamış. . Hoca Hazretlerinin hizmetindeyken genç. . Hoca Hazretleri kendisini, gayet ihtiyar bu­lunan büyük annelerinin hizmetine vermişler. . Hoca Hazretleri­nin bir zerdali bahçeleri varmış. . Şeyh Sa'di bir gün bahçeye gi­rip bir zerdali koparmak istemiş. Bahçıvan mâni olmuş. . Şeyh Sadi-i bahçivana demiş ki :

— Hoca Hazretleri bizden Allah'ın feyzini esirgemez; sense bir zerdaliyi esirgersin!

Bu söz Hoca Hazretlerinin kulağına gitmiş ve fevkalâde tak­dirini kazanmış. .

Fakat sonradan iş değişiyor. Şeyh Sadi hacca gitmek için Ho­ca Hazretlerinden izin istiyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri bu is­teyiş tarzını beğenmedikleri için müsaade etmiyorlar. Fakat Şeyh Sadi dinlemiyor ve hacca gidiyor, Dönüşündeyse Hoca Hazretle­rinden aynı iltifatı göremiyor ve gidip Şeyh Mehmed Hallâc'a mürid oluyor.

Hâcegân halkasından uzaklaştırılan ve kabul nazarından dü­şürülen Mevlânâ Seyfüddin ise başlangıçta Hoca hazretlerinin se­venlerinden ve bağlılarından iken her şeyi kaybetmiş. Şöyle ki, Mevlânâ Seyfüddin ticaretle uğraşıp bütün zamanını para kazan­maya sarfeder ve hasislik alâmetleri gösterirmiş. Bir gün Hoca Hazretleri, müridleriyle beraber Mevlânâ Seyfüddin'in dâvetine gitmişler ve ziyafet sofrasında hazır bulunmuşlar. . Hoca Hazret­leri daima yemekten sonra meyva veya tatlı gibi bir şeye rağbet buyurdukları, meyvasız veya tatlısız ziyafetlere : «Bu ziyafetin demi yok» dedikleri için, o gün yemek yenilip de meyva ve tatlı cinsinden bir şey gelmeyince Mevlânâ Seyfüddin'e lâtife yollu :

— Verdiğin yemek demsiz oldu! Buyurmuşlar.

Bu söz Seyfüddin'e gayet giran gelmiş ve kalbinde Hoca Haz­retlerine karşı bir soğukluk peydahlanmış. . Aynı mâna Hoca Hazretlerine de geçince Seyfüddin'e buyurmuşlar :

— Nasıl; 12 bin altın sermayen olsa iyi mi ?

Meğer Seyfüddin'in bütün emeli 12 bin altın sermaye sahibi olmakmış. .

. Hoca Hazretleri kendisinden teveccüh nazarlarını çevirmiş­ler, o da işi dünya menfaat ve hırsına döküp sohbetinden uzaklaş­mış. .

Bir gün Seyfüddin'i bir kervanla giderken kondukları çimenlik ve yeşillik üzerinde yuvarlanırken görmüşler. .  Şöyle bağırıyormuş :

— Oh şeyhsizlik ne tatlı!

Hoca Hazretlerinin meclislerinden kovulanlardan biri de Mevlânâ Seyfüddin Minarî'nin yeğeni imiş. . îsmi de Mevlânâ Şemsüddin. . Bir gün bir hizmet mevzuunda Hoca Hazretlerine karşı büyük bir hataya düşmüş :

Hoca hazretlerine hatırı sayılır misafirler geliyor : Hoca Haz­retleri, Şemsüddin'e emir ediyorlar :

— Nehre git de suyu bu tarata bağla!

Şemsüddin verilen emri yerine getirmekte ihmal gösteriyor ve biraz sonra gelip Hoca Hazretlerine diyor ki :

— Vücudumda bir halsizlik peydahlandı; su yoluna suyu bağlayamadım.

Hoca Hazretlerine bu ihmal gayet giran geliyor. Şu cevabı veriyorlar :

— Mevlânâ Şems! Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın senin için bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu.

Ondan sonra Mevlânâ Şems'e dimağı bir hastalık musallat oluyor. Kalkıp dayısına gidiyor ve halini bildiriyor. •

Aldığı cevap :

— Mevlânâ Attâr Hazretlerine git ve halini arzet! Şenin için Hoca Hazretlerine baş vurup şefaat etmelerini niyaz et! Belki merhamet eder de günahını bağışlatır.

Mevlânâ Şemsüddin, Alâeddin Attâr hazretlerine gitmeyip Muhammed Pârisâ hazretlerine varmayı tercih ediyor.

Muhammed Pârisâ hazretleri:

— Senin derdin bizim tarafımızdan şifaya kavuşturulamaz, diyor; senin baş vuracağın yer Alâeddin Attâr'ın kapısıdır.

Yine gitmiyor. Dayısının yanına gelip olanları hikâye edi­yor.

Dayısı:

— Ben sana Alâeddin Attâr Hazretlerine git demedim mi, diyor; başka yol kalmamıştır sana. .

Yine Muhammed Pârisâ, yine aynı emir ve yine emre ria­yetsizlik. .

Mevlânâ Şems öylesine hastalanıyor ki, insanları bile tanı­maz hale geliyor. Evlâdının bile isimlerini unutuyor.

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyurdular :

— Sadık taliplere evliyanın hatır ve gönüllerini muhafaza etmek birinci derecede lâzımdır. Emirlerine uymak ve onların fermanlarını bütün nefs arzularına takdim etmek şarttır.

Mevlânâ Abdülâziz Buharî buyururlar:

— Hoca Hazretlerinin sohbetlerinde hayat kazananlara şu üç edebe riayet etmek mecburiyeti vardır: Mürşidine makbul sa­yılacak ne yapılsa bundan asla gurura düşmemek ve nefsine var­lık isnat etmemek.. Kendinden makbul olmayacak bir fiil de zuhur etse ümitsizliğe düşmemek ve ayrılmayı asla hatınna getir­memek. . Verilen emirleri asla muhakeme ve münakaşa etmek­sizin yerine getirmek..

HOCA ALAEDDİN ATTAR

Adı, Muhammed biri Muhammedül - Buharî.. Aslında Harizahiden.. Babası Muhammed-ül Buhara'nm üç oğlu ve Hoca Alâeddin

Babasının vefatından sonra Hoca Alâeddin mirastan hiç bir şey kabul etmiyor ve Buhara medreselerinden birinde ilim tah­siline koyuluyor.

*

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin küçük bir kızı var­mış .. Bir gün haremlerine demişler ki:

— Kız bulûğa erişince bana haber ver!

Hoca Bahaeddin Hazretleri, kızının bulûğa erdiği haberini alınca «Kasr-ı Arif an» dan doğru Buhara'ya gidip Hoca Alâeddin'in bulunduğu medreseye ayak atmışlar.. Alâeddin'i medre­sedeki hücresinde bulmuşlar. . Hücrede eski bir hasır, yastık ye­rinde iki kerpiç ve bir kırık ibrik. .

Hoca Alâeddin Şahı Nakşibend Hazretlerini görünce ayaklarına kapanmış, ayaklarına yüz sürmüş ve son derece saygılı bir yalvarıcılık tavrı takınmış..

Hoca Hazretlerinin ilk sözleri şu :

— Benim henüz bulûğa ermiş bir kızım var. . Onu sana ni­kâh etmeye memurum.

— Bu lûtfunuz benim için saadetlerin en büyüğüdür. Lâkin benim dünya ve geçim vasıtalarından malik bulunduğum hiçbir şey yok... Hâlimi görüyorsunuz.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurmuşlar :

— Senin ve onun Allah indinde bir rızkınız vardır ki, onun gelmesinde hiçbir dahiliniz ve nasıl geleceğinde hiçbir şuurunuz yoktur.

izdivaç oluyor ve bir müddet sonra Hasan Attâr dünyaya geliyor.

*

Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, Hoca Alâeddin'i oğulluğa kabul edip medreseden çıkardıkları zaman, kendisinde mevcut olması hatıra gelebilecek ilim gururunu ve efendilik eda­sını kırmak için tahtadan bir tabla içine elma doldurup şöyle di­yorlar :

— Bu tablayı başına koy ve içindeki elmaları, yalın ayak do­laşacağın Buhara pazar ve mahallelerinde bağıra bağıra sat!

Alâeddin Attâr Hazretleri bu emri can ve başla telâkki edi­yor ve en küçük sebeb arayıcılığına düşmeksizin, gönül rahatlığı içinde yerine getiriyor. Fakat kardeşleri Şehabeddin ve Hoca Mübarek bu halden inciniyorlar, bir nevi kibir acısı duyuyorlar

ve teessür gösteriyorlar. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri vaziyeti öğrenince Alâeddin'e şu emri veriyorlar :

— Git, meyve tablasını kardeşlerinin dükkânı önüne koy ve orada yüksek sesle sat!

Alâeddin Attâr, Hoca Hazretlerinden kendisine bâtını ter­biye yolu açılıncaya kadar, aldığı emri yerine getirmeye devam ediyor.

* .            .

Büyük Mürşid, meclislerinde, Alâeddin Attâr Hazretlerini yanı başlarında otururlar ve sık sık kendisine yönelirmiş. .

Bu halin sebebini soranlara demişler ki :

.— Onu, kurt kapmasın diye yanıbaşımda oturtuyorum! Zira nefs daima pusuda ve fırsat kollama tavrındadır. Benim için dem dem onun haline yönelişim, kendisini mazhar kılmak içindir. Ben onu hatıra getirdikçe Kabe'yi hatırlamış oluyorum. Keremimin evinde olan Kereme mazhar olur. Allah dostlarına hizmetin ve hizmet yoliyle 'gönüle girmenin faydası budur.

Kendileri anlatıyor :

— Hoca Bahaeddin Hazretlerine yeni kapılandığım demlerde bana biri sordu : «Gönül sence ne keyfiyettedir?» Ona dedim ki: «Gönül keyfiyeti bana malûm değildir.» suali soran kendince gönlün tarifini yaptı : «Gönül bence üç günlü ay gibidir.» Bu ta­rifi Bahaeddin Hazretlerine arzettim. Buyurdular: «O derviş kendi halini anlatmış. .» Bu sözü söylerken Şâh-ı Nakşibend bir bağ kenarında oturuyordu. Mübarek ayaklarını benim ayağıma değdirdiler. Bana öyle bir şey oldu ki, bütün varlıkları, kâinatı kendimde görür gibi oldum. O halden kendime gelince dediler : «Nisbetin merkezi olan gönül budur, dervişin hayal ettiği değil.» Ve ilâve ettiler : «Gönlün halini sen nasıl belirtebilirsin ki, onun ululuğu ifade kalıplarına sığmaz.» Kutsî hadîs bildiriyor : «Yere ve göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.» Bu incelik gösteriyor ki, gönlü anlayan muradı anlamıştır »

Hoca Bahaeddin Nakşibendi Hazretleri birçok müritlerinin terbiyesini Hoca Alâeddin'e havale etmişler ve buyurmuşlar :

— Alâeddin bizim yükümüzü hayli hafifletti.

Buharada, âlimlerden bir heyet, Allah'ın görülebilip görü­lemeyeceği üzerinde bir münakaşaya zemin açıyor. Bir kısmı gö­rülebileceği, bir kısmı da görülemeyeceği üzerinde ısrar ediyor. Hepsinin birden Hoca Alâeddin Hazretlerine büyük güvenleri ol­duğu için kapısını çalıyorlar ve :

— Aramızda hakem ol, diyorlar. Allah görülebilir mi, görü­lemez mi ?

Hoca Alâeddin Attâr, Mutezile mezhebinden olup «Rûyeti -görmeyi» inkâr edenlere diyor ki:

— Üç gün müddetle tertemiz olmak ve hiç lâf etmemek şar-tiyle meclisimizde oturun; ondan sonra hükmedelim!

*

Hoca Hazretlerinin emirlerini ayniyle yerine getirip gusül ve namaz abdestleri yerinde ve ağızları dikili, oturuyorlar. Üçün­cü gün üzerlerine öyle bir hal çöküyor ki, yere düşüp kıvranma­ya başlıyorlar ve kendilerine gelince Hoca Hazretlerinin ayakla­rına kapanıp :

— «Rûyet - görme» hakmış, diyorlar; iman getirdik!

Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin el yazılariyle kayıtlı olduğuna göre, Hoca Alâeddin Attâr Hazretleri ölüm hastalıkla­rında buyurmuşlar :

— Allah'ın inayeti ve Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretle­rinin nazar ve hürmetiyle, eğer murad edebilseydi, bütün insan­lık hakikate ererdi.

Hoca Ubeydullah Taşkendî rivayetine göre Hoca Muham­med Pârisâ Hazretlerinde kendinden gaip olma hali çok vâki iken, Alâeddin Attâr Hazretlerinde şuur ve kendilerine malikiyet hali galip imiş.. Yüksek hakikat ehli de, şuur ve kendinde

olma hâlini, manevî sarhoşluk ve kendim kaybetme hâlinden üs­tün tutmuşlardır.

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin vefatlarından sonra bütün yakınları hattâ Muhammed Pârisâ Hazretleri bile Hoca Alâeddin Attâr'a biy'at etmişlerdir.

Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Hicaz yolunda kendilerine halife olarak Muhammed Pârisâ'yı tayin etmeleri ve ölüm döşe­ğinde aynı meseleye dair sorulan suale :

— Hicaz yolunda söylemiştim!

Diye cevap vermelerine rağmen Alâeddin Attâr'a nasıl olup da biy'at edildiği şöyle izah olunabilir :

Bazı dervişler «Sahib-i zuhur» dedikleri anî belişip hassası­na maliktir. Hoca Alâeddin Hazretleri de onlardandır. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri, intikâlleri zamanında yer­lerine kimin geçeceği sualine :

— Hüsameddin Çelebi Buyurdular.

Ve bu sualin iki kere daha tekrarını aynı şekilde cevaplan­dırdılar :

— Hüsameddin Çelebi..

Üç kere alınan bu cevaptan sonra yakınları Mevlânâ'ya sor­dular :

— Ya Sultan Veled hakkında ne buyurursunuz? Mevlânâ Hazretleri, gülümseyerek cevap verdiler.

— O pehlivandır, vasiyete ihtiyacı yoktur!

Böylece, bir ta'yin, başka bir liyakati nefyetmek olmaz.

Hoca Bahaeddin bahsinde kaydedildiği gibi, ilâhî risale er­mek üzere bulundukları demlerde, yakınları, Hoca Hazretlerinin irşad makamım kime bırakacakları üzerinde kaygılı bir sükûte varmışlardı. Hoca Hazretleri bu sükûtun dilini çözmüşler ve :

— Böyle bir anda bana niçin sıkıntı veriyorsunuz, demişlerdi; irşâd makamına halife ta'yini benim elimde değildir. Hükmedici, Allah'tır. Sizi böyle bir nimete şereflendirmek dileyince ge­reğini bildirir .

Bu kelâm da şahittir ki, hilâfet ve niyabet, vasiyetle sınırlı değildir. Hilâfet dâvasının bu şartlara sığdırılması imkânsız, da­ha birçok incelikleri vardır.

Hoca Alâeddin Hazretlerinin sohbetinde kutsî nefeslerinden çıkan bazı kelimeleri Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri topla­mış ve Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin «Makamat»ına eklemek is­temişlerdir. Fakat müyesser olamamıştı. O kelâmlardan, Hoca Muhammed Pârisâ'nın kalemiyle tespit edilmiş 27 parçayı tak­dim ediyoruz :

«— Riyazetten gaye, cismanî alâkalardan sıyrılıp ruh ve ha­kikat âlemine yönelmektir. Suluktan murad ise, müridin kendi irade ve cehdiyle hak yoluna mâni olan alâkalardan kurtulmasıdır. Bu dâvanın muayene ve çaresi odur ki, alâka şekillerinden müride ne gösterilse, hangisine gönlünü bağlı görmezse o alâka engel olmaktan çıkmış, hangisine de içinde bir istek hissederse o alâka onun ayağına dolanmış ve yolunu kesmiş demektir. Bizim hocamız Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine yeni bir gömlek giy­direcek olsalar (Bu gömlek filânındır) deyip onu iğreti bir eşya gibi sırtlarına geçirirlerdi.»

Buyurdular :

— Mürşide alâka ve rabıta, hakikatte gayrı ve neticede lü­zumsuz olmasına rağmen başlangıçta vusul (Erişme) sebebidir. Bu yolun isteklisi, başlangıçta, mürşidinden gayrı bütün alâkala­rı nefyetmek ve kalbinde yalnız mürşidini tutmak borcundadır.

Tefsir :

— Sâliklere, başlangıçta mürşid alâkasını muhafaza etme­leri en ehemmiyetli borçtur. Zira mürşid, ilâhî hakikatin aynası­dır ve ona yönelmek, fena makamına ermeyi ve cezbeye nail ol­mayı neticelendirir. Cezbesiz ise bu yol aşılamaz. Bu yüzden, sâlik, mürşid alâkasını gönlünde tutmalıdır ki, cezbeye erişebilsin.. Eğer sâlik, yola girişinin başında, «Mürşid de gayrıdır ve onu

nefyetmek lâzımdır» diye düşünecek olursa -yoldan kalır ve tek adım terakki edemez. Her şeyi yerinde kabullenmek ve yerinde nefyetmek lâzımdır. Meselâ yolun sonuna varanlar için nefy ge­rekir. Zira sona gelen hakikate varmış demektir. Ve her şey ona, mürşidi gibi, mutlak güzellikten bir ayna hâline gelmiştir. Böy­lece vücudun hakikatına mazhar olmak yönünden, derya ile dam­la, güneş ile zerre birdir. Bu makamda hakikati mürşidin ayna­sından görmekte devam etmek noksanlık olur.

Buyurdular :

— Bu yolun yüksek şahsiyetleri, tevfik çalışmayladır ve muvaffak olan ancak çalışandır, dediler,. Sâlikin de mürşidinden feyz isteği, mürşidin emri yolunda çalışması miktarınca elde edi­lir. Çalışmadan elde edilen mânaların bekası olmaz. Mürşidin müride yönelişindeki tesir, mürid tarafından çalışılıp derinleştirilmeyecek olursa sadece birkaç gün sürer. Mürşid, alâkasız sâlike ne verebilir? Bu yüzden Mevlânâ Dâvud bize çalışmayı em­retti ve tevfik refik oldu. Hoca Nakşibend Hazretlerinin sohbet­lerinde de bütün vaktimiz çalışmayla geçti. Günümüzü çalışmay­la akşama eriştirmeyen pek az mürid tanırım.

Buyurdular :

— Kâh olur ki, yönelme ve çalışma sırasında bir hâl et zu­hur eder ve mürid bu haleti görür. Ama, gördüğü nedir, bilmez; kendisine nazar eder ve kendisini görmez, hayrete düşer. O hal geri gider ve tekrar gelmesi nefsin arzuladığı bir şey olur. Sâlike lâzımdır ki, bu vaziyette yalnız kendi kusuruna nazar edip o hâ­lin gizlenmiş olmasından üzüntü ve kaygıya düşmesin. . Daima kendi rızasını sevgilinin rızasına feda etsin ve nefsi hesabına ça­lışmasın. O hal tekrar zuhur ettikten sonra ciddî bir çalışmayla onu muhafaza etmeye baksın. . Herşey, birkaç günlük çalışma­dan ibarettir ve ondan sonra çalışmada öyle b:ir meleke hâsıl olur ki, sâlik, kendi iradesiyle, fena ve fenanın femâsı makamlarına erer.

Buyurdular :

— Talibin gözünde melekler alemi Kapalı kalınca fena âle­mi gerçekleşir; kendi öz varlığı örtülünce de fenanın fenası zu­hur eder. Biri, mürşidin himmetiyle sâlik kendi varlığını unuta­bilir mi diye bizi imtihan etti. O mânayı gerçekleşmiş görünce de onu heybet kapladı ve bu halden kurtulması için yalvardı. Bu taifeyi imtihan etmekten çekinmek lâzımdır.

Buyurdular :

— Talib, mürşidin teveccühüne engel olacak şeylerden içi­ni temizlemelidir. Ancak ondan sonradır ki, ilâhî feyze lâyık ve müstehak olur. İlâhî feyzde eksiklik ve kusur yoktur; eksiklik ve kusur taliptedir.

Buyurdular :

— Talib kendi arz ve biçareliğini daima mürşit huzurunda mütalâa etmelidir. Talib bilmelidir ki, hedefe erişmek ancak mürşidin sırasını tahsil etmekle olur. Rıza yolundan başka her tarafın kapalı olduğu talibçe bilinmelidir. Talib, mürşidinin te­veccühünü muhafaza etmedikçe kendi şahsî eser ve kıymetinin hiç olduğunu şuurlaştırmak borcundadır.

Tefsir :

— Bu yola girenlere ilk lâzım olan bütün varlığından geç­mektir. Talib ne kadar tâat ve ibadeti, ilim ve marifeti varsa hepsini birden yokluk deryasına atacak ve gönlünü bağlayacak­tır. Sâlikin yolunu bağlayan, kendiliğidir. Herkes külli ilme, ken­di cüz'î ilminden geçemediği için buna erişemez, iradeni Hâkim iradesine ve kıymetinin hakkın kudretine bulmak için buna erişesin!

Bu ifna edişin de iki yolu vardır :

Biri, şeriat getiricisi tarafından ne emredilmişse onu yerine getirip hakkın muradım, nefsin muradından üstün tutmak.. Şu sebeple ki, nice insanlar, sadece şeriatin zahirine yapışmış olmak­la gayeye ermişlerdir. Lâkin bu hâl nâdirdir. Zira bizzat zahir olmadığı için nefse bütün cür'et ve ruhsat doğar ve bazı emirler­de nefs kendisine pay ayırıp hayat bulur ve «ölmeden ölünüz!» derecesinden uzak kalır. Nefse öyle bir Muhammedi nur gerek-

tir ki, sâlik, "ona gönül verip varlığını onun varlığında ve bütün bazlarını ve muratlarını onun hazları ve muratlarında ifna etme­ği bilsin, sâlike fena mertebesinin âlâsı hâsıl olsun ve böylece sâ­lik gayelerin gayesine ersin. . Bunun için de mürşidine teslim ol­mak, kaza ve kaderinin tecellisini mürşidinde aramak, tahkik eh­li nazarında kât'î bir hakikattir. Sadık talib ve sâlik, sadık irade sahibi olduğu için varlığını mürşidinin varlığında tüketecek olur­sa artık kendi nefsini arasa da bulamaz ve kendisini her yoklayı-şında mürşidinin hakikatinden başka bir şey göremez.

Böyle olunca da mürşidin mazhar olduğu tecellilerden, ken­disinde, kabiliyet ve istidadı nisbetinde akisler ve pırıltılar beli­rir. Mürşidin aynasından ona öyle bir hakikat görünmeğe başlar ki, nefsi ve dış dünyası topyekûn gözünden silinir.

Bu mâna üzerinde Büdelâ'nın kutbu Aşık Paşa, açık Türk­çe ile şöyle buyurur :

Çünkü bu genci (hazineyi) bilesin, bil ki sen!

Hükmüne külli tutarsın mülkü sen!

Ayra şarktan garbe hükmün Hak ile,

Kande sen olsan seninle Hak bile (beraber)

Yeryüzü, gök altı bir evdir tamam,

Oî sana külli ola, mülk-ü-makam.

Belki yer ve gök sana hep bir ola,

Ol ıraktan baktığın yakın gele

Her ne istersen bulasın sende sen,

Bilesin kim, şah sen, hem bende sen.

Beylik-ü-kulluk kamu yeksan ola,

Ne ırak yakın, ne in-ü-ân ola.

Cümle varlık sarf ola ol birliğe,

Kamu ölmek denşirile dirliğe.

Kalmaya hiç ön ve son ve kil-ü-kal,

Pes ola ol dem bize mutlak visal.

Orta yerden köyürünle sen ve ben,

Ol denizde garka var can-ü-ten.

Âşık-ü-mâşuk cün bir harf ola,

Girû kendi mânisinde sarf ola.

Mahvola bu-harf-ü-savt-ü-can-ü-saz

Liteliksiz görüne ol bi niyaz

Kendûyu kendi göre, kendu bile,

Bakısın eydenıezem, gelmez dile.

Söz tükendi, bunda coş dil oldu mat,

Garka vardı cism-ü-can-ü-akl-ü-zat.

Kaldı ol hayy-ü-kadim-i lemyczel

Hem ebeddir ol hakikat hem ezel.

Aşk anındır, âşık olur, maşuk ol,

Âhir andan varır ana cümle yol.

Kendüsünden kendüye kendü delil,

Kendüsüne kendüsü olmuş halil.

Âşık, imdi, varlığın ver yokluğa!

Yokluk içinde sana varlık doğa.

Tut anı sermaye peştir ol sana,

Gündüzün sarf eyle külli ana!

Kul iken sultan olasın ta ebed,

Vâvı kendi evhadin kaldı ehad.

Bunda erer maksada her âdemi,

Ruzi kılsın dostlara Hak bu demi.

Bu mertebeye ermek, talibin fena bulmasiyle olur. Talibin fenâ bulması da mürşidine bağlanması ve mürşidinin inayetiyle meydana gelir. Talibin gayreti kendi kemâli içindir; kemâl gayreti ise vücuda sebeptir ve fenaya mânidir. Bu takdirde talibin kemâl diye elde etmeğe çalıştığı şey eksikliğe yol açar. Asıl kemâl, talibin fenâsındadır, bekasında değildir, Tâlib mürşidin na­zariyle fena kadehinden içecek ve nefsiyle dünyayı unutacak olursa ona öyle zarurî bir ilim kapısı açılır ki, kemâl diye yöneldiği her şeyin noksan, erdirici sandığı hamlelerin de uzaklaştırıcı olduğunu anlar. Ve yine anlar ki, bu yolda kâmil insanın nazarına mazhar olmadan gerçek kemâl mümkün değildir.

Buyurdular :

— Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında, daima onun rıza­sını elde edici yolda yürümeğe bakmalıdır. Tâlib, mürşidin rıza nazarının hangi noktalar üzerinde olduğunu anlamak ve ona gö­re amellerde bulunmak borcundadır. Bu iş gayet zordur ve derin bir dikkat ve ferasete bağlıdır. Meğer ki Allah'ın yardım lütfü eksik olmasın.. Bu iş Allah'ın kolaylık verdiğine kolay; yoksa başarılamayacak kadar çetindir.

*

Buyurdular :

— Sâlik daima kendi fiillerinin kusurunu görecek, noksanı­nı bilecek ve kendi aczini lütuf ve kerem sebebi kabul edecektir. Hoca Bahaeddin Hazretleri talibe hep bu sıfatı emrederler ve derlerdi ki : «Beni her zaman bu sıfatta kullanırlar.»

*

Buyurdular :

— Talibe lâzım olan odur ki, dünya ve ahrete ait, ufak ve büyük her işte iradesiz ve mürşidinin iradesine tâbi olsun. Mür­şide lâzım olan da odur ki, daima talibin hallerini kullansın ve zamanında faydalı her işi ona emretsin. . Tâ ki, mürit, mürşidin iradesiyle hareket edip işe teşebbüs eylesin. .

*

Buyurdular :

— İlim tarafını tutmak ve kendi hâlini gizlemek gerektir. Tarikat ehlinden her biriyle kendi hallerine göre söyleşmek ge­rektir. Kalblere riayet etmeği ihmal etmeyip onları incitmekten çekinmek gerektir. Bu taifenin içini bilmek ve ona göre davran­mak gayet müşküldür. Onların ruh halleri son derece incedir. Onlarla düşüp kalkmak ve dostluk etmek insanda hâlin gelişme­sine sebep olur. Bu bakımdan onların sohbetini günden güne iler­letip kendilerine riayet iyice gözetmek lâzımdır. Yoksa bu ölçü­lere aldırmadan onlara ülfet etmek tehlike ve dereceden düşme­ği davet eder. Farsça bir şiir şöyle der :

Edeb sahibi olmayana itibar yok

Edebli olmak bile hatadır.

Buradaki edebten maksat, bir nevi varlık iddiasına geçmek ve kendisini edebli görmektir.

Tefsir :

— Hoca Hazretlerinin «ilim tarafını tutmak ve kendi hali­ni gizlemek gerektir» buyurmalarındaki hikmet şudur ki, insan­da ilim ile ayn, yani iman ile hakikat müşahedesi bir araya gelse, o müşahede şeriata uymayacak olursa şeriat tarafını tutmak ve başka hiç bir şeye kıymet vermemek iktiza eder. Lâkin bu her arifin başarabileceği bir iş değildir. Kuvvetlilerin ve büyük velî­lerin işidir. Değme velîler imanla ayanı toplayamamışlardır. Mu-vahhitlerin kutbu ve ariflerin kıblesi Şeyh Muhiddin Arabî Haz­retleri (Fütuhat) isimli kitaplarında kendi hallerini hikâye eder­ken imanla ayanı toplayabildiklerini anlatır ve bu yüzden Allah'a hamdini belirtip der ki: «Ben imanla ayânı cem'ettim. Müşahe­deleri ortadayken onları bir tarafa bırakıp imanla amel etmek hâli nâdir bir keyfiyettir. Bu makam, nice ariflerin ayaklarının sürçtüğü noktadır. Çünkü onlar müşahedeye erince onunla amel ederler ve imanla amel etmezler. Böylece imanla ayanı birleştir­miş olmazlar.» Hoca Alâeddin Attâr Hazretleri de bu mânada Şeyh-i Ekber ile beraber oldukları için, dâva, «ilim tarafını tut­maktır» buyurdular.

*

Buyurdular :

— Zahir ve bâtın hallerinin en faziletli ve en kemâllisi, on­ları sahibine bağlamaktır. Bütün nebiler, velîler ve tahkik ehli, başından sonuna kadar bu hâl üzerindedir. Kula lâzım olan, za­hir ve bâtın hallerine ait kendinden zuhur eden her şeyi kendin­den mahvedip sahibine irca etmektir. Mürit, idrâkin son haddiyle bilmeli ve anlamalıdır ki, Allah'ın ona irade edip lâyık gördü­ğü elbette kendisinin kendisine iradesinden daha faydalı ve uy­gundur. Talibe düşen de, «tefaiz» kelimesiyle ifadelendirilen bu hâli, mürşidine karşı tatbik edip   ondan bu işin sırrını kapmaya çalışmasıdır.

*

Buyurdular :

— Cebbarlık sıfatını görmekten gaye, tazarru ve yalvarma, niyaz ve sığınma sıfatının zuhur etmesidir, o görüşün doğruluğu­na alâmet, tövbe ve niyaza düşüp harabat'liğe kapılmamaktır. Kul kendinde rızaya meyil görürse şükür, görmezse niyaza yapışmalıdır.

*

Buyurdular :

— Allah'ın ezelî inayetine görmek, gözünde ezelî inayeti her şeyin üstünde tutmak, bundan bir an bile gafil olmamak ve istiğnadan (ihtiyaçsızlıktan) sakınmak lâzımdır. Azı çok bilmek ve istiğna zuhurundan korkup titremek lâzım.

*

Buyurdular :

— Velînin kendine bırakılmayacağı an gelince velilik onda sabit ve devamlı olur. Ondan bir kusur da zuhur etse özür için olur, red için olmaz. Allah'ın, velîlerine korku ve hüzün olmadı­ğını bildiren âyetindeki hikmet şudur ki, onlarda tabiat zuhuru korkusu yoktur. Velî, fâni sıfatlarına red ve iade edilmez.

*

Buyurdular :

— Bâtında Allah ile, zahirde Allah'ın emirleriyle olmak lâ­zım . . Bu iki sıfatı toplayabilmek kemâldir.

Reşahat sahibi :

— Hoca Hazretlerinin «Bâtında Allah ile olmak» emirlerin­deki mâna şudur ki, tâlib, bâtını kıblesi olarak Allah'ın zatına bağlanacak ve gönül gözünü mutlak yüzden ayırmayacaktır. İki cihanda haktan gayri muradı olmayacak ve bütün mevcudiyeti Hakka feda edecektir. Mansur Hallac'a «kimin mezhebindensin?» diye sorulunca «Rabbımın mezhebindenim!» cevabını vermiş. Hemedânî Hazretleri der ki : «Talibin işi mezhep sahibiyledir, mezheple değildir!» Yine Hoca Hazretlerinin «zahirde Allah'ın emirleriyle olmak» şeklindeki ifadelerinden murad şudur ki, tâlib, kitap ve sünnetle amel edecek ve zahirinde şeriata aykırı en küçük bir tavır olmayacaktır. Yine Alâeddin Attûr Hazretlerinin ifade buyurdukları gibi, «Sadık tâlib cismiyle şeriatta, ruhuyla tarikatta sırriyle vuslatta olacaktır.»

*

Buyurdular ki :

— Tâlib, büyüklerin mezarlarını ziyaret edip, orada yatan azizin sıfatlarından ne anlamış ve ne bakımdan mezara teveccüh etmişse o derecede feyiz alır. Gerçi teveccühte zahiri yakınlığın çok tesiri varsa da hakikatte mukaddes ruhlara yönelmek için za­hirî uzaklık mâni teşkil etmez. Bu gerçeği belirten bir hadîs bu­lunduğu gibi, kabir ehlinin zahirî suretlerini görmeğe itibar yok­tur. Asıl itibar onlara teveccüh edip sıfatlarını anlamayadır. Ho­ca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri buyurdular ki : «Halka yakınlıktansa Hakka yakınlık evlâdır.» Ve bu beyti dillerinden düşürmezlerdi:

Büyüklerin kabrine bağlanmaktan ne çıkar ?

Onların yaptığını yap, maksada er !

Allah ehlinin kabirlerini ziyaretten gaye, mezara değil Hak­ka teveccühtür. Oradaki velînin ruhaniyeti Hakka teveccüh için ancak bir vesiledir. Halka tevazu ve küçüklük gösterme hâlinde de gaye Haktır.

*

Murakabe yolu, nefy ve isbat (Tevhit Kelimesindeki mâ­nalar) üzerinde çalışmaktan daha verimlidir. Cezbeye de daha yakındır. Murakabe yoluyle en yüksek dereceye, melek ve melek­ler âlemine tasarruf mertebesine erişilir. Havâtır (ruha ânî ola­rak inen menfî telkinler) dedikleri duygulara dikkat etmek, âle­me lütuf ve rahmet gözüyle bakmak ve dilediği bâtını nurlandırmak murakabeye devamdandır. Murakabe melekesinden ruh topluluğu ve kalb uysallığı doğar. Bu makama «cemi ve kabul» ismini verirler.

* .        .

Buyurdular :

— Harizem diyarına ilk gidişimizde yakınlarımızdan her bi­riyle bâtına çalışılmıştı. Kendi iradeleriyle kendi bâtınlarını sı­namak gayesiyle. . O sıfat kendilerinde devamlı mıdır, değil mi­dir; anlaşılsın diye.. O çalışma eserini tam mâhasiyle verdi ve meleke bâki kaldı.

Reşahat sahibi:

— Hoca Hazretlerinin nakil buyurdukları «Bâtına çalışma» adî bulûğ derecesinden üstün bulûğ derecesine yükselişi göster­mek içindir, insanın maddî tedbir alemindeki tasarrufu nasıl adî bulûğ çağından sonra meydana gelirse melekût âlemine ait işler­deki tasarrufu da üstün bulûğ neticesinde olur ki, bu hallerin ay­rı ayrı akıl derecelerine ihtiyaçları vardır. Gönül ehli, hakikatte ikinci dereceye ermiş olanlara «baliğ» derler. Nitekim Şeyh Şirazî «Gülşen-i Raz» isimli eserinde şu mısralarla bu ince sırra dokunur:

Bir pîre demişler ki, evlen! Demiş :

Ben daha bulûğa ermedim!

İnsan veliliğe erince baliğ olur;

Velilik olmayınca çocukluk olur.

Bu makamda sâlikin zahiri ayniyle bâtını, bâtını da ayniyle zahir olur. Madde âleminde kendisine verilen işlerde dilediği gi­bi harekete kaadir olduğu gibi melekler âleminde de, kabiliyet ve salâhiyetine göre dilediğini işler. Bu mertebenin ehli iki kısımdır: Bir kısmı hâl ehlidir. Yani melekler âleminde tasarrufa kabiliye­ti cezbeyle meydana gelir ve o zaman dilediğini işler. Lâkin dilediği zaman cezbeye düşmek kudreti kendisinde yoktur, öbür kısmı ise makam sahipleridir ki, yerlerinde sabittirler ve diledik­leri anda melekler âlemine girip diledikleri gibi tasarruf edebilir­ler. Sâlikte bu meleke meydana geldikten sonra zahiri ve bâtını irade bir araya gelip makam sahipliğini yol açılır. Hoca Hazret­lerinin «Sınamaktan ötürü bâtına çalışmak» diye ifade ettikleri, yakınlarının, zahirde kendi iradeleriyle tasarruf ettikleri gibi bâ­tında da tasarrufa kaadir olup olmadıklarını anlamak içindir. O çalışma, müritlerin yükselmelerine sebep oldu ve kemâl sahipli­ğinden makam sahipliğine geçtiler, demek istiyorlar.

*

Buyurdular :

— Susmak gerektir. Üç şey için : Ya hatâratı gözetmek, ya gönül zikrini dinlemek, yahut gönülden geçen hâlleri kollamak için..

*

Buyurdular :

— Hatarât, yani kalbe anî olarak inen türlü vesvese ve tel­kinler, kemâle mâni değildir. Lâkin kalbe yerleşmemeleri lâzım­dır. Zira hatarâttan tamamiyle uzaklaşabilmek imkânsız gibidir. 20 yıl müddetle nefyettiğim tabiî ve cüz'î irade fikri birdenbire içime düştü, fakat karar kılamadı. Hatâratı önleyebilmek çok zor iştir. Bazılarınca onların hiç bir kıymet ve itibarları yoktur ve herhangi bir zararları düşünülemez. Şu şartla ki kalbe nüfuz ve orada yuva kurmasın. . Yoksa feyiz mecralarını tıkar. Bu bakımdan daima bâtın hallerini murakabe etmek gerekir. Mürşit em­riyle mürit, nefesini boşaltırken hatâratı da nefyetmiş olur. Nefes ihracının hikmeti şudur ki, her mânanın bir sureti olduğu için hatarâtın belirttiği mânalardaki suretlerde nefsin boşalmasiyle kalbten tahliye edilmiş olur. Onun içindir ki, bu usule yapışıp ha­tarâttan kalbi boşaltmak gerektir.

*

Buyurdular :

— Hoca Nakşibend Hazretlerinin, tâlibleri daima suçlamak yolundaki ilk usullerini ihya etmek lâzımdır. Hoca Hazretleri, ömürlerinin sonunda halkın terbiyesiyle uğraşmaktan üzüntüye düşüp buyurmuşlar ki : «Bunlar kendilerine erişen feyizleri be­nimsemez ve geliştirmezler.»

*

Buyurdular :

— Hoca Nakşibend Hazretleri mütemadiyen tekrar ederler­di ki : «ibadet on kısımdan ibaret ve dokuz kısmı helâl kazanç is­temektir.» Buyururlardı ki : «Helâl rızk istemekte, zamanımızda ekincilik ile bahçecilik maksada en yakın olanlarıdır.

*

Buyurdular :

— Allah ehli ile sohbet etmek üstün aklın ziyadeliğine se­beptir.

*

Sohbet tekidli sünnetlerdendir, İki günde bir bu taife ile sohbet edip bunların edeblerine hakkiyle riayet eylemek lâzımdır. Eğer arada zahirî uzaklık varsa, hiç olmazsa ayda veya iki ayda bir kendi zahirî ve bâtınî hâlini mürşidine bildirmek gerektir. Aradaki mesafe ne olursa olsun, mürit hayal yoluyla mürşidine yükselmeli ve onunla meşgul olmalıdır ki, küllî uzaklık ve gaflet ona hâkim olmasın..

*

— istek o kadar yüksektedir ki, istemeğe bile kudret yok. istek de onun inayetindedir.

*

Buyurdular :

— Ertelemek, kabiliyet zamanını beklemek içindir. Bulur­lar, yine elden savururlar ve anlamazlar, nereden olduğunu bil­mezler.

Buyurdular :

— Ben kefil olurum ki, bu tarîkate taklitle giren bile yine tahkike erişir. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, bana, ken­dilerini taklit ile başlamamı emrettiler. Kendilerinden taklit et­tiğim her şeyi yine taklit ile götürmekteyim. Elbette bir gün eser ve neticesini görürüm.

*

Buyurdular :

— Bu taifeyi renkten renge girme makamından gayri yer­de bilmek olmaz. Şimdi anlıyorum ki, onları temkin makamında bilmek doğru değilmiş. . Hem kim onları sabit bir makamda bu­lup taklitlerine giriştiyse eli boş döndü. Meğer inayet edip ken­dilerini ona göstersinler..

*

Hoca Hazretlerinden naklettiğimiz hikmetler burada sona eriyor. Renkten renge girme keyfiyeti, büyüklerce, sâlikin gönlü tereddütle itminan arası gider gelirken hâsıl olan haldir. Bazıları demişlerdir ki, bu hâl, sâlikin gönlü keşifle hicab ortasında tered­düt te olmaktır.

Sıfatları kâh zahir ve kâh gaip olduğu için, nefs sıfatının her gidişinde keşif ve her gelişinde hicab hâsıl olur. Sâliki bu makam­dan anlamak lâzımdır. Renkten renge girme cihetinden karşılık­lı sıfatlar arasında inip çıkmalar başlar ve kabz ve bast (sıkılma ve ferahlama) ve sekr ve sahv (manevî sarhoşluk ve ayılma) gibi haller birbirini takip eder. Temkin ise büyüklerin dilinde hakikat keşfinin sabit olarak devamıdır. Gönlün Allah'a yakınlık maka­mında itminanı bakımından bu makam ile sâlik arasında bir ra­bıta kurulamaz. Zira temkin sahibi ledün ilmi mertebesine eriş­tiği için yiyip içme, alış veriş, uyku ve uyanıklık gibi hâllerde, dışarıdan zahir ehli gibidir. Eğer başlangıçtaki sâlik onu taklide kalkacak olursa riyazet ve mücahedeyi terketmek gibi vartalara

düşer ki, bundan, Hoca Alâeddin Hazretlerinin bahis buyurduk­ları korku doğar. Ama renkten renge girme halini (telvin), tahkik ehlinin Gavsi Muhiddin-i Arabî Hazretleri tarzında anlayacak olursak iş değişir. Muhiddin-i Arabî Hazretleri buyurmuşlardır ki:

— Büyükler nazarında telvin, renkten renge girme hâli, na­kıs bir makamdır. Lâkin benim gözümde bu hâl bütün makamla­rın üstündedir. Bu hâlr Allah'ın kendi şanı üzerinde buyurduğu bir sıfata uygundur. Böylece en yüksek makam olan temkin, bi­zim nazarımızda telvinde temkindir.

Mevlânâ Radiyüddin Abdülgaffur Hazretleri buyurdular ki :

— Şeyh Muhiddin-i Arabi'nin temkin ve telvin üzerinde buyurdukları, sâlikin, namütenahi tecelliler arasında birine veya öbürüne yapışması demek değildir. Sâlikin hakikati renksizlik olup keyfiyet ve kemiyetten mücerret olan asılla mutabıktır. Ni­tekim Allah'ın kendi hakkında buyurduğu, her an namütenahi renk içinde bütün bu tecellilerden münezzeh ve mücerret olmak­tır. Sâlik te, ilâhî tecellilerden her an bir renk ile renklenirken kendi hakikatinde renksizdir.

*

Hoca Alâeddin Attâr Hazretlerinin son günleri, Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin el yazılariyle tesbit edilmiştir.

Son marazlarında yakınlarına dediler ki :

— Bendeki hastalık halinden gelen dış karışıklığa bakıp ken­di hâlinizi ona uydurmaya bakmayın! Siz kendi zahir ve bâtın hu­zurunuza dikkat etmeğe bakın! Şu halimle bana uyacak olursanız parçalanır ve dağılırsınız.

Ve dediler :

— Dostlar ve azizler hep gitti. Bazıları da arkalarından gi­diyor. Elbette o âlem bu âlemden üstündür.

Bu sözü söylerken nazarları bir sebze bahçesinin yeşilliğine takıldı.

Yakınlarından biri dedi:

— Ne güzel sebzelik! Cevap verdiler :

— Toprak da güzeldir. Bu âleme bizde hiç meyil kalmamış­tır. Dostların gelip bizi bulmayınca gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur.

Hastalıkları esnasında yakınlarına dediler :

— Merasim ve âdetleri bir kenara bırakınız! Halkın âdeti neyse aksini yapınız! Birbirine uyunuz! Allah Resûl'ünün gelişi insanların merasim ve âdetlerini bıraktırmak içindi. Birbirinize sığınınız ve her biriniz kendinizi nefyedip başkasını doğrulayınız! Her işte yolunuz ölçülere bağlılık olsun! ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet! en büyük sünnetlerdendir; bu sünnete riayet edip umumî ve hususî şekilde ona devam ediniz! Eğer bu yolda istikamet gösterirseniz tek nefeste veriminiz, be­nim bir ömür boyunca kazancım kadar olur. Hâlinizin daima yük­selişte olması lâzımdır. Vasiyetlerimi çiğneyecek olursanız peri­şan olursunuz! '

Ve o anda Tevhid Kelimesini yüksek sesle okumaya başla­dılar.

Hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzurunda bu fakir hakkında buyurdular ki:

— Yirmi yıldan ziyadedir ki, benim ile onun arasında Allah için dostluk vardır. Elbette o dostluk değişmez. Bu fakirin arkasından da :

— Ben ondan razıyım, buyurmuşlar; Allah Resûl'ünün sâ-habilerinden razı oldukları gibi..

Bir gece, bu fakirle aralarında bir söz geçmişti. Kendileri bu fakiri kendi bâtınlariyle şereflendirip manevî birliğimize dair sözler söylemişlerdi. Ruhlarını teslim edecekleri esnasında o ge­ceyi anıp dediler ki, kendisi bilir, başkası bilmez. O gece olan soh­bet bir nevî suçlama ve paylama mahiyetinde İdi ama, şevk ve muhabbet doğurucuydu.

Son marazlarında bu fakiri sık sık andılar ve iltifatlarına boğdular.

Son sözleri rıza, vecd, sohbet, aşk, şevk, dostluk üzerine ol­du ve kâh nasihat, kâh hikmet, kâh halka dua seklinde tecelli et­ti.

Hastalıklarının ağırlaştığı bir an :

— Ben hizmette suret ve mâna pehlivanıyım!

Buyurdular ve hazır bulunan Bahaeddin Nakşibend Hazret­lerinin ruhaniyetini görüp kendileriyle hayli sözleştiler.

Gidip kalmaları mevzuunda hiç bir tercih ve iradeleri olma­dığını söyleyerek müritlerine demişler ki:

— Gidip kalmamız hususunda iki fırka olmuşuz. Sözünüzü bir idin ki, biz de ona göre davranalım!.

Hastalıklarından on gün evvel de âhirete gitmeği özleyib şöy­le demişler :

— Artık bu niyetten dönmem!

* Hastalıkları ziyade baş ve bel ağrılariyle başlıyor. Hicri 802 inci yılın 2 Recep perşembe günü yatağa girip 20 inci çarşamba gecesi namazından sonra beka âlemine göçüyorlar.

Mübarek kabirleri Neçıganiyan köyünde

Yine Hoca Mehmed Pârisâ hazretlerinin yazdıklarına göre, dervişlerinden biri Alâeddin Attâr Hazretlerini vefatlarından 40 gün kadar sonra rüyada görüyor ve şu hitaba mazhar oluyor:

— Allah'ın bize ettiği ihsan, bizi sevenlerin zan ve tahmi­ninden çok yüksektir. Ve ilâve etmişler:

— Size ne lazımsa içinizde bırakıp gittim. Ve yerden bir iğne alıp onu ayakları altına koymuş ve bu­yurmuşlar :

— Velilik o kimsenin hakkıdır ki, bu dimdik iğnenin üstün­de dimdik durup hiç bir tarafa bükülmez, yatmaz.

*

Vefatlarından 7 yıl evvel Çığaniyan köyünden Buhara'ya gidip Şah-ı Nakşibcnd Hazretlerini ziyaret ettiklerinde dervişlerin­den biri bir rüya görüyor :

Büyük bir otağ kurulmuş. . Otağda Kâinatın Efendisi bulunuyorlarmış. . Hoca Bahaeddin ve Alâeddin Attâr, otağın yanındalar.. İçeriye girip Varlığın Nurunu görmek istiyorlar.. Bir müddet sonra büyük bir sevinç haliyle otağdan çıkıyorlar... ^

Hoca Bahaeddin Hazretleri buyuruyor :

— Bize, kabrimizin 100 fersah mesafesinde defnedilecek her müslümana şefaat etmemiz nasihati ihsan edildi. Alâeddin Attâr'a da 40 fersah mesafedekilere şefaat nimeti. Bizi sevenler ve ihlâs ile bağlılık gösterenler de l fersah kuturlu bir çevre içinde­kilere şefaat edeceklerdir.

HOCA HASAN ATTAR

HOCA Alâeddin Attâr Hazretlerinin oğlu ve velilik şecere­lerinin, maddî neseb içinde nadide meyveler veren hususî bir da­lı. .

Hoca Hasan, çocukluğunda mezarlık kırlarında oynarken Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin mübarek nazarları ken­disine değiyor. Hoca Hasan bir buzağıya binmiş, yanındaki oğlan­lar da peşi sıra koşup eğlenmekte. . O sırada Şah Hazretleri kır­dan geçmektedirler. Bir an durup çocuğa bakıyorlar ve diyor­lar ki :.

— Pek yakında bu oğlancık bir bineğe atlayacak ve şevket­li hükümdarlar onun yanında piyade yürüyecekler. .

Bu sözün hakikati şöyle zuhur ediyor :

Hoca Hasan Hazretleri Bağ-ı Zâgan taraflarına geldikleri vakit Mirza Şahruh'u ziyaret ediyor. Mirza, Hocaya bir binek he­diye ediyor ve koltuğuna girip onu bineğin yanına kadar götürü­yor. Hocaya saygısından bir eliyle bineğin özengisini tutuyor, bir eliyle de dizginleri kavrayıp binmesine yardım ediyor. O sırada binek huysuzlaşıp yürümeğe başlayınca, hükümdar, o vaziyette birkaç adım hocanın yanında yürüyor. Hükümdar, hayvanın ka-

çıp gitmesine mâni olmaya çalıştığı ve dizginlere asıldığı için bi­nek duruyor. Hoca Hazretleri de inip yüzünü Buhara istikameti­ne döndürüyor ve niyazda bulunuyor ve sonra Mirza Şahruh'a Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin çocukluğunda kendisine söyledik­leri sözü anlatıyor.

— Çok yakında bu çocuk binek üstündeyken şevketli hü­kümdarlar onun yanı sıra yaya yürüyecek. .

Bu menkıbeyi işitenlerin de Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri hakkında inanışları bir kat daha artıyor.

Hoca Hasan Hazretlerinin gayet kuvvetli cezbeleri varmış. . Diledikleri zaman cezbe yoluyle tasarruf ederlermiş. . Tasarruf ettikleri kimseyi de şuursuzluk ve dünyadan habersizlik haline getirirler ve nice kimsenin fena yolunda nice mücahedelerle elde ettiklerini onlara tattırırlarmış. . Ve Horasan'da kendilerinin cezbe yoluyle tasarrufları dillere destan imiş. . Her kim ellerinden öpecek olsa derhal tesirini hisseder aşk ve vücudsuzluk devle­tine erermiş.

Bir gün sabah vakti, üzerlerinde büyük bir cezbe eseriyle so­kağa çıkmışlar. . Nazarlarının değdiği herkes kendini kaybede­cek derecede tesirleri altında kalmış. .

Müritlerinden biri Hac seferine çıkmak üzere Herat'a gel­mişti, halinde öyle bir cezbe ve kendinden kaybolma alâmeti var­dı ki, çarşı ve pazardan geçerken dünya ile en küçük teması ol­madığı belliydi. Ne gelip geçenlerin, ne bağırıp çağıranların, ne de bastığı toprağın farkındaydı. Mevlânâ Câmi Hazretlerine gö­re, bu mürit, daima kalbinde Hoca Hazretlerinin simalarını sak­lardı. Bu yüzden Hoca Hazretlerinin cezbesi o müride sirayet et­mişti.

Hâcegân yoluna ait bir risale kaleme almışlardır.

Bu risaleden birkaç cümle :

— Bil ki, Hoca Alâeddin Hazretlerinin yolu, Hakka erdiren tarikler arasında murada en yakın olanıdır. Zira bunların yolu ahadiyet (birlik) çevresinden dış dünyaya ait bütün hicab ve pe­çeleri kaldırmaktır. Allah onlar için «mâsiva» dedikleri dış dün­yayı celâl vasfiyle yakıp kül eder. Hakikatte öbür şeyhlerin son duraklan bunların başlangıç noktalarıdır. Zira bunlar ilk adım­da fena mertebesine ulaşırlar. Sülükleri ise cezbeden sonradır. Halleri tevhit sırrının tam ifadesi olan vücutsuzluktur. Böylece insan ve cinlerin yaradılışımdaki ibadet gayesine ait Kur'ân hük­münü ifade etmiş olurlar. Bu yola girmek isteyenler, evvelâ, tarikati kimden almışlarsa onun çehresini hayallerinde muhafaza ederek işe başlamalıdırlar. Tâ ki, mürşitlerinin feyizle kendinden geçme nimetine ersinler. . Ondan sonra kendinden kaybolma ha­lini muhafaza edip mürşitlerinin suret ve hayaliyle kalbe yönel­meleri ve o hâl içinde derinleşmeleri lâzımdır. O hâl kuvvetlen-dikçe sâlikin dünya ve hâdiselere şuuru azalır. Bu hale Nakşilik yolunda «âdem - yokluk» ve «gıybet - kendinden kaybolma» der­ler. Gitgide bu hâl o kadar ilerler ki, insanda herhangi yabancı bir şeyin vücuduna hiç bir şuur kalmaz. Bu derecenin de ismi «fena» dır.

Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri bu hâl-i bir kıtalariyle şöyle tarif ederler :

Vücudumu yok eden yokluk;

Onunla buldu can varlığını.

Adem gelince vücut kalmaz;

Adem ki, gelince gelir vücut...

Hoca Bahaeddin Hazretlerinden bir beyit:

Bak, bu durakta sana mürşit ne der :

Kendini aradan çıkar, gaybına ver!

Eğer bu arada kalbe hatarât üşüşecek olursa hemen mürşi­din hayalini tasavvurda cümle sarfetmek lâzımdır. Eğer hatarât gitmeyecek olursa içinden bir şey boşaltıyormuşçasına nefesini üç kere yukarıya çekmelidir. Hatarât yine devam ettiği takdirde is­tiğfar edip «ya Fa'al!» zikriyle meşgul olmak icap eder. Bu zik­rin vesveseyi defetmekte büyük tesiri vardır. Sâlik bu yolun öl­çülerine o şekilde yapışmalıdır ki, hiç bir iş kendisim nisbetinden ayırmamalıdır. Bir an için gaflet meydana gelse bile arkasından

hemen nisbete yapışmak ve arkası kesilmemelidir. Gidip gelmek­te, alıp satmakta, yiyip içmekte, yatıp uyumakta hep o nisbet ve alâka. . Bu sıfat meleke haline gelinceye kadar böylece devam et­mek şarttır.

Hoca Hasan Hazretleri, hasta ve dertlilerin yüklerini üzerle­rine alırlar, illetlerini üzerlerine çekerler ve onları kurtarırlarmış. . Bir gün Hicaz seferinde Şiraz'a uğramışlar. . Oranın yük­sek sınıfından bir zat müritleri imiş. . Bu mürit ağır bir maraz­dan hasta yatağında yatarken Hoca Hazretleri onun hastalığını üzerlerine çekmişler. . Mürit iyi olup kalkmış, fakat bu defa Ho­ca Hazretleri yatağa düşmüş ve o maraz yüzünden beka âlemine göçmüşler. .

Vefatları 826 yılının Kurban Bayramında. .

Mübarek nâşları Şiraz'dan, muazzez babaları Alâeddin Attâr Hazretlerinin gömülü bulundukları Çığaniyan'a nakl edilmiş­tir.

Oğulları Yusuf Attâr, Şeyh Bedreddin Ömer ile çağdaş. Ara­larında mektuplaşmalar ve haberleşmeler olmuş.. Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer meclisinde tarikat büyüklerinden bazıları zikir­de nefesin hapsini (nefes aldıktan sonra onu salıvermeyip içinde tutmak) şart koşuyor.

— Nefesin hapsi Hint fakirlerinin işidir. Bu yolun şartı olan nefes hapsi değildir.

Bu söz Yusuf Attâr Hazretlerine gelince Şeyh Bahaeddin Ömer'e şöyle yazıyorlar :

— İşittik ki, siz, nefesin hapsi usulünü kabul etmemişsiniz. Tarikat şeyhlerinden hiç birinin de bunu emretmediğini söyle­mişsiniz. Halbuki Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri ve hali­feleri zikirde nefesin hapsini emrederlerdi. Siz nasıl olur da bunu kabul etmezsiniz?

Hoca Ömer şöyle cevap vermiş :

— Bizim bu sözden muradımız onların tavırlarını nehyetmek değildir.

Ve başkaca izahta bulunmamış. .

ŞEYH ABDÜRREZZAK

HOCA Hasan yakınlarının en yükseklerinden. . Hoca Haz-i, retlerinin halifelerinden. . Çalışmaları hep «rabıta - mürşidin ha­yalini kalbte tutup feyzine erme» yolunda. . Bir gün Seyyid Ka­sım Tebrizî Hazretlerini ziyaretteyken «rabıta» yolunda Seyyid Hazretlerinin medihlerine nail oluyor. Seyyid Hazretleri ona «se­nin yolun güzeldir!» diyor.

Hoca Ubeydullah Hazretleri, Şeyh Abdürrezzak ile araların­da geçmiş bir hatırayı anlatır :

— Bazı  büyüklerle sohbetteyken    bize bir şeyhle karşılaş­mak nasip oldu. Adını vermek istemem. (Fakat gösterdikleri alâ­metlere göre Şeyh Abdürrezzak). .    Beni tasarrufu altına almak ve bâtını kuvvetini göstermek istedi. Meclisimizde gayet yüksek kimseler vardı; ve azizlerden hayli insan hazırdı. Şeyhin bu gay­retini görünce ben de kendimi öz nisbete havale edip mukavemet göstermeğe başladım. O, vaziyeti anladı ve tasarruf kuvvetini şid-şetlendirdi. Gözlerini üzerime dikip    bütün mevcudiyetiyle bana yöneldi. Elini kâh omuzlarıma, kâh göğsüme sürüp    üzerime bir yük bindirmeğe çalıştı. Bense sonuna kadar direndim ve yükünü kendisine havale ettim. Zira onun tasarruf gayreti ve bu tasarru­fu körleştirme usulü benim malûmumdu.    Neticede onu yendim. Yönelmesi bana hiç dokunmadı ve yük kendisine isabet etti.    O kadar müteessir oldu ki, ıstırabından ter döktü. Tasarruf edeme­diğinden de mahcub oldu. Ben de pîrin bu kadar hacalet çekme­sinden üzüldüm. Nihayet dilediği gibi tasarruf etmesi için kendi­mi ona teslim etmeğe karar verdim. Şeyh içimden geçen mânayı anladı ve yine tasarrufa giriştiyse de muvaffak olamadı. Bunun üzerine ben onun ıstırab derecesini düşünerek onun adına duydu­ğum hicabtan meclisi terkedip çıktım.

HÜSAMEDDlN PARİSA BELHİ :

İSHAK HOCA

ismail Ata'nın oğlu..

Şeyh Abdullah Hocendî anlatır :

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin sohbetlerine yetişmeden bir hayli zaman evvel bana kuvvetli bir cezbe gelmişti. Büyüklerden birinin mezarını ziyaretimde bir hitap işittim : «Geri dön; senin muradın 12 yıl sonra Buhara'da gerçekleşecektir!» bir gün pazar­dan geçerken bir köşeye çekilmiş, birbiriyle halleşen iki Türk gördüm, içli içli konuşuyor ve ağlaşıyorlardı. Kulak verdim : Ba­hisleri tarikat.. Meclislerine girmek istedim. Pazardan biraz meyva ve yiyecek alıp önlerine sürdüm. Birbirlerine işaret ede­rek hakkımda kabul yüzü gösterdiler ve dediler : «Bu derviş is­tekli görünüyor. Onu sultanımızın oğlu îshak Hoca'ya götürelim!» Ishak Hoca'nın yerini öğrendim ve gittim. Büyük alâka ve iltifat gördüm. Bir müddet hizmetlerinde bulundum. Sonunda, îshak Hoca, hakkımda fazla alâka ve himaye isteyen oğluna benim için şöyle dedi: «Bu dervişin nasibi benden değil, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden.. Benim onu tasarrufa mecalim yoktur.» Bu sö zü işitince, mezardan gelen hitabı hatırladım ve İshak Ata'nın ermişliğine tam inandım. Nasibimi bekledim.

ALÂEDDİN Attâr Hazretlerinin halifelerinden. .  Başta Ho­ca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin kabul şerefine nail olmuşlarsa da Hoca Hazretleri onun terbiyesini Alâeddin Attâr Haz­retlerine havale etmişlerdir. Kemâl derecesine ermeleri Hoca Alâeddin hizmetinde olmuştur.

Şeriat bağlılığında son derece titiz, hâl ve vakit muhafaza­sında gayet dikkatli. .

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyor :

— Mevlânâ Yakup Çerhî sohbetine erişmek için yola çıktı­ğım zaman Belh şehrinde Mevlânâ Hüsameddin Pârisâ Hazretle­rine tesadüf ettim. Hâcegân tarîkatini kendilerinden öğrenmem ve benimsemem için ısrarla telkinde bulundular. Mevlânâ Yakup hizmetine erişmek niyetinde olduğum için kabul etmedim. Israr­da devam ettiler. İçim çekmedi. Nihayet dediler ki : «öyleyse ra­zı olun da size bu tarikatin hususî yolunu göstereyim. Şayet gön­lünüz bazı kimseleri bu yolda terbiye etmek ister veya bazı talibler bu yolda terbiye edilmek için size baş vuracak olurlarsa her şey malûmunuz olsun..» Ve anlattılar : «Halkın ekseriyeti o mi­zaç üzerindedir ki, bu tarikatte kısa zamanda elde ettiklerini öbür tarîkatlerde uzun müddet sağlayamazlar. Onun için bu tarikati bilmek size lâzımdır.» Oradan Taşkente gittiğimiz zaman bazı in­sanlar peydahlanıp benden hususî yolu anlatmamı istediler. İste o vakit Hüsameddin Pârisâ Hazretlerinin ille bana anlatmak istemelerindeki kerameti anladım.

Yine Ubeydullah Taşkendi Hazretlerinin rivayetlerine göre Mevlânâ Hüsameddin'in vakte riayeti, Şeyh Bahaeddin Ömer, hattâ Şeyh Zeynüddin Hâfî'den üstünmüş. . Sabah namazından ikindiye kadar halkın kendileriyle temasına kabul gösterirler, lâ­kin ikindiden sabaha kadar huzurlarına kimseyi kabul etmeksizin ibadetle meşgul olurlardı.

Sözleri :

— Ruhta Allah'a bağlılık şuuru ne kadar derin olursa olsun yemeğe başlanacağı zamanda besmele huzura engel değildir.

Malûmdur ki, her işin başında Besmele, o işe gafletle başlanmayıp Allah'ı bilerek ve düşünerek başlandığından işarettir.

Ruhta Allah'a bağlılık şuuru da bu bilgi ve düşünceden ibarettir. Mevlânâ Hazretlerinin bu şuur yerinde olsa bile Besmeleyi lü­zumlu görmeleri, hem huzur ve hem lisanı bir araya getirmek ve şeriate riayeti elden bırakmamak içindir. Besmelenin lâfzı söy­lenmedikçe suret ile mâna bir araya gelmiş olmaz.

MEVLANA EBU SAİD :

HOCA Alâeddin Attâf Hazretlerinin has bağlılarından. . Hoca Hazretlerinin ahrete intikallerinden sonra Hasan Attâr hiz­metine girmişler. .

Hoca Hasan Attâr Hazretleri, Heratta, Seyyid Kasım Haz­retlerinin sohbetine vardıkları zaman Ebu Said de beraberlerin­de . . Seyyid Kasım Tevhid sırrı üzerinde derinleşmiş bir zattır ve âlemde hâdise adına ne zuhur ederse Tevhit mizacı gereğince ona teslim olmak ve rıza göstermek meşrebindedir. Sohbet esna­sında Mevlânâ Said'e Seyyid Hazretlerini tasarruf etmek arzusu düşüyor. Ve başlıyor tasarrufunu göstermeğe Seyyid vaziyeti an­layınca, meşrebi icabı hiç bir mukavemet göstermeden kendisini bırakıyor. Sırf mürüvveti ve uysallığı yüzünden Seyyid'in kendi­sini bırakışı o türlü neticeleniyor ki, Seyyid Kasım âdeta baygın hale geliyor ve uzun müddet toparlanamıyor, kendilerine geldik­leri zaman mübarek başlarını kaldırıp Ebu Said'e :

— Allah kerametinizi arttırsın. .  Bana lütuf ve inayet etti­niz!

Diyor.

Hoca Hasan Hazretleriyle beraber Mevlânâ Ebu Said Haz­retleri bu son derece nazik ve infialini gizleyici mukabeleden o kadar utanıyorlar ki, meclisi terkediyorlar.

Hoca  Hasan Hazretleri,     gösterdiği  edeb  hatasından  ötürü Mevlânâ Ebu Said'i acı acı paylıyor.

HOCA ABDULLAH ISFAHANÎ

Yine Hoca Alâeddin Hazretlerinin bağlılarından. .

Diyor ki :

_ Hoca Hazretleriyle ilk şereflenişimde bana bir beyit oku­dular :

Senden eser kalmasın; kemal budur.

Varını vahdette yok eyle; visal budur.

Hoca Abdullah İsfahanı, Peygamber neslinin büyüklerinden bir zatın teşvikiyle Hâcegân tarîkati üzerinde gayet faydalı bir risale yazmışlardır. Bazı kısımlarını takdim ediyoruz :

«Bu tarikatın başlıca usulü şudur ki, mürit, o nisbeti hangi kâmil mürşitten almışsa onun suretini kalb hazinesinde muhafaza edecektir. O Zamana kadar ki, o nisbetin hararet ve keyfiyeti kalb üzerinde tesirini göstermeğe başlasın. . Ondan sonra aynı hayali bırakmak değil, ona daha çok sarılmak lâzımdır. Gözüyle, kulağıyle ve bütün hasseleriyle o hayali kalbe perçinleyecektir. Kalb dedikleri insanın toplayıcı hakikatine merkezdir ve bütün kâinat, ulvî ve süflî her unsuruyle onun bir nevî tafsilidir. O ulvî hakikat maddeye gönülde Tevhid Kelimesini bu yolla «Allah'tan başka mevcut yoktur!» fikriyle kendisine zahmet vermek vesvese her neyse onun da Allah'tan ve Allah ile kaim olduğunu düşün­mektir. Çünkü o vesvese de zihnî varlıklarından bir mevcuttur ve bâtıl olan nice şey gibi Hakkın bir zuhurundan ibarettir. Böy­le yapılacak olursa gönülde bir şevk doğar, zahmeti keser ve hatarâtı kaçırır. Vesvese gidince yine aynı nisbeti yakalamak icap eder. Vesvese böylelikle de gitmeyecek olursa «Allah» lâfzını med ile (uzatarak) çekip tevhit mânasını gönülde ispat etmek yo­luna baş vurmalıdır. «Allah» lâfzına nefse melal ve yorgunluk geleceği ana kadar devam etmelidir. Eğer sıkıntı ve yorgunluk belirecek olursa bırakmalıdır. Sâlik bilmekle mükelleftir ki, ken­dinden kaybolma hali ve azizler nisbeti terakkide oldukça başka şeylere nazar etmek küfür gibi bir şeydir.

Mısra :

Kendinde olmak küfür, kendinden geçmek imandır.

Böyle ânlarda değil  eşyanın hakikatini,     Allah'ın hulul et­mekten münezzeh olmasına rağmen onunla «kalb-i sanuberi» de­nilen et parçası arasında bir münasebet vardır. İşte bu et parça­sına yönelmek ve gözü, fikri    ve hayali onun üzerinde toplamak gerek. .  Bu sırdan bir lâhza gafil olmayıp gönül kapısında bekle­mek gerek. .     Hiç şüphe yoktur ki, bu vaziyette bir kendinden geçme, kaybolma hali başlar.    İşte o keyfiyeti ele geçirip peşini bırakmamak gerek. . O anda kalbe inecek olan bütün fikirleri silmek, kazımak, yok etmek gerek..   Ve cüz'î mânalarla uğraşmayıp o keyfiyetin gösterdiği küllî tecelliye yapışmak gerek. .  Bü­tün cüz'îleri nefyetmeğe çalışmalı ve eğer nefyedilmeyecek olursa kalbteki surete sığınarak onu defetmeğe ve sonra aynı nisbeti ele geçirmeğe bakmalı. .  Eğer buna rağmen yabancı fikirler nef­yedilmeyecek olursa, kalbteki suret kendi kendisine silinir. Ama, onu, sâlik, kendisi nefyetmemelidir. Vesveselerin bir türlü nefyedilemediği görülünce «Yâ Fa'al!» zikrine tutunmalıdır. Bu da te­sir etmezse yapılacak şey, isim ve sıfatlarını da düşünmemek lâ­zımdır. Eğer sual edilip «bazı hak olan fikirleri nefyetmek nasıl caiz olur?» denilecek olursa, cevabı şudur ki, hakkı hak için nef­yetmek caizdir.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurdular :

— Eğer hak fikri tam olacak olursa nefyedildikçe kuvvet bulur. Hak kimsenin nefyiyle iptal edilmiş olmaz; sadece bir an için uzaklaşır. Hem bu taifenin istekleri yokluğa yönelmektir ki bu hâl, hayret vadisinin sınır noktasıdır. Zatı nurların tecellisi makamı da budur. Bu makamda vücut kalmaz ve şüphe yoktur ki, ilâhî isimler ve sıfatlar üzerinde fikir bu makamdan aşağıda­dır. Mürit için, pazarda ve halkla temasta, konuşup halleşmede ve yiyip içmede kendi toplayıcı hakikatinden gafil olmayıp onu hızır bilmesi lâzımdır. Onu iyi ve kötü bütün eşyada görecek, hattâ bütün eşyayı o hakikatle kaim bilecek, eşyayı kendi cemal ve kemâl aynası kabul edecek, hattâ her şeyi kendi parçalan sayacaktır.

Mısra :

iyi ve kötü her şey ariflerin parçalarıdır.

Söz söylerken de müşahededen ayrı düşmeyecek ve zahirde neyle uğraşırsa uğraşsın, gönül gözü o noktadan ayrılmayacaktır. Sâlikte sükût derinleştikçe ve lâf azaldıkça bu nisbet terakki eder. Nihayet öyle bir mertebeye erişilir ki, dil ile gönül arasın­daki fark iyice ayırt edilir ve halk hakka, hak ta halka hicab (perde) olmaz, işte o zamandır ki, cezbe yoluyle başkalarını ta­sarruf edebilmek mümkün olur. irşat, icazet, halkı hakka davet etmek de bu mertebeye erişenlerin kârı olur. Sâlik, gazaba dü­şünce kendini ona teslim etmekten sakınmalıdır ki, gazabın hük­münü versin ve ona hâkim olabilsin. . Gazaba tâbi olmak sâliki bâtın nurundan mahrum kılar ve eğer gazapla beraber bir suç ta işlenecek olursa büsbütün terakkiler kaybolur. Ve ruha keder çö­ker. Umumiyetle gusl abdesti almak ve mümkünse soğuk su ile yıkanmak uygun olur. Eğer soğuk suya tahammül kabil olmazsa ılık su tercih edilir ve temiz çamaşır 'giyilmesine dikkat olunur. Ondan sonra kimsesiz bir yerde iki rekât namaz kılınır. Peşinden nefes yukarıya çekilir, kalb boşaltılır ve zahirde kendi toplayıcı hakikati önünde dua edilir. Ve topyekûn kalbe yönelinir. Bilmek lâzımdır ki, insanın toplayıcı hakikati Allah'ın zat ve sıfatlarına mazhardır. Ama bu mazhariyeti Allah'ın insana (Hâşâ) hulul et­tiği mânasına almamalıdır. Böyle bir zan küfür olur. Bu mazha­riyet aslın aynadaki hayali gibidir. Böyle olunca kalb yoluyle tazarru ve dua Allah'a edilmiş olur.

ŞEYH ÖMER BAYEZİDİ

O da Hoca Alâeddin Hazretlerinin yetiştirdiklerinden ve hal­kasından. . Hizmet dairesine kabul edilmiş olmakla şeref ve saa­det kazananlardan. .

Hoca Ubeydullah Taşkendi Hazretleri kendisini görmüştür.

Irak ve Horasan Şeyhlerine bir nâme yazıp kendilerine ait hususiyet ve farikaları soruyorlar.

Horasan Şeyhleri bu suali Mâveraünnehr şeyhlerine, onlar da Türk ermişlerine soruyorlar. Türk ermişlerinden şu cevap ge­liyor :

Parça yahşi, biz yaman;

Parça buğday, biz saman.. Yani;

Herkes yahşi, biz yaman;

Herkes buğday, biz saman.

MEVLANA AHMED

HOCA Alâeddin Hazretlerinin yakınlarından ve o hizmetle­rine bakanların başta gelenlerinden. . Bir gün akrabasını ziyaret etmek üzere Hoca Hazretlerinden izin alıyor. Dönüşte yolu bir su başına uğruyor. Su başında bir alay kız.. Sahrada yaşayan kız­lardan bir grup.. Oraya su almaya gelmişler. . Mevlânâ Ahmed'e onları yalandan görmek arzusu geliyor. Bu arzuya karşı duramıyor, yürüyor ve bir an için kızları seyredip başım çeviri­yor, yoluna devam ediyor.

Hoca Hazretlerinin huzurlarına çıkınca etraflarım kalabalık görüyor. Yüksek bir meclis.. Hoca Hazretleri Mevlânâ Ahmed'e hitab buyuruyorlar :

— Hâcegân tarîkatinde muhasebe, hesap görme ve hesap verme vardır. Yanımızdan ayrıldınız ayrılalı başınızdan geçen şeyleri anlatınız!

Mevlânâ Ahmed gidişinde ve dönüşünde olanları tek tek an­latıyor. Sıra su başındaki kızlara gelince bir şey söyleyemiyor, at­lıyor.

Hoca Hazretleri buyuruyorlar:

— Söylemediğiniz tek bir nokta kaldı. Eğer siz söylemezse­niz onu biz açığa vuracağız ve mahcub düşmenize sebep olacağız!

Mevlânâ Ahmed müthiş bir yük altında, çaresiz, olanları an­latıyor ve can çekişircesine bir teessür altında, iki büklüm kala­kalıyor.

Hoca Hazretleri başlarını Mevlânâ Ahmed'e çeviriyorlar :

— Bu hayasız genci herkes seyretsin!

— Dehşet ve zilletten o kadar küçüldüm ki, diyor Mevlânâ Ahmed; varlığımdan hiç bir eser kalmadı.

DERVİŞ AHMED SEMERKANDİ

ZÂHlR bakımından Şeyh Zeynüddin Hafi Hazretlerinin müridi ise de bâtın noktasından Hâcegân silsilesine büyük mu­habbet ve alâka sahibi olduğundan Hoca Alâeddin Attâr sohbe­tine sık sık devam etmiş ve kendilerinden zaruret sebebiyle ayrıl­ması icap edince mübarek hizmetlerinde bulunamadığı için çok acı çekmiş. . Bu acıyı farşça yazdığı uzun bir mektupta yana ya­kıla anlatır.

Zeynüddin Hâfî hazretlerinin başlangıçta derviş Ahmed'e karşı teveccüh ve himayeleri büyüktü. Onu, Herat'ın büyük ca­miinde vaaz verme işine memur etmiş ve etrafında büyük bir cemaat toplanması için on gün kadar Herat'ta kalarak gayret gös­termişti. Böylece derviş Ahmed'in etrafında geniş bir dinleyici halkası meydana gelmişti. Fakat bir müddet sonra derviş Ahmet'­ten son derece şikâyetçi ve huzursuz olmaya başladı.

O kadar ki Derviş Ahmed'i küfürle ithama kadar vardı. Hal­kı da onun vaazlarına gitmekten alıkoymaya başladı. Sebep, Der­viş Ahmed'in Seyyid Kaasım Hazretlerinin mısralarını sık sık okuması ve meclislerde şarkıcılara okutması. . Zeynüddin Hafi, bu hareketinden ötürü Derviş Ahmed'i tenkit edip ondan vaz ge­çirmeğe çalıştıysa da muvaffak olamadı. Derviş Ahmed, Seyyid Kaasım'dan şiirler okumakta devanı etti. Zeynüddin Hâfî bu inat­tan öylesine müteessir oldu ki, halkı Derviş Ahmed'ten uzaklaştırmak için elinden geleni yaptı ve nihayet Derviş Ahmed'in et­rafında yedi sekiz kişiden başka kimse kalmadı.

Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyor :

— Şeyhin Derviş Ahmed'ten incinmesi, benim Mevlânâ Yakup Çerhî Hazretlerini görmeğe gidişimden sonradır. Ben o se­ferde üç ay kadar kalıp Herat'a döndüğüm zaman, şeyhin iltifatsızlığı yüzünden derviş Ahmed'i perişan ve vaaz meclisinin bo­zulmuş olduğunu gördüm. Derviş ile o zamana kadar fazla bir te­masım olmamıştı. Fakat Dervişin bu hâline üzüldüm. Bir gün şehre girerken köprü üstünde Derviş'e rastladım. Atından inip yanıma geldi ve «Evimden sizin sohbetinize nail olmak niyetiyle çıkmıştım. Hücrenize varıp gönül derdimi size arzetmek istedim.» Hücremin anahtarı Mevlânâ Sadeddin Kâşgarî Hazretlerindeydi. Kendi kendime, yolda giderken Mevlânâ Sadeddin'e rastlayaca­ğımız hissini telkin ettim; fakat bundan Derviş Ahmed'e bahset­medim. O da atını adamiyle gönderip benimle yürümeğe başladı. Biraz sonra Mevlânâ Sadeddin'e rastladık. Üçümüz birden medre­sedeki hücreme doğru ilerledik. Hücreye girip oturur oturmaz Derviş Ahmed hâlini anlatmaya koyularak ağlamaya başladı. Va­ziyeti anlattı, «vaaz meclisimde kimsecikler kalmadı!» diye dert yandı, boyuna ağladı ve dedi : «Kendi hâlimden şaşkınlığa düş­müştüm. Azizlerden biri, bana, derdime dermanın filan kimseden geleceğini, ondan başka kimsenin bu hâle çare bulamayaca­ğını söyledi ve isminizi verdi, işte beni de lütuf ve inayet eteği­nize yapışarak sizden gönül yardımı dilemeğe geldim!» Dervişin bu hâlinden bâtınımda büyük bir acı duydum. İçim ona kaydı ve bende onu kurtarmak arzusu doğdu. Ona dedim : «Gam yeme! Var, git, filân mescitte vaaza başla! Bizim içimize doğan odur ki, elbette pek yakın zamanda vaaz meclisiniz eskisinden kalabalık olur.» Dervişin hatırı hoş oldu ve kalkıp gitti. Kendisine gösteri­len mescitte vaaza başladı. Bir kaç gün sonra halk o mescide öy­le akın etmeğe başladı ki, daha büyük bir mescide geçmek icap etti. O mescitte de aynı hal oldu. Kalabalıktan içeriye girmek im­kansızlaştı. Birkaç mescit dolaşıldıktan sonra her ân artan kala-

balık yüzünden nihayet cami'e geçmek lâzım geldi. Camide de ka­labalık ve halkın hücumu her mikyasın üstüne vardı. Birbirine vapışık gibi oturanlara «Allah rahmet etsin!» diye bağırıyorlardı. Bu sık kalabalık dervişin sesini boğuyor ve kenar yerlere ulaşma­sına engel oluyordu. Kalabalığa büyük cami bile kifayet etmez olmuştu. Vaziyet Zeynüddin Hâfî Hazretlerinin kulağına gelince, kalabalığı dağıtmak için çok çalıştılarsa da başaramadılar. Biz ga­lip geldik.

Ve Hoca Ubeydullah Hazretleri ilâve buyuruyorlar:

— Çocukluğumdan beri hâdiseler şu üslûp ile akmıştır ki, bana karşı çıkanların hiç biri muvaffak olamamış ve teşebbüsü ilerleyememiştir. Mirza Sultan Ebu Said derdi ki : «Hoca Ubey­dullah çok kuvvetlidir; onunla çekişmek kabil değildir, o, hangi taraftan olsa, dilediği şey meydana gelir. Hoca Abdülhalik fuka­rasına kimse karşı duramaz; karşı dururlarsa yenilirler.

Hoca Ubeydullah Hazretleri derviş Ahmed'in vaazlarına son derece kıymet verirlerdi.

Bu mevzuda buyuruyorlar :

— Benim gönlüm derviş Ahmed'in vaazına son derece yat­kındı. Derviş iyi söz söylerdi. Onun vaazında nice büyükler bu­lunurdu : Şeyh Ebulkasım Cüneyd, Şeyh Ebubekir Şiblî, Şeyh Ebu Hafas Haddâd, Şeyh Ebu Osman vesaire. . Bunlar Şeyh Ah­med'in dile getirdiği ince, rakik ve dakik hikmetleri dinlerlerdi. Bir gün yine bir incelik üzerinde söz söylerken dinleyicilerden bi­ri ayağa kalkıp itiraz etti : «Böyle, kimsenin anlayamayacağı söz­leri söylemekte ne mâna var?» Derviş Ahmed cevap verdi : «Se­ni bu taifenin yüksek sözlerini anlamıyorsun diye mecliste bulu­nan herkesin de anlamadığını nereden anladın? Senin aşağılığın, başkalarının yüksekliğine mâni değildir! Ben onlar için konuşu­yorum!» Derviş Ahmed'in sözlerini dış görünüşlere bağlı olanlar kabul etmez, kıymetlendirmezlerdi. Fakat iç âlemden anlayanlar ve ona kıymet verenler dervişin kendi iradesiyle söz söylemedi­ğini ve yüksek tabakaya hitap ettiğini iddia ederlerdi.

Yine Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Bir gün Derviş Ahmed'in meclisinde hazır bulunuyor­dum. Gayet ince ve yüksek sözler söyledi ve peşinden bu sözlere mağrur olup böbürlendi. Sandı ki, o sözler kendi istidadmdandır. Meclistekilere nobranlık tavrı göstererek dedi ki : «Ben o kimse­yim ki, gizli hakikatler ve gerçek maarif benim vasıtamla kulak­larınıza erişir. Fakat siz onların kadrini bilmez ve teşekkürünü eda etmezsiniz!» Onun bu tavrı bana gayet giran geldi, içimden dedim ki : «Bu hakikatlerin senden doğduğunu nereden anladın? Bu mecliste bulunanlardan bazılarının sana mânaları ilham edici ve cezb yoluyle sana aşılayıcı bir istidat taşımaları mümkün ol­duğunu niçin düşünmüyorsun?» Üstümde, değirmi yakalı bir cübbe vardı. Başımı cübbemin içine çektim ve iki şehadet parmağım­la kulaklarımı tıkadım. Nefesimi de hapsedip dedim ki : «Ben se­nin sözünü işitmiyorum.! Bakalım ne türlü maariften bahsedebi­leceksin?» Birdenbire nutku tutuldu ve bütün gayretlerine rağ­men konuşamadı. Bu hâlin kendisine kimden geldiğini anladı ve kürsüden bana hitap etti : «Bu fakirin nutkunu bağlayıp dinle­yenleri mahrum bırakmakta sebep nedir?» Yine konuşamayıp ye­rinden indi. Ben de kendimi halk içinde onun gözlerinden gizle­dim.

Hoca Ubeydullah :

— Derviş Ahmed, vaazlarında gayet cesur ve hiç bir şeyden çekinmez bir insandı. Vaaz esnasında derdi ki : «Bir talebe ve bir âlim, mescide varıp aceleyle namaz kılarlar, imamın kendilerine selâm vermesini beklemeden hızla mescitten çıkarlar ve süslü kaftanlarını giyip it gibi padişahın kapısına giderler. Estağfurul­lah, estağfurullah. . Eğer kıyamet gününde Allah bana hitap edip derse ki : «Köpeklerden insanlar gibi bir isyan çıkmamışken sen niçin o hayvanların ismini âsi insanlara lâyık gördün?» Ben buna ne cevap verebilirim? Bunlar, hükümdarın ve benzerlerinin kö­peklerinin köpeğidir. Zira onlar zulüm ve yırtıcılığa düşkündür­ler. Zalimlerin murdar artıklarından pay almak için onların dal­kavuğu olurlar ve murdar nesneler etrafında toplanırlar.

Hoca Ubeydullah :

— Bir gün Derviş Ahmed vaazında dedi ki : «Bir zamandan beridir ki vaazlarıma son vermek istiyorum. Zira vaaz iki cins in­sanın işidir : Biri, şeriata tam bağlı, takva ve amelinde son dere­ce dürüst; nefs kaygısından kurtulmuş, şahsî haz ve menfaatini düşünmeyen ve sadece Allah'ın kullarına şefkat borcuyle hare­ket eden kimse. . öbürü de, Allah'ın rızasını ve ahret sevdasını murat edinmeyip gayesi Hak yerine halk olan ve halkın alâkasını kazanmaya bakan insan. . Ben ilk kısımdan değilim. Zira bende nefs eserleri çoktur. İtiraf ederim ki, nefs muratları benden silin­memiştir. İkinci kısımdan da değilim. Zira ahret fikri ve. günah azabı bende mevcuttur. Bu sebepten birkaç gün vaazda bulun­dum ve bir müddet vaazdan uzaklaşmaya karar verdim.»

*

Derviş Ahmed kendi el yazısiyle kaydetmiştir :

«— Kudüste Allah'a yöneldim. Şöyle bir hitap geldi : «Ba­na ibadet et!» dedim : «Yarab, sana nasıl ibadet edeyim?» Dedi­ler : «Sırrını başka her şeyden boşaltıp bana yönelmekle. .» Son­ra Dervişâbâd isimli yerde uyanık bulunuyorken ruhanî bir ses bana dedi ki: «Zat dediğin heykel o değildir!» Bu ifadeden anla­şıldı ki, bazılarınca iddia edildiği gibi, mukayyed vücut, mutlak vücud değildir. Yani mahlûk vücudu halikın vücudunun aynı de­ğildir. Müşahedeyle malûm oldu ki, halikın vücudu, yaratıkların vücudu gibi olmaktan münezzehtir. Yine o gün zikir meclisinden sonra müşahede olundu ki, halikın vücudu bir nurdur ki, bütün kâinata yayılmıştır ve kâinatın mecmuu bir nurun ışığında bir zerreden farksızdır. Bu müşahedenin ilmî ifadesi, zerrenin güneş­ten meydana gelmesi ve onunla zuhur bulması gibi, bütün varlık­ların gerçek güneşle zahir ve onunla kaim olduğudur.»

Yine aynı yazılardan :

«— Bu fakire bir uruc ve tecrit   (yükselme ve alâkalardan çözülme) inayet ettiler. Ol yükseliş Allah'ın zatındaydı. Yani o tecelli, zatî tecelli idi. Ol tecrit ve miraçta, Allah'ın vücudiyle bu fakirin zâtı arasındaki fark şuydu ki, Hakka ait zâtın nihayeti yok­ken bu fakirin zâtı hudutluydu. Hoca Ubeydullah Ensârî hazret­lerini rüyada gördüm. Dediler ki : «Benimle senin aranda babalık ve oğulluk vardır; ama benlik ve senlik yoktur.»

Ahmed Derviş yazısının sonuna şu mısraları ilâve etmiştir :

Aşkımdan dünyada mekânım bilinmedi; Anka kuşuyum, nişanım bilinmedi. Her zerreden güneş gibi zahirim Zuhurumdan ayan olduğum bilinmedi.

SEYYİD ŞERİF CÜRCANİ

Alâeddin Attâr Hazretlerinin makbul yakınlarından. Sözleri :

— Şeyh Zeynüddin Ali sohbetine erişinceye kadar küfürden kurtulamadım, Hoca Alâeddin Attâr Hazretlerinin sohbetine eri­şinceye kadar da Allah'ı anlayamadım.

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Seyyid Şerif Hazretleri benimle aynı medresede bulunu­yordu. Soğuk kış geceleri seher vaktinde üzerine ince bir örtü atıp Alâeddin Attâr Hazretlerinin huzuruna giderler, beni de be­raberlerine alırlardı. Dondurucu soğukta bir hayli bekler ve içe­riye girme iznini alıp, huzurlarına can atardık. Sabah kahvaltısın­da Hoca Hazretlerinin hizmetine bakanlar, besili tavuklar ve ku­zular pişirip türlü ikramlarda bulunurlardı. Mevlânâ Bahaeddin Enderânî Hazretleri de mecliste bulunurlardı. Bir sabah Hoca Hazretlerinin önüne böyle mükellef yemekler getirilince : «Bu ne zahmet ve tekellüftür!» diye Mevlânâ'nın içinden bir fikir geç­miş. . «Derviş olan kimsenin böyle mükellef şeyler nesine ya­rar?» diye düşünürken Hoca Hazretleri onun içinden geçenleri keşfedip buyurmuşlar :

— Mevlânâ Bahaeddin; gelen yemekleri ye ki, helâl olunca zararı olmaz.

Hoca Hazretleri Seyyid Şerif Hazretlerine Mevlânâ Nizameddin Hâmuş ile sık temasta bulunmasını emretmişler. Bunun üzerine Seyyid Şerif Hazretleri Mevlânâ Hâmuş'un eteğini bırak­mamış. .

Mevlânâ Nizameddin Hâmuş :

— Seyyid Şerif Hazretleri Hoca Alâeddin Attâr'a bağlanıp kabul edildikten sonra kendisine müritlerden birinin gösterilme­sini ve onunla sohbet ederek Hoca Hazretlerinin meclislerine li­yakat kazanmaya delâlet buyurmalarını istemiş. . Bunun üzeri­ne Hoca Hazretleri Seyyid Şerifi bize ısmarladılar. Seyyid Haz­retleri derslerini bitirdikten sonra gelirler ve karşımızda sükût edip otururlardı. Bir gün aynı şekilde murakabe halindeyken Sey­yid Şerifi öyle kendinden geçme hâl-i kapladı ki, başı göğsüne ve sarığı yere düştü. Biz yerimizden kalktık ve yere düşen sarığını yanına koyduk. Kendisine gelince de sorduk : «Bu anî hâlin sebe­bi nedir?» dedi ki : «Ömrümce gayem, bir saat için olsun bilgi ve şuur nakışlarından silinip tam bir yokluğa bulanmaktı. Sohbeti­niz bereketiyle bu mâna yerine geldi. Gösterdiğim edep hatasın­dan dolayı beni affediniz!»

Seyyid Şerif Hazretlerinin Alâeddin Attâr Hazretlerinden uzak kaldıkları günlerde kendilerine yazdıkları iki hasret mektu­bu en derin ve sıcak bağlılık hisleriyle doludur.

MEVLÂNÂ NİZAMEDDlN HÂMUŞ

HOCA Alâeddin bağlılarının en üstünü. . Mevlânâ Niza­meddin, tahsil çağında Buhara taraflarında, âlimlerden birinin sohbetinde Hoca Bahaeddini Nakşibend Hazretlerini görmüşler ve ondan sonra Hoca Alâeddin Attâr sohbetine erişmişler. .

Buyuruyorlar :

— Hoca Alâeddin Attâr Hazretlerine erişmeden şiddetli mücahede ve riyazet halindeydim. Riyazet eseri olarak kendimde bir takım harikalar müşahede etmiştim. Bazı mescitlere uğrar ve ka­pılarını kilitli bulurdum. İçeriye girmek emeliyle elimi uzattığım gibi kapı açılırdı.. Ve buna benzer daha nice harika. .  Hoca Alâeddin Attâr Hazretlerinin teşriflerini haber alınca gidip kendile­rini görmek istedim, önce Mevlânâ Said Hazretlerine rastladım. Bana dediler ki : «Sizi gayet temiz görüyorum. Bütün bu temizlik­lerden ve züht tavırlarından geçeceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?» Bana bu söz gayet girân ve kerahetli geldi.    Hoca Hazretlerinin huzurlarına çıkınca aynı hitap ile karşılaştım.  «Sizi gayet temiz görüyorum. Bütün bu temizliklerden ve züht tavırlarından geçe­ceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?»    Fakat bu söz deminkinin aynı olduğu halde bana girân gelmedi ve kerahet duygusu vermedi. İlk sözden aldığım his de kayboldu. Maksadın ne olduğunu anladım ve Allah'ın lûtfiyle hizmetleri şerefine erdim.

Bir tarikat yolcusu anlatıyor :

— Bir gün Mevlânâ Hâmuş'un huzurunda otururken, önü­müzden hizmet maksadiyle gayet güzel bir cariye geçti. Hatırım­dan şöyle bir şey geçti : Acaba Mevlânâ Hazretleri mülkleri olan bu cariyeyi tasarruf ederler mi? Mevlânâ Hazretleri hemen kar­şılığım verdiler : «Kalbini bu türlü fikirlerden temiz tut! Hak eh­li herkesin gönlünden geçeni bilirler. Allah ise herkesten iyi bi­lir. Vallahi, kırk yıl var ki ben ihtilâm olmuş değilim. Sebebi de şu ki, bir gün bana ruhaniyet âleminden bir cemaat gelip, ihtilâm olmamaya gayret etmemi, zira her ihtilâm oluşumda derecemden aşağıya düştüğümü söylediler. Bu sebepten kırk yıldır bu ihtara riayet etmekteyim. On yedi yıldan beri de bana gusül lâzım ol­mamıştır!» Hususiyle Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretleri ev­li bulunuyorlardı.

Hoca Ubeydullah Taşkendî Hazretleri :

— Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretleri letafet ve güzel­likte kemâl hududundaydı. Halkın hal ve ahlâkından gayet çabuk müteessir olurlardı. Renksiz kalmaya çalışırlardı ve gerçekten öy-

leydiler. Hiç bir şeyi kendilerinin bilmezlerdi. Kendilerinden za­hir olan harikalar için de «Bu filânın nisbeti ve falanın sıfatıdır. derlerdi. Zira bu taifenin gönül aynaları, benlik dâvasından pak ve mücellâdır. Kendilerinde zuhur edenlerin de nefslerine ait ol­madığı ve in'ikâs (aksetme) şeklinde tecelli ettiği muhakkaktır. Onun içindir ki, eğer zuhur eden hâl iman ve İslama ait ise «ilmî nisbet zuhur etti» buyururlar, aşk ve muhabbete dair zuhurlar için de «cezbe nisbeti zahir oldu» derlerdi.

Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretleri, Taşkent'te bi­zim misafirimizdiler. . Biz de Mevlânâ'nın misafirliklerini nimet bilip hizmetlerini ederdik. Bir gün huzurlarında otururken «Ah, bana bir ağırlık bindi; galiba filan kimse geliyor!» diye Şaş vilâ­yeti eşrafından birinin adını verdiler. Üzerlerine gelen ağırlığın acısından da teşbih ve «La havle» çekmeğe başladılar. Biraz son­ra o şahıs çıkageldi. Mevlânâ Hazretleri ona buyurdular : «Hoş geldiniz! Beri gelin! Nisbetiniz sizden evvel geldi!»

Hâcegân silsilesinde azizler, insanların yollarını ve meşrep­lerini «nisbet» kelimesiyle tâbir ederken şu hikmet üzerindedirler ki, âlemde mevcut her şey mazhar olduğu ilâhî isim sayesin­de zahirdir. Yoksa «Eşya ve hâdiseler vücut kokusunu almamış­lardır» düsturunca, kendilikleriyİe mevcut değildirler. Bu takdir­de herkeste ve her şeyde zuhura gelen cemal ve celâl ifadeleri nisbî ve izafi'dir. Bunlar hakikatte ilâhî hakikatlerdir ki, ezelî ilim gereğince .zuhur çerçevelerinde derece meydana gelmiştir. Bütün vücuda gelişlerin zat ve sıfatlardan neleri varsa kendilerinin de­ğildir, nisbîdir. Bu yüzdendir ki, büyükler, herkesin yoluna ve meşrebine «nisbet» tâbirini uygun bulmuşlardır.

Yine Hoca Ubeydullah Hazretlerinden öğrendiğimize göre Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretleri yaşça doksanına varmış­lardı, ömrünün sonuna kadar kendileriyle aynı nisbet ve meşrep­te olmayan, yahut tavır ve edasını beğenmedikleri bir kimseyi uzaktan gördükleri vakit «filân kimse geliyor ve bana yük getiri­yor. Onun yükü beni harap edebilir. Varın, bir özür bulun ve onu döndürün!» derlerdi.

Hoca Ubeydullah devam ediyor :

_ Bir kere sohbetlerinde hazırdım. Taşkend'de şeyh Seraç derler bir kimse vardı. Birdenbire kapıdan içeriye girip yer aldı. Mevlânâ Hazretleri ona bakınca yüzünde riyazet eseri gördüler ve bundan hoşlanarak sevine gösterdiler. Lâkin ben bu Şeyh Se­raç isimli şahsın benliğimi ve evliyayı inkâr edici kötü bir şahıs olduğunu biliyordum. Gerçi zahir ölçüsü ile biraz riyazeti vardı ama kendisinden başka kimseyi beğenmezdi. Mevlânâ onu iyi, karşılarken ben de içimden «Şimdi bu adamın bâtınını keşfeder­ler» diye düşünüyordum. Henüz düşüncemin üzerindeydim ki, Mevlânâ Şeyh Serac'e «Tez kalk git! Meclisimizde bulunma!» di­ye tepeden inme bir ihtarda bulundular.

Hoca Ubeydullah :

— Bir gün Mevlânâ Hazretlerine bir yürek ağrısı geldi. Fevkalâde acı duydular. Soruşturulunca anlaşıldı ki, oğulları ham elma yemiş. . Bir gün de, Mevlânâ Hazretleri yine misafirimiz iken bir rahatsızlığa uğradığını haber verdiler. Hemen ziyaretle­rine koştum. Gördüm ki, ateş yakmışlar, kendilerine üst üste hırkalar giydiriyorlar. Mevlânâ o kadar üşümüş halindeler ki dişleri birbirine çarpıyor, etrafındakilerse onu ısıtmaya çalışıyor. Bir sa­at sonra öğrendik ki Mevlânâ Hazretlerine fevkalâde bağlı bir adam, kış günü buğday öğütmek için değirmene gitmiş ve kaza eseri olarak değirmenin su dolu hendeğine düşmüş. . îliklerine kadar da ıslanmış ve soğuk almış. . Adamcağız ıslak elbiseleriy­le kapıdan girdi ve vaziyeti iki kelimeyle izah etti. Mevlânâ Haz­retleri onu görür görmez ihtar ettiler : «Beni bırakın, asıl onu ku­rutun, ısıtın! Bana sirayet eden onun bu hâlidir!» Gerçekten ge­len derviş yeni çamaşır ve kaftan giyip ısınınca Mevlânâ'dan da o hâl silinip gitti. Bir gün de yine huzurlarında oturuyorduk. Mevlânâ Hazretlerinin ellerinde bir kitap vardı. Birden ağlamaya başladılar. Kasırga halinde bir gözyaşı. . Dediler ki : «Bana ne oldu? Yoksa başlangıç noktasına mı düşürüldüm?» Halbuki bu hal mecliste bulunan yeni müritlerinden birinin haliydi ki, in'ikâs yoluyle Hoca Hazretlerine vurmuştu.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî :

— Mevlânâ Nizameddin Hâmuş hazretlerinin ayak parmak­larından birinde bir sivilce çıkmış ve cerahatlenmişti. Dervişle­rinden birine, sivilceye sürmek üzere bir merhem bulup getirme­sini amrettiler. Merhem sürüldü. Bir müddet sonra dediler ki : «Dimağımda afyon çekenlere mahsus bir hâl oldu. Sakın o mad­de ayağıma sürdüğüm merhemin içinde bulunmuş olmasın?. . » Merhemi getiren derviş, içinde afyon bulunduğunu söyledi ve Mevlânâ hemen ayak parmaklarından o merhemi silip attılar.

Bütün bunlar, incilâ bulmuş bir ruhun sirayet tarikiyle al­dığı tesirler. .

Mevlânâ Nizameddin Hazretleri :

— Bize ihlâs ve muhabbetle bağlı, Semerkant büyüklerin­den bir zât hasta düşüp ölüm ânına gelmişti. Can çekişme demîn-deydi. Çocukları ve yakınları öyle yalvardılar ki, onları kırama­dım ve bâtınımla hastaya yöneldim. Gördüm ki hastayı kurtara­bilmek için onu zımnıma (ruhu sahabetim altına) almaktan başka çare yok. . Aldım. Hasta o halden çıktı. Şifa buldu. Bir müddet sonra o insan bize öyle bir suç isnat etti ki hakkımızda türlü iha­netlere sebep oldu. Ruhu sahabetim altına almış olduğum şahıs bütün bunları önlemeye kaadir iken yapmadı. Gönlüm incindi ve onu zımnımdan çıkarıp attım. Ruhu sahabetimi kestiğim anda o adam düşüp öldü.

Mevlânâ Hazretlerine suç isnat eden insan, Semerkant'ın Şeyhülislâmı Üsameddin idi. İsnat da Mevlânâ'nın oğulları yo­luyle geliyordu. Zira oğullan, cin teşhiri gibi işlerde usta tanın­mışlar ve bu bakımdan padişahın harem halkiyle münasebet kur­muşlardı. Bazı garaz sahiplen Mevlânâzadelerin haremdekilerden bazılarına gönüllerini kaptırdıklarını yaymışlar, bu şayialar Mirza Uluğ beyin kulağına varmış, Şeyhülislâmı da tahrik etmişti. Mevlânâ'nın oğulları korkularından kaçmışlar ve isnadın ağır­lığı Mevlânâ Hazretlerinin omuzlarına yığılmıştı.

Hükümdar Mirza Uluğ beye gayret geliyor. Fevkalâde öfke­lenen Mirza' Mevlânâ Hazretlerini çağırtıyor. Muhterem velîyi başı çıplak bir ata bindirip sultanın bulunduğu bağlık bir yere götürüyorlar. Mevlânâ, başı göğsünde, murakabe halinde oturur­ken Mirza yanlarına geliyor. Ayağa kalkmıyor ve iltifat göster­miyorlar. Bunun üzerine Mirza, Mevlânâ Hazretlerini suçlayıcı ve incitici sözler söylemeğe başlayınca şöyle karşılık veriyorlar :

— Bütün bu söylediklerinizin cevabı tek cümledir : Ben di­yorum ki, Müslümanım. inanabildinizse ne âlâ; inanmadınızsa içi­nizden geçen her neyse emredin, yapsınlar!

Mirza bu sözden teessüre düşüyor ve Mevlânâ Hazretlerini serbest bırakmaları emriyle dönüp gidiyor.

Hoca Ubeydullah Hazretleri, Mirza Uluğ beyin bu edepsiz­likten sonra başına birçok felâket geldiğini ve neticede oğlu Abdüllâtif tarafından öldürüldüğünü kaydeder.

Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretleri misilsiz bir ruh kuv­vetine sahiptiler.

Bir gün kendilerine filân kimsenin kötü kişi olduğu söylen­miş... Hâllerinde büyük bir teessür meydana gelmiş... Yerlerin­den kalkıp duvara bir çizgi çekmişler. . O kişi o anda düşüp can vermiş. .

*

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî :

— Bir gün Mevlânâ Nizameddin huzurundaydık. Mevlâna'ya bağlı ulemadan bir zat, ilim tahsili yolunda birinden bahsetti ve Mevlânâ hakkında çok kötü şeyler söylediğini iddia etti. Ada­mın kötülüğü üzerinde o kadar ısrarla durdu ki, Mevlânâ Hazret­leri teessüre düştüler. Tam o anda, ilim tahsili yolundaki fesatçı adam uzaktan görünüverdi. İddia sahibi, onu parmağıyle göste­rip «işte o habîs budur!» dedi. O kişi Mevlânâ Hazretlerinin önünden öyle edepsiz bir tavırla geçti ki, Mevlânâ hazretleri bir ara gazaba geldi ve eline bir çöp alıp duvara bir kabir şekli çizdi. O habîs hemen yere düşüp kendinden geçmiş gibi uzandı. Yanı­na gidenler, adamın ölmüş olduğunu gördüler.

Mevlânâ Hazretleri bir su başının kanallara ayrılan çatal ağ­zında abdest alıyorlar. Meğer bir adam, bir tarlanın suyunu ke­sip onu başka bir kanala vermiş. Mevlânâ Hazretleri abdest alır­larken suyu kesilen tarlanın sahibi öfkeyle geliyor, suyu kesenin Mevlânâ Hazretleri olduğunu sanıp arkalarından itiyor ve kendi­lerini suya düşürüyor. Mevlânâ Hazretlerinin mübarek başlan suya geldiği an o adam olduğu yerde düşüp ölüyor.

*

Mevlânâ Hazretlerinin bağlılarından biri kendilerine «Sizin için bir bağ dikmek isterim» diyor. Bir müddet sonra da gelip ba­ğı görmelerini rica ediyor. Gidiyorlar, bağ iki bölümlü ve yarısı Hazretleri, yarısı da sahibi için... Mevlânâ Hazretleri görüyorlar ki, bağ sahibinin kendi kısmı fevkalâde bakımlı, öbür kısmı ise bakımsız. . içlerinden ihtiyarsızca bir ses yükseliyor. . Bağ sahi­bi su arklarım dolaşıp gelinceye kadar ancak ayakta kalabiliyor. Mevlânâ Hazretlerinin yanına gelir gelmez, cansız, yere düşüyor.

Reşahat sahibinin tefsiri :

— Allah ehlinde hâl iki türlüdür : Biri iradî, öbürü irade­siz. . Birinden sual edilebilir, birinden edilemez. Çünkü onda kendisinin hiç bir alâkası bulunmaz. Onun yüzünden bir iştir iş­lenir ve kendisinin haberi olmaz.

«Hacer-i Esved» in (Kâbedeki Karataş) günahların uzvunda kendi nefsiyle ne hissesi olabilir. Onu affa âlet etmişlerdir; o ka­dar . . Kehf Sûresinde Hazret-i Musa ile Hızır menkıbesinde ol­duğu gibi. . Bir kimse başkasını nefsine takdim etmeyip ihsanda zaaf gösterdiği için gazap ve cezaya müstahak olmaz. Nitekim, Mevlânâ Hazretlerinin içlerinden gelen ses lisanlarına tesir etme­miştir ki, böyle hafif bir suçun cezasını ölüm olarak .istesinler. İçten gelen bu ses, meşhur menkıbelerinde. Şeyhülislâm Ahmed Cami Hazretlerinin duyduğu seda gibidir.

Menkıbe :

Şeyhülislâm Ahmed Cami Hazretlerinin huzuruna bir Türk­men beyi, zevcesiyle beraber giriyor. Yanlarında son derece gü­zel bir çocuk. . Çocuğun iki gözü de kör.

Türkmen beyi ile hatununda müthiş bir ıstırap hali. Kör ço­cuklarının ellerinden tutarak ilerliyorlar ve Ahmed Cami Haz­retlerine yalvarmaya başlıyorlar :

— İşte bizim biricik oğlumuz. . Gözlerindeki nurdan gayri hiç bir eksiği yok. Dünyayı gezdik; nerede bir tabip, bir ziyaret yeri, bir ulu kişi gördükse çare bulması için ayağına kapandık. Hiç faydası olmadı. Allah bize hesapsız mal ve nimet vermiştir. Hepsini fedaya hazırız. İşittik ki, siz Allah'tan ne isterseniz kabul olunur. Oğlancığa bir nazar ederseniz belki nura kavuşur. Nemiz varsa size feda olsun. Eğer muradımızın olmasına himmet etme­yecek olursanız kendimizi yerden yere vurup helak olacağız! Bi­zi boş döndürmeyiniz!

Ve ağlaşıyorlar.

Şeyh, kendisinden istenilen mucize çapındaki işin azame­tinden irkiliyor ve bu isteği âdeta edebe aykırı görerek haykırı­yor :

— Bu ne garip istek!. Körlerin gözünü açmak İsa peygam­ber mucizelerinden biriyken Ahmed kim oluyor ki, ondan bu işi istiyorsunuz?

Ve dönüp yavaş yavaş uzaklaşıyor. Bu vaziyette Türkmen beyi ve zevcesi, kendilerini yere atmış, çırpınmakta, hıçkırmaktalar.

İşte o anda Ahmed Cami Hazretlerinin içinden bir ses :

— Biz yaparız, o değil!.

Ve bu sese onun ruhunda öyle çınlamış ki, meclistekiler hep işitmiş. .

Şeyh birden geriye dönüyor ve iki baş parmağını oğlancığın gözlerine dayıyor :

—   Allah'ın izniyle aç gözlerini ve gör!

Ve çocuğun güzelim gözleri pırıl pırıl ışıldamakta, çocuk dünyayı görmekte. .

Şeyhe sormuşlar :

— Evvelâ «Ahmed kim oluyor ki bu işi yapsın?» demişti­niz; sonra da «Biz yaparız!» buyurdunuz. Bu iki sözü nasıl barıştırabilirsiniz?

Cevap vermişler :

— İlk söz Ahmed'in kelâmıydı ve doğruydu. Ahmed bu işe kaadir değildi. İkinci söz sırrıma aşıladıkları bir mânadır ve ira­dem dışındadır : «ölüyü İsa mı diriltir; kör ve dilsize İsa mı ilâç eder; biz ederiz!» Ondan sonra bana dediler ki : «Geri dön! Biz o oğlancığın gözlerini açma vesilesini sana bağladık!» Bu mâna gönlüme öyle oturdu ki, lisanımdan da fışkırdı. O söz ve iş Haktandı. Ahmed'in elinde ve nefesinde göründü.

*

Hoca Alâeddin Attâr Hazretleri, Mevlânâ Nizameddin Haz­retleriyle sık sık sohbet ederlermiş. Bazı garazkârlar, Hocaya Mevlânâ'nın şeyhlik ve ululuk dâvası güttüğünü söylemişler ve bunu o kadar tekrarlamışlar ki, Hocanın gönlü Mevlânâ'dan ka­yar gibi olmuş. . Gammazlık ısrarla devam edince, Hoca Alâed­din Attâr Hazretleri, Mevlânâ Nizameddin'i çağırıp kuvvetle ta­sarruf etmek ve bütün tasarrufunu elinden almak istemişler. . O zaman Hoca Hazretleri Çığaniyan'da, Mevlânâ Hazretleri de Semerkant'ta imişler... Hoca Hazretleri, Mevlânâ Hazretlerine Çığaniyan'a gelmeleri için bir davet göndermişler. Mevlânâ hemen emri yerine, getirmişler ve Çığaniyan yolunu tutmuşlar. Seyyid Şerif Hazretleri de beraberlerinde. . Mevlânâ bir merkebe, Sey­yid Şerif de bir katıra binmişler... Yolda Seyyid Şerifin bindiği katırı bir sancı tutmuş. Yürüyebilmesine imkân yok. Yere yığı­lıp kalmış. Mevlânâ Seyyid'i kendi merkebine bindirmiş ve katı­rı ayağa kaldırarak üzerine atlamış. . Hayret!. Katır, hiç bir şe­yi yokmuş gibi şevkli şevkli yürüyor. Seyyid bu harikayı görün­ce hayranlıklarını izhar ve katırı Mevlânâ'ya hediye etmişler. . Bu şekilde, katırın üstünde Mevlânâ ve merkepte Seyyid Şerif Çığaniyan'a girmişler. Hoca Alâeddin Hazretlerinin yakınların­dan bazıları bu manzarayı da kötü bir tefsirle Hoca Hazretlerine yetiştirmişler :

— Bakınız, demişler; kendisi katıra binmiş, Seyyid Şerifi merkebe bindirmiş, kurumlu kurumlu geliyor! Şeyhlik ve ululuk tasladığını bu hâl de delildir.

Bu sözler de Hoca Hazretlerini ayrıca incitmiş. .

Mevlânâ Hazretleri Hoca Hazretlerinin meclisine girip bü­yük bir ihtiram ve tevazu tavriyle oturuyorlar. Meclistekilerin birbirlerine mırıltıları :

— Bugün o gündür ki, Hoca Hazretleri Mevlânâ'ya verdik­leri bütün feyzi tasarruf yoluyle geri alacaklardır!

O gün hava gayet sıcak. . Sohbet uzamış.. Güneş tepeye eri­şince herkes sıcaktan bunalmış ve meclisten ayrılmış. Hoca Haz­retleriyle Mevlânâ Hazretleri, karşılıklı, yalnız kalmışlar, îkisi de, güneş altında ve murakabe vaziyetinde birbirine karşı mura­kabeleri uzun zaman sürmüş..

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor :

— Ben o murakabe ve yönelmede kendimi bir güvercin şek­linde buldum. Hoca Hazretleriyse bir şahin gibi beni kovalıyor­du. Ne tarafa dönsem arkamdan geliyor ve peşimi bırakmıyordu. Baktım ki, nereye kaçsam kurtuluş imkânı yok. Allah Resûl'ünün ruhaniyetlerine sığındım ve imdat istedim. Muhammedi hakikat bir sığınak şeklinde tecelli etti ve beni içine aldı. Allah Resûl'ü­nün sonsuz nurlarında kendimi kaybettim. Hoca Hazretleri o nok­taya erişince birdenbire kalakaldılar.    Artık tasarrufa mecalleri kalmadı.     Allah  Resûl'ünün ruhaniyetlerinden bir hitap erişti : «Nizameddin  bizimdir!..  Kimse ona dokunmasın!»     O dakikada Hoca Alâeddin Hazretleri başlarını kaldırırlar    ve azîm bir hâl içinde evlerine çekildiler.    Sarfettikleri gayretten de birkaç gün hasta yattılar. Kimse o hastalığın sebebini bilemedi.

* Hoca Hazretleri, Mehmed Ali Hekim Termezî Hazretlerinin

mezarım ziyarete gidiyorlar. Yol bir hayli uzun.. Mevlânâ Haz­retlerini de beraber gelmelerini emrediyor. Kendileri ata bindik­leri halde Mevlânâ'ya bir binek vermiyorlar. Mevlânâ zayıf ve ihtiyar olmalarına rağmen yaya olarak Hoca Hazretlerinin ardına düşüyor ve o vaziyette mezarın başına kadar geliyorlar. Mezarın başına geldikleri zaman Hoca Hazretleri görüyorlar ki, Hekim Termezî Hazretlerinin ruhaniyeti orada değildir ve mezar ruhaniyet noktasından boş kalmıştır. Biraz sonra anlaşılıyor ki, mezar sahibinin ruhaniyeti Mevlânâ Hazretlerini karşılamak için meza­rını bırakıp yola çıkmıştır. Bunun üzerine Hoca Alâeddin Hazret­leri Mevlânânın mertebesini yakından görmüş oluyor ve ona iti­bar ve iltifatlarını arttırıyor.

— Allah'ın herkese mahsus bir inayeti vardır.

Buyuruyorlar ve Mevlânâ hakkında kalblerindeki bulutları dağıtıyorlar.

*

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Mevlânâ Hazretleri Şaş vilâyetine gelip bizim misafiri­miz olmuşlardı. Biz de vaktimizin çoğunu kendilerinin hizmet ve sohbetine ayırmış bulunuyorduk. Bir gün sohbet sırasında bir gönül ehli niyaz ve muhabbet gösterip Mevlânâ Hazretlerine ta­baklanmış birkaç kuzu derisi hediye ettiler. Ben de o derilerden Mevlânâ Hazretlerine bir kürk diktirmeği üzerime aldım. Derile­ri kürkçüye götürüp gösterince yakası için de bir miktar deri lâ­zım olduğunu öğrendim. Ben eksik olan parçanın tedarikiyle uğ­raşırken duydum ki, kürkü hediye eden gönül ehli, Mevlânâ Haz­retlerine, benim için «Hoca kürkü yaptırmakta ihmal gösteriyor!» demiş. Lâtife yollu söylenen bu söz bile Mevlânâ'ya o kadar do­kunmuş ki «ihmal dediğin öyle bir şeydir ki, insanı nisbetinden çıkarır» buyurmuşlar ve Şeyhülislâm Üsameddin'e ait vak'ayı anlatmışlar. (Daha evvel kaydettiğimiz, hastayken ruhu himaye­lerine alıp kurtardıkları ve sonra ruhlarından çıkarınca öldüğü­ne şahit oldukları zata ait vaka).. Sonunda benim de bulunduğum bu mecliste anlattıkları bu vak'adan sonra bana dönüp: «Hoca, siz de nisbetten dışarıda kaldınız!» buyurdular. O anda kendimde öyle bir ağırlık hissettim ki, yerimden kımıldayamaz oldum. Bin zorlukla kalkabildim. Üstelik ben onların müridi de­ğildim. Bazı büyük evliyanın mezarlarına giderek bâtın yolundan hâlimi arzettim ve imdatlarını istedim. Murakabe ve teveccüh yoluyle bana malûm oldu ki, o azizlerle hem sûrî (maddî), hem de manevî ilişkimiz vardır. Zira rabıta ettiğim mezarlardaki evliya, Mevlânâ Hazretlerinin anne kolundan büyük babaları olduktan başka manevî ilişki de ortadaydı. Onda yüklenen ağırlığın Mevlâ­nâ Hazretlerine döndürüldüğü işaretini aldım ve o anda yükümün kalktığını gördüm. Dönüp Mevlânâ Hazretlerinin hizmetlerine gittiğim zaman hayretle müşahede ettim ki, kendileri bazı yakınlariyle tatlı tatlı sohbet etmekteler ve üzerlerinde hiç bir ağırlık mevcut değil. . Ben aldığım işarete rağmen nasıl olup ta Mevlânâ'nın rahat rahat konuşabildiğine hayretle bakarken birdenbire bir hâdise oldu. Mevlânâ Hazretleri Meclistekilere bağırdılar : «Kalkın; kalkın! Bana, bir yük bindirdiler!» Mevlânâ Hazretleri o ağırlıktan hasta yatağına düştüler ve o yüzden dünya hayatını , terkettiler.

*

Mevlânâ Nizameddin Hazretleri hastalıkları esnasında pek çok ağlayıp buyurmuşlar :

— Hoca bizim ihtiyarlığımıza rastladılar ve ne hâsıl ettikse elimizden alıp götürdüler ve beni bu işde müflis bıraktılar. Genç­liğimde, Hoca Alâeddin Hazretleri kemâl hâlindeki tasarrufları­na rağmen bu fakiri tasarrufları altına alamamışlardı.

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Bazı ariflere o kudret verilmiştir ki, ne dilerlerse yara­tırlar. Arifin yarattığiyle Hakkın yarattığı arasındaki fark şudur ki, arifin yarattığı baki olur. Elverir ki, arif, onu misal veya şehadet âleminde ispat etsin. Bu kelâmın şerhinde Mevlânâ Radi-

yüddin Abdülgaffur Hazretleri demişlerdir ki : «Arifin kendi mahlûkuna his ve şehadî teveccühle yükselmesi lâzım değildir. O şehadî vücudun dış varlığının bekasında, misal âleminde, arifin misalî suretine ait şehadet kâfidir. Ariften misal veya şehadet âleminde teveccüh baki oldukça o mevcut da şehadet âleminde baki olur. O teveccüh kesilince de derhal o mevcut âleme karı­şır.

NOT : Bu noktada, arifin mahlûku tabiriyle izah ve ifade olunan ve ariflere yaratma fiilini yakıştıran ibareyi ne tefsir, ne de kabul etmek, şeriat idrakimize ve anlayış kudretimize sığmaz. Hikmetini Allah'a havale ediyor ve kabul veya red tavrından uzaklara kaçıyoruz.

Reşahat sahibi tefsirini şöyle yapıyor :

— Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretlerinin Üsameddin hakkında «Zımnımda tuttum, hayat buldu, zımnımdan çıkardım, düşüp öldü!» dediği işte bu kabildendir. Bunun hikmeti şudur ki, sâlik, Allah yolunda seyrini tamamlayıp «Cem-ül-cem» makamı­na vararak zatî tecelliye mazhar olunca kendisini bütün varlıkla­ra yayılmış, sirayet etmiş görür. Her işde de kendisini tedbir sa­hibi bulur ve bütün eşyayı kendi uzuvları halinde müşahede eder. O arifin eşyayı kendisine yakın gördüğü kadar hiç bir şey başka bir şeye yakınlık belirtmez. Allah'ın zâtiyle kendi zâtım, sıfatlariyle kendi sıfatlarını, fiilleriyle de kendi fiillerini bir görür. Bu, tevhit deryasında boğulmuş olmasındandır, însan için tevhit ve vuslatta bundan yüksek mertebe yoktur. Bu, demek değildir ki, mahlûk, bizzat halik olsun ve hadis (sonradan olan) kadîme (ezelî olana) muttasıl (bitişik) bulunsun. Yahut hadis kadime hulul et­sin...

Beyit:

Hulul ve ittihat muhaldir

Bu zanlarsa delâlettir!

Bu teceliye mazhar olan her kâmil fert, bütün eşya ile bir nevi ittisal (bitişiklik) halinde olur ve onun eşya ile ittihadı, ay­rılığına galebe eder. Dış belirişlerin mahpusu ve cisimlerin ve cismanîliklerin mahkûmu olmaktan çıkar. Kendi belirişiyle baş­ka şeylerin belirişi bir araya gelir ve yöneldiği şeylere iradesi hâ­kim olur. Bu ariflerden bazıları tek ân içinde ayrı ayrı yerlerde görünmeğe kaadir olurlar. Bazıları îsa Peygamber meşrebinde olur ve ölülere kendi hayat madeninden hayat aşılar. Hasılı bun­lar Allah bostanının bahçıvanı olurlar. Hangi kurumuş ve verim­siz kalmış ağaca kendi cevherlerinden aşılasalar o ağaç yeşerir ve yemiş vermeğe başlar. Hangi ölüye kendi hayatları zımnından hayat verseler, o ölü dipdiri hale gelir. Mevlânâ Nizameddin Haz­retlerinin «Zımnıma aldım» sözüyle Hoca Ubeydullah Hazretle­rinin «Arifin mahlûku» tavsifini bu mânada ele almak lâzımdır. Lâkin edeb, «Arifin mahlûku» tâbirini kullanmayıp daima «Hak­kın mahlûku» ifadesine bağlı kalmak ve öbür türlü; halkın, idrak edemeyeceği nükteleri karıştırmamaktır. Mutlak yaratıcılık Al­lah'a mahsustur ve o, lûtfüyle bir kulunu yaratıcılık tecellisine mazhar kılmakla o kula yaratıcı olmak lâzım gelmez. Nitekim rezzak Allah iken rızkın temin ve taksimi işinde kuluna imkân verir ve bu bakımdan mahlûkun rezzak olması gerekmez. Bütün bu nisbetler mecazîdir ve mutlak, yani aslî değildir.

Bilmek lâzımdır ki «nisbet» ve «bâr» lâfızları Hacegân yo­lunun ifade ve beyanlarında sık sık geçen iki kelimedir. «Nisbet» daha evvel de bildirildiği gibi, bu yola girenlerin alâkasını ve hâ­lim gösterir. Yük mânasına gelen    «bâr» kelimesi ise ağırlık ve keyfiyete uzak olmayı murat eder. Nitekim «filân kimse bir yük getirdi» derler. Yahut «filan bize yük yükledi» şeklinde konuşur­lar. Bu yolun yolcuları her ne zaman meşreplerine aykırı bir kim­seye rastlayıp onun nisbetinden müteessir olsalar; onlar sülük eh­li, ilim ve takva erbabı olsa da bu yükü hissederler. Zira bu tari­kat azizlerinin nisbeti    bütün nisbetlerden âlâ, lâtif ve güzeldir. Bu sebebledir ki, kendi nisbetlerinden başkası, gönüllerine «bâr» olur. Bazen de «bâr» kelimesiyle maraz ve hastalık kasdedilir. Ni­tekim derler ki : «Filân filânın yükünü üzerine aldı.» Yahut : «Fi­lan filâna bir yük bindirdi.» Bu sözlerden kasit birincisinde ma-

razın kaldırıldığı, ikincisinde de bilâkis uyandırıldığıdır. Malûm­dur ki, bir marazın kaldırılması veya havale edilmesi Hacegân yolunun erlerine mahsus bir hassadır.

Reşahat sahibi diyor ki :

— Pederim bu fakire dediler ki : «Sen 867 senesi Cemaziyelevvel ayının 27 inci cuma gününün gecesinde doğmuştun. O cuma gününün sabahında Hoca Muhammed Pârisâ bağlılarından ulu bir pîr hac seferi niyetiyle bizim kasabamızdan geçip birkaç gün bizde misafir kaldı. Ben o cumanın sabahında seni elime alıp pîrin huzuruna götürdüm. O da seni benim elimden alıp sağ kula­ğına ezan okudu ve sol kulağına kaamet getirdi. Alnından da öpüp (bu çocuk bizdendir) buyurdu. Üç gün sonra sana bir çocuk has­talığa bulaştı. Hastalığın şekli tehlike belirttiği için sana bir hâl olmasın diye çok korktum. Hastalık artınca seni bir kere daha pî­rin huzuruna çıkardım. Hastalığını anlatınca (korkma!) dediler ve seni ellerine alıp baştan ayağa sığadılar. Buyurdular : (Bu çocu­ğun göreceği çok iş vardır; hatırınızı hoş tutun!) Ondan sonra he­men iyi oldun. Hastalıktan üzerinde hiç bir iz kalmadı. Muhitimi­zin tabib ve alâkalıları bu hâdiseyi duyunca kalkıp geldiler ve o azizin sohbeti bereketinden faydalanmaya baktılar. Bir gün de o azîz, bana, şehrin soylu ailelerinden birine mensup bir gencin sık sık yanlarına gelirken son günlerde görünmez olduğunu ve bu­nun sebebini merak ettiklerini söylediler,    çocuğun bir haftadan beri diş ağrısına uğradığını ve yüzünün şiştiğini söyledim. Çocu­ğu ziyaret etmek arzusunu belirttiler.    Beraberce o kişizadenin evine gittik. Yüzü öylesine şişmiş ve içi ufunetlenmişti ki, çocuk yatağa düşmüştü. Çektiği ağrıdan da harareti yükselmiş, inliyor­du. Hal ve hatır sorduktan sonra bir müddet sustular ve daldılar, öyle sandık, ki, hastanın marazına yönelmiş bulunuyorlar. Bir sa­at sonra başlarını kaldırdılar.    Diş ağrısı kendilerine geçmiş ve hastanın şiş yanağı avnen kendilerinde belirmişti.    Aziz, yüzleri şiş ve hararet içinde kalktılar. Hastada ağrı durmuş ve yanağındaki şiş inmeğe başlamıştı.    Azîzi, konağının kapı eşiğine kadar uğurladı. Aziz ise iki hafta kadar diş ağrısı çektiler.» Hoca Ubeydullah Hazretleri :

— «Hâcegân yolunun büyükleri halkın yükünü üzerlerine alırlar» sözü iki şekilde tecelli eder. Biri dua, öbürü o marazı üzerlerine çekmek şeklinde... Birinde abdest alıp namaz kılarlar ve kurtulmasını diledikleri hastanın şifa bulması için Allah'a ya­na yakıla yalvarırlar. İkincisinde yine abdest alıp namaz kılarlar ve kendilerini o marazın müptelâsı bilirler ve hastanın yerine kendilerini koyarlar ve yine yana yakıla dua edip kurtuluş diler­ler. Fikir ve iradelerini muratlarına öyle bağlarlar ki, hastaya o marazdan tamamiyle kurtuluş nasip olur. İnsanın aziz bir dostu hasta olunca ona gönül yardımı ile imdat etmek gayet hoştur. O imdat da iki türlü olur : Biri, maraz kayboluncaya kadar himmet­lerini hastaya yöneltmek, öbürü maraz zamanında gönül perişan­lığı fazla olduğu için hastaya ruh kuvveti verip perişanlığını gi­dermek yoluyla...

MEVLANA SADEDDİN KAŞGARÎ

BAŞLANGIÇTA ilim tahsiline düşmüşler ve ellerdeki bütün kitapları okumuşlar. Muhitleri kalabalık ve kendileri zengin... Tasavvuf yoluna girmeği murat edinince her şeyi bırakmış ve tam bir tecride düşüp Mevlânâ Nizameddin Hazretlerine kapılan­mışlar...

Büyük oğullan anlatıypr :

— Babam yedi yaşındayken babası onu alır ve beraberinde sefere çıkarırdı. Büyük babam ticaretle uğraştığı için sık sık se­yahat eder ve uzun zaman bir yerde kaldığı görülmezmiş... Bir gün, katıldığı bir seferde, babam, kendisiyle yaşıt, fevkalâde gü­zel bir çocuk görüyor ve ona büyük bir sevgiyle bağlanıyor, bir gece indikleri kervansarayın bir odasında birbirlerinin yanında uykuya dalıyorlar. Mumlar sönüp herkes uyumaya başlayınca ba­bama, muhabbet bağladığı çocuğun elini, yüzüne ve gözüne sür-

mek arzusu geliyor. İçinde bu arzu, tam elini uzatacağı zaman görüyor ki, odanın bir köşesi yarılmış, oradan heybetli bir kimse çıkmış, elinde şamdan ilerliyorlar, babama doğru bir nazar atıyor ve tek kelime söylemeden karşı tarafa geçiyor, orası da yarılarak geçip gidiyor ve oda tekrar karanlığa boğuluyor, babam bu tecel­liden öyle sarsılıyor ki, bir an evvelki arzudan içinde hiç bir eser kalmıyor ve haşyetle dolarak uyumaya çalışıyor.

*

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleri 12 yaşındalar ve yine babalariyle birlikte seferdeler. Bir gün kervansaray kapısında otururken görüyorlar ki, bir alay bezirgan orada birbiriyle hesap görmekte ve çekişmekte... Çekişmeleri öyle uzamış, dallanmış, budaklanmış ki, çocuk Mevlânâ Hazretlerine birdenbire bir göz­yaşı hücum etmiş ve yüksek sesle ağlamaya başlamışlar. Bezir­ganlar bu yüksek sesle ağlayıştan hayrette... Çocuk Mevlânâ'ya sormuşlar :

— Sana ne oldu ki, böyle, durup dururken, hiç sebep ol­maksızın hüngür hüngür ağlamaya başladın?

— Sizin   yüzünüzden,   demiş   Mevlânâ   Sadeddin   Kaşgari "Hazretleri; sabahtan beri buradayım,-aranızda hırs yüzünden çe­kişme ve dalaşmadan başka bir şey görmedim. Bir an için olsun Allah'ı düşünmediniz ve anmadınız!    Size acıdığım için ağlıyo­rum!

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleri kendilerini bir müd­det ilme verdikten sonra büyük marifet cazibesine kapılırlar ve Mevlânâ Nizameddin Hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde yıl­larca pişiyor, gelişiyorlar.

Arada, şeyhlerinin müsaadesiyle Hicaz seferine çıkmışlar... Horasan'a geliyorlar ve Herat'ta asrın şeyhlerinden Seyyid Kaasım Tebrizî Hazretlerine, Mevlânâ Ebu Yezid Pûrânî Hazretleri­ne, Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretlerine, Şeyh Bahaeddin Ömer Hazretlerine rastlıyorlar.

Seyyid Kaasım Hazretleri hakkında fikirleri :

— Âlemdeki yüksekliklerin ve bütün evliya hakikatlerinin toplayıcısı...

Mevlânâ Ebu Yezid Pûrânî hakkında

— Allah'tan başka hiç bir şeyle işleri yoktur; ve nazarların­da, vâki olan her şey Allah'ın kârıdır.

Şeyh Bahaeddin Ömer hakkında :

— Aynaları Allah'a karşıdır ve zattan başka hiç bir şey na­zarlarına değmez.

Şeyh Zeynüddin Hazretlerini de şeriat anlayışlarındaki derinliğiyle överlermiş.

Buyuruyorlar :

— Hâlimin başlangıcında Herat'a gelmiştim. Bir gece rü­yamda beni yüksek bir toplantıya götürdüklerini gördüm. Orada Herat'ın bütün evliyası hazırdı. Beni o toplantıda iki kişi müstes­na, herkesin üstüne geçirip oturttular. O iki kişinin biri Abdullah Tâki, öbürü de Hoca Abdullah Ensârî idi. O rüyadan uyanınca kendimde mağrur bir soğukluk hissi duydum. Gece yarısı kalk­tım ve o soğukluğu gidermek için bir çare aramak üzere dört do­laşmaya başladım. Birdenbire ayağımda müthiş bir sızı duydum. Bir akrep ayağımı sokmuştu. Sabaha kadar feryat ettim ve o aci ve zahmet yüzünden acze düşüp gurur soğukluğundan kurtul­dum.

Buyuruyorlar :

— Bir nice yıl Mevlânâ Nizameddin Hazretlerinin sohbetin­de bulunduktan sonra içime hac ziyareti arzusu düştü. Mevlânâ'dan izin istedim. Dediler ki : «Israrla nazar ettiğim halde seni bu yıl hacıların kafilesinde göremiyorum!»

Evvelce gördüğüm rüyalardan bir takım işaretler almıştım. Mevlânâ Hazretleri hâlimi görüp buyurdular : «Korkma! Elbet­te gidersin!» ve ilâve ettiler : «Gördüğün rüyaları Şeyh Zeynüd­din Hazretlerine anlat ki, şeriat anlayışında merd ve sünnet cad­desinde sabittir. Şeyh Zeynüddin'den muratları Zeynüddin Hâfî idi ki, o asırda Horasan'da irşâd makamında bulunuyorlardı. Ho-

rasan'a gelince, Mevlânâ Hazretlerinin buyurdukları gibi,    0 yıl hacce gidemeyeceğim belli oldu. Ondan nice yıl sonra hac müyes ser oldu.

Mevlânâ Abdülgaffur Lârî :

— Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin rüyaları son derece na zikti. Mürşidi Mevlânâ Nizameddin'i öyle görmüştü ki, bu görü­şe şeriatin zahiri tahammül edemezdi. O sebepledir ki, Mevlânâ Nizameddin Hazretleri ona «korkma!» diye teselli verip kendisi­ni şeriat bağlılığında emsalsiz olan bir ferde gönderdiler ve rü­yasını ona anlatmasını emrettiler. Şeyh Zeynüddin Hazretleri gi­bi bir şeriat bağlısından alacağı hükümle, Mevlânâ Sadeddin Haz­retlerinin kalbinde itminan ve teselli doğacağım düşündüler, is­tediler ki, bu yolda akıl almaz çok şey bulunduğunu Mevlânâ Sa­deddin Hazretleri öğrensin.

Gerçekten bu tarikatte akıl erişmez noktalar çoktur. Sada­katli talihlere gereken odur ki, pîr hizmetine eriştikten sonra ka­fa ve sebep arama derdini bir tarafa bırakıp şeyhine teslim olma­yı bilsin...

Şeyh Feridüddin Attâr Hazretleri,    «Mantık-üt-tayr» isimli kitabında, sülük erbabının hâlini kuşlar dilinden hikâye eder. Bü­tün kuşlar sülük makamını canlandıran Hüdhüd isimli kuşun ar kası.na düşüp gaye noktasına giderken yolun korkunçluğunu gö rür ve geriye dönmek isterler. O zaman Hüdhüdün onlara hitab bu yolun çile ve cilvelerini göstermek bakımından son derece mâ nalıdır.

Evet, bu yol, rahatına düşkünler yolu değil, âşıklar, canla riyle oynayanlar yoludur. Aşksız bu yol alınmaz ve korkak bezir gân bu yolda bir şey kazanamaz. Derdi olmayana bu şifahanede derman bulunmaz.

Buyuruyorlar :

— Mürşidimin emriyle Şeyh Zeynüddin'e o rüyaları anlat tim. Dedi ki: «Bana biy'at et ve irademe bağlan!» dedim ki: «Be­nim biy'at ettiğim ve iradesine bağlı olduğum zat hayattadır. Siz emin bir insan olduğunuza göre söyleyiniz : Bir kimsenin mürşi di sağken başka birine biy'at etmesi ve iradesine bağlanması caizse ben de öyle yapayım.» dediler : «istihare et!» dedim ; «Be­nim istihareme itimadım yoktur!» dediler : «Sen istihare et, biz de ederiz.» Gece olunca istihare ettim. Rüyada gördüm ki, Hâcegân tabakasından geçen azizler Herat'a ziyaret için gelmişler... Şeyh Zeynüddin de orada... O yerin ağaçlarını kesiyor ve duvar­larını yıkıyorlar, öyle bir kahr ve gazap içindeler ki tarifi müm­kün değil. Gördüm ki bu rüya başka tarikata girmekten beni alakoymaya işarettir. Rüyadan sonra içimdeki tereddüt ve dağdağa silinip gitti. Ayağımı uzatıp rahat rahat uyudum. Sabah olunca Şeyhin huzuruna çıktım. Ben daha rüyamı anlatmadan kendileri söze giriştiler : «Tarikat birdir; hep aynı noktaya çıkar. Sen yine eski yolunda meşgul ol! Eğer bir müşkülün olursa bize bildir! Eli­mizden geldiği kadar medet edelim!.»

Şeyh Hazretleri de o gece istiharelerinde gayet büyük ve heybetli bir ağaç görüyorlar. Sayısız dallan var. Şeyh Hazretleri o dallardan birini koparmak istiyorlarsa da bir türlü başaramıyorlar. Bunun üzerine bildiğimiz mukabelede bulunuyorlar.

Buyuruyorlar :

— Mevlânâ Nizameddin Hazretlerinden Hicaz seferine izin istediğim vakit dediler ki: «Badiyede kafileyi gördüm : içlerinde sen yoktun!» Sükût ettim. Birkaç günden sonra tekrar izin iste­dim. Verdiler ve dediler : «Var git; lâkin bizden bir öğüt kabul et! Sakın sana öğüt verip işlememeni istediğim işi yapayım deme! Zira biz işledik ve pişman olduk. Bu pişmanlığın bağlı olduğu hacaleti kıyamete dek çeksek yeridir!» Ve öğütlerini verdiler: «Sende Allah'ın kahrı tecelli ettiği zaman sakın onu kullanayım deme! Nitekim Hoca Üsameddin hakkında ve bazı inkarcılar üze­rinde ben kullanmıştım.» (Hoca Üsameddin, Mevlânâ Hazretlerinin hastalıktan kurtardıktan sonra yakışıksız hareketlerini gö­rüp bâtınlarından çıkardıkları ve hemen düşüp öldüğünü haber aldıkları insan). Ben kendilerinden bu nasihati kabul ettim. Bir­kaç zaman sonra bana öyle bir hâl oldu ki, gözlerim kime dokunsa kendinden geçer, kendini kaybeder oldu. Eğer yanıma gelse­ler belki helak olurlardı. Ve ben o hâlin ilk zuhurunda evin bir köşesinde kapanıp gizlenmek zorunda kaldım. Böylece on dört gün, gece ve gündüz dışarıya çıkmadım. Uzaktan bana yakınlık gösterip benimle görüşmek isteyenlere de elimle işaret verip mâ­ni olmağa çalışıyordum. Bu vaziyet, o hâl benden gidinceye ka­dar devam etti.

*

Mevlânâ'nın üstün bağlılarından biri, şeyhin hikmetlerin bir risale halinde toplamıştır, o risaleden birkaç damla veriyoruz :

Buyurdular :

— Allah ile meşgul olmak âlemde her şeyden kolaydır. Zi­ra insanlar, mevcutlar arasında bir şey bulmak istediler mi, ev­velâ onu isterler, sonra da bulurlar. Allah'ı ise evvelâ bulurlar, sonra isterler. Eğer bulmasalardı nasıl isteyebilirlerdi.

*

Buyurdular :

— însan birini sevince ister ki, herkes de onu sevsin... Mu­habbet gayreti, sevdiğini gizli tutmayı isterken, muhabbetin ke­mâli de kimsenin onu inkâr etmemesini ister. Hattâ bütün âle­min ona bağlı ve istekli olması için ne yapacağını bilemez. Bu yüzden, sevdiğinde mevcut kemâl vasıflarını nasıl anlatmak ka­bilse öyle anlatır ki, insanlar ona tutkun olsun.

*

Buyurdular :

— Senin vücudunda küçük bir kıl bile herhangi bir sebep­ten incinse o kılın ardından gitmek lâzımdır. Yani bir şeyin tesir ve keyfiyeti ne kadar küçük olursa olsun hor görmeyip onu göz den silmemek ve elden bırakmamak gerektir.

*

Buyurdular:

— Hoca Muhammed Pârisâ diyorlar ki: Allah ile kul arasında perde, dış suretlerin gönülde nakış yer etmesiyledir. Bu na­kışlar, perişan sohbetler ve türlü renkler ve şekiller yüzünden ziyadeleşir. Ne kadar mihnet ve meşakkat karşılığında olursa ol­sun, bu nakışları silmeğe çalışmalıdır. Bir de, kitap okumak, res­mî sözler ve türlü kelimeler o nakışları çoğaltır. Güzel suretlere dalmak, hoplatıcı nağmeler ve sazlar dinlemek o nakışları hare­kete getirir ve coşturur. Bunların hepsi birden Allah'tan uzaklık ve gafleti davet eder. Talibe bunları nefyetmek vaciptir. Gerek­tir ki, hayali azdıran şeylerden uzaklaşıp saf gönülle Allah'a yönelinsin. Allah'ın âdeti o hikmet üzerindedir ki, mihnet ve me­şakkat olmadan, hissî lezzet ve şehvetleri yenmeden bu mâna ele geçmez. Müminin istediği rahat ahrettedir. Bu fânî sarayda bir­kaç gün ıstırab çekmekten ne şikâyet!, ötesi ebedî rahattır. Bu âlemin ahiret alemiyle hiç bir münasebeti yoktur. Bu dünya, son­suz bir çöle düşmüş haşhaş tanesinden farksızdır.

*

Bir bahar günü Mevlânâ Hazretlerinin yakınlarına okuduğu dörtlük :

Yolumuz yâr ile gül bahçesine uğradı;

Ben gafletle güle nazar edince dedi ki yâr :

Muhabbetin şartı bu mudur, utan yaptığından!

Ben varken güle bakmak nasıl elinden gelir?

Peşinden buyurmuşlar :

— Eğer bahar seyrine çıkıp gördüklerinizden haz edecek olursanız Allah'tan gafil oldunuz demektir. Haz etmeyecekseniz o halde gitmeğe sebep ne? Hakk gayrine yok de kurtul!

*

Buyurdular :

— Mevlânâ Nizameddin Hazretleri derlerdi ki : «Sükût sözden daha faydalıdır.» Zira her sözden nefs konuşması doğar. Nefs konuşması ise ilâhî feyzin kabulüne engeldir. Evliya sohbetinde, kişi gönlünü nefs hadîsinden temizlemeğe bakmalıdır. Zira onla­rın öyle bir kulakları vardır ki, nefs konuşmasını hemen duyar­lar ve bundan safalarına keder gelir.

Nasıl ki, kitap okuyan bir kimse dışarıdan bir konuşma işi­tecek olsa aklı karışır. Hattâ kâğıt üzerine sinek konsa yine dik­kati çeker ve fikri dağıtır. Daima Allah ile meşgul bir taife, elbet­te ki nefs kelâmından şiddetle müteessir olmak mevkiindedir. Bir kimsenin yanında ağlayan bir yavru olsa onu rahatsız eder. Yav­ruyu susturmanın tek çaresi ona meme vermektir. Sâlike de dü­şen, böyle anlarda zikir memesini gönül ağzına verip türlü hayal­ler ve nefs mırıltılarından kurtulmaktır. Bu taifenin bir nevî de vardır ki, zikir bile onlar için nefs konuşmasıdır.

* Yakınlarına hitab edip buyurdular :

— Ey dostlar! Biliniz ki bunca azamet ve ululuğu ile size gayet yakındır. Bu mâna size şimdiden malûm olmasa da onun itikat tarafını muhafaza ediniz! Gereken odur ki, siz daima tenha­da ve açıklıkta edebî gözetesiniz ve evinizde tek başınıza olduğu­nuz zamanlarda da ayağınızı uzatmayasınız, ve helada, utangaç bir tavırla başınızı eğip ve gözlerini2i yumup oturasınız. Zahirde ve bâtında, gizlide ve açıkta, Allah ile doğruluk üzerinde olmalı­sınız! Bu mâna size yavaş yavaş malûm olur. Kendinizi zahir ve bâtın edebiyle süslemeğe bakınız! Zahir edebi, emir ve yasaklara riayet etmek, daima abdestli olmak, istiğfar eylemek, az söyle­mek, bütün işlerde ihtiyatı elden bırakmamak, eskilerin eserleri­ni okumak gibi hususlardan ibarettir. Bâtın edebi ise, en çetin iş olarak yabancılardan gönlü saklayabilmektir. Kalbe düşecek fi­kirler, ister hak, ister bâtıl, ister hayr, ister şer olsun, yabancılık­ta ve Allah'a hicap (perde) olmakta birdir.

*

Buyurdular :

— Allah, peygamberine murakabe yolunu talim etmiştir. Bu işin gayesi Allah ile meşgul olmak. Allah kuluna her şeyden yakındır. Öyle bir yakınlık ki, yakınlıktan da yakın... Zira yakın­lık hâli kıyas ve ibareye sığmaz. Yakınlık kıyas ve ibareye girin­ce uzaklık olur. Yakınlık, yakın olma idraki içinde ifade edilebi­lecek bir şey değildir. Yakınlık odur ki, sen onda bitesin, tükenesin, nihayete eresin. Seni ve senden gayrini de bitmiş, tükenmiş, nihayete ermiş göresin... Ve bu hâli kelimelere, ifade kalıplarına dökmeğe kaadir olmayasın. Bir kimse ulu bir kişiye «filân şeyh yakınlıktan söz eder» dedi. Ulu kişi de ona dedi ki : «Git, o şeyhe söyle, birlik olan yerde yakınlık ve uzaklık olmaz! Yakınlık se­nin yokluğundan ibarettir!.» Bu hâl ibareye nasıl sığsın?.

ŞİİR

Hakka yakınlık, yüksekten, alçaktan geçmek değil;

Ne de maldan, makamdan uzaklaşmak..

Sadece varlığından geçmektir o...

Bir insanın göğsünde iki kalb yoktur ki, birini dünyaya yö­neltsin de öbürünü Allah'a versin...

Buyurdular :

— insanın her nefes alışında bir hazine heder olup gider.   . Her nefeste bilmek lâzımdır ki, Allah hazır ve nazırdır. Bu şuur insana hâkim olunca Allah'tan utanma duygusu da beraber gelir ve gaflet gider, insanda gönül birdir ve o dünyaya sarkacak olur­sa Allah'tan mahrum kalır; Allah'a yönelirse, içinde bir pencere açılır ve o pencereden ilâhî feyiz güneşinin nuru girer. Bu nur, doğudan batıya kadar her zerreye hayat verir ve yalnız penceresiz evler ondan nasipsiz kalır.

ŞİİR

Yâr her dem sana nazar eyler

Seni gafil görüp göz eyler

*

Buyurdular :

— ibadet cennete eriştiricidir. İbadette edeb ise Hakka ya­kınlaştırıcı... Allah dostları şöyle demişlerdir : «Bu yola girmek isteyenler başlangıçta bâtınını (içini) saf hâle getirip boyuna hâ­line nazar etmelidir ki, murakabe devam etsin ve tamamlansın... Yoksa, iyi bir iş işlese bile kötülüğü arttırmış olur. İlletli bir in­sanın, ilâç diye ne kullansa illetini ziyadeleştirmesi gibi... Bu yo­la gireceklere, ruha ânî olarak sokulan «havâtır» dedikleri menfî his ve fikirleri boğup atmakta üstad olmaları için nihaî derecede ceht ve gayret düşmektedir. Mürit, başlangıçta «havâtır» adına kalbine düşenleri defetmekten başka bir şeyle uğraşmamalı ve onların nasıl defedilebileceğini öğrenmelidir. Bu işi kitaplardan ve yazılı tavsiyelerden öğrenmek isteyenler bilsinler ki, böyle şeylerin derde devâ olmakta hiç faydaları yoktur. Hak yolu, in­sanın fiiliyle katılacağı yoldur; göz ve kulaktan kapmayla değil... Bağdat'ta padişah huzurunda olan bir kimse, Şam'a gidip orada padişahtan gelen nâmeyi okumakla yetinirse ona cahil ve akılsız demekten başka çare kalır mı ?

*

Buyurdular :

— Bir yerde olan her yerdedir, her yerde olan ise hiç bir yerde değildir.

Mevlânâ Hazretlerinin bu sözleri, vahdet ehlinin mezhebini bildirmek içindir. Demek istiyorlar ki : Bütün tecelli aynaların­da zuhur eden hakikat birdir; lâkin ilâhî isimlerin gereği ve im­kân âleminin değişikliği bakımından türlü türlü zuhur etmiştir. Zuhurların değişiklik ve aykırılığından hakikatin başka başka ol­ması icab etmez. Nitekim belli başlı bir şahıs, bir çok aynada göründüğü zaman, kendisi bir olduğu halde her aynada o aynanın kabiliyetine göre ayrı ayrı olan, o değildir; aynalardır.

*

Buyurdular :

— ilâç diye öte beri yemekten ise perhiz etmek yektir. Çok yiyende çok hastalık görülür. Onları defetmek için ilâç alırlar, iyileşince de yine tıka basa yemeğe koyulurlar. Yine ilâç, yine sıhhat, yine yemek. Neticede ilâç ta fayda vermez ve marazı art­tırmaktan başka bir şeye yaramaz. Günah ile tövbe de böyledir. Günah, arkasından tövbe, yine günah, yine tövbe... Neticede bu türlü tövbe de ayrı bir günah olup çıkar. Onun içindir ki Allah ehli her şeyde perhizi severler ve her şeyi bırakıp Allah ile meş­gul olurlar. Ve bir gaflet anında öbür dünyaya göçmemek için çok dikkatli bulunurlar.

*

Buyurdular :

— Benim murakabede yol göstericim bir köy olmuştur. Bir gün gördüm ki, bir kedi, deliğin karşısına geçmiş, fareyi gözetler, durur. Ve avına öyle yönelmiş ki, kılı bile aynı dikkat içinde dim­dik ve hareketsiz... Ben kediye merakla bakarken içimde bir ses­lenme oldu : «Ey himmeti eksik kimse, ben senin dileğin olmak­ta bir fareden eksik miyim? Sen de beni dilemekte bir kedi kadar olamıyorsun?» İşte o andan beri murakabeye düşmüş bulunuyo­rum.

*

ŞİİR

Ne demiştir bilir raisin bana yâr :

Gayriye bakma, dik gözün, yürü, var!

*

Buyurdular :

— Daima Allah'ı anmakla olun! O derecede ki, kendinizden kaybolasımz. Allah her şeyden lâtiftir. Lâtifliği artık olanın Allah ile alâkası artık olur. Nasıl, hamam içinde iş görenler, hamam külhanı, çörçöp taşıyanlardan üstün iseler ve nasıl buna göre her meslek öbürünün üstündeyse ve üstte olanlar altındakinin işini hor görürlerse, Hakk'a ermiş ve gönlünü o işe bağlamış olanlar da lâtiflik bakımından her derecenin üstündedir ve başka işe gele­mezler. Bunlar namazda rükûa varsalar, doğrulup, secdeye uzansalar başlarını yerden kaldırmak istemezler. Bunlar, gözlerini yu­mup açıncaya kadar olsun, Haktan ayrı kalmaya dayanamazlar. Onlar da haktan gayriyle meşgul olabilecek-gönül ve heva yok­tur. Nebiler bunların hâlini takdir nazariyle seyrederler. Takdir­leri, bunların derecede nebilerden üstün olmasından gelmez. As­la!. Lâkin bunlarda hâl noktasından öyle bir şerefleri vardır ki, daima Hakka yakın olmaktan gelir. Hak, onları halkın gözünden gizlemiş ve devamlı olarak kendisine bağlamıştır. Bir padişahın, veziriyle ibriktarı arasındaki fark gibi... Vezir o padişah adına memleketi idare eder ve bütün işleri tasarrufu altında bulundu­rur. Elbette ki, derecede ibriktardan üstündür. Fakat ibriktar, her an padişah ile beraber olmak, onun abdest suyunu hazırla­mak ve bu bakımdan huzurdan ayrılmamak gibi bir hususiyetin sahibidir. Vezirin takdir ve gaytası da bu noktadandır.

*

Buyurdular:

— Mevlânâ Celâleddin Rumî hazretlerinin «Sevenle sevileri her an vuslatta iken, ne acayip iştir ki, âşık, ne sevgilisiz olur, ne de ona malik... Hem erişmek ve hem yoksun kalmak, hem mesut olmak, hem de ağlamak, ne acayip!...» Şiirini, sırrı bakımından bir insan, üç bin yıl semalarda kanat çırpsa yine tam mânasiyle anlayamaz. Allah'ın yakınlığındaki keyfiyeti kim anlayabilir? Fa­kat cehd ile çalışan kuluna, Allah, öyle bir bilgi ihsan eder ki Hakkın, kendisiyle olduğunu bilir. Meğer gafletinden dolayı anlamıyormuş. Allah ehline öyle bir yakınlık hâsıl olur ki, Allah'ın varlığında ve anlatıldığı üzere olduğunda hiç şüphesi kalmaz. Ni­tekim hiç kimsenin kendi varlığı üzerinde şüphesi yoktur. Arka­sına yabancı kaftanlar giyse ve gözlerini yumsa yine kendi vücu­dundan dışarıya çıkamaz ve onu unutamaz.

* Buyurdular :

— Zikir, arabî, Farisî vesaire, harf ve sesten mücerret hâle gelince ve bütün cihet ve istikametlerden kurtulunca, mürit, «Şeceriyet - ağaç olma» makamına erişir ve o ağaçtan yemiş yemeğe kaadir olur. Zikir bir tohumdur ki, marifet ağacı ondan çıkar. Ağaç nasıl tohumdan biterse, harf, ses, şekil, renk, keyfiyet, ke­miyet ve cihetten mücerret olan mutlak Tevhid de, Tevhid Keli­mesinden meydana gelir.

*

Mevlânâ   Sadeddin   Hazretlerinin   kerametlerinden   birkaç yaprak :

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin ileri gelen sahabilerinden Mevlânâ Alâeddin Hazretleri anlatıyor :

— Hastaydım. Mevlânâ Sadeddin Hazretleri ziyaretime geldiler ve bir kenarda oturdular. Bir aralık murakabeye daldı­lar. Başlarının üstünde baca deliği gibi bir menfez vardı. Mura­kabe sırasında delikten başlarına bir tutam toprak saçıldı. Başla­rını kaldırıp toprağın geldiği yere baktılar. Bu hâl üç kere de­vam etti. Bu işi delikteki bir farenin yaptığı belliydi. Üçüncüsün­de başlarını kaldırıp deliğe baktılar ve «hey edebsiz farecik!» di­ye mırıldandılar ve dışarı çıktılar. Ben bu vaziyetten sıkılmış, ya­tağıma oturmuştum. Bir de baktım ki, delikte bir kedi, fareyi gözlüyor. Fare yine toprak saçmaya başlayınca hemen üzerine

atılıp pençeledi ve alıp götürdü.    O gün saydım; kedi, o delik ten 18 fare çıkarıp teker teker öldürdü.

*

Mevlânâ Pîr Ali : l

— Bir dükkânım vardı. Kaftancılık ediyordum. Bir gün dükkânıma bir vergi tahsildarı geldi ve uzun uzadıya hesap, ki­taplardan sonra benden öyle bir meblâğ istedi ki, onu ödemeğe gücüm yetmezdi. Söyledim, dinlemedi, sövüp saymaya başladı. Ben bu haldeyken Mevlânâ Hazretleri geldiler. Memurun sövüp caydığını gördüler. Elini tahsildarın omuzuna koyup dediler «Hey kardeş, sövme dilini tut!» Mevlânâ Hazretlerinin eli tahsil­darın omuzuna değer değmez, adam yere yuvarlandı. Pazar orta­sında kıvranmaya başladı. Mevlânâ Hazretleri dükkânın önünde oturmuşlardı. Adama merhametle nazar ettiler. Tahsildar kendi­sine gelir gelmez onun yoluna girdi.

*

Yine aynı zat:

— Zevcem gebeydi. Dört aylık... Gizlice çocuğunu düşür­mek istiyor ve bunun için bir takım sakat tedbirler alıyor. Çocuk rahimde ters dönüp düşmeyince zevcem korkunç sancılarla kıv­ranmaya başlıyor ve ölüm döşeğine seriliyor. Konu komşu başın­da, ha gitti, ha gidecek... Bu hâli görünce ıstırapla sarsıldım ve Mevlânâ Hazretlerine koştum. Huzurlarında bir takım yüksek kimseler vardı. Tek saniye bile kaybetmeğe gelmeyen vaziyeti Mevlânâ Hazretlerine anlatamadım ve bir köşede büzülüp kal­dım. Mevlânâ Hazretlerinin nazarları bana yönelir yönelmez he­men kalktılar ve yürümeğe koyuldular. Ardlarından da o yüksek kimseler... Beni yanlarına çağırdılar ve dediler : «Git, o zalim zevcene de ki: Bu işi filân tarihte yine işlemiştin! O zaman seni affetmiştik. Şimdi de affediyoruz! Eğer bir daha işlersen kurtulu­şun yoktur..» Bu sözlerden sonra içim ferahladı. Doğru eve koş­tum. Zevcem iyileşmiş, marazı geçmişti. Olanları kendisine an­lattım. Ağladı ve dedi ki : «Doğru!.. O tarihte bu işi yine yapmış ve ölümden kurtulmuştum. Mevlânâ Hazretlerinin büyüklüğü karşısında hicab duyuyorum. Bir daha böyle bir şey yapmamaya da ahdediyorum!.»

*

Mevlânâ Alâeddin'in anlattığına göre,    bir gün uzaklardaki anne ve babasından bir mektup geliyor ve kendisini evlendirmek istediklerini, güzel bir kız bulduklarını, hemen gelmesi gerektiğini bildiriyor. Alâeddin, Mevlânâ Hazretlerinin hizmetinde bulun­duğu için bu mektuptan üzülüyor. Mürşidini hiç bir pahaya bı­rakmak istemiyor ve vaziyeti arzetmek üzere huzurlarına giri­yor. Mevlânâ Hazretleri, henüz kendilerine mektuptan ve davet­ten bahseden olmadığı halde «Git! Mademki annen baban çağırı­yor gitmelisin!» buyuruyorlar. Gidiyor, evleniyor ve 18 yıl ora­larda, şeyhinden uzaklarda kalıyor. Fakat hiç bir an şeyhine ra­bıtadan gaflete düşmüyor.    Bulunduğu yerin hükümet memuru Alâeddin'e yapmadığım bırakmamaktadır. Gördüğü zulümler kar­şısında şeyhinin bâtınına sığınan Alâeddin,    bir gece rüyasında Mevlânâ Hazretlerini görüyor. Mevlânâ, elinde bir yay, karşıdan gelen zalim memura bir ok çekiyor. Ok, memurun vücuduna sap­lanmıştır. Birkaç gün sonra memuru görmeğe giden    Alâeddin, onun bir gece, anî olarak felç geçirdiğini ve artık yerinden kımıldayamaz hale geldiğini öğreniyor.

*

Yine ayna zât, bir gün yüksek bir ağaçtan tehlikeli şekilde düşüyor ve yere değmeden Mevlânâ Hazretlerinin kendisini ha­vada kucaklayıp kaptığını ve yere bıraktığını görüyor. Bir an sonra ortada kimsecikler yoktur. Bir müddet sonra yine Mevlânâ Hazretlerinin huzuruna nail olup hizmetine girince her iki tecel­liyi de kendilerine anlatmak istiyor. Rüyada ok yiyen zalimin felç oluşunu ve kendisinin ağaçtan düşerken havada Mevlânâ Hazret­leri tarafından tutuluşunu. Daha anlatmaya başlamadan Mevlânâ Hazretleri şöyle diyorlar:

— Zalimlerin düşmesi bir türlü,  mazlumların düşmesi bir türlüdür.

* Yine Mevlânâ Alâeddin :

— Başlangıçta Mevlânâ Hazretleri bana kalbî zikri talim et­tiler ve buyurdular ki : «Benim karşımda, kendi kendine gizli ve kalbî zikirle meşgul ol!» Ben kalbî zikre başlayınca şöyle dediler: «Zikir sırasında kalbine hareket veriyorsun! Böyle yapma! Sade­ce zikrin mânasını kalbine yükle! O zaman kalb bu mânadan mü­teessir olur ve kendi kendine harekete gelir. Ondan sonra istedi­ğini yap!» Mevlânâ Hazretleri bana kalbimin hareketinden haber verdikleri güne kadar, bu âlemde, insanların kalbini okuyabilecek bir adam bulunabileceğine inanamazdım. Birden bire taaccübe düşüp zikri bıraktığım zaman buyurdular : «Vallahi benim Belh'te bir bakkal müridim vardır ki, iki ayağı dükkân çukuru içinde işiyle uğraşırken, ben buradan, fersahlarca mesafeden, onun kal­bini kendisinden iyi bilirim.» Bu mâna ve hakikat gün gibi tecel­li ettikten sonra Mevlânâ Hazretlerine inanışım öylesine büyüdü ki, bir daha eteklerini bırakmadım.

*

Mevlânâ Cami Hazretlerinin küçük kardeşi Mevlânâ Muhammed de şöyle anlatıyor :

— Ben önceleri kimya ile uğraşıyor ve bir iksîr bulmaya ça­lıyordum. Bir çok tecrübeye girişmiş, bazı muvaffakiyet alâmet­leri de görmüştüm. Fakat henüz tam tesirli bir iksîr elde edeme­miştim. Bazı sır hudutlarım örselemiş olmak korkusiyle, perişan bir hâle düştüm. Bu perişanlıkla pazarda dolaştığım, kalabalıklar içinde kaybolduğum bir anda, omuzumda bir el hissettim. Biri, elini omuzuma dayamıştı. Dönüp baktım : Mevlânâ Sadeddin Haz­retleri... Kendilerine büyük saygı gösterdim ve imdatlarına muh­taç olduğumu belirttim. Dediler : «Gel, ey iksîr bulmaya çalışan insan!. Sana, iksir neymiş, talim edeyim... Vaz geçme hazinesine gir, böyle marifetlerden elini çek ve kanaat göster! Kanaatten zengin ve tesirli kimya olmaz!» Ondan sonra bende kimya ve simya hevesi tamamiyle sönüp gitti. Her şey içe döndü.

*

Mevlânâ Alâeddin :

— Hâlimin başlangıcında Mevlânâ Hazretlerinin hizmetine bakarken, bana, resmî ve umumî ilim tahsilini bırakmamı emrettiler. Arapça, mantık, kelâm ilmi gibi bazı derslerim vardı. Hep­sini terkettim. Fakat hadîs ilmi üzerinde bir hocadan bir kitap takip etmekteydim ki, onu bırakmaya kıyamadım. Kendi kendi­me, hadîs okumak her halde sülûkâ mâni değildir diye düşün­düm ve kitabı tamamlamaya karar verdim. Kitabı okutan hoca­nın yanına gitmek üzere evimden çıktım. Bir de başıma ne gelse .iyi? Sanki birdenbire ayaklarıma demirden bir pranga vurdular. Adım atabilmenin imkânı yok. Bin zahmetle yol almağa çalıştım. Başımdan tülbentim de gitti. Yolumda bir köprü vardı. Onu geç­tim geçmedim ki, gömleğim de uçtu. Dehşet içinde kaldım. Geri­ye döndüm. Bütün benden uçup giden şeyler yerli yerine dönmez mi? Ayağımın prangası da çözüldü. Doğru Mevlânâ Hazretlerine koştum. Kendilerini camide buldum. Bir kenara çekilmiş mura­kabeye dalmışlardı. Beni görünce gülümsediler. Büsbütün anla­dım ki, bu tasarruf, tenbihlerine riayet etmediğim için tarafların­dan meydana getirilmiştir.

*

Yine ve daima Mevlânâ Alâeddin... Bir gün, tasavvuf ıstılahınca «kabz» denilen müthiş bir sıkıntı ve bunalmaya düşüyor. Çare, ruhunu teslim ettiği büyük velîdedir. Doğru onun evine gi­diyor ve hâlinden bahsedip feraha çıkarılmasını niyaz ediyor. Mürşit, sağ eliyle müridin yakasından tutup sıkıyor ve şehadet parmağını ensesine bastırıyor. Müthiş tecelli!. Alâeddin'in gön-

lünde bir nebze bahar havası...    Sıkıntısı uçup gidiyor ve yerine anlatılmaz bir şevk, neşe geliyor. Bakın ne diyor :

— Dört ay müddetle gönlüm gül gibi açtı ve safa buldu. Bu hâl zahirimde de peydahlandı. Tebessümden kendimi alamaz ol­dum.

*

Mevlânâ Alâeddin bir gece, bazı arkadaşlariyle, Nakşiler ta­rafından hoş karşılanmayan bir iş yapıyor. Raks ve sema' (oyun ve mûsiki) topluluğunda bulunuyor. Sabahleyin Mevlânâ Hazret­lerinin huzurunda, şehrin büyüklerinden koca bir halka... .Mev­lânâ Hazretleri kendisine bir nazar atar atmaz o kadar fenâlaşıyor ki, yere kapanacak gibi oluyor. Sanki omuzlarına kaldırılmaz bir ağırlık yüklenmiştir, iki büklüm, burnu yere değecek gibi... Alnından iri ter damlaları süzülmekte... «Çatlayacağımı, öleceğimi sandım!» diyor Mevlânâ Alâeddin... O sırada, Mecliste bulu­nan Mevlânâ Şehabüddin vaziyeti kavrıyor ve Mevlânâ Alâed­din'in affı için Mevlânâ Hazretlerinden istirhamda bulunuyor. Mevlânâ Şahabüddin'e diyorlar ki, Mevlânâ Hazretleri :

— Bir işkembeci, o pis nesneyi kaynar sulardan geçirip o türlü temizler ve pişirir ki, insanlar onu zevk ve iştiha ile yerler. Kirli nefsleri temizlemekte biz bir işkembeci kadar da mı değiliz?

Bu sözleri söyledikten sonra sağ ellerinin ayasını sol elleri­nin ayasile birleştiriyorlar; ve Mevlânâ Alâeddin'in üzerindeki yük bir anda kalkıyor.

*

Tevhid hakikatleri üzerinde çetin bir muhasebeye girişen büyük bir zat, bir türlü halledemediği iki mesele peşinde diyar diyar dolaşıp bunları çözebilecek irfanda bir yol gösterici arıyor. Fikrini de Mevlânâ Hazretlerine açıyor ve şu cevabı alıyor : «Ya­rın bize gelinde meselelerinizi çözmeğe çalışalım... Belki de se­yahat etmenize hacet kalmaz.» Ertesi sabah Mevlânâ'nın huzurunda... Nazarı onun yüzüne değer değmez kendinden geçip yere düşüyor. Kendine gelince de şu beyti okuyarak müşkülden kur­tulduğunu belirtiyor :

ŞİİR

Her sualin cevabı senin cemalinde;

Cemalin, şüpheleri kelimesiz halleder.

*

Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin vefatları, 860 yılı Cemazi-yelâhir ayının 7 nci çarşamba günü.

HACE KULAN

MEVLÂNÂ Sadeddin Hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri Ho­ca Muhammed Ekber ki, Hâce Kulan adiyle maruf... Hoca Ubeydullah Hazretlerinin ileri gelen bağlılarından... Herat'tan iki ke­re Hoca Hazretlerini ziyaret maksadiyle Mâveraünnehr'e gitmiş­ti.

Reşahat sahibi diyor ki :

— Bu fa,kir Hoca Ubeydullah Hazretlerinin eşiğini öpmek şerefini kazandığım zaman yolda Hâce Kulan ile müşerref olmak saadetini kazandım. Bu, Hâce Külân'ın Ubeydullah Hazretlerine ikinci ziyaretiydi. Bu fakiri görünce sordular :

«Nereye gidiyorsun? Ne fikir ve maksatla?» Kısaca maksa­dımı anlattım. Dediler : «Bizden ayrılma, birbirimize arkadaşlık ederek yol alalım...» Razı oldum. Eşyamı kendi eşyaları arasına aldırdılar ve bu fakire türlü şefkat ve sahabet göstererek yol bo­yunca iltifatlarını esirgemediler. Menzilimize varınca Hoca Ubey­dullah Hazretleri Hâce Külân'a büyük saygı gösterdi ve babası Mevlânâ Sadeddin Hazretleriyle yalan münasebetlerinden hâtı­ralar anlattı. Daha sonra, ona, tenhada «nefs» ve «isbat» yoluyle

zikir talim etti ve tenbihte bulundu : «Herat taraflarında size kim baş vurursa ona bu zikri emredin! Muhterem pederiniz Mevlânâ Sadeddin Hazretleri Herat'a gittikleri zaman henüz sülükleri ta­mam olmamıştı. Ama Herat'ta istekliler peydahlanıp onlara bir zikir şekli göstermek lâzım gelince bu yolu gösterdiler; kendileri de aynı yolda devam ettikleri için kemâle erdiler. Size de aynı yol gerekmektedir.» Bir müddet sonra Hoca Hazretleri Hâce Kü­lân'a Horasan'a gitmek izin icazet verdiler. Bana da annemi ve babamı görmek üzere beraber gitmemi emir buyurdular. Bera­berce Buhara'ya geldik ve orada ayrıldık. Bir iki ay sonra kendi­leri Horasan'ı şereflendirdiler ve on beş yıl müddetle bu fakire gösterilmedik lütuf bırakmadılar. Beni oğulluğa, damatlığa ve kulluğa kabul ettiler. Mevlânâ Abdurrahman Câmi Hazretleri, haklarında şu sözü söylemiştir : «Başkalarının kanından onun toprağı daha üstündür.»

HACE HARD :

MEVLÂNÂ Sadeddin Hazretlerinin ikinci oğlu... İsmi Mu­hammed Asgar... O da Hâce Hard diye anılır. Bâtın ilminde ve ahlâkta müstesna... iki kardeş de Allah'ın kelâmını ezberlemiş olanlardan... Ve tefsir inceliklerine, tevil sırlarına nüfuz edenler­den...

Vefatı 906 yılında ve memleketlerine uzak bir yerde... Mü­barek naaşlannı Herat'a taşıdılar ve babalarının mezarı arkasın­da bir noktaya gömdüler.

MEVLÂNÂ ABDURRAHMAN CAMİ

LAKABI İmadüddin, meşhuru Nureddin... Cam kasabasın­da 817 tarihinde dünyaya geldiler. Silsileleri, müctehitlerin bü­yüğü imam Muhammed Hazretlerine varır. İmam Muhammed. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleriyle de akraba...

Küçük yaşta Herat'a geliyorlar ve orada Nizamiye medre­sesinde tahsile başlayıp henüz bulûğ çağına varmadan zekâlariyle hocalarını ve arkadaşlarını teşhir ediyorlar. Meseleleri öyle bir kavrayış ve kucaklayış ki, bir çok yerde hocalarını mat etmeğe kadar varıyor ve hocalarından birine şu sözü söyletiyor : «Semerkant bina edildi edileli bu Camî isimli civandan daha zeki ve kabiliyetli bir kimse görmedi!.» Semerkant'ta «Heyet - Astrono­mi» ilmine dalıyor ve zamanının âlimlerine parmak ısırtacak ha­rikalar gösteriyor. Bir gün şehre gelen bir heyet ilmi mütehas­sısının suallerine o türlü cevaplandırıyor ki, bu ilme bütün öm­rünü vermiş bulunan mütehassıs, nereden geldiği meçhul bilgi karşısında şaşırıp kalıyor ve tesellisini şu tefsirde buluyor : «An­ladım ki, bu âlemde, her şeyin üstünde kudsî bir nefes mevcut imiş...»

Bazıları da vaziyeti şöyle izah ediyor : «Mevlânâ Cami'de tecelli eden ilim. Hâcegân - Nakşi büyükleri yolunun ilme ilim. akla akıl katan feyzinden gelmektedir.» Gerçekten, Mevlânâ Ca­mî hazretlerindeki ilim, «kisbî» tabiriyle ifade edilen, çalışılarak, uğraşılarak elde edilen bir şey değil, «vehbî» dedikleri ruhanî bir feyiz eseri...

. Diyorlar ki : . Kimseden ders almadım ki, onun bana hükmettiğini, beni istilâsı ve fermanı altına aldığını görmüş olayım. Kendi öz anlayı­şımla bunların hepsine galib çıkardım. Kimsenin, benini üzerim­de, bir şey öğretmiş olma hakkı yoktur. Ben hakikatte kendi ba­bamın talebesiyim, başkasının değil...

*

Bir gün arkadaşlarından birkaçı onu yanlarına alıp zamanenın sultanı Mirza Şahruh'un vezirlerinden birinin huzuruna götürüyorlar. Gitmek istemediği halde yaka-paça sürüklenerek gö­türülen Mevlânâ Camî, kapıda bekletildiklerini görünce fena halde müteessir oluyor. Vezirle karşılaşılıp geri dönülürken de arka­daşlarına şöyle diyor : «Benim sizinle beraber olduğum iş bu noktaya kadardır ve burada biter. Bundan sonra beni, böyle ziyaret

lerde yanınızda göremezsiniz!.» Ondan sonra Mevlânâ Camî'yi dünya ehli ve dünya makamı sahiplerinden hiç kimsenin kapısın­da gören olmamıştır. Hattâ Hocalarının bindiği atların sağrısın­dan giden talebelere de benzememiş, vakar ve haysiyetini üstün tutmuştur.

*

Yola girişinin başında güzel bir kıza tutuluyor. Kara sevda­ya benzer bir tutkunluk... Nihayet, gönlü bu işde çıkar yol bula­mayınca Herat'ı bırakıp Semerkant'a göç ediyor. Semerkant'da kendisini bâtınî kemâl yolunda kitaplara gömüyor. Fakat kalbin­deki alâka büsbütün düğümleniyor ve bir türlü çözülüp silinemiyor.

Bir gece, rüyasında Mevlânâ Alâeddin Kaşgarî Hazretleri... Rüyasında ona diyor ki : «Öyle bir yâra bağlan ki, bırakılmasın­da çare olmasın...» Bu rüya, Mevlânâ Camî Hazretlerini bir kar sırga gibi allak-bullak etmiştir. Ver elini. Horasan ve Herat.. Hu­zura çıkıyor ve teslim oluyor. Az zamanda öyle derecelere erişi­yor ki, görenler «Hâcegân yolu bu genci nasıl da kaptı ve tez za­manda ne yüksekliklere eriştirdi!» diye hayretlerini belirtiyorlar.

*

Mevlânâ Sadeddin Hazretleri Herat Camii avlusunda, na­mazlardan evvel ve sonra yakınlariyle sohbet ederlermiş. Mevlâ­nâ Camî ne zaman önlerinden geçse ona bakıp derlermiş ki : «Bu gençte görülmemiş bir istidat okuyorum. Ona âşkım... Onu avla­mak için bilmem ki, ne yapsam?.» Mevlânâ Hazretleri henüz hu­zura çıkmış değildir. Huzura çıktığı gün de Mevlânâ Sadeddin şöyle buyuruyor :

«İşte şimdi tuzağımıza bir şahin düştü!» Zahiri ilim yolun­dan gelen böyle bir dehânın, bütün elde ettiklerini feda edip, ba­şını manevî kemâl eşiğine koyması, müthiş söylentilere yol açı­yor. Söylenen söylenene : «Beş, yüz yıldır Horasan toprağının bir eşini yetiştiremediği bir ilim erini, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî, bir nazarda yolundan çevirdi ve kendi yoluna aldı!» Ve : «Dinde, resmî ilimlerden üstün bir kemâl yolu bulunabileceğine inana­mazdım; tâ ki, Mevlânâ Camî'ye kadar... Onun tasavvufa yöneli­şinden sonra inandım.»

*

Mevlânâ Camî, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî emriyle, başlan­gıçta, ağır rizayetlere, nefes çarpışmalarına katlanıyor.    Halktan ve ortalarda görünmekten de tamamiyle kesiliyor. Ancak çilesini doldurduktan sonradır ki, halkla münasebete girişebiliyor. Fakat bu defa da başka bir hâl... Halkın konuştuğu dili unutmuş gibi­dir. Hemen hemen kimseyle arasında müşterek mefhum kalma­mış gibi bir şey... öyle bir âlemde uçmaktadır ki, oranın mücer­ret tecellileri önünde müşahhas lisan iflâsta,    hattâ korkunç bir gaflet ifadesi içindedir. Ancak, iki ayrı şahsiyet hâlinde,    birini kendisine, öbürünü halka verip nefsine cebretmek yoluyle onla­ra hitab edebiliyor. Daha sonra üzerine öyle bir keyfiyet biniyor ki, şuurunu kaybedecek gibi oluyor. Ne yaptığını bilmeden Kabe istikametinde yollara düşüyor ve bir menzilde duruyor.    Orada, içine bir güneş düşüyor, şuuru aydınlanıyor ve hemen geri dönüp Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin irşâd kucağına atılıyor. Mürşidinden aldığı telkinlerle bütün bu hâllerin «Hâcegân» yo­luna bağlı bir tasavvuf eseri olduğunu anlayan    Mevlânâ Camî, yapıştığı velî eteğini bir daha bırakmıyor.

*

Mevlânâ Camî anlatıyor:

— Bu yola girdiğim ilk zamanlarda nur belirtileri gördüm. Mürşidim Mevlânâ Sadeddin'in gösterdiği yönden ayrılmadım o nura iltifat göstermedim. O nuru, saklı kalıncaya kadar nefyet­tim. Bilmek lâzımdır ki, nur, keşif ve keramet zuhuratına güven yoktur. Dervişe en üstün keramet, şeyhinin sohbetinde cezbeye erişip kendinden kurtulmaktır.

*

Mevlânâ Abdülgaffur anlatıyor :

— Mevlânâ Camî'ye sordum : «Bu taifeden kimine âlemler keşfolunur, kimine de gizli kalır. Hikmet nedir?» Dediler : «Yol iki türlüdür : Biri terbiye yoludur ki, sâlik ne suretle bu âleme inmişse yine aynı suretle ve aynı çizgi üzerinden aslına döner. Biri de hâs olan yoldur ki, «Hâcegân» yolu odur. Bu yola giren­lerin yönelişi, esere değil, müesseredir ve sadece Zat'a bağlıdır.» Mevlânâ Camî hazretlerinin mizaçları, eşyaya «İcmal - hülâsa» gözüyle bakmaktan ziyade «kesrette vahdet - çoklukta birlik» gö­rüşüne yakındı. Bu görüşe «tafsili müşahede - tafsilâtlı görüş» derler. Buyururlardı ki : «Kendimi ne zaman icmal mertebesine tutsam mağlûb olurum. Mürşidimiz Mevlânâ Sadeddin Hazretle­ri, icmalden tafsile az geçerlerdi. Bu yüzden de «istiğrak - ken­dinden geçiş»leri çok olurdu. Vahdet sırrı ve tevhit mânası bana öylesine galip gelmiştir ki, onu üzerimden atmaya kaadir ola­mam. Bu hususta benim asla iradem yoktur. Hiç bir şey bende bu mânanın önüne geçemez ve bu fikir, ruhumda, bütün fikir ve duyguların başında gelir.»

*

Mevlânâ Camî Hazretlerinin ilk rastladıkları büyük pîr ve mürşid, Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri... Mevlânâ Camî Haz­retleri —ki tasavvufun en büyük eserlerinden biri olan «Nefahat»ı yazmışlardır— kitabında Şeyh Muhammed Pârisâ'dan şöy­le bahseder :

— Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri 822 senesinde Hicaz seferi niyetiyle Şam'dan geçerlerken, pederim, yakınlarından bir kafile insanla kendilerini karşılamaya çıkmışlardı. Ben o zaman beş yaşımı henüz tamamlamamıştım. Babam beni akrabamızdan birinin omuzlarında beraberine almıştı. Beni Hoca Hazretlerinin huzuruna sürdüler. Hoca Hazretlerinin iltifat ve nevazişlerine na­il oldum. Bana bir çiçek hediye ettiler. O gün bugün 60 yıl geçti. Hâlâ nurlu yüzlerinin safası ve mübarek şekillerinin zevki gönlümdedir. Umarım ki, «Hâcegân» hanedanına bağlılığım ve sev­gim, beni dairelerine kabule ve aralarında haşr olunmamı temine vesile olur.

*

Çocukluğunda tanıdığı büyüklerden biri de Fahreddin Lâristânî'dir.

Molla Camî, «Nefahat» ında bu tanışmayı şöyle anlatır:

— Fahreddin Laristânî, ailemize ait bir saraya konmuşlar­dı. Beni kucaklarına oturtmuşlardı. Zekâ ve bilgimi anlamak için parmaklariyle havada «Ali» ve «Ömer» gibi isimleri işaretlemek­te ve okuyabilecek miyim diye yüzüme bakmaktaydılar. Ben, sa­dece bir parmak hareketinden ibaret bütün isimleri okumuş ve kendilerini hayretler içinde bırakmıştım. Henüz okuma çağında bile olmayan bir çocuktum. Fakat babam beni okumaya erken alıştırmıştı. Fahreddin Laristânî Hazretlerinin de güzellik ve za­rafeti beni büyülemişti. O gün bugün «Hâcegân» yolunun üstün kılavuzlarına muhabbet içimde yer etti. Allah beni, onların muhabbetiyle diriltsin... Onların muhabbetiyle can vereyim ve onla­rın dostları zümresinden olayım...

*

Tanıdıklarından biri de, Hoca Burhaneddin Ebunasr Pârisâ.. Bir gün Ebunasr Hazretlerinin meclisinde şu söz geçiyor :

«Füsus candır, Fütuhat ise gönül... (Muhiddin Arabî Hazret­lerinin iki meşhur eseri...) Füsusu anlayan ve yüksek bilen, Allah Resûl'ünün ruhaniyetlerine yaklaşmış ve O'na bağlılığını arttır­mış olur.»

Bir başka tanıdığı da    Şeyh Bahaeddin Ömer...    Bu Şeyh . umumiyetle istiğrak hâlinde kalır ve sık sık semaya bakardı. Melekleri gördüğü, seyrettiği, yahut düşündüğü sanılırdı. Mevlânâ Camî diyor ki :

— Bir gün bir bölük insan şeyhi ziyarete gittik. Kendileri­nin bir âdeti vardı : Gelenlere şehirden haber sorarlardı. Âdetle­ri gereğince herkese ayrı ayrı sordular. Herkes ayrı ayrı cevaplar verdi. Sıra bana gelince iş değişti. Herkes «Şehirde şu var, bu var! > diye cevap verirken, ben hiç bir şeyden haberim olmadığı­nı söyledim. «Yolda ne gördün?» sualine de «Hiç bir şey görme­dim!» karşılığını verdim. Bunun üzerine buyurdular : «Derviş huzuruna işte böyle varılır; şehirden habersiz olarak ve yolda hiç bir şey görmeyerek...»

*

Ve Hoca Şenısüddin Muhammed... Bu zât vaazlariyle meşhurmuş... Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleri başta, büyükler­den bir çoğu bu vaazlarda hazır bulunurlarmış. Kendisini dikkat­le dinlerler ve anlayışını överlermiş. Aynı vaaz halkası içinde Mevlânâ Camî Hazretleri de göründükçe Hoca Şemseddin Meh­met «Bugün meclisimizi bir güneş şulelendirdi» demiş. Ve o gün, vaazından, daha ulvî mâna ve hakikatler süzülürmüş... Bu şeyh, Muhiddin Arabî hazretlerine fevkalâde bağlı ve Tevhid anlayı­şında onunla berabermiş. Tevhid ilmini minber üzerinden öyle talim eder ve en girift mânaları öyle çözermiş ki, anlayabilmek için yüksek mertebede olmak gerekir ve kimsede en küçük itiraz tavrı görünmezmiş... Bazen vaaz esnasında kendilerine derin bir vecd kaplar, hattâ çığlık kopardığı olurmuş. Bu hâl dinleyenlere de sirayet eder ve herkesi bir vecd dalgası sararmış. Bazı kimse­leri de, nefslerindeki galip vasfın belirttiği hayvan şeklinde görürlermiş. Mevlânâ Camî Hazretlerinin «Nefahat» da kaydettik­lerine göre, bir gün kendileri Hoca Şemseddin Mehmed ile na­maz kılarken onu öyle vir vecd ve istiğrak hâlinde görmüş ki, kâh sağ elini sol elinin, kâh sol elini sağ elinin üstüne getirecek şekil­de şuursuz hareketler yapmakta ve kendisinden tamamiyle ha­bersiz bulunmakta imiş.

*

Yine tanıdıkları içinde Mevlânâ Şemseddin Mehmed Esed... Mevlânâ Camî onu şöyle anlatıyor :

— Yolda gidiyorduk. Dönüp dedi ki : «Bana birkaç gündür öyle bir hâl oldu ki, kendimde ummadığım, asla düşünmediğim ve beklemediğim kuvvetler görmeğe başladım. Ben o zaman ken­dilerinin «cemi - toplam» makamında olduklarını anladım. Allah bir kimseye zatiyle tecelli edecek olursa o kimse bütün mevcut­ların zatlarını, sıfatlarını ve fiillerini Hakkın zatı, sıfatları ve fiil­leri ışığında kararmış görür; ve kendisini, mevcutlar içinde san­ki kâinatın idarecisi farz eder. Mevcutları da kendi âzası hayal eder. Kendi zâtını Hakkın zâtı, sıfatlarını Hakkın sıfatlan, fiille­rini Hakkın fiilleriyle bir sanır. Bu, Tevhid denizinde boğulmak, tükenmek harcanmak hâlidir. Tevhidin ileri mertebesinde, ona bağlı olanı kendine bağlı görmek «istihlâk - tüketim» noktasıdır ve en üstün makamdır. (Şeriata zıt bir hükme varmamak kaydiyle...) Mümkün ile vacibi (mutlak olanı) birbirinden ayıran akıl nuru, «kadîm - ezelî» zatın nuruyle Örtülünce «hadîs - sonradan olan» ve «kadîm - başlangıcı olmayan» arasını ayırma kudretini kaybeder, öyle ki, Hak zahir olunca bâtıl da göze görünmez olur. Bu hâle tasavvuf lisanında «cemi - cem'» makamı denilir.

*

Ve Ubeydullah Taşkendî Hazretleri...

Mevlânâ Camî ile Ubeydullah Taşkendî arasında dört kere buluşma oluyor, îki kere Semerkant'da... Üçüncüsü, Mirza Sul­tan Ebu Said zamanında Hoca Ubeydullah Hazretleri Mâveraünnehr'den Horasan'a geldikleri sırada Herat'ta... Dördüncüsü de, Hoca Ubeydullah Hazretleri aynı sultanın ricasiyle Merv'e gel­dikleri vakit, Mevlânâ Camî'nin kendilerini görmek üzere oraya gidişinde...

Merv'de Hoca Ubeydullah Hazretleri Mevlânâ Camî'ye so­ruyorlar :

— Yaşınız kaçtır ?

— Elli beş...

— Bizimki sizden on iki yaş fazla...

Mevlânâ Camî Hazretlerinin Hoca Ubeydullah Hazretleri hakkındaki manzum ve mensur yazıları pek meşhurdur ve onlar­dan bahsetmeğe lüzum yoktur. Şu var ki, bu yazılarda, Mevlânâ'nın Hoca Ubeydullah'a ne büyük bir ihlâsla bağlandığı, her tür­lü tasavvurun üstündedir.

Mevlânâ Camî Hazretleri Semerkant'a üç kere varmışlar. Bi­rincisi Mirza Uluğ bey zamanında, tahsil için... İkincisi Hoca Ubeydullah Hazretlerinin sohbetine can atmak için. Üçüncüsü de yine Hoca Hazretleriyle buluşmak için... Mevlânâ Camî ile Hoca Ubeydullah Hazretlerinin sohbetleri sükût içinde, âdeta lisansız geçermiş. Bazı, Ubeydullah Hazretlerinin kelâm ettikleri de olur­muş. Bir gün Mevlânâ Camî rica etmiş :

— Şeyh-i Ekberin «Fütuhat» ında halledemediğim noktalar var... Bunların çözümünü istirham ediyorum.

Hoca Ubeydullah Hazretleri emretmişler; «Fütuhat» getiril­miş... Kitap Mevlânâ Camî'ye uzatılmış. O da içinden çıkamadı­ğı noktaları bulup göstermiş. Okumuşlar... Sonra büsbütün için­den çıkılmaz sözler söylemişler. Daha sonra bir müddet sükût... «Şimdi açıp tekrar okuyun!» emri verilmiş.. Bu defa açılıp oku­nunca, her incelik, berrak ve aydınlık bir vuzuh içinde anlaşıl­mış...

874 yılında...

Mevlânâ Camî :

— Hoca Ubeydullah Taşkendî Hazretleri ilâhî marifet yo­lunun kelâmını o kadar ince, nükteli ve helâvetli şekilde ederler­di ki, insan, bu sözlerin hiç kimseden işitilmediğini hayranlıkla tasdik ederdi. Ayrıca Hoca Hazretlerinin, gönülleri ıslâh ve «havatır» dan temizlemekte büyük maharetleri vardı.

Hoca Ubeydullah Taşkendî'den nakil:

— Horasan'da Mevlânâ Camî'yi görenlerin, buraya ve bize kadar zahmet etmelerine ihtiyaç yoktur. Horasan'da nur deryası dalgalanırken, halk, küçük bir ateş yakmak için Mâveraünnehr'e geliyor. «Hâcegân» halkasının başı Abdülhalik Gucdevânî Haz­retlerinin meşhur sözüdür : «Şeyhlik kapısını kapa, dostluk kapı­sını aç; halvet kapısını kapa, sohbet kapısını aç!» Sır, bu sözün içinde...

*

Mevlânâ Camî Hazretleri kimseye zikir telkin etmezlerdi. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinden izinli ve ruhaniyet âle­minden salahiyetli oldukları halde tarikat edeplerini emretmek­ten çekinirlerdi. Ama bir tarikat isteklisi zuhur edecek olursa ona tarikat hakkında fikir vermekle yetinirlerdi. Bunun sebebi, mizaçlarındaki incelik ve letafetti. Derlerdi ki : «Şeyhlik yüküne tahammül edemem!» Fakat nihayete doğru isteklileri istemeğe başladılar. O zaman da şöyle derlerdi : «Gerçek istekliyi bulmak çok zor. Herkes kendi zevk ve hazzının isteklisi...»

*

877 senesi Hicaz seferinde, Bağdad'a vardıkları zaman etraf­larını saran «Rafızî» zümresiyle mücadeleleri ve o sırada göster­dikleri hikmet ve keramet, dillere destan... Halk, Mevlânâ Camî'nin «Rafızî» leri perişan etmesinden o kadar memnun oluyor ki, reislerini bir eşeğe, ters bindirip peşindekilerle beraber Bağdat sokaklarında gezdiriyor. Bağdad'da dört ay kadar kalıp Hicaz'a revan oluyorlar. Gidiş ve dönüşlerinde mübarek yerleri ziyaret ve nice gazel, kasîde ve naat nazmediyorlar. Yolda, sultanlardan, emirlerden, din adamlarından ve halktan görmedikleri hürmet yok...

* Buyurdular :

— Soyluluk, kişinin, büyük makam sahibi babalardan gel­mesinde değildir. Soyluluk, insanın zâtında bir cevherdir ki, gü­zel ve üstün fırsattan ibaret...

Buyurdular :

— Kötü adam, halkın aybını saymak isterken kendi ayıpla­rını dile getirir.

*

Buyurdular :

— Yoksullara ve el açanlara şefkat ve merhamet gösterme­li.. Lokmayı iyiden ve kötüden esirgememeli... Böyle hâllerde, isteyenin kim olduğuna değil, yaratıcısına nazar etmek lâzım... İhsan, Cüneyd ve Şiblî gibi kimselere olmaz. Yüksek derece ve yü­ce himmet sahibi hiç el açar mı diye düşünmemeli... Pılı pırtı içindeki o insanın keramet sahibi olmadığı nereden malûm... Al­lah'ın velîleri, hâllerini gizlemek için bu kılığa bürünebilirler.

*

Buyurdular :

— Huzur ve afiyet, ayağını bir beze sarıp bir köşede otur­mak değildir. Afiyet, kendinden kurtulmaktır. Kurtul da ondan sonra dilersen bir köşede otur, dilersen halk içine karış!

*

Buyurdular :

— Üstün ruh, daima hüzün ve kaygı içinde olandır. Hüzün ve kaygı çekmeyen insandan gaflet kokusu gelir. Hüzün ve kay­gı çeken insandan da huzur rayihası tüter. Bu yolun bağlılarında şiar, hüzün ve kaygıdır.

*

Buyurdular :

— Zatî muhabbet, bir kimsenin bir kimseyi sevmesi demek­tir. Lâkin sebebini bilmeden sevmek... Bu türlü muhabbet halk içinde çoktur. Allah'a böyle bir muhabbetle bağlanmaya zatî sev­gi denilir. Muhabbetin bu türlüsü en âlâ olanıdır. Zatî muhabbet, lâtif gördükçe sevmek, kahra uğrayınca da sevgiyi zayıflatmak değildir. .

*

Açık zikre fazla düştüğü için çekiştirilen bir adam mevzuun­da dediler ki:

— Kıyamet gününde onun ettiği açık zikir kendisini kurtar­maya yeter! Onun açık zikrinden öyle bir nur fışkırır ki, bütün kıyamet sahrasını aydınlatır. Açık zikirde öyle bir hususilik var­dır ki, gizli zikirde bulunmaz. Akıl, onun mefhumiyle, hayal, tasavvuruyle, kulak da işitilmesiyle teessüre düşer ve bu hâl bütün vücuda yayılır.

*

Allah'ın «Ben zikir edenlerin meclisindeyim» buyurmasını ele alıp «Bunu bilerek zikre insanda takat kalır mı?» diye soran­lara buyurdular ki :

— Türlü günah ve mânâsız işleri yaparken Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğu düşünülmüyor da zikir meclisinde bulunduğu mu düşünülüyor? Allah zahirde ve bâtında bütün eş­yayı kuşatıcıdır.

*

«Tasavvuf kelimelerini ve bahsini niçin az tutuyorsunuz?» diye soranlara buyurdular ki:

— Farzedin ki, bir zamanlar birbirimizi aldatmışız. Tasav­vuf hâldir, «kaal-söz» değil... Onu kelimelere dökmek, oyundur, aldatmacadır. Meğer ki, iki gönül ehli, birbirinin yolunu anlamak için söyleşsinler...

*

Buyurdular :

— Evliyanın kudsî kelimeleri Muhammedi hakikat nurun­dan devşirilmiştir. Kur'an ve hadîsin gerektirdiği tâdmi evliya kelâmına da göstermek lâzımdır. Kendi bahtiyarlığını dileyen kimse, evliya kelâmına edep ve saygı göstermelidir.

*

Buyurdular :

— Bugün hatırıma hiç bir yerde görmediğim bir mâna gel­di : Hakikatin mazharı, aynada görünen surettir, ayna değildir. Mazhar, zahirin hâlini anlatıcıdır, kendisi değildir. Aynada bu keyfiyet yoktur.

*

Büyüklerden biri, kitabında, «Bismillah - Allah'ın ismiyle» kelimesini «kâmil insanın ismiyle» şeklinde tefsir ediyor. Bu tef­sir zamanın din âlimlerine gayet çetin ve giran geliyor. Gidip Mevlânâ Cami Hazretlerinden soruyorlar.

Buyuruyor :

— O, lâfız isminin tefsiridir; Allah lâfzının tefsiri değildir.

*

Hoca Şemseddin Mehmed Hazretlerinin vaazda söyledikleri «Kabirde mü'min ve kâfir herkesin sağı soluna, solu da sağına gelir» sözünü hazmedemeyen, bunu bir azap kabul eden ve mü'minlere yaraştıramayan bazı kimseler, Mevlânâ Camî Hazretle­rinden hakikatin ne olduğunu soruyorlar.

Buyuruyor :

— Tasavvuf ehli berzaha kabir derler. Berzah, cismanî âlemle ruhanî âlem arasında vasıtadır. Cismanîyi ruhaniye, ruha­niyi cismaniye çevirirler, demek istiyor. Ruhaniyi cismaniye çe­virmek odur ki, ruha misal âleminden bir suret verirler. Cismanî mahiyetler ise kendi suretleri bakımından öbür âlemde mânalandırılmak yoluyla ruhaniye dönerler.

*

Buyurdular:

— Bir kimse öncelerin ve sonraların bütün ilimlerini nefsin­de toplasa son anında onlardan hiç bir fayda bulamaz. Tâ ki, hu­zur hâli ve Allah'ı bilme duygusu kendisinde yer etsin..

*

Buyurdular :

— «Hâcegân» yolundan ruhunda en küçük bir korku ve çeş­ni bulunan her fert, sahabete ermiştir. Böyle olup ta tarîkate ka­bul edilmemiş pek az kimse gördüm. Bu yolun başındakiler, baş­ka yollardakilerin nihayet noktasına bulunanlara denktir. Bu yo­la kabul edilenlerin, nefs ve havasına ne kadar kapılırlarsa kapıl­sınlar, terk edildikleri nâdir görülmüştür. Onu, daireden dışarı­ya kaydıkça orta yere çekerler.

Buyurdular :

— Bazı insanlar, sarhoş olmak için şarap ve esrar içerler. Şarap içen kimse islâm dairesinden çıkar ve yırtıcı canavar olur. Halk onlardan ıstırap çeker. Esrar veya afyon çekenler de eşek veya sığıra döner ve boyuna lokma atıştırmaktan başka bir şey bilmez. Bu hâlleri de zevk ve hımır sayarlar. Kişinin kendi hâli­ni murakabe edebilmesi için ayıklıktan büyük saadet mi olur?.

*

Buyurdular :

— İhtiyarlık, gençliğin sonu ve neticesidir.    Son ve netice

ise başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçiren ihtiyar, derisinden belli­dir.

*

Bir gün Mevlânâ Camı Hazretlerinin huzuruna küstah ada­mın biri geldi. Bu adam züht ve takvadan dem vuruyordu. Yeme­ğe oturuldu. Küstah adam hizmetkârlardan birine dönerek : «Sof­rada tuz yok; getirin de yemeğe onunla başlayalım!.» dedi.    Bu kaba züht satışı Mevlânâ Hazretlerine dokundu ise de tavırlarını bozmadılar ve gülümseyerek, lâtife kılıklı «ekmekte tuz vardır» dediler. Yemeğe başlandı. Kaba adam bununla da kalmayarak ek­meği tek elle koparan birine «ekmeği tek elle koparmak "mekruh­tur!» diye ihtarda bulundu. O zaman Mevlânâ Hazretleri dayana­madılar ve dediler : «Yemekte sofradakilerin eline ve ağzına bak­mak daha mekruhtur!» Adam biraz sonra    «yemekte konuşmak sünnettir!» diye yeni bir itiraz kanısı açmaya bakınca su karşılı­ğı aldı : «Çok söylemek   gevezelik etmekse mekruhtur!»

*

Biri.  Mevlânâ  Hazretlerinden,    ömrünün  geri  kalanını ona bağlamak üzere Allah yolunda bir uğraşma istedi.

Buyurdular :

— Aynı şeyi Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinden de istemiş-

lerdi. O zaman Mevlânâ Hazretleri, mübarek ellerini göğüslerine götürerek kalblerini işaret etmişler ve «Bununla meşgul olun ki, iş bundan ibarettir!» buyurmuşlardı. Başka bir şey söylemeğe değmez.

ŞİİR

Eğer yârın yüzünü görmek istersen.

Kalbine yönel, onu ayna yap!

*

Hicaz seferinde Mevlânâ Camî Hazretlerine yoldaşlık eden din âlimlerinden biri anlatıyor :

— Bağdad'da hastalandım. Hastalığım şiddetlendi. Mevlânâ Hazretleri tarafından sorulup aranmadığımdan çok üzgündüm. Bir gün dostlardan biri aceleyle gelip Mevlânâ Hazretlerinin be­ni görmeğe geldiklerini, yolda olduklarını haber verdi. Bu haber beni o kadar mesut etti ki, âdeta hafifledim; başımı yastıktan kal­dırıp yatağa oturdum. Kapı açıldı ve Mevlânâ Hazretleri göründüler. Bana yakın oturdular. Halimi sordular ve hastalığımın çok uzadığını söylediler. Kendilerine, âşıkların ümit içinde yüz yıl hasta yattıklarına dair bir şiirle cevap verdim. «Şiirle mi cevap veriyorsun?» dediler. Ve bir lâhza murakabeye vardılar. Kendi­mi birdenbire büsbütün hafiflemiş hissettim. Ter içinde kalmış­tım. Başlarını murakabeden doğrultunca yüzüme baktılar, alnımdaki ter damlalarını görüp emir verdiler : «Yatağınıza oturma­yın, yatın! Umarım ki. bu terden sonra iyi olursunuz!» Ve çıkıp gittiler. O gece kuvvetli bir terden sonra sabahleyin dipdiri kalk­tım.

Mevlânâ Hazretlerinin bu şekilde def ettikleri hastalıkların hikâyeleri pek çoktur. Bir defasında, büyük velîlerin, bir hastayı kurtarmak için onun marazını kendi üzerlerine çekmelerindeki sırra işaret ederek. Buyuruyorlar :

— Abdülgaffur'un marazını işittim ve müteessir oldum. Ya­nına gidip meşgul olmak ve hastalığı ondan kaldırmak istedim. Maraz ondan kalktı, fakat bana geçti. «Benim bu yükü taşımaya tahammülüm yoktur!» diye niyaz ettim. Hastalık benden de kalktı.

Mevlânâ Camı Hazretlerinin bazı ihlâs sahiplerini, kefenleri hazırlanırken, can çekişme anında bile, ilâhî lütuf sayesinde kur­tardıkları olmuştur.

*

Hicaz yolunda bir çöl adamı, Mevlânâ Hazretlerinin devesi­ni görüp satın almak istiyor. O türlü tepinip asılıyor ve ısrar gös­teriyor ki, Mevlânâ Camî, deveci çöl adamının dileğini kabul et­mekten başka çare bulamıyor. Devesini satıyor. Fakat, kim bilir neden, deve çok geçmeden bir kum tepesinin yanı başında ölü­yor. Çöl adamı Mevlânâ Hazretlerinin peşinde... Buluyor.    «Sen bana, hasta, illetli deveyi sattın! Beni kandırdın!» diye söyleme­diğim bırakmıyor. En ağır kelimelerle sövüp sayıyor.    Mevlânâ Camî Hazretleri çöl adamına altınlarını iade ediyorlar ve arka­sından diyorlar ki : «Bu adamın yüzünde bir değişiklik okudum; galiba ölümü yakın...» Adamı, Mevlânâ Camî'nin devesini göm­düğü kum tepesinin yanı başına gömüyorlar.

*

Hicaz seferinde Bağdad'a uğrayıp da «râfızî» lerle çekişme­si sırasında kendilerine hakaret eden Fethi isimli «râfızî» reisi­nin ölüm şekli de pek manalıdır. Atının yem torbasında arpa ka­lıp kalmadığını anlamak üzere elini torbaya sokan herifin şehadet parmağını, at, bir ısırışta dibinden koparıyor. Ve aldığı yara, onu, ölüme kadar götürüyor.

*

Bir dere kenarındalar... Sular taşkın halinde... Akıntı bir kirpi ölüsünü sürüklüyor. Mevlânâ Hazretleri, kıyıya doğru ge­len kirpiyi çekip alıyorlar. Kucaklarına oturtuyorlar ve dikenli sırtını okşuyorlar. En küçük hayat eseri göstermeyen kirpide ânî bir kımıldanış, diriliş... Kirpiyi şehre kadar getirip kapısında bı­rakıyorlar.

*

Bir yolculuk esnasında kervanda bulunan herkes, gece vakti bir kenara çekilip uykuya yatıyor. Yatsı vaktinden fecre kadar, gözüne uyku girmediği için, belki 10 - 20 kere yatağından doğru­lan bir genç, uzaklarda, loş bir köşede, Mevlânâ Camî hazretleri­nin, iki dizi üzerinde murakabe hâlinde olduğunu görüyor. Belki 8-10 saat aynı vaziyette murakabe... öbürleri uykularında de­vam ede dursun...

*

Filân yere gitmek üzere Mevlânâ Camî Hazretlerinden emir alıp ta gitmeyen bir adamın evine hırsız giriyor ve nesi varsa gö­türüyor, adamı çırıl çıplak bırakıyor.

*

Bir gün Herat'ın Şeyhülislâmı, yanında bazı din âlimleri ol­duğu halde Mevlânâ Cami'yi ziyarete geliyor. Mevlânâ kendileri­ne nefîs bir ziyafet çektikten sonra saz da çaldırtıyor. Gazel, ne­fes, saz ve söz... Birkaç gün sonra Şeyh Şah isimli bir zât Mevlânâ'ya şu itirazda bulunuyor : «Siz âlimlerin rehberi ve ariflerin kılavuzu iken lâyık mıdır ki, meclisinizde def ve ney çalınsın?.» Mevlânâ Cami, itiraz edenin kulağına eğilip birkaç kelime söylü­yor. Adamcağız yere düşmüş çırpınmaktadır. Biraz sonra kendi­sine gelince Mevlânâ'nın dizlerine sarılıp af dileyecektir.

*

Mevlânâ Hazretlerinin talebelerinden biri anlatıyor :

— Bir gün Mevlânâ Hazretlerini ziyaret etmek üzere şehir­den çıktım. Şehir dışında bir tekke yanında bir güzele rastladım. Bu çarpıcı güzelliğe bir iki kere gözlerimi dikmekten kendimi alamadım. O sırada yanımdan, şehre sırtında öte beri taşıyan bir adam geçti. Adamın sırtındaki bohçanın ucu gözüme öyle bir do­kundu ki, beni gözümden okla vurdular sandım. Tekkenin eşiği­ne oturdum ve yaş akan gözümü dakikalarca kurutmaya çalıştım. Sonra kalkıp Mevlânâ Hazretlerinin hizmetlerine vardım. Gör­düm ki, yakınlariyle mescitte oturuyorlar. Bir köşeye çekilip ben de oturdum. Bir lâhza sonra mübarek başlarını yukarı kaldırıp dediler ki : «Bir derviş Kabe tavafında bir güzele nazar etmiş... Birden bir el peydahlanıp dervişin yüzüne bir tokat indirmiş... Bir zaman dervişin göz yaşı dinmemiş. Peşinden bir ses gelmiş : Her bakışa bir tokat... Gözünü dikmekte devam edersen bizde seni tokatlamakta devam ederiz!» Ve bana bakıp ilâve ettiler : «Kişi uygunsuz yerlere bakmaktan sakınmalıdır!»

*

Yine yakınlarından biri:

— Mevlânâ Hazretlerini ziyarete gittim. Haremdeydiler. Çıkmalarını beklemek için oturdum. Bir bekleyen daha vardı. Onunla konuşmaya başladık. Söz Muhiddin-i Arabî Hazretlerine intikal etti. O ziyaretçi Muhiddin-i Arabî Hazretlerine ait bir hü­küm olduğu iddiasiyle bir söz söyledi : «Sene 12 aydır. Oruç ise bu aylar içinde bir tanesidir. Hangi ay olursa olsun... Oruç Ra­mazan ayma mahsus değildir.» Bu söz üzerine fena halde sarsıl­dım. Şeyh-i Ekber hazretlerine tam bir itikatla bağlıydım. Onun böyle bir söz söylemiş olmasını kabul edemezdim. O kadar müte­essir oldum ki, Mevlânâ Hazretlerini bekleyemeden çıkıp gittim. Sonradan kendilerini görüşümde vakayı anlattım. Buyurdular ki: «O söz Şeyh-i Ekber'in değil, zamanının fakihlerinden birinindir. Muhiddin-i Arabî Hazretleri o sözü nakil ve tenkit yoluyle söyle­mişlerdir. Sözleri ve mânaları yerli yerine oturtmadan hüküm vermek büyük suçtur.» Sonradan öğrendik ki, bir zamanların Mı­sır fakihlerinden birisi, devrin sultanına ait bir fikri desteklemek ve sultana yaranmak için, din hakikatlerini feda edercesine böy­le bir fetva vermiştir.

*

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî evlâdından biri Rum diyarından Horasan'a, Mevlânâ Cami Hazretlerini ziyarete geliyor. Misafire büyük alâka ve hürmet gösteriyorlar ve kendilerine, konakların­da bir daire tahsis ediyorlar. Bir gece, yatsı namazından sabaha kadar sohbet... Herkes derin bir vecd sükûtu içinde... Geceyi an­latan zât diyor ki : «Yatsıdan sabaha kadar geçen zaman tek bir nefes alıp vermek gibi geldi.» O gece söylediklerinden bir cümle: «Hâcegân yolunun bir hususiyeti de şudur ki, bu yolun büyükle­ri, kendilerinden feyiz almaya gelenlerin hâline yönelip onlara gönülden iltifat ve imdat itmeyecek olurlarsa bu yoldan hiç bir şey elde edilemez.

*

898 yılında hastalanıyorlar... Muharrem ayının 13 üncü pa­zar günü... Hastalıklarının altıncı günü de (cuma) sabah namazı vakti nefesleri kesilip önlerinde açılan ebediyet kapısından beka âlemine geçiyorlar...

Zamanın şairleri, âlimleri, fadılları, arkalarından, mersiye­ler, methiyeler, tarihler kaleme alıyor.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin oğlu Hoca Külan­ın iki kızından biri Mevlânâ Cami Hazretlerinin, öbürü de bu ese­rin muharriri Şeyh Safî'nin zevcesi... Yani Mevlânâ Cami ile Mevlânâ Safî Hazretleri bacanak...

Dört oğullarından, birinci, ikinci ve dördüncüsü, en küçük yaşlarında ölüyorlar. Üçüncü oğullan Hoca Ziyaüddin Yusuf ya­şıyor.

*

Mevlânâ Hazretlerinin «Hâcegân» yoluna ait bir hususiyeti belirtişleri şöyledir :

Bir gün bir fakir gelip   kendilerinden bu yolda bir meşgale istiyor. Kendisine «nefy» ve «ispat» yoluyle zikir talim ediyor­lar. Bunu yaparken   kendi mübarek çehrelerini de hayal etmeği (rabıta usulü) istekliye emir buyuruyorlar. Adam emredildiği gi­bi yapıyor. Bu arada, kendisinde, bu yola ait alâmetler belirme­ğe başlıyor. Kendisini aydınlık bir fezada görüyor, nur içinde yüz­düğünü ve içine dipsiz bir zevk ve lezzet düştüğünü hissediyor. Bu hâlini Mevlânâ Hazretlerine bildirince şu cevabı alıyor : «Bu, yolumuzun hâlidir, öyle bir sırdır ki, bu, en yakın dosttan bile gizlenmesi gerektir. Devam et!» Adam devam ediyor ve hâli her an biraz daha derinleşiyor.    Sık sık kendini kaybettiren hâllere düşüyor. Adam bu hâl içinde o kadar mesut ki, dış alâkaların ken­disini alıkoyduğundan Mevlânâ'ya şikayette bulunuyor.   Ve işte o zaman «Hâcegân» yolunun hususiyetine ait emri Mevlânâ Haz­retlerinden alıyor : «Çare yok! Bu hâli, dış alâka ve meşguliyet­lerden biriyle cem' etmen lâzım... Bu nisbeti kimden elde etmiş­sen onun sohbetinden ayrılmayacak ve dış meşguliyetlerden bi­riyle de hâlini peçeleyeceksin! Mürşidinden in'ikâs (aksetme) yo­luyla aldığın feyzi, kendi malın oluncaya kadar çalışa çalışa nef­sinde gerçekleştireceksin! Ve âlemden gizleneceksin! Bunun için kendini zahiri bir iş perdesi ardında gizlemen lâzım... Halkın için­de başkalarından farklı görünmemen lâzım... Nitekim senin gibi Hak isteklilerinden biri,    baş vurduğu mürşitten zahiri bir işle meşgul olmak emrini almış ve eskicilik etmeğe koyulmuştur. Bil ki, bu taifenin sülûkü bir dış meşguliyet olmadan olmaz.»

Ve buyuruyorlar:

— Bu nisbetle tahakkuk, Hâcegân nisbetiyle gerçekleşme bir anda olur. Bu işin hakikati îraz ve ikbaldir (el çekme ve el verme)... Masivâdan (dış âlemden) îraz ve Allah'a ikbal... Bu bir anda mümkündür, insanın nefsi, yüzü dış âleme dönük bir ayna­ya benzer. Onu Hakka döndürmek lâzımdır. Kalb Allah'a bağlanınca insana öyle bir şuursuzluk gelir ki, dış dünyayı unutturur. Buna hâl derler. Bazen da unutturmaz. Ona da ilim derler, ilim, hâlin içindedir. Onu da hâlden bir şube saymışlardır. Bu keyfi­yetlerin derecesi, şahsın istidadına göre değişir.

*

Ve buyuruyorlar :

— Zikir insanda kendinden geçiş hâlini meydana getirince bu hâli düz bir çizgi farzetmek ve onun götüreceği yoldan tek ve toplu istikamette kalmak icap eder. Kâinatın Efendisi, Hazreti Ali'ye, yolu, dümdüz bir çizgi kabul etmelerini emir buyurmuş­lardır.

*

Ve buyuruyorlar:

— Bizim «Hâcegân» yolumuzun bir güzelliği de şu nokta­dadır ki, her yerde, her zaman ve herkesle bu nisbet içinde temas edilebilir. Asıl olarak bu nisbete çalışıp zaruret miktarınca başka işlere bakılabilir. Bu nisbet son derece lâtiftir. Onun belli başlı sının ve zamanı yoktur. Kâh olur ki, mürit farkında değilken bir­denbire zahir olur. Bu nisbete bir kesiklik ve durgunluk gelecek olursa, müride, onun ne sebepten geldiğini düşünmek ve define çare aramak düşer.

*

Ve buyuruyorlar :

— öyle hayal ve tasavvur unsurları vardır ki, murakabeyi sürdürmek ve güçlendirmekte tesirlidir. Meselâ çöl tasavvuru «ıtlâk» manasınadır. Dağlar heybet ve azamet mânasını canlandırır, Su sesi murakabeyi uzatıcıdır. Gölge, sahibine bağlılığı ve istiklâlsizliği bakımından kendi kuvvet ve hüviyetinden sıyrılışı ifa­de eder. Vahşi canavarları ve onların yırtıcılığını hayal etmek dehşet ve hayret aşılayıcıdır. Cenaze hayali, fânilik fikrine kuv­vet verir. Ağlama sesi ve çığlık, kaybedilmiş sevgiliyi hatırlatır.

*

Ve buyuruyorlar :

— Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleriyle bir yere gidiyorduk. Yolda, gözlen açık bir eşek ölüsüne rastladık. Mevlânâ Hazretleri bu manzara karşısında kendilerinden geçer gibi oldular. Nisbetleri bir anda taşkın bir hâl aldı.

*

Ve buyuruyorlar :

— Bir gün içimde müthiş bir «kabz - bunalma, sıkılma» hâ­li peydahlandı. Sahraya, açık havaya çıktık. Uzaktan çam ağaç­ları göründü. Hatırıma bir fikir geldi : Bu ağaçlar, başlangıç nok­tasından feyiz alıp onunla devam ederler. Bu fikirle bir anda ben­den «kabz» hâli kalktı. Mehtaplı gecelerde beni «kabz» istilâ et­tiği ve «gölge» düşüncesiyle bu «kabz»ın kalktığı çok olurdu.

*

Bir gün huzurlarına çıkıp halkla ihtilâttan şikâyet eden biri­ne diyorlar ki:

— Allah'ın mahlûklarını dünyadan sürmek olmaz. Onlarla öyle düşüp kalkmak gerektir ki, tesirlerinden uzak kalınabilsin..

*

«Nefahat» isimli meşhur eserlerini kaleme almaktayken bu­yurdular :

— Bazan sayfalarca yazıldığı olur ki, ne yazıldığından şuu­rumuz olmaz. Kalem kendi kendisine akıp gider.

*

Buyurdular :

— Bazı büyükler demişlerdir ki, gönül çalışması lâf etmek­le bir araya gelmez. Bu hüküm bence gariptir. Gönül çalışması lâf etmekle bir araya gelebilir. Elverir ki, gönlünü dilinden ayrı çalıştırmayı bilen bir insan olsun...

*

Bir gün «Cin» bahsi konuşuluyordu. Mevlânâ Hazretleri Şeyh Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin bir sözünü naklettiler: «Cinlerin babası şeytan mıdır, değil midir; bunda ihtilâf vardır.»

Ve buyurdular :

— Sözün gerçeği şudur ki cinlerin babası şeytandan başka­dır. Fakat şeytan cin taifesindendir. Cinlerin babası hünsadır. Oyluğunun birinde erkeklik, öbüründe de dişilik âleti vardır. Oy­luklarını birbirine sürtmekle cinden çocuk meydana gelir. Cinle­rin terkibi ateş ve havadan olduğu için bu iki hafif unsur yüzün­den göze görünmez. Onlara ruh da ilâve edilmiştir. Gayet hafif ve harekette son derece hızlıdırlar. Gayet ince ve endamdan mah­rum... insanlar tarafından hafifçe azarlansalar hemen telef olur­lar. Bu cihetten ömürleri gayet kısadır. Onlar, misal alemindeki suretlerden biriyle insana görünseler bile yine hemen kaçıp na­zardan silinirler. Bunları kaçmaktan alakoymak için tek çare, gö­zü suratlarına dikip hiç indirmemek, ve sağa sola bakmamaktır. O zaman cin, insan gözünün bakış mahrutu içinde mahpus kalır ve sağa sola fısıldayamazlar. Yalnız oldukları yerde türlü hare­ketler gösterirler. O türlü hareketler ve şekillerde insanı oyala­maya bakarlar ki, göz bir an suratlarından uzaklaşsın da kaçabil­sinler diye çabalayıp dururlar. Bunların böylece hapsedilmesi bi­ze ilâhî ilimle vâki olmuştur. İlham yasıtasiyle... içlerinde ilim ve irfan azdır; manevî incelikleri anlamakta da son derece istidat­sızdırlar İlâhî marifet mevzuunda tamamiyle anlayışsız ve ah­mak... Bunlarla düşüp kalkmakta fayda yoktur, sohbetleri de za­rarlıdır. Ateşle havadan yaratıldıkları için galip sıfatları kibir ve serkeşliktir. Onun içjn kendileriyle düşüp kalkanlara kibir aşılar­lar. Çöllerde ve rüzgârsız havalarda peydahlanan ve tozu duma­na katan kasırgamsı hâdiseler, bunların birbirleriyle boğuşmalarından olur. Bunların böbürlenme ve birbirini yenme, kibir ve cebbarlık zatî sıfatları olduğu için aralarında muharebe eksik ol­maz, öldükleri zaman berzaha intikal ederler ve «melekût» âle­mine yükselmeğe kaadir olmadıkları için orada kalırlar. Haşr gü­nünde de bunlardan azaba müstahak olanlar, ateşten müteessir olmadıkları için «soğuk» cehenneme atılırlar.

*

Şeytanî ve nefsanî «havatır» bahsinde buyurdular :

— Şeytan ikidir : Sûrî ve manevî... Sûrî şeytan, bilinen ib­lis... Manevî şeytan ise nefs... Mânevi şeytan bazı öyle işler ya­par ki, sûrî şeytan o kadarını yapamaz. Meselâ sûrî şeytan, son­radan, caydırmak üzere insana iyi işler telkin ederken, manevî şeytan, iyiliği bahane ederek en büyük fenalığa gider. Allah Resûl'ünün güzel sünnetlerde devam eden ve onları yayanların se­vabına ait hadîsini ele alıp güzel bir sünnet iddiasiyle uydurma hadîsler tertiplemeğe dek varır. Şeytan ise bu kadarına kaadir olamaz. Ve yine meselâ, sûrî şeytan insana yüksek sesle Kur'an okumayı telkin eder ve bunda türlü tuzaklar tasavvur eder. Ma­nevî şeytan olan nefs ise bu telkini, halka karşı Kur'an okuduğu­nu göstermekle itibar kazanmak hevesinde bir riyakârın kötü ah­lâkına tahvil eder. Vesaire vesaire...

*

«îztırarî - mecbur olarak» edilen ibadetle «ihtiyarî - gönül­lü» ibadet arasındaki farkı şöyle ifade buyurdular :

— idrak ki, marifettir, nasıl mecburî ve îztırarî ibadeti ge­rektirirse, idraki idrak te ilimdir ve ihtiyarî ibadeti gerektirir. Bunlardan ilki umumî, ikincisi de hususî rahmeti çeker. Seyr ve sülük ise (tarîkat) hususî rahmet dairesi içindedir. İdrakten.mu­rat basit anlayıştır. Allah insanı öyle yaratmıştır ki, aklî fıtrattan Hakk'ın vücudunu hissedicidir. Bu, incelikleri bilmeyen bir vic­dan duygusudur. Aynanın, hayali kabul edişi gibi... Zira «müd

rika» dediğimiz anlayış merkezi, evvelâ mânayı zaptetmek ve on­dan sonra anlamak durumundadır. Vücut, bir nurdur ki, onu ev­velâ göz zapteder ve ondan sonra eşya idrak edilir. Mademki «müdrike» Hakkın vücudunu fıtrattan hissedicidir, vücudun te­cellileri, yani müessirin eseriyle müteessirdir. Ve bu teessür ıztırarî, yani mecburîdir. Bu teessür iman sahibine baş eğme ve kü­çülme şeklinde tezahür eder ve Allah'ın vücuduna nisbetle bü­tün vücutların helak üzere olduğu idrakinde biter. Fakat herkes, ister dilesin, ister dilemesin, dış vücudu ve onun gerektirdikleri­ni kabul ve aynı teessüre iştirak mevkiindedir, ibadetin hakikati de bu teessürden gelen baş eğme ve küçülmedir, işte bu keyfiyet îztırarî ibadete götürür. Ve bu basit idrak umumî ve gerektirdiği rahmet de herkese şâmildir. İhtiyarî ibadete gelince, o, alınan dış teessürden daha üstün bir mânaya geçmek ve iradesini topyekûn bu mânaya bağlamak, onu nefsinde iradeleştirmek diye ifade olu­nabilir. Bu makamda Allah'ın emir ve yasaklarını zahir bakımın­dan tatbik ederken de bâtınını o zahire uydurmak kıymeti var­dır. Bu hâl, yüksek mertebelere ulaştırıcı ve «seyr» ve «sülük» yoluna ileticidir. Rahmet bakımından da umumî içinde ayrıca hu­susîdir. Allah'ın insan ile cinni, ibadet etmeleri için halkettiği em­rine de tam bir cevaptır. Bu şekilde her iki ibadet nev'î de bir ira­dedir. Ulular demişlerdir ki: «ihtiyarî ibadet, îztırarî ibadete mutabık olmalıdır!»

*

Kâfirlerin çekeceği ebedî azap bahsinde ve bu mevzuda ulu­lar arasındaki değişik görüşler mevzuunda buyurdular :

— Bazıları demiştir ki: «Sınırlı günahın cezası da sınırlı ol­mak lâzımgelir; adalet ve hikmet bunu gerektirir. Sınırlı küfrün azabı, acaba hangi hikmet noktasından sonsuz oluyor?» İmam Gazalî Hazretleri bu bahiste şöyle demişlerdir: «Amellerin cezası­na derece ve miktar tayini Allah'ın bileceği iştir. Bunu anlamak ve ölçüye vurmak kudreti insanda mevcut değildir. Küfre denk cezanın ebedî olması gerektir. Bu işin sır ve hakikatine Allah'tan başka kimse eremez.» Bazıları da şöyle demiştir: «Kâfirin niyeti devamlı olarak küfür üzerinde kalmaktır. Cezası da niyetine gö­re olacaktır.» Ebedî azaba inanmayanlar ise demişlerdir ki: «Kü­für, ruhun mizacına uymayan arızî bir cehalettir. Cehalet nihayet kalkar ve ruhun Hakk'ı doğrulayıcı aslî mizacı avdet eder.»

MEVLANA ABDÜLGAFUR

«Reşahat» sahibi (Mevlânâ Abdülgafur'dan):

— Bazı yakınları Hoca Ubeydullah Kaşgarî Hazretlerinin kudsî kelimelerini toplamışlardı. Birkaç bahis üzerinde şüphe ve dağdağamız vardı. Nihayet eminlerinden altı tanesini bulup ayır­dık,

l — Hoca Hazretleri buyurmuşlar ki: «Halktan gelen söz ve fiillere, eğer haklarında şer'î bir yasak yoksa ses çıkarmamak lâ­zımdır. Eğer halktan şeriat ölçülerine aykırı bir şey gelecek olur­sa, ona karşı koymak hak ve hakikate, Allah ile Resûl'ünün rıza­larına uygun olur.

2 — «Kaza ve kadere göz ile bakmak, onu gözle görür gibi olmak, herkesin oluş emrini temsil edişini seyretmek lâzımdır.»

3 — «Şeyh-i Ekber'in Fütuhat'ında yazılıdır ki, âlemlerin zuhurundaki sır, ancak çetin mücahedelerden sonra malûm olur. Bu­nun için, himmet sahibinin fakihi ilâhî Zât, olmalıdır. Bu bakım­dan mücahede veya mücahedesiz himmet hiç bir netice vermez.

4 — «Bazı ariflere, ne dilerlerse yaratmak kudreti verilmiştir. Ve Hakk'ın yarattığı ile Arifin yarattığı arasında şu fark vardır ki, arifin mahlûku baki kalır. Elverir ki, arif onu, misal âleminde tesbif etsin... Arifin, mahlûkuna hissî ve şehadî teveccühle yö­nelmesi gerekmez. Arifin misal alemindeki sureti, mahlûk surete yönelecek olursa kâfidir. Misal veya şehadet âleminde teveccüh devam ettikçe mevcut baki kalır. Teveccüh (yönelme) kesilecek

olursa o mevcut bir anda yok olur ve mutlak «hiç»e döner.

5 — «Şeyh Bahaeddin Ömer daima beyaz ata binerdi. Sebebi sorulun­ca, bazı sûrî tecellilerde müşahedelerinin o şekilde olması için be-yat ata bindiklerini söylediler. Keşif ehlinden her birinin ayrı bir suret ifadesiyle görünmelerinin sebebi mâna ve hakikatlerin ay­rılığından dolayıdır. Tecelli, şahısların hallerine uygun eşya su­retinde olur. Meselâ Hazret-i Musa'ya tecelli, ağaç şeklinde oldu. Peygamberler peygamberine ise fevkalâde güzel bir civan şeklin­de... Bu mânayı teyit edici hadîsler vardır. Şeyh-i Ekber Allah'ı at şeklinde gördüğünü yazar. Şeyh-i Ekber hazretlerine ait bu sö­zün şerhinde ise şöyle denilmiştir : Tasavvuf yoluna girenler, ba­zı suret tecellileri görürler ki, onlar esere aittir. Nur tecellileri görürler ki, fiillere aittir. Mâna tecellileri görürler ki sıfatlara aittir. Zevk tecellileri görürler ki, Zâta aittir. Esere ait tecelliler de, Allah'a, her türlü eşya şeklinde belirir. Cemad, nebat, hayvan ve insan gibi unsurların her şubesinde ilâhî tecelli, o unsurun uf­kunda, kemâl noktasında olur. Meselâ madenlerde tecelli ederken ufuk noktası olan mercanda... Zira cemadlar arasında, bir yuka­rı mertebe olan nebatlara, mercandan daha yaklaşmış olanı yok­tur. Mercan tıpkı nebat gibi kök salar. Nebattan hayvana terak­ki etmek icap edince de hurma ağacında tecelli eder. Hurma, ne­batların ufuk noktası ve hayvana en yakındır. Nitekim tıpkı bir hayvan gibi, başını kesseler kurur ve tohumlarını dişisinin üzeri­ne abanarak aşılar. Hayvanda tecelli, attadır. At da hayvanların ufkudur ve akıl noktasından insana en yakın örnektir, insana ge­lince, zaten mevcutlar ve mahlûklar arasında ufuk odur ve onun ayrıca ufku yoktur. Lâkin suret tecellisinin insan mertebesinde kemâli odur ki, Allah, tecelli sahibine, onun kendi suretinde gö­rünür, işte, bu yolun bağlıları için bundan daha çetin bir imtihan noktası bulunamaz, ölüm - kalım dönemeci gibi bir şey... Ayak­lar bu noktada sürçer ve felâket başlar. Sâlik bu noktada kendin­den başka hiç bir şey göremez ve nereye dönse kendisiyle karşı­laşır. Bütün mevcutları kendinden toplu ve gömülü bulur. Bazı evliyanın (Hak benim!), (Allah cübbemin içindedir!) vesaire gibi sözleri hep bu makamın eseridir; ve böyle tavırlar, ayağın kaydı­ğı noktada kendilerini toparlayamayanların manevî sarhoşluk ve tam şuursuzluk bakımından bazı büyüklerde mazur görülse de, aynı hâli şuur ve nisbet ölçüleri yerinde olarak müdafaa etmek, sadece küfürdür. Böylelerine şeytanî bir gurur musallat olup ken­dilerini Peygamber yolundan ayrılmaya kadar sürükler ki, ebedî helakin en felâketli misalini teşkil eder. Fakat Peygamber yolu­na sımsıkı bağlı olan evliya zümresi, manevî sarhoşluk yüzünden bir an için böyle bir tavır almış olsalar bile ayılınca hemen tövbe ve istiğfara yapışırlar ve Allah'ın lûtfüyle korunmuş olurlar.

6 — «Mümkünün vücudu, hakikatinin gayridir ve arızîdir. Vacibin vücudu ise hakikatinin aynıdır.»

*

Fikircilerle tasavvuf ehli arasında, vücudu meydana getiren vücudun mahiyeti üzerinde ihtilâf vardır. Şeyh Rükneddin Alaüddevle, tasavvuf ehlinden küçük bir kısım, fikirciler ve kelâmcıların çoğu, mevcutlara vücut verenin ilâhî sıfatlardan biri oldu­ğuna inanırlar. O sıfata da «Vücut feyzi» «Nefs-ü-rahman» ismi­ni verirler. Muhiddin-i Arabî ve bağlıları, tasavvuf ehlinin çoğu ve fikircilerle kelâmcıların küçük bir kısmı ise şu anlayıştadırlar ki, esere başlangıç olan vücut, doğrudan doğruya Allah'ın vücu­dudur; ve hakikatin aynıdır, gayri değildir. Bütün mümkünler âlemi, vacibin vücudu ile mevcuttur. Yani mutlak ve halik olan Zatın mahlûk ve arızî eşyaya taalluku vardır. Şu kadar ki bu ta­alluk ve alâka şekli, keyfiyeti bakımından meçhuldür. Peygam­berlerden ve velîlerden ve hakimlerden hiç bir fert, bu keyfiyetin sırrına tamamiyle erememişlerdir. Bu taifenin büyüklerinden ba­zıları, bu sırra, kendi istidat ve kabiliyetleri çapında bir miktar sokulmuşlardır.

*

Bir fakir, Mevlânâ Abdülgafur Hazretlerini, vefatlarından birkaç gün sonra rüyada görüyor.

Soruyor :

— Ahrete göçtükten sonra «vahdet-i vücut» sırrından ve Muhiddin-i Arabi'nin bu mevzudaki sözlerinden size zahir olan hakikat nedir ?

Cevap alıyor :

— Ahrete göçünce Şeyh hazretleriyle buluştum. Kendile­rinden «vahdet-i vücut» meselesinin sırrını sordum. Dediler ki : «Söylenecek söz, yazdıklarımdan ibarettir; başkaca izaha lüzum yoktur.»

Yine o fakir soruyor :

— Ahret âleminde aşk ve âşıklık var mıdır? Cevap :

— Sen ne diyorsun? Asıl aşk ve âşıklık bu âlemdedir. Zira cisimler âlemi değişik ve zıt unsurlardan mürekkep olduğu için hisler de değişik ve birbirine zıt olur. Ama bu âlem basitlerden ve unsurları arasında tam bir ahenk ifadesinden kurulu olduğu için, fena ve zeval bulmaz ve değişiklik, aykırılık kabul etmez. Bu yüzden aşk ve âşıklık burada daima kemâl halindedir. Şu kayıt ki, ruhun bedenle alâkası sebebiyle, bu alâkanın kesilmesinden sonra ruha birkaç gün bir şaşkınlık ve kararsızlık arız olur. Fa­kat ruh, beden tarafının alâkasını üstünden atıp saf ve pak hâle gelince aşk ve âşıklık zevkine erişir.

Fakir yine soruyor :

— Buyurduklarınız ahret esrarındandır. Halbuki ruhlar ah­ret esrarını, ifşa etmeğe mezun değildir derler. Nasıl oluyor da siz bunları açıklayabiliyorsunuz?

Cevap :

— Bu saçma bir kanaattir ve boş sözdür. Nice kimseler Pey­gamberimizi ve ümmetin büyüklerini rüyada görüp onlardan ah­ret âleminin garip taraflarını öğrenirler. Eğer ahret esrarının ifşası caiz olmasaydı, Kur'an ve hadîs ondan bahseder miydi?.

*

O sıralarda yine o fakir, rüyasında Mevlânâ Hazretlerini has­ta görüyor. Hatırından şöyle geçiriyor :

— Allah'ım, no hikmettir ki, senin dostların çoğu zaman âfet ve belâlara uğrarlar?.

Şu cevabı alıyor :

— Bunun sırrı şudur ki, marazlar ve riyazetler, dimağın «tenkiye» sini, yıkanmasını sağlarlar. Dimağ tenkıye ve tasfiye buldukça mutlak nuru daha parlak kazanmak istidadını kazanır. Şu mânanın zuhurunda da herkes eşittir. Dimağında böyle bi. tenkit ve tasfiye meydana gelen her ferde mutlak nur taalluk eder.

*

Mevlânâ Abdülgafur Hazretleri, 912 yılı Şaban ayında vefat ettiler. Arkasından mersiyeler söylendi ve tarihler düşürüldü.

MEVLÂNÂ ŞAHABÜDDlN

Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin ileri derecede yakını... Za­hirî ve bâtını ilimlerde eşsiz... Herat'ın faziletiyle meşhur din bü­yüklerinden...

Babası anlatıyor :

— Bir gece rüyada, kendimi «Târ-u-Sina» da gördüm. Kar­şımda Şeyhülislâm Ahmed Cami Hazretleri... Buyurdular : «Al­lah sana sâlih bir oğul verecektir. Ona benim adımı ver! O biz­dendir!» Çok geçmeden Şahabüddin dünyaya geldi. Adını Ahmed koydum ve ona ümit bağladım.

En küçük yaşlarda bile taşkın bir züht ve takva içinde... Ge­ce teheccüd namazlarına kalkıyor ve ayrıca nafile namaz kılmak­tan geri kalmıyor. Okuyup yazma çağında, evi medrese ve işi gü­cü okumak... Az zamanda bütün akranına galip... Devrin bütün büyüklerinden ders alıyor. Ebu Nasr Pârisâ gibi bir zâttan ha­dîs dersi almış ve o kadar ilerlemiş ki, üstadı kendisine hadîs ri­vayet etme iznini bile vermiş... Aslî ve naklî ilimleri tahsilden

sonra tasavvuf... Büyük yol göstericilerin sohbetlerinde bulun­duktan sonra Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerine kapılan­mış...

Anlatıyor :

— Başlangıçta Mevlânâ Hazretlerine sık giderdim. Fakat kendimde bâtın ehlinin hâlinden hiç bir eser bulamazdım. Bu yüzden çok mahzundum. Bir gün cuma namazından sonra Herat camiinin «maksure» kısmı önünde, vıcık vıcık halk arasında Mev­lânâ Hazretlerini gördüm. Kendilerine acıklı acıklı niyazlarda bulundum, dediler ki : «Bağrındaki resmî ilimleri kaybedip dışa­rı atmadıkça derdine çare yoktur!...» Bu sözle bir ok gibi bâtını­mı deldiler ve mescidin dışına doğru yürüdüler. Ben de arkaları­na düşerek kendilerini adım adım takibe koyuldum. Oraya bura­ya uğradıktan sonra bir keresteci dükkânının önünde durdular. Bir yapı işi için beşer arşın boyunda iki ağaç satın aldılar. Ağaç­ları omuzlarına alıp taşımaya niyet ettiklerini görünce hemen atıl­dım ve onları taşımak için müsaadelerini istedim. «Eğer talebelik hâli mâni değilse birini sen taşı, öbürünü de ben...» buyurdular ve ağaçlardan birini omuzlayıp yola düştüler. Ben de, sırtımda öbür ağaç ardlanna düştüm. Tenha bir yoldan gideceklerini umar­ken en kalabalık yerlerden geçtiklerine şahit oldum ve talebelik haysiyetimi incitici bakışlar karşısında kaldım. Mevlânâ Hazret­leri bütün bunlara hiç bir değer vermeksizin en göze görünür yerlerde ve en sıkı kalabalıklar içinde yürümeğe devam ettiler. Nihayet evlerine vardık ve kalasları yerine bıraktık. O zaman ba­na öyle bir nazar ettiler ki, bir anda avlandığımı hissettim ve o gün, bugün, bir daha eteklerini bırakmadım.

*

Anlatıyor:

— Medresede ders okuttuğum günlerde bir gün Mevlânâ Hazretlerine gidip eşiklerinde beklerken, öyle bir hâl ile dışarı Çıktılar ki, dehşetler içinde kaldım. Kendilerini böyle bir hâl için

— Allahım, ne hikmettir ki, senin dostların çoğu zaman âfet de hiç görmemiştim, içten ve dıştan niyazlarla iltifatlarını dile­dim. Buyurdular :    «Resmî ilim ve akıl çekişmelerinden insanın kalbi siyah olur!.» Ve ilâve ettiler : «işte bu yüzden Alâeddin Attâr Hazretleri, ilim isteklisinin, ilim bahsinden sonra yirmi kere istiğfar etmesi lâzım geldiğini söylemişlerdir.» Ve bu fakire öyle bir iltifatta bulundular ki, bâtınımda bir nur çağlayanının kaba­rışını hissettim.   Bu nur her zerremi kapladı ve beni kendimden geçirdi. Peşinden buyurdular : «Yanmış çerağı rüzgârdan esirge­meni bil!» Evet; bu ihtardan sonra, yanmış çerağı korumaya dik­kat ettim ve ders meşguliyetleri arasında da bu gayret ve dikkat­ten ayrılmadım. Fakat bu gayret ve dikkatim uzun sürmedi. Bir gün derste talebelerden biri ortaya garip bir mesele attı. öfkelen­dim ve çocuğu ikna etmek için hayli emek sarfettim.    Sonunda gördüm ki, kalbimdeki o ateş, sönmeğe yüz tutmuş. Utanç duygusiyle dolu, Mevlânâ Hazretlerine koştum.    Hattâ dersi yarısında bırakıp çıktım. Mevlânâ Hazretleri dediler ki : «Bu hâl, sözü uza­tıp çekişmeğe düşmek ve öfkelenmekle bir araya gelmez! Gazap, zâtın nurunu karartır!» Başımı önüme eğip bütün gücümle bağış­lanmamı niyaz ettim. Gözlerim yaşla doldu. Mevlânâ Hazretleri hâlimi görüp merhamet gösterdiler, iltifat ettiler   ve kalbimdeki yangını tekrar tutuşturdular. Ondan sonra ders ve ilim sevdasını bir yana bırakıp bütün himmetimi «Hâcegân» yoluna bağlılığıma ve nisbetimin muhafazasına hasrettim. Beni yolumdan alıkoyacak her şeyden el çektim ve yöneldiğim hedeften bir an bile ay­rılmadım.

Mevlânâ Şahabüddin Hazretleri elli beş yaşlarında bekâ âle­mine geçtiler ve mürşitleri Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretle­rinin yanı başına defnedildiler.

MEVLÂNÂ ALAEDDİN ÂBİZİ

O da Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî ashabından... Âbiz isimli, Kohistan'a bağlı bir köyden... Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin intikalinden sonra Mevlânâ Cami Hazretlerine devam eder oldu-

lar. Mevlânâ Cami kendisine büyük iltifatlarda bulunur ve onun tıynetini saf ve pak toprağa benzetti. Mevlânâ Alâeddin Âbizi Hazretlerinin zahirî meşguliyetleri küçük çocukları terbiye et­mekti. Bu iş kendilerinin bâtınlarını peçelemek için seçtikleri bir uğraşma...

*

Hikâye ediyorlar :

— Sultan Ebu Said Mirza zamanında Hoca Ubeydullah Taşkendî Hazretleri Heri'yi şereflendirdiler. O vakit kendilerine ta­zimlerini arzetmeğe gittim. «Kimsiniz, neyle meşgulsünüz?» di­ye sordular. «Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî fukarasından bir faki­rim; küçük çocuklara muallimcilik etmekteyim.» dedim. Dediler: «Muallimcilik diyerek işini hor görme! Mektep hocalığı büyük bir iştir ve onun bir çok fayda ve nimetleri vardır.» Ondan sonra Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinden bahsedip aralarındaki yakınlı­ğı anlattılar ve bu fakire teveccühlerde bulundular.

*

Hikâye ediyorlar:

— Hâlimin başında Herat'ta ilim tahsiliyle uğraşıyordum. Mevlânâ Hazretlerini tanıdıktan sonra okumak ve ilme çalışmak bahsinde içimi bir fütur kapladı. Tahsilimi tamamiyle bırakmak veya arada sırada devam ettirmek hususlarında tereddüde düş­tüm, içimde bu his, bir gün şehirden dışarıya çıktım. Gide gide Mîr Finiz Şah medresesine ulaştım. Medresenin cemaat odasına girip, arkamı mihraba vererek oturdum. Birden, mihrabın köşe­sinden bir ses geldi: «İlmi bırak ve rahata kavuş!» Bana bir hâl oldu. Dışarı çıktım ve kır tarafına yöneldim, îçinde Necmeddin Ömer isimli bir divanenin yaşadığı bucağa kadar uzandım. Birden divane karşıma çıktı. Kendi kendisiyle konuşuyordu. Su divane­nin yanına gideyim de bana ne söyler, göreyim... Diye düşün­düm. Yanına gittim. Ne dese iyi? «Biraz evvel sen medresenin mescidindeyken sana, ilmi bırak ve rahata kavuş, diye seslenme­dim mi?. Hayretten dondum. Her şeyi bırakmak, her alâkadan çözülmek dâvası bana galip geldi. Hemen oradan Mevlânâ Haz­retlerine seğirttim. Kendilerini, kimsesiz bir camide, izbe bir nok­tada murakabeyle meşgul buldum. Huzurlarında sessizce diz çök­tüm. Mübarek başlarını kaldırdılar ve buyurdular : «Bırak ve fe­rahla!» Ve devam ettiler : «Verimi olmayan tahsili bırakıp topyekûn bu nisbeti elde etmeğe bak!...» Artık benden tereddüt büs­bütün kalktı. Bütün gücümle «Hâcegân» yoluna gönül bağladım.

*

Hikâye ediyorlar :

— Mevlânâ Hazretleriyle birlikte Hoca Şemseddin Mehmed'in vaaz meclisine gittik. Arkalarında oturmamı emrettiler. Benim, vaaz sohbet ve sema' meclislerinde, elimde olmadan nâra atmak âdetimdi. Hoca minbere çıkıp İlâhî esrardan bahsetmeğe başlayınca kendimden geçer gibi oldum ve nâra atmak ihtiyacına düştüm. Fakat sesim çıkmadı. Aynı hâle bir kere daha düştüm. Bütün kuvvetimle çığlık koparmak isterken yine sesim çıkmadı. Bu hâl üçüncü defa olunca anladım ki,.Mevlânâ Hazretlerinin ta­sarrufu altındayım. Beni koruyup nârâ atmaya bırakmıyor. Ken­dilerine bir göz attım. Gördüm ki, murakabe halindeler ve istiğ­raka varmış bulunuyorlar. Bu defa bana başka bir hâl oldu. Uç kere üstüste narayı bastım. Meclis nihayete erdi ve dağıldık.

*

Hikâye ediyorlar :

— Nâra atmak âdetim konuşulurken buyurdular : «Tez za­manda bu nâra âdeti seni bir yalnızlık köşesine çekse gerektir.» Yâni «Bir hâl olduğu zaman bastığın çığlıklarla halkı rahatsız et­memem için uzlet bucağına çekilmen lâzım...» O sıralarda hasta­landım. Zaafım bir dereceye vardı ki, harekete mecalim kalmadı. Dostlarım o gece benim öleceğime hükmettiler. Ben de düşün­düm ki, Mevlânâ Hazretlerinin uzlete çekileceğimi beyan buyurmalarına rağmen henüz dedikleri olmadan ölüme nasıl kanî ola­bilirim? Bir aralık bana bir dalgınlık geldi. Uyumuşum... Rüyam­da Mevlânâ Hazretlerini gördüm. Bana bir duâ telkin ettiler. Uya­nır uyanmaz bu duayı dudaklarımda buldum. Sabahleyin üzerim­de hastalık diye hiç bir şey kalmamıştı. Abdest alıp namazımı ha­fiflikle kıldım. Ondan sonra da uzlete çekildim.

*

Hikâye ediyorlar :

— Mevlânâ Hazretleri, bana «nefy» ve «ispat» yoluyle zi­kir telkin ettikleri zaman buyurdular : «Allah'ın bütün eşyayı muhit (kuşatıcı) olduğuna itikat etmek lâzımdır.» Zahir âlimleri­nin bu ifadeye bir tevil bulmaları ihtiyaciyle bu sözden irkildim, korktum. Mevlânâ Hazretleri korkumu anladılar ve devam etti­ler : «Zahir ehli, Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşatıcı olduğunu söy­lemişlerdir. Nitekim Allah'ın her şeyi muhit olduğu âyetiyle be­raber, her şeyi ilmiyle muhit olduğu mealinde bir âyet de vardır. Bu mertebeye itikat ise şarttır.» Bu izahtan hoşlandım ve ferah­ladım. Mevlânâ Hazretlerinin hizmetlerine vardığım başka bir günde de şu hitaplarına hedef oldum : «Mevlânâ Alâüddin. çare­siz, ihatanın Zat ile olduğuna inanmak lâzımdır! Tahkik ehlinin itikadı da budur!»

*

Reşâhat sahibi :

— İhata bahsinde hüküm şöyledir : Büyük tahkikçilere gö­re ihata iki türlüdür : Zatî ve sıfatı, yani zat ve sıfatla kuşatıcılık... Zatî ihata da iki kısımdır : Birincisi, zatın, kemmiyetsiz ve keyfiyetsiz olarak bütün eşya ve zerrelerle beraberliğidir ki, Hak bu hakikati «Allah her şeye muhittir.»

Mealindeki âyetle bildirmiştir, ikincisi, ihtisas ve hususiyet belirten bir maiyet, yani beraberliktir ki, o da mahzun olunma­masını emreden ve Allah'ın muhsinlerle birlikte olduğunu kay­deden âyetle işaretlidir; ve bu maiyet, yakınlık, en yüksek derecedekilere mahsustur. Sıfâtî maiyet ise, herkesçe bilindiği ve an­laşıldığı gibi, ilim ve kudret cihetindendir. Ona da «Allah her şe­yi ilmiyle kuşatıcıdır» mealindeki âyet delâlet eder. Allah'ın her şeye kaadir olduğu mânasını taşıyan ilâhî fermanlar da aynı ha­kikati belirticidir. Mevlânâ Hazretlerinin maksudu, her halde, za­tî maiyetten birincisi olsa gerek...

Mevlânâ Alâeddin'in Şeyh Abdülkerim Yemeni Hazretleriy­le yakın alâkası olmuştur. Yemenî'li Şeyh Abdülkebir, başlangı­cında Arap ve Acem diyarlarında seyahat edermiş. Yirmi yıl se­yahatten sonra Harem'de mücavir olmuşlar... O asırda, mübarek topraklardan gelip geçenlerin uğrağı imişler... Mevlânâ Alâeddin de Harem'de mücavirlikleri sırasında kendileriyle sık sık temas­ta bulunmuşlar...

Şeyh, Mevlânâ'ya soruyor :

— Zulüm nedir?

— Bir şeyi lâyık olduğu yerin gayrine koymaktır.

— Hakkı anacak yer gönüldür. Ona Hakk'a gayr olanı koy­mak zulümdür.

. Şeyh soruyor:

— Zikir ne şeydir ?

— Tevhid Kelimesidir.

— Bu zikir değil, ibadettir.

— öyleyse nedir, siz söyleyiniz!

— Zikir, bilinmesi mümkün olmadığının bilinmesidir. Şeyh buyuruyor:

— Bilgisizliğe yönelmek ve namaza «marifetini bilmekten âciz olduğum Allah'a ibadet ederim!» diye niyet etmek lâzımdır.

*

Bir gün Mevlânâ Hazretlerine, hayatlarında hiç görmedikle­ri bir hâl oluyor. Bütün keyfiyet ve kemmiyet şuurunun üstün­de, kendinden kaybolma hâli... Karşılarında Mevlânâ Sadeddin Hazretleri tecelli ediyor ve diyor ki:

— Aman, bu hâlini koru, sıkı tut! Şeyh Abdülkebir'in «Bilgisizliğe yönelmek» dediği işte bu hâldir!

*

Hikâye ediyorlar :

— Harem'de mücavir bulunduğum zaman gönlümü Kâbe'ye öyle kaptırmıştım ki, başka hiç bir yerde karar edemez olmuştum. Bir gün tavaf esnasında rüzgâr çıkıp Kabe örtüsünü araladı ve duvardan bir kısmını açtı. Bana öyle bir hâl oldu ki, çığlık basıp yere yığıldım. Aklım başıma gelince kalkıp Şeyh Abdülkebir'e uzandım. Hâlimi anlatmaya kalmadan dediler : «Ey yabancı! Kâbe ile ne işin var?» Ben ağlayarak, şeyhten gönül y ölüyle imdat isterken buyurdular : «Onu tahsis ederek Kabe'de göremezsin! O hiç bir hadde sığmaz. Böyleyken dağda, taşta, semada, yerde, top­rakta ve kerpiçte mevcuttur. Belki onların küllî ifadesi odur. On­lar kendileriyle yoktur, Hakk'ın kayyum oluşuyla kaimdir. Evvel odur, âhir odur, zahir odur, bâtın odur; ve o, Allah'tır ki, ondan başka hak mabut yoktur!» Şeyh Hazretleri bunları söylerken mü­barek elleriyle işaret ettikleri şeyleri görür gibi oluyor ve Kabe'­de şahit olduğum hakikati bunlarda da okuyordum. Şeyhin tevec­cüh ve iltifatları sayesinde cihet ve istikamet kaydından kurtul­dum.

*

Reşahat sahibi:

— Mevlânâ Alâeddin Hazretleri o sırada zevkî ve zatî tecel­li makamına erişmemişlerdi. Zira bu makama erişende hususiyet, her şeyde mutlak güzelliği görmektir. Sûrî kayıtlar ise bu müşa­hedeye mâni değildir. O, hiç bir şeyde Hakkı hudutlayamaz ve güneşle zerreyi, derya ile damlayı bir tutar.

ŞİİR

Neye baksa cemal-i yân görür,

Hicr içinde visal-i yârı görür.

Böylelerine, Kur'an'da bahsi geçen «Allah'ın vechi» sırrı açı­lır. Bu mertebeye erişen de hakikat güneşi, imkân âlemini dola­nıp başka bir âleme geçer. Bu mertebeye erişen görür ki, hakikat güneşinden başka bir şey yoktur; ve bilir ki, imkân zulmetinin vücudu, hakikat güneşinin görülmemesinden ibarettir. «Mâsivâ -dış âlem» in zuhuru ise Allah'ın «Bâtın» ismiyle belirişine alâ­mettir. Nur ile zulmetin bir araya gelmesi muhal; ve ikisi de asıl iki vücut ispatı olamaz bir hayaldir.

*

Hikâye ediyorlar :

— Şeyh Abdülkebir Hazretlerinin meclislerine girdim. Ha­rem seyyidleri, şeyhleri, âlimleri ve fâkihlerinden, meclislerinde pek çok kişi vardı. Şeyh Hazretleri ilâhî maariften söz ediyorlar­dı. Fâkih geçinen ve Allah ehli ile olanların kelâmlarını inkâriyle tanınan kaba bir insan şeyh hazretlerine itiraz etmeğe yeltendi. Mecliste bulunanlardan biri onu dürterek «sus!» diye ihtar etti. Adam mukabele etti : «Eğer şeriat ve akıl dışı konuşursam bana mâni olunuz! Fakat sözlerim meşru ve makul ise mâni olur musu­nuz?» O zaman Şeyh Hazretleri bana döndüler : «Ey yabancı, be­ni bu adamdan kurtar!» Yüzsüz adam ağzını açtı ve şeyhe hitap etti : «Ben size zulüm ve sitem mi ediyorum ki, kurtulmak isti­yorsunuz?» Şeyh Hazretleri adama hışımla bakarken o devam et­ti : «Söylediğiniz bir sözden bana şüphe düştü. Cevap istiyorum! Bu derecede mübalâğanın ne mânası vardır?» Şeyh hazretleri ay­nı hışım ve gazap içinde «Şüphen neymiş? Söyle!» buyurdular. Adam ağzım açamadan yüzüstü düştü. Bir kilim getirip kaba ada­mı içine koydular ve dışarı çıkardılar. Şeyh hazretleri geçtikleri hususî dairelerinden henüz dönmemişlerdi ki, adam, kilimin üze­rinde can verdi. Bir başka gün Şeyh hazretlerini ziyarete gitmiş­tim. O fâkih geçinen adam hakkında,    hatırımdan şunlar geçti : Allah ehli, kerem ve mürüvvet sahipleridir. O adam ise bunların . bâtınlarından gafil, kaba bir kimse...     Affetseler olmaz mıydı? Şeyh hazretleri bu düşüncemi cevaplandırdılar : «Ey yabancı, iki yüzü keskin bir kılıcı kabzasından duvara sağlam şekilde iliştirseler; birden çıplak bir gafil gelip bağrıyle ve bütün kuvvetiyle o kılıca abansa, kılıcın bunda ne günahı olur?.»

* Şeyh Abdülkebir Hazretleri, Mevlânâ Alâeddin'e soruyor :

— Sizin şeyhiniz, huzursuz olduğu vakit size ne derdi? Cevap verdim :

— «Yanıma geldiğiniz zaman kendinizi toplayıp Allah'ı bi­liyorsunuz. Benden uzaklaştınız mı unutmayın ki, ayrı düşmeyesiniz!» derdi.

Sordular:

— Ya siz ne karşılık verirdiniz?

— Sükût ederdik.

— Ne kadar da himmetsiz etmişsiniz! «Biz Allah'ı bileme­yiz, seni biliriz!» demeniz gerekirdi.

* «Reşahat» sahibi :

— Bazı büyükler demişlerdir ki: «Mürit, aynasında kendi­ni görür ama şeyhinin aynasında kendini görmez.» Semerkant'ta, Hoca Ubeydullah Hazretlerinden işittim. Buyurdular ki : «Ben hayattayken siz Allah'ı göremedikten sonra ya ben öldükten son­ra ne yapacaksınız?» Şeyh Abdülkebir'in de sözünü bu mânada anlamalı... Şeyh Hazretlerinin bu sözden muradı, Allah'ı esas ba­kımından bilmemek, tanımamak ve İlâhî marifeti küçümsemek değil, müride yönelme yolunu göstermek ve onu bu yolda sabit kılmak maksadına bağlıdır. Ariflerin rehberi Emîr Hüseyin Haz­retleri eserlerinde derler ki : «Mürid, mürşide yönelişinde fânî olmalı ki, ona pîr yüzünden bâtın ilmi fetholunsun...» İstekli, is­teğini ancak pîr yolundan devşirmeğe çalışırsa muradına erer. Meselâ Kâbeye gitmek isteyen, onun yoluna girmeyip kendine göre bir yol tutturursa hiç bir türlü muradına ulaşamaz. İmdi; Allah'ın rızasına yol, ancak şeyhin maşıdır, diye bellemeli ve ona göre davranmalı... Hakka eriş ve Hakk ile vuslat, şeyhin gönlünden geçer. Hakikatte Allah'ın evi Şeyhin gönlüdür. Her şeyi ka­pısından geçerek bulmak lâzımdır. Allah, her muradı bahşetme­ğe kaadir iken her şeye bir kapı koymuştur. Oranın kapısı çalın­madan ve oradan geçmeden olmaz, işte, şeyh Abdülkebir Hazret­lerinin «Biz Allah'ı bilemeyiz, seni biliriz!..» Demelerindeki hik­met de bu inceliğe bağlıdır. Bu söz «Allah'a ermenin kapısı sen­sin! Eve kapısından girilir!» manasınadır. Müride muradının yo­lunu gösteriyor.

*

Mevlânâ Alâeddin Hazretlerinin sözleri iki kısımdır : Biri, Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinden naklettikleri, öbürü de hassa­ten kendi sözleri... İşte Mevlânâ Sadeddin'den naklettikleri.

Mevlânâ buyurdular :

— Biz yoktuk, Allah vardı. Biz olmayacağız, o, olmakta da­im... Şu anda da biz yoğuz, o var...

Mevlânâ buyurdular :

— Sizi mezarda takip etmeyecek olan her şeyle alâkanızı kesiniz!

Mevlânâ buyurdular:

— Dervişliği, elenmiş ve üzerine biraz su dökülmüş toprağa benzetip ne üzerine basanın ayağını inciteceğini, ne de ona toz konduracağını söyleyenler, dervişliğin kendisini değil, sıfatını ta­rif etmişlerdir. Dervişlik Allah ile olmaktır.

Mevlânâ buyurdular :

— Zikir mi üstündür, Kur'an okumak, şu mu, bu mu diye çekişmeğe ne lüzum var!. Üstün olan, Allah ile olmaktır. Mevlânâ buyurdular :

— Allah ile olan bilfiil cennettedir; ondan gafil olan ise, o anda bile cehennemde...

Mevlânâ buyurdular :

— Şu, teşbih, misvak vesaire, züht ve takva eşyasiyle do­nanmış insanı görüyorsunuz ya; ahret ehli dünya ehlinden nasıl tiksinirse, Allah ehli de ahret ehlinden öyle nefret eder.

Mevlânâ buyurdular:

— Hazır olun ki, yâr, aynın aynıdır. Mevlânâ buyurdular :

— Vallahi, dost, elinize yapışıp, kendisini aratmak için sizi kapı kapı gezdirir.

Şimdi kendi sözleri...

Buyurdular :

— İstekliye üç şey lâzımdır: Birincisi her an abdestli ol­mak... ikincisi nisbeti sımsıkı korumak... Üçüncüsü yiyip içmek­te ihtiyat göstermek...

Buyurdular :

— Ulular «Allah'tan başka ilâh yoktur» mânası üzerinde demişlerdir ki: Zikir edici, sülük derecelerinde, bazan «Allah'tan başka mabut yoktur» der, bazan «Allah'tan başka maksut yok­tur» der, bazan da «Allah'tan başka mevcut yoktur» der. Allah yolunda ilerlemeğe başlarken «Allah'tan başka ilâh yoktur» de­nildiği zaman, ondan başka mabut olmadığını da fikir etmek ge­rektir, ilerleme yolunda «Allah'tan başka maksut yoktur» ölçüsü gelir. Yolu bitirip «Allah'ta seyr» eşiğine ayak basmadan «Allah'­tan başka mevcut yoktur» fikri küfürdür.

Buyurdular:

— Sünneti kendisine farz edinmeyen her isteklide dîn ek­siktir. Bazı sünnetler Allah'ın Resûl'üne farz kılınmıştı. Bütün zahir ve bâtın safası, Allah'ın Resûl'üne uymaya bağlıdır.

Buyurdular :

— Bu yola nisbet ve bağlılık ne çalışmakla olur, ne de çalış­mamakla... Eğer kabil değilse çalışmakla olmaz. Kabil ise çalış­mamakla olmaz. Yani kabiliyetle gayreti bir araya getirmek icap eder.

Buyurdular :

— Bu yolun bağlılarından birini iyi bir işi dolayısiyle övseler ve bu övülüş onun hoşuna gitse, bu hoşlanmaktan nefse düşecek karanlık, mahremlerinden biriyle zina etmesinden eksik ol­maz. Mahremiyle zina etmek Hak yoluna ne kadar mâni ise bu do o kadar mânidir.

Buyurdular :

— insan oğluna düşen mükellefiyet, mevcutlardan hiç biri­ne düşmemiştir. Resmî tâat ve ibadetle iş bitmez. Kulluğa sımsı­kı yapışmak ve söz söylemekte, etrafa bakınmakta ve yemek ye­mekte fevkalâde ihtiyat lâzımdır.

Buyurdular :

— Bu yolda, isteklinin, ne dünya, ne ahret, ne nefs, hiç bir şey gayesi olmamalıdır. Eğer bunlardan biri gayesi olacak olursa, bu bir alâmet teşkil eder ki, o ilâhî marifet için yaratılmamıştır, sadece cennet veya cehennem için yaratılmıştır.

Buyurdular:

— Bu âlemdeyken kendinden kurtulamayanın ruhu kabir­den kurtulamaz. Bu söz Muhiddin-i Arabi Hazretlerinindir ve ilk öğrendiğim zaman bana giran gelmiştir. Ben bu sözü Mevlânâ Ca­mi hazretlerine naklettim ve müminlerin çoğu nefislerinden kur­tulamaz, nasıl olur, diye dert yandım. Mevlânâ Cami Hazretleri «îman ile gidenin ruhu neticede kabirden süzülecek bir geçit bu­lur ve oradan geçip gider» buyurdular.

Buyurdular :

— Müslümanlık, teslim olma işidir. Teslim olmuş bir müslüman, boynuna iblis gibi bir lanet halkası geçirilse, Allah'ın ken­disine lâyık gördüğü şeyden, imanından nasıl razı ise öylece ra­zıdır. Sadık kul, Hakk'ın kazasından razıdır, kendi fiilinden de­ğil...

Buyurdular :

— Bir kimseye bir musibet, eriştiği vakit    eğer nefsi besili

ise müteessir olur, ıstırap çeker.    Eğer o, kendi kendisinin kulu değil de Allah'ın kulu ise teessür ve ıstırap duymaz. Buyurdular :

— İçinde aşk acılığı olmayana bu yol haramdır.

Buyurdular :

— Bu yolda «Huş der dem» ölçüsü öyle bir asıldır ki, bir ânı gafletle geçenin günahını küfre kadar götürürler. Şeyh Feridüddin Attâr hazretlerinin bazı mısraları bu hakikati pek güzel belirtir :

ŞİİR

Yardan bir ân gaflet gösteren,

Gizli küfre ayak basar oldu.

Buyurdular :

— Mevlânâ Ebu Yezid Buram söylemiştir : «Avam için gü­nahtan kaçmak nasıl vacip ise, havas (yüksek tabaka) için de gaf­letten kaçmak öyle vaciptir. Avam (aşağı tabaka) nasıl günahlar­dan sorguya çekilirse, yüksek tabaka da gafletten suçlandırılır.

Buyurdular :

— Bir sohbet halkasında kim kuvvetliyse öbürlerini kendi turuna çeker. Zira hüküm galibindir. Terazinin kefesi gibi... Ağır gelen taraf öbür tarafı kaldırır. Arifin himmeti şöyle gerektir ki, bütün bu âlemi peşine takıp kendi turuna çekebilsin, onları ken­di rengine daldırabilsin...

*

«Reşahat»  sahibi :

— Yukarıda, Mevlânâ Alâeddin Hazretlerine ait sözler, Ho­ca Ubeydullah Taşkendi Hazretlerinin mübarek el yazılariyle bir kitabın içine yazılmıştı. Onları gözümle gördüm. Şu ibare de var­dı : «Sultanlığın kemâli, yüksek ve aşağı bütün tebaasına kendi elbisesini giydirmesidir. Şöyle ki, nazarı kime değse kendisinden başkasını görmemeli, bağlıları da padişahlarının kemâl ve renk­lerinden başka kendilerinde bir şey kabul etmemeli...

*

Buyurdular :

— Nâra atmak gaflet alâmetidir. Sâlik, mânaya erip hu­zura kavuşacak olursa nâra atmaz. Eğer huzuru muhafaza edebileydi hiç ses çıkarmazdı. Nâra atan kimse, ateşe atılan yaş ağaca benzer. Yaş olan seslenir, kuru ağaç sessiz, sedasız yanar.

Buyurdular:

— Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri «Kazananları Al­lah sever» ölçüsü üzerinde şöyle demişlerdir : Kisb, yani kazan­maktan murat, îlâhî rızayı kazanmaktır. (Para kazanmak değil...) Allah ne dilerse ondan razı olmak... îlâhî rızayı kazanmanın yo­lu budur. Ve nihayet son kazanç, gerçek «fena» ile fânî olmaktır.

Buyurdular :

— Aşağı tabaka, Allah'ı, halk ile anlayıp bilir. Yüksek ta­baka ise, halkı Hak ile tanıyıp bilir. Halk tarafından «havas»a bir kapı açılmıştır. Görmüşlerdir ki, halkın topyekûn akışı o ka­pıyadır.

Aşağı tabaka halk, müesserin vücudunu eserden çıkarırken, yüksek tabaka, eseri, müesserle izah eder. Avam, nasıl kendi vü­cudunu bilmekte muztar ve mazur ise, havas da, Allah'ın vücu­dunu bilmekte ve her şeye takdim etmekte öyle muztar ve tam hakikat üzerindedir. Halk, kendi dâvasında şekke düşse olur; fa­kat Hak yolcuları, iman ve ikrarlarında şekke düşemezler. Zira hükümlerinde vicdanî ve hakikidirler. Nitekim Sıddîk-i Ekber Hazretleri buyurdular : «Hiç bir şey göremem ki, daha evvel Al­lah'ı görmemiş olayım...»

En üstün imanın fert için, Allah'ı kendisiyle bilmek olduğu­na dair bir hadîs okuyup dediler :

İdrâkî olana bu talim kâfidir.

*

Buyurdular :

— Bir gün şuhudî (dış dalâletlere bağlı) iman zahir hâlle­rinden midir, batin hâllerinden mi, diye uzun uzun düşündüm. Yoldan geçenlerden biri, ben bu düşünce içindeyken dedi ki: «Ku­la göre bâtın hâllerindendir; Allah'a göre de zahir hâllerden... Zi­ra kul bu hâlde hakikati kendi bâtınında arar, Allah ise ona isim ve sıfatlariyle tecelli eder.

* Hoca Ebûlvefa Harizemî hazretlerinden bir rubai okudular:

ŞİİR

Hakkın bazı zuhurları bâtıl olunca Bâtılı inkâr cahilin olur.

Topyekûn vücudat gayrini görmek Olsa olsa gafilin olur.

Ve buyurdular :

— 40 yıldır bu rubainin hikmetine iman getirmiş bulunu­yorum. Zira delikanlılığımda bir gece, kötü bir iş niyetiyle evden çıkmıştım. Köyümüzde gayet zalim ve kötü bir zabıta memuru vardı, herkes ondan «elaman!» diyor ve çok korkuyordu. Gece içimde kötü niyet, ilerlerken birdenbire, kendisinden daha kötü bir kılık ve tavırda bu adamı gördü», irkildim ve korktum. Kö­tü niyetimi işlemeğe bende mecal kalmadı, döndüm. O zamandan beri anladım ki, bu âlemde, kötülerden bile iyiliğe vesile olanlar bulunurmuş...

ŞİİR

Bâtıla, kendi tavrından ötürü hor bakmayın!

Onda Hakk'ın zuhuratı  bulunabilir.

Buyurdular :

— Ağzına helva verenle ensene tokat atan arasında fark gö­zettikçe, sende Tevhid tamam değil demektir.

Buyurdular :

— Bir gün Mevlânâ Câmi Hazretlerinden sordum : Allah'ım bizi kendinle meşgul eyle gayrinden» mealindeki duanın, gayr di­ye bir şey olmadığına göre ne kasdettiğini anlamak istedim. De­diler ki: «Orada hitap Zat'a aittir; bizi gayrinden, yani sıfatların ve fiillerindense Zat'ın ile meşgul eyle demektir.»

Buyurdular :

— Hüseyin bin Mansur ki «Hak benim?» dedi, kendi haki­katini kasdetti; «Ben sizin rabbinizim!» diyen Firavun ise kendi suretini ortaya koydu. Eğer Firavun kendi hakikatini anlasaydı onun da «Ben» demesi makbul olurdu.

Buyurdular :

— Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, yüzümü taşa ve duva­ra çarpıp çığlık koparmaya başladım. Vücudun zerrelerinden her biri sevgilinin yüzünde bir benektir ki, onun güzelliğini arttırır.

ŞİİR

Her kimin zerrece vücudu olur,

Gördüğü zerreye sücudu olur.

*

«Reşahat» sahibi :

-— Mâverâünnehr'den gelmiş ve Mevlânâ Hazretlerinin zi­yaretlerine can atmıştım. Gördüm ki, Mevlânâ Alâeddin Hazret­leri iki ilim isteklisiyle karşı karşıya... Talebeleri karşılarına oturtmuşlar, kitap okutuyorlar. Mevlânâ Hazretleri de dikkatimi çekti : Mevlânâ Hazretleri gözleriyle kitabı takip ederken gönül­leriyle başka bir alemdeler... Hatırımdan, bu nasıl ders vermek­tir, diye bir his geçti. Hem ders okutsunlar, hem de kendileri ora­da olmasınlar?. Mevlânâ Hazretleri içimden geçenleri okuyarak gülümsediler ve bana dediler : «Dostlarıma her ne kadar ders vermekte mazur olduğumu, bu işe muktedir olmadığımı söylü­yorsam da bana inanmıyorlar. Bari siz söyleyin de inansınlar!»

*

Mevlânâ Hazretlerinin büyük oğullan Mevlânâ Gıyaseddin Ahmed ki, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin sohbeti şere­fine erişmiş yüksek bir ilim adamıydı; şöyle anlatıyor :

— Bir yaz gecesinde, yatsı namazından sonra uyumak üzere dama çıktım. Ayın ilk günleriydi. Biraz ay aydınlığı... Evimize bitişik bir köy evi vardı ki, bomboş görünüyordu. Bu evde hiç bir ses, hareket ve ışık yoktu. Birden bir ses duydum. Ses, bomboş görünen komşu evden geliyordu. Merak ettim. Boş evde ne olu­yor diye su kenarından komşu eve baktım. Karşı karşıya oturmuş iki gölge hâlinde birbiriyle konuşan bir erkekle bir kadın gör­düm. Fazla bakmadan yatağıma girip uyudum. Sabahleyin nama­zımı kılıp pederim Mevlânâ Alâeddin hazretlerine gittim. Karşı­larına oturur oturmaz dediler ki : «Komşu damına bakıp içinde­kileri seyretmek caiz değildir. Yandaki evden duyduğun sesin ne olduğunu anlamaya çalışmak senin ne vazifen?..» O günden son­ra anladım ki, bu taifenin görüş sahası, nazarlarının değdiği yer­lerden çok uzaklara, karanlıkların dibine kadar nüfuz ediyor.

Mevlânâ Hazretlerinin büyük oğlu Mevlânâ Gıyaseddin Ahmed'in, babasına ait, kendi suçlarını uzaktan tesbit ettiğini gösteren daha nice hatırası var...

*

Bir kâğıt parçasını uzatıp, birkaç kere çektiği ve sonra ver­diği bir gencin içine nasıl ateş düştüğüne ve artık Mevlânâ'nın eteğini bırakamaz olduğuna dair yıkıcı bir menkıbe...

*

Mevlânâ Hazretleri ölüm hastalıklarında beş ay kadar ya­takta kalıyorlar. Ebediyete göçeceklerini yatağa ilk girişlerinde haber veriyorlar. Sonra bir saat kadar susup birden «Allah var!» diyorlar ve peşinden var kuvvetleriyle «Allah!» diye haykırıyor­lar ve buyuruyorlar : «Hayalî Rabbe tapmayıp var olan Allah'a tapınız!»

892 yılı Cemaziyelâhir ayının ortalarında bir cumartesi gü­nü vefat ediyorlar. Kabirleri, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazret­lerinin mezarı yanında...

MEVLÂNÂ ŞEMSÜDDlN MUHAMMED RUCİ

Yine Mevlânâ Sadeddîn Kaşgarî ashabından... Yıllarca Herat camiinde isteklileri Hakka davet ettiler. Herat yakınlarında Ruc isimli köyde dünyaya geldiler. 820 yılı saban ayının Berat gecesinde...

Annesi beş yaşında bir oğlunu kaybediyor. Sonsuz bir ke­der.., Rüyasında Peygamberler Peygamberini görüyor ve şu hita­ba eriyor:

Gam yeme! Gönlünü hoş tut ki, Allah sana devlet sahibi ve uzun ömürlü bir oğul ihsan edecektir!

Ve Mevlânâ Semsüddin Muhammed doğuyor.

Valideleri, Mevlânâ'ya sık sık dermiş :

— Bana rüyada müjdeledikleri oğul sensin!

Mevlânâ Semsüddin Muhammed, çocukluğunda bile yalnızlığa ve öbür çocuklardan çekingen bir mizaca malik... Baba evin­de kendisine mahsus bir hücre edinip zamanını orada geçiriyor. Babaları, ticaret işleriyle uğraşan, mal ve katar katar hayvan sa­hibi insanlar... Mevlânâ Hazretleri bu mesleğe yanaşmamışlar...

*

Derlermiş ki:

— Gayem Allah'ın Resûl'ünü rüyada görmekti. Bir gün, evimize girdiğim zaman gördüm ki, annem, yakınlarımızdan bir takım kadınlarla oturmuş, kitap okumakta... Aralarına girdim. Annem, cuma geceleri birkaç kere okunursa Allah'ın Resûl'ünü rüyada görmek kabil olacağına dair bir dua okuyordu. Bunu işi­tince sevinçle doldum. O günün akşamı cuma gecesiydi. Anneme o duayı o gece okuyacağımı söyledim. Teşvik etti. Kitabı alıp kö­şeme çekildim. Ayrıca duymuştum ki, cuma geceleri üç bin kere salâvat getirenler Allah'ın Resûl'ünü rüyada görürler. Duayı oku­dum ve üç bin kere salâvat getirdim. Gece yarısı oldu. Başımı yastığa koyarak uyudum. Rüya : Evimize giriyorum... Annem sofada oturuyor. Beni görünce «Oğlum, niçin geç kaldın; Allah'ın Resûl'ü evimizde... Gel seni mübarek huzurlarına götüreyim!» diyor ve elime yapışıp evin bir tarafına götürüyor. Allah'ın Re­sûl'ü, arkalarını kıbleye vererek oturmuşlar... Etraflarında bir­çok kimse... Bazıları da ayakta, halka olmuş... Allah'ın Resûl'ü, etrafa peygamber nâmesi göndermekle meşgul... Biri, Allah Re-sûl'ünün ön tarafında oturmuş, emredilen nâmeleri yazmakta... Kâtiplik eden zat, devrinin ilim ve takva ile meşhur büyüklerin­den Mevlânâ Şerafeddin Osman... Annem, Allah Resûl'ünün meş­guliyetlerinden bir an ayrılmalarını beklemeden beni yanlarına götürdü ve dedi : «Ey Allah'ın Resûl'ü! Bana devlet ve uzun ömür sahibi bir evlât vaadetmiştiniz! O çocuk bu mudur, değil midir?» Allah'ın Resûl'ü gülümsediler ve buyurdular : «Evet, o çocuk bu­dur!» Ve Mevlânâ Şerafeddin'e dönüp bu mevzuda da bir mektup emrettiler. Mevlânâ, kağıt. ve kalem alıp birkaç satır yazı yazdı. O satırların altına da, dizi hâlinde bir çok isim ekledi ve mektu­ba katlayıp bana verdi. Mektubu alıp çıktım. Yolda düşündüm ki, mektupta ne yazılı olduğunu bilmiyorum, dönüp Allah'ın Resûl'ünden sorayım... Döndüm ve sordum. Mektubu okudular. Okuduklarını halı/ama nakşettim. Mektubu katladılar ve bana uzattılar. Bir .şev daha sormaya davrandım. Fakat olmadı. Bir ka­pı partisiyle uyandım. Kapım açık... Annem, elinde şamdan, ka­pıda... Dedi : Rüya gördün mü? «Evet!» dedim. O «Ben de gör­düm!» diye cevap verdi ve noktası noktasına benim gördüğüm rü­yayı anlattı. O da, uyanıklık hâlinde beraberce yaptığımız bir iş gibi, aynı rüyayı görmüştü.

Derlerdi ki :

— Ruc köyündeyken  bende tarikata girmek meyli  uyandı. Etrafıma danışıp Herat'ta irşada sâlih bir azîz bulunup bulunma­dığını sordum. Şeyh Sadreddin Revası isimli bir azîzi sağlık ver­diler. Hararetle mürşit arayışıma karşı dediler ki : «O zat mer­hum Şeyh Zeynüddin Hâfî halifelerindendir. Şu anda irşâd işiy­le meşguldür. Git ve eteğine yapış!» Ben bu sağlığı alınca hemen şehre koştum. Yolda Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretlerinin mezarı­na uğradım. Şeyh Sadreddin orada oturuyorlardı. Yanlarına git­tim ve bir köşede oturdum. Zikir meclisindeydiler. Kendimi belli edemedim. Çok geçmeden zikir meclisinde bir çekişme, bir kav­gadır koptu. Hayret ettim, fakat hiç müteessir olmadan meclisten .ayrıldim.   Şehre yöneldim.   Yolda Hafız İsmail isimli bir dervişe rastladım. Bu dervişle aynı köyden hemşehriydik. O. benden ev­vel    Mevlânâ Sadeddin Kasgarî hazretlerine erişip    kabullerine mazhar olmuştu. Mevlânâ Hazretlerinin vefatından sonra da Mev­lânâ Cami hazretleriyle birlikte haccedin tarikat feyzini tamam­ladı. Tste bu Hafız îsmail bana sordu : «Nereden gelip nereye gi­diyorsun?. Hangi muradın peşindesin?»  Hâlimi ona anlattım ve biraz evvel zikîr halkasında gördüğüm çekişmelerden üzüldüğümü ve ümidimi yitirdiğimi anlattım. Dedi ki : «Herat camiine git! Orada bir aziz göreceksin... Cami avlusunda sık sık sohbet eder. Onu da gör!» Ve ilâve etti : «Umarım ki, onun sohbeti sana tesir eder.» Camie gittim. Mevlânâ Hazretleri camiin maksuresinde bir halka insan arasındaydılar. Sükût ediyorlardı. Ben kapı tarafın­da duvara yaslanmış, kendilerine, heybetli sükûtlarına nazar edi­yor ve biraz evvelki zikîr halkasının şamatasını düşünüyordum. Mevlânâ Hazretleri başlarım kaldırıp bana baktılar ve «Kardeş, buraya gel!» diye seslendiler. Yürüdüm. Beni yanlarına oturttu­lar. Buyurdular : «Şahruh Mirza'nın huzurunda hizmet eden kul­lardan biri Sultanın önünde avaz avaz Şahruh, Şahruh diye bağırsa, düşün, ne büyük soğukluk ve edepsizlik etmiş olur! Edep odur ki, hizmetçi padişah önünde ve kul efendi karsısında sükût içinde olsun ve şamata etmesin... Zikirde boş yere patırtı etmek aptal ve nadanların kârıdır.» Sonra elime bakıp parmağımda bir yüzük gördüler : «Bir iş için ricaya gelen insanın eli boş olmamalı...» buyurdular. Ben de yüzüğü çıkardım. Kalktılar. Mescidin iç kısmına doğru yürüdüler. Sağdan ve soldan «Ardınca yürü!» diye işaret edenler oldu. Ardlarınca camie girdim. Bir yerde otu­rup beni önlerinde oturttular. Bana tarikat şartlarını talim etti­ler. «Cami yücelikte âlâ yerdir; burada otur ve tarikata çalış!» emrini verdiler. Ben de emirleri gereğince çalışmaya koyuldum. Annem de haberimi alıp köyden Mevlânâ hazretlerinin hizmeti­ne geldi ve o da tarikat nisbetini aldı. Bir müddet sonra, içinde beş vakit namaz kılınır bir camiin kubbesi altında teheccüd namazını kılıp varmıştım ki. bana meşalp gibi bir nur zahir oldu. Onur sayesinde karanlık kubbenin içini açıkça seçtim. O nur git­tikçe arttı, büyük bir ateş kadar oldu ve camiin içini gündüz gibi aydınlattı. Vazivet sabaha kadar sürdü. Bu hâlden bende bir gu­rur peydahlandı. O gururla Mevlânâ Hazretlerinin huzurlarına vardım. Yüzüme öfkeyle baktılar ve dediler : «Seni gurur içinde görüyorum. Bir kimse abdestin nurunu görmekle bu türlü mağ­rur mu olur?» Bu ihtar bana ders oldu. Utancımdan yerin dibine girdim. Mevlânâ Hazretleri devam buyurdular : «Ben Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretlerine hizmet ederken geceleri, geçtiğim yerlerden sağlı sollu nur fışkırırdı.   Ne tarafa yönelsem nur beni takip ederdi. Bense bu hâle iltifat etmez, değer vermezdim.» Dayanamadım; durumu Mevlânâ Hazretlerine anlattım. Dinledi; Peşinden öfkeleri artıp seslerini yükselttiler : «Kalk git, benden uzak ol, bu haletle benim karşıma bir daha çıkma!» Ben de yüce huzurlarından ağlaya ağlaya çıktım    ve hâlimden dolayı istiğfar ettim. O gururun eserini üzerimden kazımak için hayli didindim. Mevlânâ Hazretlerinin manevî imdatlariyle o hâl benden kalktı. Aynı nurdan anneme de zahir oldu. Fakat annem o zuhurattan o kadar haz etti ki, hazzını yenip ileriye geçemedi ve o noktada kal­dı. O sıralarda bir adam bana hadsiz, hesapsız medh ve senalar, dalkavukça iltifatlarda bulunmaya başlamıştı.    Nihayet dayana­mayıp sordum : «Bize bu kadar tevazu ve bağlılık göstermenizin sebebi nedir?» Anlattı :    «Zifirî karanlık bir gecede caminin dış tarafında oturuyordum. Birden, bir adam, bulunduğum yere gel­di. Elinde fener, şamdan, hiç bir şey yoktu. Ortalık aydınlanıverdi. Adam geçip gitti; onunla beraber de ışık gitti ve karanlık av­det etti. Bu adam sizdiniz!» Adam doğru söylüyordu.   Ben de o anı hatırladım.

*

Derlerdi ki:

— Mevlânâ Hazretlerinin hizmetlerine eriştikten sonra, bir müddet, bende tarikat yolunun eserleri belirmediği için fevkalâ­de mahzun ve müteessir bir hâle düşmüştüm. Geceleri camide ba­şımı yerlere vurup ağlıyordum. Gündüzleri kırlara çıkıp yalvar­makla vakit geçiriyordum. Bir gün Mevlânâ hazretleri beni göz­yaşları içinde görüp buyurdular: «Ağla! Ağlamayı ve yalvarma­yı hiç kesme! Kendini o hâle getir ki, merhametin hedefi olasın!. Gözyaşı ve yalvarmanın büyük eseri vardır.» Zaten ben çocuklu­ğumdan beri çok ağlardım. Gözyaşına büyük istidadım vardı. Bu sözü söyledikten sonra bana öyle bir iltifat nazariyle baktılar ki, nisbetimin eseri bende hemen zuhur etti. Bu mânanın zuhurun­dan sonra, bir gece, camide oturmuştum. Murakabeye çalışıyor­dum. Gece yarısına doğru bana uyku galebe etti. Uykumu dağıt­mak için ayağa kalktım. Bir de ne göreyim? Mevlânâ Hazretleri, arkama geçip oturmuşlar, murakabe halindeler... Ne zaman gelip oturduklarım farkedememekten üzüldüm. Ben de kendilerinin arkalarına geçip oturmaya davrandım. Mübarek başlarını kaldır­dılar : «Şemsüddin, niçin kalktın?» «Uykumu yenmek için kalk­tım.» Bana öyle bir bakış baktılar ki, içime bütün bir feza doldu ve tarikat nisbeti bende kemâliyle meydana geldi.

*

Mevlânâ Şehabüddin Ahmed anlatıyor :

— Bir sabah Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin sohbetindeydim. Şöyle buyurdular: «Bu gece bir devecinin oğluna öyle bir fetih elverdi ki, yedi göğün melekleri ona gıpta ederler.» Bu ifa­deden, kastedilen şahsın Mevlânâ Şemsüddin Muhammed oldu­ğunu anladık. Zira onun babaları deve beslerlerdi.

*

Derlerdi ki:

— Pirimiz Mevlânâ Sadeddin hazretlerinde öyle bir tasar­ruf kudreti vardı ki, ne zaman ve her kime isteseler «azizân» nisbetinin şarabını içirirlerdi. Ve onları manevî sarhoşluk içinde kendilerinden geçirirlerdi. Bir gün Mevlânâ Hazretleriyle gider­ken bir mescit kapısının önüne geldik. Akşam ezanı okunuyordu. Mescide girdik ve namazı kıldık. O gün o mescitte bir hatim okunmuştu. Hafızlar toplanmış, ışıklar yakılmış, bir çok insan bir araya gelmişti. Mevlânâ hazretleri bir köşede kıbleye karşı otu­rup kaldılar. Ben de ardlarına geçip oturdum ve kalbimden ken­dilerine yöneldim. Başlarını kaldırıp arkalarına baktılar ve yan­larına sokulmam için işaret ettiler. Yanlarına gittim. Henüz otur­maya zaman - bulamamıştım ki, kendimden geçtim. Bir nazarları beni kendimden geçirmişti, öyle ki, nasıl oturabildiğimi, okunan Kur'anı, ilâhileri ve şiirleri, kalabalığı hissetmekten âciz kaldım. Kendime geldiğim zaman müezzin yatsı ezanını okuyordu.

*

Derlerdi ki :

— Elimde «Mesnevi» cami dışında oturuyordum. Birden Mevlânâ Hazretleri göründüler. Elimdeki kitabı görüp sordular : «Okuduğun kitap nedir?» Söyledim. Dediler : «Mesnevi okumak­la iş bitmez. Ondaki mânanın gönlünüzden doğmasına çalışınız!» Bir gün de hücreme girip dolapta bir mushaf gördüler. «Bu kitap nedir?» diye sordular. «Mushaftır!» dedim. Buyurdular : «Baş­langıçta olana Tevhid Kelimesiyle uğraşmak gerektir. Kur'an okumak orta yerdekilerin, nafile namaz kılmak ise ileridekilerin işidir. Siz nefy ve ispat ile uğrasınız!»

* Derlerdi ki :

— Mevlânâ Sadeddin hazretlerine kapılandığım zamanda çok sıkı çalışmalarım oluyordu. Bütün gücümle kendimi «azizân» nisbetine vermiştim. Geceleri sabaha kadar biçim değiştirmeden oturmaktan hareket kabiliyetimi kaybederdim. Dizlerimin altın­da ceviz veya fındık kadar taşlar olsa aldırmazdım. Taşı, toprağı temizlemeğe bile vakit ve gönül bulamazdım. Bir gün de, yine hâlimin başlangıcında, mescit köşesinde bağdaş kurarak oturmuş­tum. Birden, müthiş bir ses işittim : «Behey edepsiz! Kullar pa­dişah önünde böyle mi oturur?» Öyle bir sıçrayıp dizüstü otur­muşum ki, dizime taş battı ve sızısından gözüme yaş geldi. O za­mandan beri tam kırk yıldır bir daha bağdaş kurarak oturmak bana nasib olmadı.

* Derlerdi ki :

— Pirimiz Mevlânâ Said hazretleri Şeyh Bahaeddin Ömer'i görmek üzere bir katıra binip yola düşmüşlerdi. Ben önlerince bir merkep üzerinde gidiyordum. Yolda susadım. Su içmeğe de fır­sat bulamadım. Böylece yol alırken Mevlânâ Hazretleri bana ses­lendiler : «Susadın, değil mi?» «Evet!» dedim. Buyurdular : «Şe­hirden çıktık çıkalı kendimde susuzluk hissediyorum. Kendimden sanıyordum. Halbuki bana akseden senin susuzluğunmus..» Biraz su içtim. Hararetim söndü. Mevlânâ Hazretlerinde de susuzluk kalmadı. Ziyaret yerine vardık. Ben Mevlânâ Hazretlerinin cübbesiyle asasını alarak bir kenara çekildim. Şeyh ve Mevlânâ soh­bete başladılar. Uzak oturduğum için ne konuştuklarını işitemiyordum. Bari şeyhe teveccüh edeyim dedim ve bâtınımı kendile­rine yönelttim. Şeyh Bahaeddin çığlık basarcasına «Hey! ne yapı­yorsun?» diye haykırdı, Ve sonra gülümsedi. Baktım, Mevlânâ hazretleri de gülümsemekteler. Halbuki bu yöneliş pek azdı ve süresi bir lâhzayı geçmiyordu. Böyleyken tesiri büyük oldu ve birkaç gün sürdü. Dinmek bilmez bir yağmur gibi devam etti. Mevlânâ hazretlerine baş vurdum : «Bir fakir ihlâsla birine yöne­lince ulu kişiler onun yüküne niçin dayanamazlar ve kayt altına girmekten kendilerini koruyamazlar?» Dediler ki : «Ulu kişilerle Allah'ın esrar âlemi arasında tam bir yakınlık vardır. Müritlerin kendilerine yönelişi bu yakınlığa engel olur ve onları üzerine çe­ker. Bu yüzden dayanamazlar ve feryat ederler.»

*

Derlerdi ki :

— Başlangıçta, camide, maksurenin altında, kıbleye karşı oturmuştum. Zikirle meşguldüm. Birdenbire önümde garip bir şekil peydahlandı, însan şeklinde garip bir mahlûk.. Siyah renkli, son derece zayıf ve uzun boylu... O kadar uzun ki, başı maksure­nin tavanına dayanacak gibi... Başı gayet küçük, Hindistan cevi­zi kadar... Ağzı açık ve dişleri süt beyaz. Boynu ip gibi ince ve upuzun. Gülerek bana doğru gelmeğe başladı. Kâh eğiliyor, kâh doğruluyor, garip garip hareketler yapıyordu. Kendi kendime :

«Galiba dev dedikleri budur!» diye söylendim. Beni zikirden alakoyup azizler nisbetinden uzaklaştırmak istediği hissine kapıldım. Kendimi tarikata bağlayıp daha kuvvetle işime devam etmeğe koyuldum. Beni meşguliyetimden alakoymak için türlü hareket­ler yaptıysa da başaramadı. Nihayet üzerime geldi. Yine aldırma­dım ve işimde devam ettim. Baktı ki, işimi bırakmıyorum, bir sıç­rayışta omuzlarıma bindi ve ayaklarını ip gibi belime doladı. Ben o halde bile bir ıstırap göstermedim. Biraz sonra ayaklarını be­limden çözdü ve duman gibi havaya yükselip kayboldu. Ondan sonra bir daha buna benzer bir şey gördüğüm olmadı.

* Derlerdi ki:

Bir gün de yine camide, avlu tarafında ve açık bir yerde, sağ yanıma yatıp semayı ve yıldızları seyrediyordum. Birden gördüm ki göğün bütün yıldızları jale gibi yere yağıyor ve üze­rime geliyor. Yıldızlan o kadar yakın gördüm ki, elimi uzatsam onları yakalayabileceğimi sandım. Bu manzaradan içime öyle bir kendimi kaybetme hissi geldi ki, sabaha kadar o hâl üzerimden gitmedi.

* Derlerdi ki :

— Yine başlardaydı. Babamın karşısında oturuyordum. Yi­ne içime kendimden geçme hissi dolmaya başlıyordu. Babama de­dim ki: «Belki kendimi kaybederim. Benimle alâkalanın ve üze­rimden kaç namaz vakti geçtiğini bana bildirin!.» İçime düşen his gerçekleşti. Şuurumu kaybettim. Kendime gelince gördüm ki, ba­bam başucumda ağlıyor. Niçin ağladığını sorunca dedi ki: «Nasıl ağlamayayım?. Üç gündür ölü gibi yatıyorsun! Ağzına her ne ka­dar çorba koyduksa da boğazından geçmedi. Hayatından ümit kesmiştik.» Hesap ettim. On beş vakit namazım kaybolmuştu. Hemen kalkıp kaza ettim.»

*

Derlerdi ki:

— Bu türlü kendimi kaybetmeler bana arada bir gelirken gün aşırı gelmeğe, derken her gün, peşinden günde birkaç defa uğramaya başladı, öyle oldum ki, şuurlu zamanım, şuursuz za­manımın altına düştü. Derken bir duraklama. Peşinden eksilme.. Mevlânâ hazretlerine baş vurdum ve dert yandım. «Korkma, kendinden geçme hâlinin çokluğu bâtın zayıflığındandır. Şimdi bâtının kuvvet buldu. O hâl sende makam oldu.»

*

«Hâl», tasavvuf ehlinin lisanında bir ıstılahtır ki, Allah'ın lütuf ve inayetiyle olur ve müridde ruhî değişiklikler, garip key­fiyetler peyda eder. Onların gelip gitmesinde müridin ihtiyarı, is­teyip istememesi yoktur. Hüzün ve sevinç, «kabz» ve «bast» ve­saire gibi... «Hâl» in şartlanndan biri de devamlı olmayıp çabuk kaybolmasıdır. Bir de başka başka tecelliler göstermesi... «Hâl», dış tezahürlerden ayırılıp da müridde sabitleşince ismi değişir. Ona «makam» derler. Artık o, müridin öz malı olmuştur. «Hâl», müridin tasarrufunda olmayıp müridi tasarrufu altında tutan key­fiyetlerdir. «Makam» ise, müridin tasarrufu altına giren keyfi­yetler... Onun içindir ki, tasavvuf ehli «hâl»i, bir nevî bağış, «ma­kam»ı ise kazanç olarak ifade ederler.

*

Derlerdi ki:

— Hâlimin başlangıcında Mevlânâ Hazretlerinin emirleriy­le Herat camiinden çıkmazdım. Geceleri sabaha kadar mescidin içinde dolaşıp hüngür hüngür ağlardım. Bende nisbetimin eseri zuhur etmediği için öyle ıstırap duyardım ki, başımı mescidin taş­larına çarpar, başımda ceviz büyüklüğünde şişler çıktığına şahit olurdum. Mescitten, tabiî ihtiyaçlarımdan başka bir şey için çık­mazdım. Bir kere Herat'ın kapıları kırk gün kapalı kaldı. Halk camilere dolmaya başladı. Cuma günleri dışında bu kalabalık ne­dir diye hiç kimseye sual sormadım! Dış dünya ile o derece alâka­sızdım. Şehir kapılarının kapanmasını gerektiren sebep kalkınca bazı insanların birbiriyle o mevzuda görüştüklerini işittim. «Şe­hir niçin kapandı?» diye sordum. Hayretle yüzüme baktılar. «Sen bu şehirde değil miydin?» dediler. Camide itikâfa çekilmiş oldu­ğum bir zaman, üç gün, üç gece hiç bir yerden yemek gelmedi. Açlıktan takatim kesildi. Kendime biraz yiyecek tedarik etmek için dışarı çıkmak istedim. Sol ayağımı mescitten dışarı atıp he­nüz sağ ayağımı basamadan içimde bir ilham gürledi : «Bizim soh­betimizi bir parça ekmeğe mi satıyorsun?.» Ayağımı geri çekip yü­züme kuvvetli bir tokat aşkettim. öyle vurmuşum ki, tokatın izi bir hafta suratımda kaldı. Kendi kendimi tokatladıktan sonra mescidin bir köşesine gidip oturdum. Kendi kendime : «Açlıktan ölsem de artık yemek için dışarı çıkmam!» diye ahdettim. O za­man bana öyle bir hâl oldu ki, içimde, yemeğe arzu kalmadı. O anda içeriye bir adam girdi. Tek kelime etmeden önüme bir ta­kım yerecek şeyler koydu ve yine tek kelime etmeden gitti. Meç­hul adamın beni kendisiyle meşgul etmeden gidişi, getirdiği şey­lerden ziyade hoşuma gitti.

*

Derlerdi ki :

— Mevlânâ hazretlerine devam ve nisbet elde edebilmek için uğraşma sırasında bir güzele âşık oldum. Aşkım gittikçe alev­lendi, bütün gönlümü onun hayali doldurdu ve öyle oldu ki, hat­tâ Mevlânâ hazretlerine rabıta ve yönelişim bile mahvolup gitti. O aşk ve hevese düşüp Mevlânâ Hazretlerine devamı tamamiyle kestim. O sıfat ve hâl içinde mübarek huzurlarına varmaya utanç hissim mâni oluyordu. Vahşet ve dehşetim o dereceye vardı ki, Mevlânâ hazretlerini uzaktan görsem yüz geri edip kaçmaktan başka çarem kalmadı. Gerçi bu vaziyetten mahcub ve nefsime

kızgındım; fakat kendimi kaptırdığım boyunduruktan kurtulamıyordum. Uçurum beni çektikçe çekiyor ve ben ıstırabımı ancak büsbütün düşmekle gidermeğe bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bir gün Mevlânâ hazretleriyle sokakta yüz yüze geliver­dim. Kaçamadım. Başım, önüme eğik, emirlerini bekledim. Hacaletten kan terliyordum. Mübarek ellerini göğsüme değdirip Mesnevîden bir beyit okudular :

ŞİİR

Senin yârın benim, ey halkadaki adam;

Gönül bağladığın yerden bir nefes ayrılma!

Ve bir bakışta, gönlümden, o güzelin muhabbetini silip süpürüverdiler.

*

Derlerdi ki:

— Pirimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin halka­larında bir genç vardı ki, riyazet, hâl ve aşk ifadesinde en ileri derecedeydi. O da benim gibi bir güzele tutulmuştu. Böylece bâ­tınında biriktirdiği kıymeti bir lâhzada o tarafa devretmişti. Al­tından ve neceften hediyemsi bir şey alıp o güzelin geçeceği yola bırakmış ve onu geçenlerden birinin almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilemeyecekti. Ben va­ziyeti öğrenince ona dedim ki : «Ne garip bir iş işlemektesin! Tür­lü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üstüne bırakıyorsun!. Bulsa, görse, alsa bile kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek... Bari bir şey yap ki, senden geldiğini bilsin!.» Gözyaşlariyle sarsı­larak cevap verdi : «Sen ne diyorsun?. Yaptığım işin tuhaflığını bilmiyor muyum ben? Bu işi yaparken karşılık beklemiyorum ve o hediyeden bana karşı minnet yükü altına girmesini istemiyo­rum!» Bu cevaptan titredim ve böyle bir muhabbetin ancak zatî muhabbetten bir işaret olduğunu anladım.

Derlerdi ki:

— Mevlânâ Hazretleri bana sordular : «Filân kimsenin ne halde olduğunu biliyor musun?.» Hâlini sordukları adam, uzak vilâyetlerden Herat'a ilim tahsiline gelmiş biriydi. Mevlânâ haz­retlerini gördükten sonra da tahsilini bırakıp Pîr'e kapılanmıştı. Her şeyden el çekmiş olarak bir medresedeki hücresinde oturu­yordu. Mevlânâ hazretlerinin yakınlariyle de düşüp kalkmayarak zamanının çoğunu bir kenarda susarak, düşünerek geçiriyor ve mahzun edasını hiç bozmuyordu. Mevlânâ hazretlerinin sualleri­ne şu cevabı verdim : «Sorduğunuz kişinin hâlini bilmiyorum. Fakat şu zandayım ki, daima batını bir uğraşma halindedir.» «Bir gün, git, onun hâlinden haber al! öğrenmeden de yanından ayrıl­ma!» Bu emir üzerine medreseye gidip o adamın hücresine var­dım. Uzun uzun hâlini gözden geçirdikten sonra dedim ki: «Siz neyle kendinizi oyalarsınız ki, daima bu tenha köşede oturur ve kimseyle düşüp kalkmazsınız?. Ahbab sohbetinden uzak ve sürü­sünden ayrılmış bir kuş gibi tek başınıza kalmanızın sebebi ne­dir?» Dedi ki : «Ben daimî gurbette bir insanım, insanlarla düşüp kalkmaya, hususiyle Mevlânâ hazretlerinin yakınları arasında gö­rülmeye kabiliyetim yok... Kendimi onlara lâyık görmediğim için zahmet vesilesi olmayayım diye uzak duruyorum.» Bu izaha kan­madım. «Sizin gârân ile ihtilâtınıza mâni bir sebep olmak lâzım!. Bana onu bildiriniz!» dedim. Dedi: «Bu ettiğiniz ne garip ısrar­dır! Niçin bana böyle abanıyorsunuz?» Dedim : «Ben buna Mev­lânâ Hazretleri tarafından memurum! Bana iç yüzünüzü belli et­medikçe sizin yanınızdan ayrılmamam» tenbihlendi : Bu sözüm üzerine niçin geldiğimi öğrenince tavrını değiştirdi, anlattı: «Bana acayip bir hâl oldu. Beyana, tâbire sığmaz bir hâl... Şu kadarını söyleyebilirim : Her yatsı namazından sonra hücreme gelip Hâcegân usulünce çalışmaya başlayınca, beni, nihayetsiz bir nur deni­zi kaplar. Bu deniz her yönünden beni kuşatır ve ben kendimden kaybolup sabaha kadar o hâl üzerinde kahrım. Gündüzleri ise o nurun safası içinde, hareketsiz, donarım. Benim devamlı hâlim

budur!» Bu anlatış bana çok tesir etti. Ta ruhuma nüfuz etti ve beni gayret ve gıptaya düşürdü. Mevlânâ hazretlerine göründü­ğüm zaman hiç bir sual karşısında kalmadım. Bana «öğrendin mi, ö kimsenin hâli neymiş?» diye sormadılar. Anladım ki, mak­satları bana bir örnek göstermek ve terbiyeleri altında ne insan­lar bulunduğunu belirtmektir. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazret­lerinin pederi Hâce Kulan hazretleri, o kimseye arada bir yiye­cek gönderirlermiş. O zât üç günde bir iftar eder ve elini yemeğe uzatırken tokmuş ve zorla yiyormuş gibi davranırmış. Nihayet bu taifeye hizmet ve ikramdan zevk alan bir zat, onun hâlini ha­ber almış ve ona her gün bir tepsi içinde lezzetli yemekler götü­rülmesi için bir çocuk tayin etmiş. Yemeğin gittiği ilk gün, o kim­se, çocuğu yanına oturtmuş ve ne getirdiyse hepsini ona yedir­miş. Çocuk boş tabaklarla eve dönünce de, efendisine : «O molla yemeğinizi zevkle yedi ve size dualar etti!» der ve hakikati gizlermiş.. Bu vaziyet hep böyle devam etmiş. Bir zaman sonra, ye­mekleri gönderen zat, hakikati anlamış, çocuğu dövmüş ve artık medreseye yemek göndermez olmuş...

*

Derlerdi ki:

— Babam Mevlânâ Hazretlerinin huzurundaydı. Ben de hiz­metlerine bakıyordum. Babam bana görülecek bir iş emretti. Mevlânâ hazretleri babama «O senin bildiğin çocuk değildir!» bu­yurdular. Sonra da ilâve ettiler : «Bahaeddin Nakşibend Hazretle­rinin babaları hasta olmuş. Hoca hazretleri hasta babalarına hiz­met etmeleri için iki derviş tayin etmişler... Fakat baba bu dervişlere sert ve dürüst davranmış ve kalblerini kırıcı muameleler­de bulunmuş. Şâh-ı Nakşibend hazretleri vaziyeti öğrenince ba­balarının yatağı başına gelip demişler : Peder, bu dervişler bize Hak rızası için hizmet ediyorlar! Hak isteklilerine saygı, sevgi ve hizmet asıl bizim vazifemiz! Niçin onlara sert ve acı davranıyorsunuz?. Babası cevap vermiş : Ben senin baban iken senden nasi­hat mı alacağım? Nakşibend hazretleri buyurmuşlar : Evet, ben­den nasihat alacaksınız! Siz benim surette babamsınız ama mâna­da babanız benim!. Siz beni surette terbiye ettiniz ama mânada sizi ben terbiye ediyorum! Hoca Hazretlerinin babaları, oğlundan bu sözü işitince susmuş ve dürüstlüğü bırakmış...» Mevlânâ haz­retleri bu sözleri söyleyince pederim son derece müteessir oldu ve artık bana hizmet emretmedi. Üstelik hürmet ve tazim gösterme­ğe başladı. Yolda giderken önüme geçmiyor ve benden ileriye adım atmak istemiyordu. Bu halden utanıyor, fakat ona mâni olamıyordum.

*

— Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ölüm döşeğine ilk girdikleri zaman bir Halveti Şeyhi bir müridiyle beraber kendile­rini ziyarete geldi. Biraz konuşulduktan sonra Halveti şeyhi, ken­di usullerince zikretmek için Mevlânâ'dan izin istedi. Mevlânâ Hazretleri «Gayet münasip olur!» cevabını verdiler. Onlar da usullerince açık zikre başladılar. Zikirden ve kısa bir murakabe­den sonra, şeyh, Mevlânâ hazretlerine sordu : «Siz seyyidmişsiniz, öyle mi?» Mevlânâ hazretleri tasdikle cevap verdiler. Şeyh dedi ki : «Siz, Allah Resûl'ünün neslinden olmak gibi bir şerefe malik bulunur ve bu nesebin gizlenmesi caiz olmazken, nasıl olu­yor da hayatınız boyunca seyyidliğinizi belli etmiyorsunuz?» Ce­vap verdiler : «Pederimin vefatından sonra ondan bir şecere ve neseb levhası kaldı. Onu, taraf taraf gezdirip benlik satmaya ve­sile ve seyyidlik izharına âlet etmemek için bir duvar kovuğuna yerleştirdim ve üzerini balçıkla sıvadım. Benden soran olmadık­ça söylememeğe karar verdim. Şimdiye kadar kimse sormadı, ben de söylemedim. Bugün siz sordunuz; gizlemedim. Olanı bildir­dim.» Ve şeyhe sordular : «Seyyid olup olmadığım sualini size sorduran sebep nedir?» Şeyh dedi ki : «Deminki zikirden sonra­ki murakabede Allah'ın sevgilisi tecelli ettiler ve buyurdular :

(Bizim oğlumuz Sadeddin, müridlerinden iki kişiyi bize eriştirip velilik makamına yükseltmişlerdir.) Sebep, bu!» Mevlânâ buna karşılık verdiler : «Müritlerin sayısını fazla söylemeleri lâzımdı!» O zaman şeyhin müridi cevap verdi : «Bizim şeyhin kulaklarında hafif bir ağırlık vardır, otuz ikiyi iki anlamıştır.» Mevlânâ Haz­retleri «Doğrusu senin dediğindir!» buyurarak müridin zekâ ve huzurunu takdir ettiler ve devam buyurdular : «Allah'ın inayetiyle yakınlarımızdan otuz iki kişi velilik mertebesine ulaşmıştır.» Mevlânâ hazretleri bu sözü söylerken o otuz iki kişi içinde bulu­nup bulunmadığını düşündüm. O zaman Mevlânâ Hazretleri ba­na bakıp gülümsediler, fakat «Sen de varsın!» veya «Yoksun!» demediler.

*

Mevlânâ Şemsüddin Muhammed Ruci Hazretleri Mekke'de mücaveretleri sırasında şeyh Abdülkebir hazretleriyle çok düşüp kalkmışlardır. Şeyh Abdülkebir daha evvel gördüğümüz gibi, dev­rinin nadir büyüklerindendir. Şeyh hazretleri Yemen'den Mek­ke'ye geldikleri zaman bir yıl yemek denilebilecek bir şey yeme­mişler, kanasıya su içmemişler, Kabe tavafından geri kalmamış­lar ve bütün bir sene, namazdaki teşehhüd yerinden başka bir oturma yerinde huzur duymamışlardır.

Derlerdi ki :

— Şeyh hazretlerinin meclislerine eriştiğim vakit orada ulu­lardan çok kişi gördüm. Ben arka sıralarda oturdum. Biraz sonra başlarını kaldırdılar, beni gördüler ve «Bu kimdir?» diye sordu­lar. Beni görmüş ve tanımış olanlardan birkaçı «Nakşı silsilesin­den bir kimsedir» cevabını verdiler. Pek hoşlandı ve «Güzel, gü­zel!. Onlar kurtulmuşlardan, sadıklardandır!» buyurdular. Düşün­meli ki, Şeyh hazretleri insan beğenmekte gayet hasis bir mizaç taşıyorlardı. Cüneyd ve Şiblî gibi büyüklerden bir şey nakledile­cek olsa, mizaçlarına uymadı mı, hemen tenkit ederler ve «soğuk söz, yanlış söz!» derlerdi. Bir gün şöyle buyurdular : «Benim bir babam vardı ki, su üzerinde yürür, havada uçardı, lâkin Tevhid kokusundan zerre alabilmiş değildi.» Bir gün de meclisleri kala­balık ve dinleyicileri vecd içinde kendilerini takip ederken, tepe­den inme şöyle dediler : «Allah gaibi âlim değildir!» Bu söz bir­denbire herkesi dehşete düşürdü. Açıkça şeriata aykırı bir sözdü bu. Ve hemen ilâve ettiler : «Çünkü Allah için gaip yoktur! Her şey ona nisbetle şehadet mertebesindedir. Ona göre gizli yoktur ki, gaip demek mümkün olsun... Eğer gaipten kast (mâdum - yok olan) demekse yoka ilim erişmez. Kur'andaki (gayb âlemi) tâbiri bize nisbetledir ki, Allah'a göre değil...» Şeyh hazretleri bu ince­liği izah ederken de asıl maksatlarından tenezzül etmişler ve her­kesin anlayabileceği tarzda konuşmuşlardı.

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Şemsüddin Muhammed Rucî hazretlerinin «Şeyh bu sözü söylerken asıl maksadından tenezzül etti» şeklin­deki tefsirini kendilerine sordum ve «asıl maksatları neydi?» di­ye işin sır noktasını öğrenmek istedim. Dediler ki: «Mutlak zât ve hüviyet mertebesinde bütün nisbet ve izafetler düşer. O mer­tebede (gayb âlemi) denilmez.

*

Derlerdi ki:

— Şeyh Hazretleri hayvan eti yemezlerdi. Şöyle izah eder­lerdi :

«Halkın hayvan etini yiyebilmesi bana acayip geliyor, insan, iki gözü olan, yüzüne nazar edilen ve hayat şevki içinde fıkırda­dığı görülen bir canlılığın boğazına nasıl bıçak saplayabilir? Ve nasıl oturur da onun etini iştihalı iştihalı yer?»

Bu kelâmdan anlaşılıyor ki, şeyh Âbdülkebir hazretleri o devrin «ebdal» zümresinden imişler.. Zira hayvan incitmemek,

öldürmemek ve etini yememek «ebdal» taifesine mahsustur. Şu sebepten ki, eşyaya hayatın nüfuz ve cereyanına ait müşahede o makamda galiptir.

*

Derlerdi ki :

Şeyh hazretleri dehr orucu tutarlardı, içinde «süneyk» de­dikleri macunumsu bir kurabiye ve tahta bir çanak bulunan da­ğarcıklarını iftar zamanı açarlar, «Süneyk» ten bir parça alırlar, onu zemzem suyu ile çanakta yumuşatırlar ve yerlerdi. Bütün yiyecekleri ertesi iftara kadar bundan ibaretti.

*

Derlerdi ki:

— Şeyh hazretlerinin sohbetlerinden ayrılıp Mısır'a geldi­ğim zaman öğrendim ki, oranın büyük şeyhlerinden biri, rüyasın­da, üstün velîlerden birinin, iki gözü kör olduktan sonra «kutup» ve «gavs» makamına erişeceğini görmüş... İki yıl «gavs» lık ma­kamında kalacak ve ondan sonra beka âlemine göçecek... Çok geçmeden Şeyh Âbdülkebir hazretlerinin iki gözünü birden kay­bettikleri haberini aldık. Gerçekten bu vaziyette iki yıl yaşadık­tan sonra vefat ettiler. Mübarek kabirleri Mekke'de meşhur ve gönül ehlince ziyaretgâhtır.

* Derlerdi ki:

— Hoca Muhammed Pârisâ hazretlerinin meclislerinde bu­lunmuş Hafız Kasgarî'den dinledim: «Hoca hazretlerinin huzurlarındaydık. Sükût halindeydiler. Sükûtları çok uzadı. Dayana­madım ve faydalanmamız, hisse almamız için bir söz söylemeleri­ni rica ettim. Dediler: (Sükûtumuzdan hisse almayan, sözümüzden de almaz!) «Bir gün de, bu yolun isteklisini Doğan kuşuna benzeten, onun yalnız bir kere uçmasını isteyen, ondan sonra bir av bulsun veya bulmasın, yerinde kalmasını tavsiye eden birine karşı şu karşılığı verdiler : (Evet, istekli Doğan kuşu gibi olmalı.. Lâkin uçmaya kalkmamalı ve bir kemik parçasına kanaat getir­meli!) Böyle dediler.» «Bir gün de (şu halk ne garip şeydir! Ya­rın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dü­nün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin..) buyurdular.»

*

ömürlerinin sonunda derlerdi ki:

— Otuz yıldan beri bende gaflete iktidar kalmamıştır. Ken­dimi bir an gaflete daldırayım desem başarabilmeye imkân bu­lamam.

*

Derlerdi ki:

— Benim hâlim su kuşuna benzer. O su kuşu ki, dilerse da­lar, dilerse su yüzünde durur.

Bu sözleriyle «Cem'-ül-cem» makamında bulunduklarına işaret ediyorlardı. O makam Hak ile halkı birlikte müşahede nok­tasıdır.

*

«Reşahat» sahibi :

— Kul, kendisinden fâni ve hakla baki olunca, Süphanî sı­fatlarla gerçekleşir ve ikinci vücut ile varlığa erer,. Ruhanî ve cismanî vücudun bütün mertebelerin' tasarrufu altına alır ve dai­ma celâl ve cemâl tecellileri içinde görünür. Hakkı, halkın ayna­sında, halkı da Hakkın yüzünde, birbirine perde olmaksızın gö­rür. Halk aynasında gördüğü Hakkın kemâli, Hakk'ın yüzünde gördüğü de halkın yokluğudur. Kulluk bakımından da o kimse­den daha âciz ve itaatlisi olamaz. Hakikatte ise Hakkanî sıfatlar­la gerçekleşmiş ve süphanî ahlâkla sıfatlanmış olduğu için ondan daha kudretlisi düşünülemez. Ve böyle bir tecellinin sahibi, dai­ma kendi kulluğuna ve yoksulluğuna ve Allah'ın uluhiyyet ve gannasına nazar eder. Böyle bir zât, zahirini şeriat, bâtınını da tarikat ve hakikatle bezemiştir; ve bütün mukaddes ölçüleri mu­hafaza makamında ve temkin üzerindedir. Fakat öyle bir an gelir ki, İlâhî sakiler elinden içtiği Tevhit şarabı onun aklım selbeder, ona kendisini ve dış dünyayı unutturur. Ve onun hakikatinden «Heme ost - her şey odur!» sesi gelmeğe başlar. Bu hâl, sâlikin yaratılış ciheti, yaratış cihetinde fanî olduğu ve harcanıp tükendiği zaman meydana gelir. Sâlik bütün varlıkları birlik denizin­de boğulmuş, erimiş ve tükenmiş görür ve o zaman lisanından şe­riata aykırı sözler döküldüğü duyulur. Mansur, Cüneyd ve Bayezid-i Bestamî'nin malûm sözleri gibi... Bunlar bu hâllerde akıl ve teklif dairesinin dışındadırlar. Bunların sözleri ve suretleri, Hazret-i Musa kıssasında vâki ağaç ve ateş sureti gibidir; ve o sözler söylenirken ortada Mansur, Cüneyd ve Bayezid mevcut değildir. Mümkünler âleminin karanlığı hakikat güneşi doğuncaya kadar­dır. «Hakikat geldi ve bâtıl gitti» ölçüsündeki hikmet... Bu bahis sonsuz bir derya gibi, varılmaz ve aşılmaz bir ummandır ve sözle anlatılır cinsten değildir.

*

Derlerdi ki:

— Şeyh Muhiddin-i Arabi Hazretleri buyurmuşlardır: «Ba­zı velîlere sıkı riyazetlerden sonra âlemin zuhurundaki sır göste­rilir. Ben bir gece Allah'tan bu mânanın tecellisini diledim. Ba­na öyle bir şey zahir oldu ki, beşerin sırtı o yükü çekemez. Mane­vî yükün tesiriyle maddî vücudum tuz-buz olmak üzereydi, Al­lah'tan o mânayı bundan gizlemesini niyaz ederek kurtuldum.»

Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rucî hazretleri, bu sözleri naklettikten sonra dediler ki:

— Beni kendi hâlime bıraksalar hiç ağzımı açmam! Benim söz söylemem sadece zaruret icabıdır.

*

Mevlânâ Hazretlerinin harikalarından :

Mevlânâ Hazretleri küçük bir çocuk iken babalarının deve­lerinden birine binerek onu sağa sola koşturmaya, oynatmaya başlıyor. Devecileri haşin ve huysuz bir adamdır ve o anda uzak­laşmış bulunduğu için Mevlânâ'nın deveye bindiğini görmemiş­tir. Gelince fenâ halde kızıyor ve deveye yapışıp, üstündekini dü­şünmeden onu öyle hiddetle çökertiyor ki, Mevlânâ yara bere içinde kalıyor. Annesi deveciyi paylıyor ve çocuğuna sövüp sa­yarak yaptığı bu işten ötürü onu şiddetle haşlıyor. Gece, deveci, ahırda, develerin yanında yatmaktadır. Aynı deve birdenbire kal­kıp devecinin yanma gidiyor ve onu tepelemeğe koyuluyor. De­vecinin feryadiyle uyanan ev halkı, bütün uğraşmalarına rağmen deveciyi kurtaramıyorlar. Herkes de, küçük Mevlânâ'nın o yaşta belirttiği esrarlı mâna karşısında derin derin düşünüyor.

*

Yapı işleriyle meşgul bir genç... Kendisini içki ve sefahate vermiş... Kötü arkadaşlarla düşüp kalkmakta... Yolun üstünde bir kere bina inşaa edilmektedir. Genç, ellerinde yapı âletleri, üstü başı çamur içinde, ayaklarını kemerden sarkıtarak çalışıyor. O sırada Mevlânâ Hazretleri kemerin altından geçmekteler... Genç, Mevlânâ'yı görünce hemen sarkıttığı ayaklarını çekerek, ayağa kalkıyor ve tazîm edici bir tavırla mübarek zâtın kemer al­tından geçmesini bekliyor. Bu hareket Mevlânâ hazretlerinin o kadar hoşuna gidiyor ki, nazarlarını tepedeki gence dikiyorlar ve ona uzun uzun, derin derin bakıyorlar... Ve geçiyorlar... Genç, yıldırımla vurulmuş gibi... O vaziyette, üstü başı toz, toprak ve çamur içinde, Mevlânâ'nın peşine düşüyor. Camide Mevlânâ'yı yakalıyor ve huzurunda baş eğiyor. Artık ne içki, ne sefahat, ne serserilik, ne bir şey... Mevlânâ'nın bir bakışiyle avlanmış ve büyük kurtuluş, ilâhî marifet yoluna girmiştir.

*

Camide, yakınlariyle bir arada oturmaktalar. Halkadan biri, içinden şunları geçirmekte :

— Velîler, el attıkları insanların bâtınlarını tasarruf eder­lermiş... Bunu bilmiyorum, fakat eserini Mevlânâ hazretlerinde göremiyorum. Her halde kusur onda değil, bizim istidatsızlığımızda, tasarruf kabul etmeyişimizde...

O anda, bunları düşünenin içinde bir hareket başlıyor. San­ki kalbini cımbızla tutmuş çekmektedirler. Başını kaldırıp bakı­yor... Mevlânâ hazretlerinin gözleri kendisine dikilmiş.. Derin bir lezzetle karışık öyle bir acı duyuyor ki, yere yıkılıyor ve kendi­sinden geçmiş, o vaziyette saatlerce kalıyor.

(NOT: Necip Fazıl'ın «Büyük Kapı» isimli eserinde, bu hâlin kendi başından nasıl geçtiği yazılıdır.)

*

«Reşahat» sahibi, Mevlânâ hazretlerinin arkasında namaz kılarken, onun, ağırlıklarını sağ ayaklarına verdiklerine ve âdeta sollarını hareketsiz bıraktıklarına dikkat ediyor ve bu hâlin na­maz âdabına uygun düşmemesinden taaccüb ediyor. Bu taaccü­bün cevabı, namazdan sonra, sorulmadan kendisine veriliyor : Mevlânâ hazretleri, çocukluklarında sol ayaklarından bir donma tehlikesi geçirmişlerdir ve arızası baki kalmıştır.

*

Yine «Reşahat» sahibi, rüyada Mevlânâ'yı iki gözü yumulu görüyor. Fenâ halde müteessir, uyanıyor. Bir türlü tâbir edeme­diği bu rüyanın delâletini anlamak üzere Mevlânâ hazretlerine gidiyor. Fakat sormaya cesareti yoktur ve tâbirin kendi kendisi­ne Mevlânâ hazretlerinden gelmesini beklemektedir. Saatler ge­çiyor, Mevlânâ hazretleri oralı olmuyorlar. Nihayet birdenbire sır çözülüyor. Mevlânâ hazretleri diyorlar ki :

— insanın bir gözü dünya âlemine, öbür gözü de melekler âlemine karşıdır. Rüyada sol gözü yumulu olan dünya âlemini görmüyor ve melekler âlemine dalmış bulunuyor demektir. Sağ gözü yumulu olan da aksi... Melekler âlemini görmüyor ve dün­yaya bağlı kalıyor. Bunlardan birincisi, orta derecedekilere, ikin­cisi de aşağı tabakaya göre... Bir de en üst bir derece var ki, on­da iki gözün birden yumulu olması gerekir. Ne dünya, ne melek­ler âlemine bakan, sadece ceberrut ve lâhut âlemine göz diken bü­yüklerin hâli...

*

Sene 904... Ramazanın on altıncı günü. Mevlânâ hazretleri son nefeslerini verdiler. Hastalıkları kırk gün kadar devam etti.

Vefatlarından bir gün evvel «Reşahat» sahibi Şeyh Saffettin huzurlarındadır.

Anlatsın :

— Bu fakire iltifat edip buyurdular ki : «Sen bizim pirimiz Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin evlâtlığına girdin. Artık kimse sana el eriştiremez. Artık onların himaye kucaklarında rahat ve saadete ulaşabilirsin!. Gönlünü hoş tut ki, muradın yerine gelmiş­tir!» Ve etmedikleri nevaziş ve ihsan bırakmadılar. O sırada ya­kınlardan biri sordu : «Sizden sonra kime yönelmemiz lâzımdır?» dediler : «Kime meyliniz ve itikadınız varsa ona...» Yine sordu­lar: «Yine size teveccüh etmekte devam etsek nasıl olur?» Buyur­dular : «Zararlı olmaz!» Ve devam ettiler : «O kimseler ki taay­yün etmişlerdir, bir hâlden bir hâle, bir sıfattan bir sıfata intikâl ederler.» Ben bu sözden şunu anladım ki, (o kimseler velayet ve irşâd makamında taayyün etmişlerdir; ahrete geçtikleri zaman da Allah'ın velîleri ölmez, bir evden bir eve intikâl ederler) ölçüsü gereğince hâl ve sıfat değiştirirler ve bu değişiklik onların feyiz vermekte devam etmelerine mâni değildir. Hattâ ahrete intikâl, onların feyiz verme kudretlerini arttırır. Zira beşeriyet vücudun­dan sıyrılmış olmaları o vücudun arıza ve engellerinden kendile­rini uzaklaştırmış ve artık tesirlerine hiç bir mâni kalmamıştır. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rumî hazretlerinin mahdumları Sul­tan Veled hazretleri vefatı sıralarında demiştir ki : «Ruhumun bedenimden ayrılışından gam çekmeyiniz! Ümidinizi de hiç kay­betmeyiniz! Düşünün ki, kılıcın iş görebilmesi için kınından sıy­rılması lâzımdır!» O sırada biri, Mevlânâ Şenıseddin Muhammed Rucî hazretlerine murakabeyi sordu : «Murakabe usulü nedir?» Cevap verdiler : «Murakabede bizim usulümüz gayet nâdir ve güzeldir. Ama güç... Siz yine nefs ve ispat ile meşgul olunuz! inandığınız ve bağlandığınız hakikât, haktır ve ona ulaşmak ge­rektir.» Biraz sonra, dalgın dalgın buyurdular : «Şimdi bizim se­simiz Allah, Allah...» Fakir, Mevlânâ Hazretlerinin bu sözlerini Mevlânâ Abdülgafur'a söyledim. Dedi ki : «Eğer bu sözü kendi­lerinin sıhhatinde işitseydim varıp eteklerine yapışır ve hizmetle­rine girerdim.» Ve sohbetlerini kaçırmış olmaktan eseflerini bil­dirdi. Mevlânâ hazretleri, bir gün sonra (16 Ramazan) sabah vak­ti bir parça temiz toprak getirtip teyemmüm ettiler ve sabah na­mazım işaretle kıldılar. Güneş doğduktan sonra da nefes alıp vermeleri sıklaştı. Nefeslerinden «Allah, Allah» mânası geliyordu. Son dakikaya kadar şuurlarını kaybetmediler. Gönüllerini sımsı­kı «Hâcegân» nisbetine perçinlemekle uğraştıkları belliydi. O sı­rada içeriye, tarikat sırlarından gafil bir insan girip yüksek sesle Tevhid Kelimesini tekrarlamaya başladı. Mevlânâ hazretleri mü­barek elleriyle işaret edip bu adamı Tevhid Kelimesini tekrarla­maktan alakoydular. Mevlânâ Abdülgafur da hazırdı. Adama işaret edip yavaş sesle «Allah, Allah de, o kadar!» diye ihtar etti­ler. Mevlânâ hazretleri de kirpikleriyle bu ihtarı doğruladılar, tasdik ettiklerini anlattılar. Adamcağız yüksek sesle : «Allah, Al­lah» demeğe başladı. Nefy ve ispat değil, mücerret ve mutlak is­pat makamı olan o anda, Mevlânâ hazretleri, gönüllerinden gelen «Allah» sesiyle ruhlarını teslim ettiler. Ramazanın on yedinci gü­nü cenazeleri şehir dışındaki bayram yeri sahasına götürüldü Şehrin içinden, dışından ve uzak yakın her taraftan akın akın in­san geldi. Namazları böylece derya misali bir kalabalıkla kılın­dıktan sonra Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin nurlu ka­birleri yanına defnedildiler. Fakat iki ay sonra yakınlarından bir­kaçının ısrarı ile mübarek cesetleri oradan alındı ve Hoca Abdul­lah Ensarî hazretlerinin mezarı civarında kendileri için hazırlat­tıkları yere nakledildi. Haklarında mersiye yazan, tarih düşüren ve yüksek faziletlerini öven bir çok insan...

Hoca Ubeydullah Taşkendî

 

FASIL

Hoca Ubeydullah Taşkendî etrafında

İZAH

BURAYA kadar Nakşibendî silsilesi azizlerinin menkıbele­rini takip ettik. Bundan sonra, başta kaydedildiği gibi, Hoca Ubey­dullah Taşkendî Hazretleri, babaları, oğulları ve yakınları üze­rinde duracak ve onların faziletlerini, şemailini, maarif ve kera­metlerini anlatacağız. Böylece bahsimizin merkez noktasına gel­miş bulunuyoruz.

Bu fakir (eserin sahibi Şeyh Safiyüddin), hoca Ubeydullah Taşkendî Hazretlerinden vasıtasız olarak dinlediklerini, Emîr Abdülevvel ve Mevlânâ Mehmed kaadi hazretlerinden dinlediklerini kesin olarak belirtmeği emanet borcu sayar ve onu yerine getir­meği en aziz vazife bilir.

HOCA MUHAMMED-ÜN-NAMİ

Hoca hazretlerinin büyük babalarının büyük babası... Aslı Bağdat'tan... Bazıları Harizem'dendir demişler. Şafiî âlimlerin­den Ebubekir Muhammed ibn îsmail Şâşî hazretlerinin müridlerinden... Şeyh Ebubekir hayatını üçe bölüp bir yılım kâfirlerle gazaya, bir yılını şeriat ve tarikat meşguliyetine, bir yılını da hacce ve mübarek topraklarda oturmaya hasredermiş. O sırada Bağ­dat eşrafından Hoca Muhammed Nâmî, Bağdat'a gelen Şeyh haz­retlerinin müritleri arasına katılıyor ve Şeyhe sevgisinden, çoluğunu çocuğunu toparlayıp onunla beraber Şâşî'ye geliyor ve ölün­ceye kadar orada, şeyhin hizmetinde kalıyor.

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri, başlangıçta, Şaş vilâ­yetinde bulundukları zaman Şeyh Ebubekir'in kabrini sık sık zi­yaret ederlermiş.

Buyururlarmış ki :

— Şeyh hazretlerinin ruhaniyeti gayet kuvvetli, devamlı ve yardımcıdır.

ŞEYH ÖMER BAĞlSTANİ

Hoca hazretlerinin ana tarafından büyük babalarının babası. Taşkend köylerinden Bağistan isimli bir dağ köyünde doğmuş. Nesebi on altı vasıta ile Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah'a varı­yor. Tarikatte de nesepleri, basamak basamak, Ebubekir Nessaz ve Ebulkasım Gürgânî'ye kadar dayanıyor. 93 yıl yaşamışlar. Otuz yaşlarında cezbeye erişip altmış üç yıl kemâl yolunda yürü­müşler...

Derlermiş ki:

— Ben Allah Resûl'ünün kalbleri üzerindeyim. Bunda hiç şüphem yok. Allah Resûl'ünün ömürleri nasıl 63 yıl ise benim de hakikî hayatım olan cezbeden sonraki ömrüm 63 yıl olacaktır.

Vefatları 698 de... Kabirleri Tebriz'de...

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî:

— Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinin sohbetindeydim. Ba­na hangi vilâyetten olduğumu sordular. Şaş vüâyetinden olduğu­mu söyledim. «Şeyh Ömer Bağistanî ile akrabalığın var mı?» di-

ye sual ettiler. Bana şeyhin akrabası olduğumu söylemek hoş gel­mediği için «babalarımız onun mürit ve bağlılarından imişler» di­ye cevap verdim. Dediler ki : «Hoca Bahaeddin Nakşibend haz­retleri onların yolunu beğenir ve cezbeyle şeriati bir arada mu­hafaza ettiklerini söylerdi. Bu tarif gayet incedir. Zira cezbenin istilâsından sonra şeriati muhafaza edebilmek çok zordur. Cezbe ehlinin çoğu bunu beceremez. Şeyh Ömer, kuvvetli bir zât idi­ler.»

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi :

— Şeyh Ömer, oğluna buyururlarmış ki: «Oğlum, molla ol­ma, sofî olma, şu olma, bu olma, Müslüman ol!

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi:

— Biri uzaklardan şeyh Ömer hazretlerine, tarikat telkini almaya gelmiş... Şeyh sormuş : «Sizin memleketinizde mescit var mıdır?» «Var!» «Müslümanlık hükümlerini biliyor musun?» «Bi­liyorum!» «Ya ne diye zahmet edip buralara kadar gelmiş bulu­nuyorsun?»

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi:

— Şeyh Ömer buyurmuşlar : «Biz müridin kalbini boşaltı­rız, orada ahadiyet istikametinden başka yön bırakmayız! Ama bütün bunları yaparız!»

ŞEYH HAVEND TAHUR

Şeyh Ömer Bağistanî hazretlerinin oğlu... Dış ve iç ilimler­de çok yüksek... Babasının talîm ve terbiyesiyle Allah ehlinin yüksek tabakalarına ulaşmış.

Türkistan'a gidip orada Hoca Ahmet Yesevî hanedanı bü­yüklerinden Tenkûz Şeyh ile sohbet ediyor. Tenkûz şeyhin evine inince, Şeyh, eliyle yemek pişirmeğe koyuluyor. Şeyhin öyle bir zevcesi varmış ki, ev işlerini görmekten hoşlanmaz ve zaten bil­mezmiş. Bütün ev işlerini de Şeyh görürmüş... Tam yemek hazır­lanırken, odunları alevlendirmek için Şeyh, yüzünü ateşe yaklaş­tırıp üflerken kadın birdenbire içeriye giriyor ve şeyhin arkası­na bir tekme attığı gibi şeyhin kafası kül ve korlara bulanıyor. Şeyh başını kaldın yor ve yüzünü sildikten sonra işine devam edi­yor... Hiç ses çıkarmıyor ve şeyh Hâvend Tahûr hazretlerinin bü­tün suallerini cevaplandırıp müşküllerini çözüyor.

*

Şeyh Hâvend Tahûr hazretleri, Şeyh Tenkûz veya Tenkûz Şeyh ile sohbet ederlerken ona sormuşlar :

— Siz ki, bütün suallerimizi cevaplandırdınız ye müşkülle­rimizi çözdünüz, bunca kemâllerinize rağmen zevcenizin cefasına nasıl tahammül ediyor ve yaptığı edep dışı hareketleri nasıl olup da mukabelesiz bırakıyorsunuz?

Şu cevabı almışlar:

— Bizde bu kadar ilim ve hâl meydana gelmesine sebep, dünya cefasına tahammül etmemizden başka bir şey değildir.

*

Şeyh Hâvend Tahûr'un hizmetinde bir şahıs varmış ki, şeyh onun tavır ve yolunu beğenmezmiş. Hattâ defalarla onu defetmek tecrübesinde bulunmuşlar. Fakat herif kabalık edip anlamamazlıktan gelir ve Şeyhten ayrılmazmış. Hattâ Türkistan seferinde Şeyhe refakat bile etmiş. Tenkûz Şeyh onu görünce demiş ki: «Bu adam yaramaz bir kimsedir, sizin sohbetinize lâyık değildir! Yarın veda zamanı ben ona öyle bir hediye vereceğim ki, kendisi­nin ne mal olduğunu hemen anlayacaksınız!» Şeyh Hâvend ile mahut adam kendisine veda ederken, Şeyh, hediye vermekten bahsettiği yaramaz insana bir def uzatmış :

— Buyurun hediyeniz!

— Ben böyle bir çalgı âletini kabul edemem!

— Şeyhin hediyesi kabul edilir. Hikmetini sonra anlarsınız!

Dönüşlerinde yol ikiye ayrılıyor : Biri Hârizem, öbürü Bu­hara tarafına... Şeyh Hüdâvend yaramaz adama diyor ki :

— Bu noktada ayrılmak lâzım. Siz Harizem'e ben Buhara'ya... Şeyh Tenkûz hazretlerinin size lâyık gördükleri hediyedeki mâna şudur ki, sizin etrafınızda akılsızlar güruhu toplansa gerek­tir. Def sesine koşanlar cinsinden bir güruh.

Aynen dedikleri gibi olmuş...

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi :

Şeyh Hâvend Tahûr hazretlerinin tasavvuf bahsinde çok eserleri vardır. Bir eserinde şunlar yazılıdır : «Tevhid, ibadette, teni şehvetlerden, kullukta da gönlü boş fikirlerden kurtarmak­tır. Yoksa Allah ve Hakk birdir ve mutlak biri Tevhid (bir olarak mutlak idrak) muhaldir.

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi :

— Şeyh Hâvend hazretleri buyurmuşlar : «Şeriatte Tevhid Hakka bir demek ve Hakkı birlemektir, tarîkatte ise gönlü Hak­kın gayrinden ayırmak...» Yine buyurmuşlar : «Gönlünü düş­mandan ayıramayanlar dostu istemeğe ne hakkı vardır?» Şeyh hazretlerinin nazm yoluyle söylenmiş nice hikmetleri vardır.

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi hazretleri, büyük babalarının ba­bası Şeyh Hâvend Tahûr hazretlerinin şiirlerini dillerinden düşürmezlerdi.

HOCA DAVUD

Şeyh Hâvend Tahûr hazretlerinin oğlu... Yani Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin anneden büyük babaları... Valideleri, ba­baları cihetinden Şerife (Allah Resûl'ünün soyundan gelen kadın) imiş. Şeyh Hüdavend hazretlerinin valideleri de öyle...

Hoca Davud, keramet ve harika işlerden yana meşhur..

*

Hoca Muhammed Pârisâ hazretleri Hicaz seferleri için isti­hare etmeleri ricasiyle Hoca Davud'a bir adam gönderiyor. Hoca Davud, adama, bir tilki kürküyle bir kazma kürek veriyor bunla­rı Hoca Muhammed Pârisa'ya gönderiyor. Bunları götüren adam, havanın sıcaklığına bakarak «Bu sıcakta kürk, ne garip hediye!» diye düşünüyor ve sonra «Evliyanın işinde elbette bir hikmet ol­sa gerek!» diye teselli buluyor. Hoca Muhammed Pârisâ hazretle­ri hediyeleri görünce «bunlarda mâna vardır, yanımızdan ayır­mayalım!» buyuruyorlar. Yolda öyle bir soğuk çıkıyor ki, o kürk olmasa Hoca hazretlerinin donmaları gerekiyor. Medine'de ve­fatlarında da kabirlerini o kazma ve kürekle kazıyorlar.

Vefatı hicretin 762 sinde... O tarihte Hoca Ubeydullah Taşkendi hazretleri yedi yaşında...

ABRlZ BABA

Şeyh Ömer Bağistânî hazretlerinin ileri gelen ashabından... Gayet kuvvetli cezbesi varmış.

Ona sormuşlar :

— Size niçin Abrîz (su döken) demişler? Cevap vermiş :

— Ezel gününde Allah, Âdem'i yoğurduğu zaman üzerine su döken bendim!

Baba  hazretleri,   cezbesinin  başında  bir  yol  kenarına  çekilir ve çerçöpten bir yay ve ok yapıp kime atsa onu yere düşü-rürmüş...

Baba hazretlerinin bir sığırı varmış ki, onu bazan yük işle­rinde kullanırlarmış. Sığırı hediye olarak Şeyh Ömer hazretleri­ne göndermişler. Şeyh hazretleri ile Baba hazretlerinin oturduk­ları yerler arasında fersahlarca mesafe varmış. Sığır, yanına kim­seyi sokmadan, adamsız ve güdücüsüz, bütün o mesafeyi aşarak Şeyhe varmış.

Cezbe ve kerametleriyle etrafına ün salmış Allah âşığı..

*

ŞEYH BÜRHANÜDDlN ABEİZ

Baba Abrîz hazretlerinin evlâdından... O da cezbede çok kuvvetli... Bâb-ı Mâçin hazretlerinin mür idler inden... Bâb-ı Mâçin, Mâçin taraflarından Şâş'a gelip Semerkant'da oturan bir ulu kişi...

Hoca Ubeydullah Taşkendi:

— Seyyid Kaasım Tebrizî hazretleri Semerkant'a ilk geliş­lerinde, şeyh Bürhanüddin kendilerini görmeğe gitmiş.. Seyyid Kaasım, bağdaş kurarak oturuyorlarmış. Bu hâl, şeyh Bürhanüddin'e hoş gelmemiş. Demişler ki: «Siz şeyh iken bağdaş kurup oturursanız müridlerinizin horul horul uyumaları icap eder.» Ve daha, ileri lâflar etmişler. Seyyid'in etrafı bu tenkide öfkelenmiş ve şeyh Bürhanüddin'e çatmaya başlamış. Şeyh aldırmamış ve Seyyid dizleri üstüne oturuncaya kadar ihtarlarında devam etmiş. Biraz sonra Seyyid, taharet için dışarıya çıkınca şeyhe çatan kim­seler onu sîgaya çekmişler... Kendisine tevhid ve şeriat meselele­rinden sual üstüne sual sormaya davranmışlar. Şeyh onlara demiş ki: «Ben- bunları bilmem; benim bildiğim bir şey varsa o da Seyyid hazretlerinin üç gün sonra bahçivanını kaybedeceği ve on­dan sonra da kendisine felç geleceğidir.» Şeyh bu söz üzerine kal­kıp gitmiş. Taharetten dönen Seyyid vaziyeti öğrenince, Şeyhe Çattıkları için müridlerini azarlamış. Gerçekten, üç gün sonra bahçivan ölmüş, Seyyid Kaasım ise    havanın sıcaklığından biraz serinlemek üzere girdiği buzhaneden inmeli olarak çıkmış..

Bu hâdiseden sonra Seyyid hazretlerinin Şeyh Bürhanüd-din'e inanç ve bağlılığı artmış. Sık sık kendisine hediyeler gönde­rir olmuşlar.

*

Hoca Ubeydullah Taşkendi :

— Seyyid hazretleri Semerkant'a ikinci gelişlerinde huzur­larına şeyh Bürhanüddin'i ben çıkardım. Evvelâ tanıyamadılar. Anlattım, fiildiler ve kendileriyle tekrar el sıkışıp ağladılar. De­diler ki: «Sizin hâlinizi soruyor, fakat cevap alamıyorduk. Hamdolsun ki, sizi hayatta buldum!» Seyyid hazretleri, şeyh Bürhanüddin'den bir tokat yemişlerdi.

ŞEYH EBUSAİD ABRİZ

Yine Baba Abrîz evlâdından... işi gücü tövbe ve istiğfar. Hoca Ubeydullah Taşkendi:

— İstiğfar dille edilen değildir, istiğfar, kulun, bütün sözle­rini ve hareketlerini istiğfarı gerektirir bilmesidir. Bir toplulu­ğun içinde istiğfar oldukça belâ üzerlerinden kalkar.

894 yılında vefat ettiler.

ŞEYH BAHŞİŞ

Şeyh Ömer Bağistanî dervişlerinden...    Büyük cezbe sahibi ve şeriat koruyucusu. Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri, on­dan nasip almış ve bir âşığı misal göstererek Şeyh Bahşiş'i methederler.

MEVLANA TACÜDDİN BERGAMÎ

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin cedleri arasında.

Hoca Muhammed Pârisâ hazretleri  «Yasin»  tefsirinin başına şöyle yazmışlardır :

— Mevlânâ Tacüddin Bergamî buyurmuşlardır ki «Tilâvet kalb hazır bulunarak olmalıdır. Erlerde haşmet, yasaklarda korku, kıssalarda ibret, müjdelerde ferah hissederek..»

HOCA İBRAHİM ŞAŞl

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin dayısı.. Âlim, fadıl, arif ve kâmil bir kimse... Alâeddin Attâr hazretlerinden nisbet almışlar...

Hoca Ubeydullah Taşkendî :

— Bir gün dayım Hoca İbrahim'i büyük bir hâl içinde gör­düm. Tenhalarda bir şiir okuyup geziyordu :

ŞİİR

Ayrılık az olsa da can ona dayanamaz.

Göze kirpik kaçsa cefasına tahammül edilmez.

HOCA İMADÜLMÜLK

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin enişteleri... Hoca Ubeydullah Taşkendî:

— Hoca İmadülmülk benim büyük babamı görmeğe Taş-kend'e gelmişlerdi. Bizde misafirdiler. Gecenin büyük kısmı geç­miş ve hizmetçiler uykuya varmıştı. Ben, küçük bir çocuk ile be­raber yanlarında kalmıştım. Ben o kadar küçüktüm ki, çoktan ya­tağıma çekilmem lâzımdı. Büyük babam ile Hoca İmadüddin haz­retleri, benim bu umulmaz alâkamdan hayretteydiler. Onlar bir­biriyle sohbet ediyorlardı, ben de uzaktan dinliyordum. Hoca İmadüddin buyurdular : «istikamet, her türlü hâl ve kerametten üstündür!»

*

Mevlânâ Misafir isimli bir Türk şeyhi varmış. Hoca Ubeydullah hazretleri başlangıçlarında onunla sohbet ederlermiş. Bir aralık aynı hücrede beraber kalmışlar. Bir zaman sonra Mevlânâ Misafir Şâş'a gelmiş. Yine Hoca Ubeydullah hazretleriyle buluş­muşlar. O sırada Hoca Imamüddin yanlarına gelip Hocadan tari­kat yolunda kendisine rehberlik etmelerini istiyor. Hoca Ubeydul­lah hazretleri de şöyle mukabele ediyor : «önce manevî vücut sa­hibi olmaya bakın da size ondan sonra tarîkati telkin edelim!» Ve Hoca Imadülmülk'e üç gün mühlet veriyorlar.

Hoca Ubeydullah Taşkendî:      ..

— Üç gün gördüm ki, hoca İmadüddin bizi gördü ve hiç ora­lı olmadı. Ben de oralı olmadım. Mevlânâ Misafire «Niçin mane­vî vücut bizde vardır demediler?» diye sordum. Bu defa Mevlâ­nâ Misafir «Manevî vücut ne demektir?» demez mi?.. Anladım ki, kendisinin bu ıstılahtan haberi yok. Ona, «Manevî vücut, mane­vî vücuda istekli olmaktır» dedim.

*

Tasavvuf ehlinin lisanında «Manevî vücut» ikinci defa doğuş demektir. Bu, sâlikin maddenin cenderesinden ve beşeriyet bağ­larından sıyrılışı, kurtuluşu.. Nitekim Hazret-i îsa «îki kere doğ­mayan, semaların melekût âlemine giremez!» buyurmuştur. El­bette ki manevî vücut ile gerçekleşen bir insanın ayrıca tarikat istemesine ihtiyaç kalmaz, fakat Hoca hazretlerinin buyurdukla­rı noktada «Manevî vücut» sadece bu ihtiyacı hissetmek ve ona tâlib olmak manasınadır. «Manevî vücut» demelerinin sebebi odur ki, böyle bir dileğin ışığı kalbe düşmedikçe zaten insanda istek doğmaz.

HOCA ŞAHABEDDİN ŞAŞI

Hoca Ubeydullah hazretlerinin büyük babalan.. Büyük ke­rametleri var. Deliler ve meczuplarla sohbet etmekten çok haz edermiş. Kâh ziraat ve kâh ticaretle uğraşırmış. Ticaret için eğreliyle sefere çıkar ve yanına arkadaş almazmış. Yolda eşkiyaya rastlayınca da yüksek sesle tanıdığı meczupları imdada çağırıırmış. Hoca Şehabeddin'in iki oğlu varmış ki biri Hoca Muhammed, öbürü Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin babaları Hoca Mahmud..

*

Vefatına yakın oğlu Hoca Muhammed'i çağırıyor :

— Oğullarını getir de onlara veda edeyim..

Hoca Muhammed, îshak ve Mesut isimli iki oğlunu, büyük babalarının yatağı başına getiriyor. Hoca Şahabeddin onları ok­şuyor ve diyor ki:

— Oğlum Muhammedi. Senin oğulların çok perişanlık çeke­cekler ve başıboş yaşayacaklar. Buna da sebep Mesut Hoca ola­cak ve Ishak'ı baştan o çıkaracak!.

Sonra da aynı emri Hoca Mahmud'a veriyorlar. O da, o za­man bebeklik çağında bulunan Hoca Ubeydullah hazretlerini bir hırkaya sarıp büyük babasının kucağına uzatıyor. Büyük baba ço­cuğa uzun uzun baktıktan sonra, yatağından doğrulmak ister gibi bir hareket yapıyor :

— Beni kaldırın!

Kaldırıyorlar. Hoca hazretleri, Ubeydullah hazretlerini ku­caklarına alıp yüzünü yüzüne sürüp ağlamaya başlıyor :

— İşte benim istediğim oğul budur! Yazık ki, onun zuhuru zamanında hayatta olmayacağım! Onun âlemde tasarruflarım gö­remeyeceğim! Yakında bu çocuk dünya çapına erişecek, şeriata yol ve tarikata ışık verecek, cihan padişahları onun fermanlarına boyun eğecek ve bundan zuhur eden fevkalâdelikler geçmiş şeyh­lerin büyüklerinden de zuhur etmemiş olacak...

Ve bir kere daha yüzünü çocuğun yüzüne sürüp oğluna şu vasiyette bulunuyor:

— Benim bu torunumu iyi gözetin!. Terbiyesini gereği gibi yerine getirin!.

HOCA MUHAMMED ŞÂŞİ

Hoca Şahabeddin'in baba bir kardeşi. Hoca Şahabeddin onun hakkında şöyle diyor :

— Velilik tavrında yükseğe ermiştiler. Cezbeleri ve hâlleri kuvvetliydi. Birbirimizin muradını tek kelime sarf etmeden an­lardık. Biraderim o civarın hükümet büyüklerinden birinin hedi­yesini kabul etmemişti. Nihayet ısrar üzerine hediyeyi kabul edince, birdenbire, aramızdaki bu vasıtasız anlaşma kabiliyeti kayboldu.

HOCA MAHMUD ŞÂŞİ

Hoca Şehabeddin'in küçük oğlu ve Hoca Ubeydullah hazret­lerinin babası... Oğluna ilk defa tasavvuf ve evliya menkıbeleri hakkında bir risale yazmasını tavsiye ediyor. Hoca hazretleri de yazıyor. Risalenin başında şu satırlar :

«— Bu fakirin pederi, bize güvendikleri için bir risale yaz­mamızı emrettiler, öyle bir risale ki, onunla amel etmek ve on­dan vicdanî bir zevk devşirmek mümkün olsun. Nitekim Allah'ın Resûl'ü buyurdular : «Bildiği işlerle amel edene, Allah, bilmedik­lerini de öğretir.» Allah'ın feyzini bana eriştirme yolunda ilk va­sıta babam olmuştur.»

*

Hoca Ubeydullah hazretleri ana rahmine düşmeden evvel Hoca Mahmud Şâşî hazretlerine kuvvetli bir cezbe çökmüş.. Ve Hoca Mahmud, o sırada türlü riyazet ve eziyetlere göğüs gererek, az konuşmak, az yemek, az uyumak, insanlarla az düşüp kalkmak ve çok zikir etmek gibi sıkı bir nefs inzibatî içinde dört ay geçir­mişler... Bu sırada Hoca Ubeydullah hazretleri ana rahmine düş­müş, yük de, babalan Hoca Mahmud Şâşî hazretlerinden kalk­mış.

HOCA UBEYDULLAH HAZRETLERİNİN DOĞUMLARI VE ÇOCUKLUKLARI:

Doğum tarihleri 806 Ramazanı. Anneleri nifastan taharetle­nip gusl abdesti alıncaya kadar 40 gün süt emmiyorlar.

Kendileri buyuruyor :

— Bir yaşıma girdiğim zaman başımı tıraş etmek istemiş­ler. İşte tam bu toplantı sırasında Emîr Timur'un ölümü haberi yayılıyor ve davetliler hazırlanmış yemeklere el sürmeden, kor­kularından dağlara kaçıyorlar.

*

Hoca hazretlerinin çocukluğunda aileleri Bağistan'daymış. Çocuk yüzlerinde öyle bir aydınlık, nur ifadesi varmış ki, gören­ler kendilerine gönül verirler ve istikballeri bakımından dualar ederlermiş. En küçük yaşlarında bile dillerinden «Allah» kelime­si düşmez ve fikirleri hep Allah ile olurmuş.

*

Kendileri buyuruyor :

— Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm daima Allah ileydi. Herkesi de benim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü kırdan ge­çerken ayağım çamura battı. Onu kurtarmaya çalışırken eteğimi de kaptırdım. O sırada bana bir gaflet çöktü. Bu işle uğraşırken Allah'ı anmaktan uzaklaştığım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç çift sürüyordu. «Bak, bu genç bunca eziyet içinde Allah'ı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden onu nasıl unutuyorsun?» diye kendime çattım ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben o zaman herkesi ken­dim gibi sanıyor ve her an Allah'ı anmakta biliyordum. Bulûğ yaşına erinceye kadar Allah'tan gafiller bulunduğunu anlayama­mıştım. Zannediyordum ki, Allah, herkesi, kendisini düşünmek için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allah'tan gafil olmamak, yalnız bazı kullara mahsus ilâhî bir inayet imiş. Ancak riyazet ve nefs mücahedesiyle elde edilebilir, hattâ bazılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyetmiş.

*

Hoca hazretlerinin yeğenleri Hoca îshak anlatıyor :

— Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken Hoca hazretlerine aramıza katılmaları için, ne kadar ısrar göstersek gösterelim, ka­bul ettiremezdik. Oynar gibi görünüp bir kenarda dururlar ve kendi hâllerinde olurlardı.

Kendileri anlatıyor :

Çocukluğumda rüyada gördüm ki, şeyh Ebubekir Şâşî haz­retlerinin mezarı yanındayım. Ve mezarın eşiğinde îsa peygam­ber.. Hemen ayaklarına düştüm. Elleriyle başımı kaldırıp buyur­dular : «Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!» Rüyayı anlat­tığım insanlar onu tıp ilmiyle tefsir ettiler. Yani bana tıp ilmin­den bir nasip olacağını söylediler. Ben bu tâbire razı değildim. Benim tâbirim şuydu : Îsâ Peygamber, ölüleri diriltmekle müm­taz bulunuyordu. Evliyadan ihya sıfatına mazhar büyüklere de «isevî meşrepli» denilirdi. Mademki Isa Peygamber bu fakirin terbiyesini üzerlerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihya sıfatı verilecekti. Nitekim kısa bir zaman sonra Allah bana öyle bir ha­let ve kuvvet bahşetti ki, bende o mâna, kemâliyle zuhura geldi. Vasıtamızla nice ölü kalbler gaflet karanlığından şuhut ve huzur ışığına çıktılar.

*

Kendileri anlatıyor :

— Hâlimin başlangıcında rüyada kâinatın efendisini gör­düm. Gayet yüksek bir dağın eteğinde sahabîleriyle topluluk hâ­linde bulunuyorlardı. Beni görünce elleriyle işaret edip yaklaş­mamı ihtar ettiler. Ve buyurdular : «Beni bu dağın başına çıkar!» Ben de kendilerini omuzlarıma alıp dağın tepesine çıkardım. Bu­yurdular : «Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım.»

Kendileri anlatıyor :

— Yine hâlimin başlangıcında rüyada Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerini gördüm. Bâtınımı öyle tasarruf ettiler ki, ayak­larımda mecal kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek arkalarından koştum ve yetiştim. Ge­riye dönüp «mübarek olsun!» buyurdular. Daha sonra Hoca Muhammed Pârisâ hazretlerini de rüyada gördüm. Beni tasarruf et­mek istediler, fakat başaramadılar.

*

Kendileri anlatıyor:

— Uluğ bey Mirza'nın sarayında bir çavuş vardı ki, bir ce­za vermek lâzım olunca ona havale edilirdi. Dayak cezasını o tat­bik ederdi. Çavuş Taşkend'e haber gönderip şeyhzadelerin toplu hâlde bir araya gelmelerini, kendilerini görmek istediğini bildir­di. On yedi genç, birleştik. Aralarında en küçüğü bendim. O ça­vuş her kimle el sıkıştıysa onun kendinden geçercesine bir hâle girdiği görülüyordu. Sıra bana gelince bende de aynı hâl başladıy­sa da karşı durmayı bildim ve mukavemette muvaffak oldum. Mukavemetim adamın çok hoşuna gitti. Beni sıranın başına aldı ve türlü iltifatlara boğdu. Ben de bir taraftan, bunca bâtını kuv­vet sahibi bir insanın nasıl olup ta bey hizmetinde siyaset icra et­mekle uğraştığım düşünüyor ve hayretlere gömülüyordum. Ha­tırımdan geçenleri keşfettiler ve dediler ki: «Ben Hoca Hasan Attâr hazretlerinin müridi idim. Uzun zaman yanlarında kaldım ve bâtınımı zenginleştirmeğe çalıştım. Fakat fetih nasip olmadı. Derdimi Hoca hazretlerine açtım. Benim Sultan emrinde çalışma­mı ve mazlumlara meded yoluyle kendimi gizlerken yine bâtını­ma yönelmemi emrettiler ve alâkalılara bir Tevhid mektubu yaz­dılar. Hoca hazretlerinin, bu işten duyacağım ıstırabın yardımiyle bende fetih olacağını ümit ettikleri kaydiyle beni memur bu­yurdukları vazifede nihayet muradıma erdim. Müslümanların âcizlerine, fukara ve miskinlere, hakkı çiğnenenlere yardım, bunlan yapamadığım zaman da beni bürüyen ıstıraba tahammül et­me neticesinde gördüğün bu dereceyi elde edebildim.»

*

Kendileri anlatıyor :

— Bende bir aralık öyle bir istek peydahlandı ki, hacı, ho­ca, şeyh, mürşid, âlim, fadıl demezdim; kime rastlasam ayağına kapanıp gönül yardımı isterdim.

*

Kendileri anlatıyor :

— Başlangıç zamanındaydım.  Validemin bir tarafta ziraatı vardı. Bana çöl adamı bir Türk ile bir miktar buğday gönderdi. Ben buğdayı anbarlamak üzere meşgul olurken o Türk, çuvalla­rını alıp gitti. Nereye gittiği, hangi yolu tuttuğu belli değildi. O anda içimde müthiş bir istifham ve ıstırap düğümlendi. Niçin bu basit adamdan himmet istemediğim için   kendimi suçlandırdım. Sanki o, kaçırdığım, elden çıkardığım bir fırsattı. Buğdayları ken­di hâline bırakarak o Türkün yoluna düştüm. Şehrin yan yolunda kendisine yetiştim. Yalvardım : «Beni gönlünüze alın! Hâlime bir inayet nazarı atın!   Belki himmetiniz bereketiyle Allah beni bağışlar, esirger de düğümlü yollarım çözülür!»   Adam hayretle yüzüme baktı: «Galiba siz Türk şeyhlerinin sözüyle amel ediyor­sunuz! Her kimi görsen Hızır bil, Her geceyi Kadir bil! Ama ben çölde yaşayan bir Türk'üm ki, elimi yüzümü yıkamayı bile" lâyıkiyle bilmem. Senin istediğin şeyden bende ne olabilir?» Yalva­rışlarımdan o Türk'te öyle bir teessür doğdu ki, ellerini kaldırıp benim için dua etti. Ben de o duanın bereketiyle bâtınımda fetih­ler ve inkişaflar gördüm.

Allah'ın hangi duayı ve hangi şartlar altında kabul ettiği bi­linmez. Sır...

*

Kendileri anlatıyor:

— Çocukluğumda bendeki «vahime kuvveti - hayal gücü»

anlatılmaz derecedeydi. O kadar ki, tenhada evden dışarıya çık­mak bile elimden gelemezdi. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, iradesiz, şeyh Ebubekir Şâşî hazretlerinin mezarına gitmek zorunluğunu hissettim. Fırlayıp evden çıktım. Mezara gittim. Şeyh hazretlerinin mezarı karşısında oturdum. İçime hiç bir korku gel­medi. Böylece bir saat kadar kaldım. Oradan şeyh Hâvend Tahûr'un mezarına geçtim. Yine korkmadım. Başka mezarlara da uğradım. Hiç birinde korku hissetmedim. Küçük yaşıma ve azgın hayalime rağmen, gece karanlığında o heybetli mezarlar, azizle­rin ruhaniyetleri sayesinde bana korkunun zerresini bile duyurmadı. Hâlimin beni sarmaya başladığı zaman da, geceleri, Taşkend'in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar bir­birinden uzak yerlerdeydi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyor­du. O zamanlar ancak bulûğ yaşına ayak basmış bulunuyordum. Ev halkı benim bu gece dolaşmalarımdan telâşa düşmüş olacak­lar ki, arkama, süt kardeşimi taktılar ve kötü bir şey yapıp yap­madığımı öğrenmek istediler. Bir gece şeyh Hâvend Tahûr meza­rının karşısındaydım. Süt kardeşim çıka geldi. Yanıma gelir gel­mez elini elimin üzerine koyup titremeğe başladı. Kendine garip ve esrarlı şeyler göründüğünü söyledi. Onu eve götürdüm. Evde yakınlarıma demiş ki: «Artık ondan şüphelenmeyiniz! Bilin ki, o, bizden başka bir hâle düşmüştür. Karanlık gecede, bir arada on adamın sokulamayacağı mezarlar başında, kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır.» Bunu öğrendikten sonra ev halkı benim ilâhî bir hâle tutulduğumu anladılar ve kötü ihtimalleri kafalarından sildi­ler.

*

Kendileri anlatıyor :

— Şeyh Ebubekir Şâşî mezarının basındaydım. Bu mezar o kadar heybetli ve korku verici idi ki, gündüzleri bile yanına yak­laşmaya korkarlardı. Taşkend'te bir adam vardı ki, bize karşı inat ve inkâr makamındaydı ve bize bir zarar eriştirmek için fırsat kollamaktaydı. Meğer o gece mahut adam bizi gözetlemekteymiş.

Ben mezar başında murakabe halindeyken, ödümü patlatmak kasdiyle, birden bir nâra atıp garip hareketlerde üzerime gelmeğe başladı. Bilmiyordu ki, bende onun nâra ve hareketlerinden kor­kacak bir mizaç yoktu. Hiç aldırmadım ve murakabemi bozma­dım. Adam bu hâlimi görünce utandı. Ayağıma kapanarak af di­ledi; sonra da bize inananlardan ve yardım edenlerden oldu.

*

Kendileri anlatıyor :

— Bir gece de Şeyh Zeynüddin mezarında oturuyordum. Mezar şehir kenarında ve tenha bir noktadaydı. Taşkend'te bir deli vardı ki, iri yarı, heykel gibi, bir şeydi ve o günlerde şehirde birini öldürmüştü. Halk ondan korkar ve göründüğü yerden uzak­laşırdı. Ben mezar başındayken birden peydahlanıverdi ve hay­kırdı: «Kalk, buradan çık, git!» Ben kendisine cevap vermedim, ve murakabemi bozmadım. Adam ihtarına devam etti. Ben yine aldırmadım. Sıçradı, mezarın başındaki kuru otları yolup onlar­dan bir demet yaptı. Mezarın başında yanan feneri açıp otları tu­tuşturdu. Maksadı, yanan otları başımın üstüne koymaktı. Bunu yapmak üzere bana doğru gelirken, ânî bir rüzgâr, elindeki alev­li demeti söndürdü. Deli büsbütün kızdı. Bu defa ağız kavgasına başladı. Bu hâl sabaha kadar sürdü. Gün ışıldarken, birden, ışık görmüş bir yarasa gibi ortadan kayboldu. Taşkend'e gitmiş. Sa­bahın en erken saatinde Taşkend pazarını altüst etmiş. Bir adamı da öldürmüş... Halk ta üşüşüp sopalarla onu öldürmüş..

*

Kendileri anlatıyor :

— Halk, mezarlardan kendisine bazı şeyler göründüğünü söyler. Bize hiç böyle bir şey zahir olmadı. Ancak, bir gece Şeyh Hâvend Tahûr hazretlerinin mezarı başındayken lâhidin üzerin­den yere siyah bir şey düşüp yuvarlanmaya başladı, içime karı­şık hisler doldu. Oradan çekilip gittim. Bir gece de aynı mezar başında otururken bir servinin dibinden bir öksürük sesi geldi.

Bu defa oradan kalkıp daha yakın oturdum. Bu kadar mezar gez­diğim hâlde anlattıklarımdan başka bir şey görmedim.

Kendileri anlatıyor :

— Hoca Abdülhalik Gucdevânî Hazretleri ve bağlıları, çar­şı ve pazarda gezerken halkın ve satıcıların gürültü ve şamatala­rı, kulaklarına zikir gelirmiş. Zikirden başka hiç bir şey işitmezlermiş. Başlangıç demlerinde zikir bana öyle hâkim ve galip ol­muştu ki, rüzgârın seslerini ve iniltilerini hep zikir diye işitirdim. Bir gün Semerkant zenginlerinden biri bir düğün yaptı. Bir arka­daşın ricasiyle düğün yerine yakın bir noktaya gitmiştim. Bütün düğün halkının bağırıp çağırmaları ve çalgı sesleri bana zikir gi­bi geldi. Başka bir şey duymuyor, işitmiyordum. O zamanlar on sekiz yaşlarındaydım.

HOCA UBEYDULLAH HAZRETLERİNİN OLGUNLUK ÇAĞLARI:

Kendileri anlatıyor :

— Mirza Şahruh zamanında Heri'deydim. Para adına bir habbem bile yoktu. Başımda bir tülbentim vardı ki, parça parçay­dı. Bir parçasını düğümlesem öbürü parçalanır ve sarkardı. Bir gün pazar yerinden geçerken bir dilenci benden bir şey istedi. Pa­ram yok ki, vereyim. Bir ahçının önüne geldim, tülbentimi ba­şımdan çıkardım ve dedim : «Bu tülbent eskidir ama temizdir. Kap kaçak yıkandıkça kurutmaya ve silmeğe yarar. Şunu al da şu fakire bir kap yemek ver!» Ahçı fakiri doyurduktan sonra bü­yük, bir edeple tülbenti önüme koydu. Fakat ben kabul etmedim ve çıkıp gittim.

*

Kendileri anlatıyor:

— Çok kişiye hizmetler ederdim. Hiç bir şeyim yoktu. Ne atım, ne merkebim... Yılda bir kaftan değiştirirdim ki, pamukla­rı :dökülürdü. Her üç yılda bir kürk ve bir hırkayla yetinirdim.

— Yoğurdun, sahrada kıymeti olmaz, diye cevap veriyor­lar. Kimse buralarda para ile yoğurt almaz. Lütfen kabul buyu­run!

— Biz zerre bile kabul edemeyiz!

Ve hizmetçilerinden birine işaret edip yoğurda bir Şahruh altını verdiriyorlar. Yoğurdu evvelâ kendileri tadıyor, sonra da piyade ve süvari bütün yakınları... Ve yola revan oluyorlar.

*

Hoca hazretleri yirmi iki yaşlarındayken dayıları Hoca ibra­him, kendilerini Taşkend'ten ilim tahsili için Semerkant'a gönde­riyor. Hoca hazretlerinin bâtını oluşları zahirî tahsile mâni olu­yor. Bu yüzden «Hâcegân» azizlerinin sohbetlerine can atıyorlar ve iki yıl müddetle Mâveraünnehr ulularının meclislerini dolaşı­yorlar.

*

Yirmi dört yaşında Herat'a gitmişler... Beş yıl kadar da Herat şeyhleriyle sohbet edip yirmi dokuz yaşlarında aslî vatanları­na dönüyorlar. Ondan sonra helâl rızk elde etmek için ziraat işle­ri yapıyorlar ve bir adamla ortaklaşa iş görüyorlar. Az zamanda Allah, mahsullerine Öyle bereket veriyor ki, idaresinden âciz ka­lıp yerlerine vekil tayin ediyorlar.

*

Hoca hazretlerinin mal ve mülkleri o kadar artıyor ki, hesap

dairesini taşıracak hâle geliyor.

*

«Reşahat» sahibi :

— Bu fakir, Hoca hazretlerinin devlet eşiklerine ikinci defa yüz sürdüğü vakit, vekillerinden biri, tarlalarının 1300 den fazla olduğunu haber verdi. O günlerde daha nice tarla satın almakta idiler. Tarlalarından «Cuyibâr» ismini taşıyan yalnız bir tanesin­de 3000 ırgat çalışırdı.

Kendileri anlatıyor :

— Ben, her yıl sultan Ahmet Mirza, divanına tarlalarımın mahsulüne ait yüz binlerce batman öşür veririm.

*

Hoca hazretlerinin ambarlarına konulan mahsul, anbardan her çıkarılışında, konulduğu zamanki miktarından fazla geliyor. Bu harikayı görenlerse Hoca hazretlerine rabıtalarını büsbütün kuvvetlendiriyorlar.

Kendileri de bu mevzuda diyorlar ki :

— Bizim malımız fukara içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadandır.

*

Hoca hazretlerinin kemâl yolunda başlangıçlarından niha­yetlerine kadar, tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dostlarına ve düşmanlarına yardım ve şefkatleri sınır kabul etmez derecede büyüktü. Ayırt etmeden herkese hizmetleri dillere destandı.

Buyuruyorlar ki:

— Semerkant'ta Mevlânâ Kutbüddin medresesinde bulunan iki üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Marazları arttığın­dan yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, ça­maşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaştı. Ben de yatağa düştüm. Bu hâlimle bile birkaç desti su getirtip hastaların kirlerini yine ben yıkama­ya devam ettim.

*

Kendileri anlatıyor:

— Heri'deyken sabahlan hamama gider ve Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette, iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf, fark gözetmezdim. Hizmetime karşılık bana ücret vermeğe kalkışan olmasın diye de sıvışırdım. Hamam­da bu türlü hizmetleri çok ettiğimden hamam harareti sebebiyle bünyem ve sıhhatim zedelenmiştir. Bu yüzdendir ki, şimdi hama­ma asla rağbetim yoktur.*

Kendileri anlatıyor :

— Hâcegân tarikatında vaktin icabı neyse ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile ola­cak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zanne­derler ki, nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul etmemişlerse, bu, hiz­met ve tevazuu tercih etmelerindendir. ihsan ediciyi sevmek za­ruridir ve muhabbet miktarınca alâka dahi tabiidir. Bu yolun bağliları kendilerine halkın menfaatine vermişler ve mukabilin­de hiç bir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.

*

Kendileri anlatıyor:

— Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmet­ten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolun­dan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.

*

Hoca hazretleri tenhada ve kalabalıkta zahirî ve bâtınî ede­be son haddiyle riayet ederlerdi. «Reşahat» sahibi:

— Bu fakir, hoca hazretlerinin gece ve gündüz hizmetlerine devam ederken, ilk defasında dört ve ikinci defasında sekiz ay, bir defa bile esnediklerine şahit olmadım, öksürük veya benzeri sebeplerle de ağızlarından bir şey çıkardıklarını görmedim. Sümkürdüklerini de görmedim. Halk huzurunda veya yalnızlıkta bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim. Hizmetlerinde otuz beş yıl kalan Mevlânâ Ebu Said de, Hoca hazretlerinin, üzüm elma, armut vesaire kabuklarını ağızlarından çıkardıklarını gör-

mediğini söyler. Görenlere nefret ve kerahet hissi verecek, hiç bir şeyin kendilerinde görülmediğini, bütün yakınları doğrulamıştır.

*     .

Büyüklerden biri bütün bir geceyi Hoca hazretlerinin huzu­runda ihya ediyor. Hayret ve dehşetle görüyor ki, iki dizi üstün­de oturan Ubeydullah Taşkendî hazretleri bütün bir gece kımıl­damadan bu vaziyette kalıyorlar ve kendilerinden nebatî mânada ve mazur olunacak mikyasta en küçük hareket görülmüyor. Hal­buki meclislerinde bulunan gençler, kuvvet ve tahammüllerine rağmen her saat dizlerini değiştirmektedir.

*

Hoca hazretlerinin, hizmetlerini görenler lütuf ve teveccüh­leri anlatılır gibi değildi. Meşakkati kendileri yüklenip yakınları­nın rahatını kendi istirahatlerine takdim ederlerdi.

Bir yolculuklarında bir dağ eteğinde gecelemek lâzım geli­yor ve çadırlar kuruluyor. O anda müthiş bir yağmur. Ortalığı sel götürüyor. Yakınlarından bir kısmının çadırlarında barınamayacaklarını gören Hoca hazretleri, kendilerine tahsis ettikleri büyük ve sağlam çadıra bakıp onu temiz bulmadıklarını ve altı­na sığmamayacaklarını söylüyorlar ve oraya yakınlarının sığın­masını sağlıyorlar. Kendileri de bir kösede geceliyorlar. Yakınla­rı, Hoca hazretlerinin, öz rahatlarını müridleri hesabına feda et­tiklerini ancak ertesi sabah öğreniyorlar.

Bir kere de, sıcak havada tarlalarından birinde bulunan Ho­ca hazretleri, bağlılarının, kendilerine mahsus gölgelikten fayda­lanmak istemediklerini görünce, tarlayı teftiş etmek bahanesiyle atlarına binip akşam serinliğine kadar gözden kayboluyorlar ve gölgeliğe ihtiyaç kalmadığını gördükten sonra dönüyorlar.

*

Kendileri anlatıyor :

— Dayım Hoca ibrahim hazretleri benim ilim tahsil etmem için ısrarla alâka gösterdiler ve beni Semerkant'a gönderdiler. Lâkin ilim tahsili için her davranışımda bana bir maraz musallat oldu. Marazın biri geçip ben tahsile devam ettikçe öbürü geliyor­du. Akıbet tahsile devam etmeğe kaadir olmadığımı anladım ve dayıma : «Beni hâlime bırakın! Bırakmazsanız bu gidişle helak olabilirim!» demeğe mecbur kaldım. Dayım özrümü kabul etti ve beni tarîkat yönünde serbest bıraktı. Ben bu arada bir kere daha tahsile cehdettimse de müthiş bir göz ağrısına uğradım ve bu hâ­lin kırk beş gün sürdüğünü gördüm. Nihayet tahsil dâvasından tamamiyle vaz geçtim ve kurtuldum.

*

Semerkant âlimlerinden Hoca Fazlullah :

— Biz Hoca hazretlerinin bâtın kemâllerini anlayamayız. Şu kadar biliriz ki, kendileri, zahirî ilimlerden çok az okumuşlardır. Böyleyken Beyzavî tefsirinden bize öyle sualler sormuşlardır ki, cevabında âciz kalmışızdır.

Mevlânâ Ali Tûsî isimli bir zahir âlimine diyorlar ki:

— Sizin yanınızda bizim konuşmamız edep hatası olur. Siz söyleyin, biz dinleyelim!.

Ve Mevlânâ'dan şu cevabı alıyor :

— Feyiz kaynağından vasıtasız söz gelen bir huzurda, asıl bizim söylememiz edepsizliktir!

*

Kendileri anlatıyor :

— Ömrümce, Seyyid Kaasım Tebrizî hazretlerinden ulu kimse görmedim. Zamanın şeyhlerinden gittiğim her fertten ba­na bir nisbet hâsıl oluyor, fakat bu nisbet tez geçiyordu. Yahut o nisbeti ben bırakıyordum. Fakat Seyyid hazretlerinden öyle bir tesir aldım ki, onu elden bırakmak mümkün değil... Huzurlarına her girişimde görürdüm ki, bütün kâinat, dairenin merkezi misali, onun etrafını dolanıyor ve onda yokluğa karışıyordu. Seyyid hazretleri Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin meclislerinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almışlar... Anlaşıldığına göre «Hâcegân» yolundaydılar. Kendilerinin bir kapıcısı vardı ki, kim­se ondan izinsiz huzurlarına giremezdi. Kapıcılarına şöyle tenbih etmişlerdi : «Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse ona mâni olma! Bırak, istediği zaman beni görsün!» Bu misilsiz tevec­cühlerine nail olmanın şerefiyle her gün Seyyid hazretlerinin eşi­ğine varırdım. Böyleyken huzurlarına ancak birkaç günde bir çı­kardım. Seyyid'in müridleri bu hâlime hayret ederler ve bana izin verildiği hâlde huzurlarına niçin her gün çıkmadığımı anlayamaz­lardı. Seyyid Hazretlerinin meclisleri gayet lezzetliydi, însan bu meclisten ayrılmak istemezdi. Meclislerinin dağılma vakti gelin­ce de kendileri işaret verirler ve müridlerini çekilmeğe davet ederlerdi. Beni hiç bir vakit huzurlarından kaldırmamışlardı. Baş­ta bana sormuş : «Babu! Senin adın nedir?» Yakınlarına «Babu!» diye hitap ederlerdi. İsmimin «Ubeydullah» olduğunu söyle­miştim, «isminin mânasını gerçekleştir!» buyurmuşlardı.

*

Kendileri anlatıyor:

— Seyyid Kaasım hazretlerinin nazarı, işlerin âkıbetineydi. Büyüklerin çoğunda bu hassa yoktur.

*

Mevlânâ Feyzullah Tebriz!:

— Seyyid Kaasım hazretlerine sık devam ederdim. Tasav­vufa öyle merak salmıştım ki, ona dair en ince meselelerin konu­şulduğu bu mecliste sabahlamaktan başka bir zevk tanımazdım. Bir defa Seyyid Kaasım'ın meclislerinde otururken içeriye Hoca Ubeydullah girdiler. Seyyid hazretleri Hoca Ubeydullah'ı büyük bir alâka   ve iştiyakla karşıladıktan sonra esrarlı bir konuşmaya başladılar. Garip bir maarif ve acaîp bir hikmet lisanı...   Dikkat ettim ki, Hoca hazretlerinin    her ziyaretinde Seyyid hazretleri, iradesizce, en ince esrar bahislerini açarlardı. O zaman öyle hâl­ler zuhur ederdi ki, başka zamanlarda olmazdı.    Bir gün Hoca Ubeydullah hazretleri meclisten kalkıp gittikten sonra    Seyyid Kaasım hazretleri bu fakire dediler ki : «Mevlânâ Feyzullah! Bu taifenin dili gayet cazibelidir   ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sahiplerinin hedefi olan saadete ermek istersen bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamanın harikası ve deranın bir tanesidir!   Ondan azîm tecelliler zuhur edecek ve dünya onun velayet nuruyle dolacaktır.» Seyyid Hazretlerinin bu sözle­rinden, içime,    Hoca Ubeydullah hazretlerinin kemâl çağlarına ulaşmak sevdası işlemişti. Sultan Ebu Said zamanı, Hoca hazret­leri Taşkend'ten Semerkant'a geldiler. Hizmetlerine girdim. Tez zamanda Seyyid hazretlerinin işaret ettikleri kemâlleri kendile­rinde müşahede eder oldum.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretlerinin Seyyid Kaasım hakkındaki «nazarları işlerin âkıbetineydi» sözleri, kendilerinin Seyyid tarafından keş­fedilmiş olmasiyle de sabittir.

*

Kendileri anlatıyor :

— Bir gün Seyyid hazretleri bana dediler ki Babu! Bilir misin, devrimizde hikmet ve hakikat niçin az zahir oluyor?. Çün­kü bu devirde bâtın tasfiyesi pek az insanda kalmıştır. Kemâl, bâ­tın tasfiyesindedir, bâtın tasfiyesi ise helâl lokma yemekle müm­kündür. Bu devirde helâl lokma pek azdır, bâtını tasfiye görmüş insan ise yok gibi bir şey... Nasıl istersin ki, böylelerinde İlâhî esrar tecelli etsin?» Sonra kendi haklarında şunları söylediler : «Elimin tuttuğu zamanlarda takke diker ve onunla geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra babamdan kalma kütüp­haneyi satarak ticaret sermayesi yaptım ve onunla geçinmeğe başladım.»

*

Kendileri anlatıyor :

— Bir gece rüyada kendimi büyük bir caddenin üstünde gördüm. Caddenin üzerinden her tarafa incecik yollar. Birden gördüm ki, şeyh Zeynüddin Hâfî bir yol başında... Beni tuttular ve dediler ki : «Gel, seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim!» Gönlüm ana caddeyi bırakmak istemedi. Kabul etmedim. Bu de­fa ana caddenin üstünden, beyaz bir ata binmiş, Seyyid Kaasım hazretleri sökün etti ve dedi: «Bu cadde şehre gider, gel seni alıp şehre götüreyim!» Ve beni arkasına alıp şehre doğru ilerlediler.

*

Hoca Hazretleri buyurdular :

— Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri silsilesinden çok ulu kişiler görmüştüm. Şeyh Zeynüddin Hâfî yolu bana fazla par­lak görünmemişti. Ama Şeyh Bahaeddin Ömer yolu bana çok gü­zel göründü. Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer tarafına gidiyordum. Şeyh Zeynüddin tarafına sapan yol başına geldim. Orada bir lâh­za durdum ve kendimi bütün nisbetlerden boşalttım, içimden, Şeyh Zeynüddin tarafına bir arzu uyanmadı. Şeyh Balıaeddin Ömer tarafına ise bir meyil duydum. Bir gün huzurlanndaydım. «Şehirde ne haber var?» diye sordular, «îki türlü hayır var» de­dim ve izah ettim : «Şeyh Zeynüddin ve yakınları derler ki (Heme ez ost — Her şey ondandır..) Seyyid Kaasım ve bağlıları ise derler ki (Heme ost — Her şey odur), ya siz ne dersiniz?» Başını eğdi ve «Şeyh Zeynüddinliler doğru söylüyor!» dedi. Ve hak ver­diği tarafı kuvvetlendirmek için delil göstermeğe başladı. Gör­düm ki, delilleri Seyyid Kaasım ve bağlılarının iddiasını kuvvet­lendirmekte... Dedim ki: «Sizin Zeynüddinlileri haklı çıkarmak için ortaya koyduğunuz deliller asıl karşı tarafı haklı çıkarıyor!» Yine kuvvetli delillerle karşı çıktılar. Fakat yine öbür tarafı ger­çekleştirmiş'oldular. Anladım ki, maksatları, bâtında Seyyid Kaa­sım ve taraflıları gibi düşünüp, zahirde Zeynüddin ve etrafı gibi görünmekmiş...

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri, Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerini nasıl tanıdıklarını hikâye ediyorlar :

— Heri'ye gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir dük­kâncıda Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinin büyüklüğünü dinle­dim ve kalbimin ona aktığını hissettim. Mevlânâ.yı bulmak üzere yola çıktım Yolda, hayli mesafe aştıktan sonra, aleyhinde lâflar da işittiğim oldu. Hattâ bir aralık seyahatime devam edip etmemek hususunda tereddüde düştüm ve bu kadar yol aldıktan sonra geri dönülemeyeceğini düşünerek yola devam ettim. Huzurlarına ilk çı­kışımda bana büyük iltifatlarda bulundular. Ondan sonra tekrar ziyaretlerine gittiğim zaman da sertlik ve husumet gösterdiler. Evvelâ bu iki muamele arasındaki tezadı kavrayamadım. Sonra anladım ki, bu hâl, yolda geçirdiğim tereddütten gelmektedir. Derken yine lütuf ve iltifata dönüp inayetlerini esirgemediler. Hoca Bahaeddin Nakşibend halifelerinden oldukları için hoca haz­retleriyle münasebetlerini anlattılar. Arkasından ellerini uzatıp «Gel, biy'at et!» buyurdular; O anda yüzlerine baktım. Yüzlerin­de cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Mizaca nefret ve­rici bu leke tesiriyle gönlüm biy'ate yanaşmadı. Hissimi hemen anladılar ve ellerini geri çektiler. O zaman harikaların en büyü­ğü oldu. Mevlânâ hazretleri birdenbire şekil değiştirdiler. O ka­dar güzel bir çehreye sahip oldular ki, hayretten dondum ve ken­dilerine sarılmamak için kendimi güç tuttum. Bu defa Mevlânâ hazretleri yeniden ellerini uzattılar ve dediler: «Nakşibend haz­retleri bu elleri tutup, senin elin, benim elimdir, demişlerdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur.» Ve seslerini yük­selttiler : «Bu el Hoca Bahaeddin Nakşibend'in elidir, tutun!» He­men Mevlânâ hazretlerinin ellerine yapıştım. Mevlânâ hazretleri bana «Hâcegân» yolunun gereğince «nefy» ve «ispat»! talim et­tiler. Sonra buyurdular : «Bize mürşidimizden gelen usul budur. Eğer siz cezbe yoluyle isteklileri terbiye ederseniz karar sizindir!» Bazı müridleri Meviânâ hazretlerine sormuşlar : «Hem tarikat usulünü telkin etmek, hem de istekliyi serbest bırakmak nasıl ola­bilir?» Cevap vermiş : «Tâlib, mürşid huzuruna bütün kuvvet ve istidadını toplayarak gelmelidir, istediği her kudretin de yeri ken­disinde mevcut olmalı ve is hemen bir izne bağlı olmaktan ibaret kalmalı...»

*

Mevlânâ Nureddin Abdurrahman Câmî hazretleri «Nefahat» isimli eserlerinde derler ki: «Mevlânâ Çerhî hazretleri Hoca Ubeydullahı gösterirler ve bu hususta şöyle buyururlar : Tâlib mürşide Hoca Ubeydullah gibi gelmelidir. Meşalesi hazır, yağı ve fitili tamam... iş, bir ateş değdirip yakmaktan ibaret...»

*

Hoca Ubeydullah hazretleri devam buyuruyorlar :

— Mevlânâ Yakup hazretlerinden icazet isteyince «Hâcegân» yolunu bana baştan başa talim ettiler. «Rabıta» şartını anla­tırlarken de dediler ki : «Bu yolu talim ederken dehşet hissi ver­memeğe bak! Emaneti isteklilere ve istidatlılara eriştir!»

HOCA  UBEYDULLAH HAZRETLERİNDEN TEFSİRLER  VE HİKMETLER

«Fatiha» sûresinin ilk âyeti :

اَلْحَمْدُ للِّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Elhamdülillahi rabbil âlemin

Hakkında buyurdular:

— Hamd için başlangıç ve nihayet vardır. Hamd için baş­langıç, kulun, kendisine verilen nimete karşılık şükretmesidir. Zi­ra bilir ki, hamd, nimeti ziyadeleştirir. Hamdin nihayeti ise, Al­lah'ın, kuluna verdiği kuvvetle ubudiyet vazifesini yerine getirmesindeki mazhariyete teşekkürdür. Ve yine hamdin nihayeti, kulun, kendi mazharında, asıl hamdedici olarak Allah'ı bilmesidir. Kulun mazharında hamdeden Allah'tır, gayri değildir. Kul­luğun kemâli ise odur ki, kendi yokluğunu ve Allah'ın varlığını anlasın... Zat, sıfat ve fiilden kendisinde hiç bir şey bulunmadığı­nı, sadece ilâhî sıfatlara mazhar kılındığını takdir etsin.

وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ

Ve kalîlûn min ıbadiyeşşekûr

âyetinin tefsirinde buyurdular :

— Şükür, hakikatte,   kulun nimette nimet vereni görmesi­dir, imam Gazalî hazretleri nimetten zevk ve lezzet almanın şükre aykırı olmadığını söylemişlerdir. Nimetle lezzetlenmek Hakk'a ermeğe sebeptir.

فَاَعْرِضْ عَمَّنْ تَوَلَّى عَنْ ذِكْرِنَا

Fea'rız ammentevellâ a'n-zikrina

âyetinin tefsirinde buyurdular :

— Bu âyet iki mânaya çekilebilir. Birinci mâna, âyetin dış mânasından anlaşılandır. Yani «Bir taifeden uzaklaşmak bahane­siyle bizim zikrimizden uzaklaşanlaar inkâr ve gaflet ehlidir.» ikin­ci mâna ise şudur : «Bir taife vardır ki, zikir olunanı görmekte is­tiğrak ve istihlâk hâlinde bulundukları için zikir onlardan kaldırıl­mıştır.» Şöyle ki, onlara zikir teklif edilse, zikrolunanı görmek­ten alakonulmuş olurlar. Allah'ın Resûl'ü, zikir olunanı görmekle istiğrak hâlinde bulunanlara zikir talim etmemeğe memur kılın­mışlardır.

*

وَكُونُوامَعَ الصَّادِقِينَ

Vekûnü meassâdikîne

âyetinin tefsirinde buyurdular :

— Sadıklar ile olmanın iki mânası vardır : Biri zahir bakı­mından sadıklar ile olmak... öbürü de mâna bakımından sadıklar ile olmak... Birincisi, doğruluk ehli ile düşüp kalkmayı, ikincisi de bir taifeye gönül verip onların üstünlüğünü kabul etmeği ve izle­rinden gitmeği gerektirir. Birincisinde ülfetin yalnız sureti, ikin­cisinde hem suret ve hem ruhu vardır. Sadıklar şu kimselerdir ki, «Mâsiva - âlem» onların gözünden silinmiştir.

>

ŞİİR

Âşıklar ile yâr ol, aşkı tat,

Aşkı bilmeyenden bucak bucak kaç!

insan oğlunda, temas ettiği şahıstan tam mânasiyle mütees­sir olmak kabiliyeti bulunduğu için sadıklarla düşüp kalkmakta birinci derecede ehliyetlidir.

*

لاَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ

Lâilâhe illallah

Kelimesinin tefsirinde buyurdular :

— Tevhid Kelimesinin zikrini umumî, yalnız celâl Kelime­siyle zikre ise hususî demişlerdir. Halbuki Tevhid kelimesiyle zi­kir, son mertebede hususînin hususîsidir, zira Allah'ın tecellileri­ne nihayet yoktur. «Allah'tan başka ilâh yoktur» suretinde tekrar­lamak düşünülemez. Her defa bir sıfatı nefyedip başka bir sıfatı ispat etmekse ebediyen devam edebilir ve böylece ebedî «nefy» ve «ispat»tan kurtulunamaz. «Allah» zât ismidir, «İlâh» ise zât ile sıfatları isimlendirici «ulûhiyet» tir. Böylece, bazıları, Tevhid Kelimesini zât ile sıfatları toplayıcı ilâh ancak Allah'tır, şeklinde izah etmişlerdir.

Ve yine buyurdular :

— Tevhid Kelimesi üzerinde belirttiğimiz mânayı, benlikle­ri, kendilikleriyle dolu olan kimseler uzak görmemelidir. Zira kal­bin yabancılardan temizlendiği zaman insanın gördüğü Hakk'ın zâtından başkası değildir. Bu keyfiyet, hoca Abdülhalik Gucdevânî silsilesinin çıraklarına bile nasip olmuştur. Hoca Bahaeddin Nakşibend tarîkatinin çıraklarına yine bu mânadan bir lezzet çeş­nisi verilmiştir.

*

قُلِ اللَّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ

Kulillâhü sümme zerhûm

âyetinin tefsirinde buyurdular :

— «Sıfatları bırak, Zât'a yapış!» manasınadır.

*

يَااَيُّهَاالَّذِينَ اَمَنُوا

Yâ eyyûhellezine âmenû

âyetinin tefsirinde buyurdular :

— Akdin tekrarından ibarettir, iman ki, Allah'a kalb bağla­maktır, belirttiği akit bu âyetle tekrar edilmektedir. «O kadar ça­lışınız ki, bu sıfatın size ait olmadığını anlayasınız!» Murad bu­dur :

*

فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بَلْخَيْرَاتِ

Fe minhûm zalimün li nefsihî ve min hum muktesidim ve minhûm sâbikun bilhayrât

tefsirinde buyurdular :

— Nefslerinin hiç bir isteğini yerine getirmeyip ona daima aykırı davranan ve böylece ilâhî mevhibeye istidat ve liyakat be­lirten bir taifeye işaret... Onlar hayr yolunda her zümreden önce gelen «muktesitler topluluğu» dur.

*

سَوَاءٌعَلَيْهِمْءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَيُؤْمِنُونَ

Sevâün aleyhim e enzertehûm emlem tûnzirhûn lâ yü'minûn

tefsirinde buyurdular :

— Bu, insan oğlundan bir taifeye işarettir ki, zatî şehadet içinde kaybolmuş ve Hakk'ın zâtından başka bir nesnenin varlı­ğından habersiz kalmış «Müheymûn» meleklerinin kalbi üzerindedirler. Neticede Allah'tan başka hiç bir şeye iman ve tasdikleri yoktur.

*

لِمَنِ الْمُلْْكُ اليَوْمَ لِلَّهِ الوَاحِدِالْقَهََارِ

Limenil mülkül yevme lillâhil vâhidil kahhâr

tefsirinde buyurdular :

— Murad odur ki, sâlikin gönlü kendi mülkü olsun.. Yani Al­lah bir gönülde ahadiyet kahriyle tecelli edince, onda kendinden gayrine yer bırakmaz.

*

يَااَيُّهَاالنَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُاِلَى اللَّهِ

Yâ eyyûhennâsû entümûl fükarâû ilallâh

tefsirinde buyurdular :

— İnsan oğlu Allah'a muhtaçtır. Allah, ezelî ilmiyle bildi ki, insan, beşeriyeti gereğince, su, ekmek vesair dünya sebeplerine ih­tiyaç halindedir. Bu bakımdan her neye muhtaç olursa, bu ihtiya­cın hakikati, Allah'a müftekar olmaktan başka bir şey değildir Bu hikmetin ihtarı...

Bir gün, meclislerinde hazır bulunanlara türlü ihtarlar ve suçlamalarla karşılık verdiler ve dediler ki :

— Boş yere sokaklarda dolaşır, durursunuz. Bari öyle bir iş işlemeğe bakın ki, halk sizden faydalansın... Ve çalışın ki, çokluk­ta birlik müşahedesine varabilesiniz.

Ve bu sırada :

اِنَّااعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرْ

İnnâ e'taynâ kel kevser

âyetini şöyle mânalandırdılar :

— «Sana kevser verdik,   yani çoklukta birlik müşahedesini

ihsan ettik.»

*

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ

Külle yevmin hüve fî şe'nin

âyetinin mânası üzerinde uzun uzun konuştular. Dediler ki :

— Fenadan sonra bekanın iki mânası vardır : Biri şudur ki, sâlik, zatî şehadetle gerçekleşip o müşahedede devamlılık kazan­dıktan sonra istiğrak ve bilgisizlik hâlinden şuur ve huzura dönün­ce fiil isimleri tecellilerine erer. Bütün oluşlara ait isimleri de ken­disinde mevcut bulur. O isimlerden her birinin arasını farkeder ve her birinden ayrı bir zevk devşirir. îkinci mâna ise, her anda ve zamanın bölünmez parçalarında, insanın, kendinde zatî isimler­den bir eser bulmalıdır. Bu eserin dış âlemde bir izi yoktur ve za­man hesabına sığmayacak kadar kısa, zaman üstü bir zaman vahi­di içinde farkedilmelidir. Ve bu hâl, velilik derecelerinin en yük­sek kademelerine aittir.

BAZI HADİSLER ÜZERİNDE TEFSİRLERİ

اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌلاَيَفْنَا

El kanaatû kenzûn lâ yefnâ

Hadîsi üzerinde buyurdular :

— Allah'ın Resûl'ü «Kanaat tükenmez hazinedir» dediler. Sonsuz mâna... Bizim gözümüzde kanaat odur ki, bir kimse çiy bir arpa ekmeği bulacak olursa, onda, ayni ekmeğin pişmişine arzu olmamalıdır. Ondan da o kadar yemelidir ki, namazda hareket ka­biliyetini elde etmekten öteye geçmemelidir. Kişi şöyle geçinmelidir ki, her zaman ayni şekilde geçinmek mümkün olsun... Ve Öy­lesine yiyip giyinmelidir ki, kendisinden daha aşağı bir derece mevcut bulunmasın...

Ve mübarek avuçlarını açıp buyurdular :

— Bir kimseye bir avuç pirinç veya un kifayet eder. Böyle yapan, kanaat sırrını anlamıştır. Bir insan düşünün ki, çöle düş­müştür; orada ne sudan, ne ottan eser vardır. Hiç bir yerden im­dat gelmek ümidi de yoktur. Böyleyken bu adamda açlık ve su­suzluktan yana en küçük kaygı mevcut değildir. İşte o adam ka­naatin hakikatine ermiş kabul edilebilir.

اَتَّكَبُّرُعَلَي الْمُتَكَبِّرِصَدَقَةٌ

Ettekebbüru alelmütekebbiri sadakatün

«Kibirliye kibir etmek sadakadır» mealindeki hadîsi şöyle mânalandırdılar :

— Kibir iki türlüdür : Biri kötü, öbürü iyi... Kötü kibir, Al­lah'ın mahlûklarına yücelik taslayıp onları hor görmektir. Mak­bul kibir ise, Allah'tan gayrine iltifat etmemek ve onlara yücelik tavrı takınmak... Şu incelik yönünden ki, Allah'tan gayrini hakîr

görmek ve hiç bir değere lâyık bulmamak şartı altındaki kibir... Bu kibir asıldır ve fena mertebesine ileticidir.

شَيَّبَتْنيِ سُؤرَةُ هُؤدٍ

Seyyebetnî   sûretü   hûdin

«Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı» hadîsinden süzdükleri hikmet: — Hûd sûresinde istikamet emredilmiştir. İstikamet, doğru­luk çetinlerin çetini bir iştir. Zira istikamet, bütün fiiller, hâller, sözler ve ahlâkta orta yeri tutmak ve onda sabit kalmaktır. O şe­kilde ki, bütün fiillerde zaruret dışına taşılmasın ve ifrat (fazlalık) ile tefrit (eksiklikten) korunulabilsin... Onun içindir ki «keramet ve harikalarda iş yoktur, iş istikamettedir» demişlerdir.

اَلْيَوْمَ تُسَدُّكُلُّ فُرْخَةٍ اِلاَّ فُرْجَةُ اَبِي بَكْرٍ

Seddûl-yevme tüseddû kûllûfurcetin illâ furcetü ebîbekir

«Bugün bütün kapılar (kapanır) kapansın, yalnız Ebubekrin kapısı (açık kalır) kalsın!» hadîsi üzerinde sözleri :

— Peygamber mescidinin bir çok kapısı vardı. Allah'ın Re­sûl'ü son demlerindeki hastalıklarında, bütün kapıların kapatılıp Hazreti Ebubekir'e ait kapının açık bırakılmasını emrettiler. Tah­kik ehli bu hususta çok söz söylemişlerdir. Hüküm nisbetleri her nisbetin üzerindedir ve böyle bir günde bütün nisbetlerin kapıla­rı kapanır da muhabbet alâkasının kapısı açık kalır. Allah'a götü­ren ve gayeye erdiren nisbet de aşk ve muhabbetten başkası de­ğildir.

«Reşahat» sahibi :

— «Hâcegân» yolunun çıkış noktası Hazreti Ebubekir oldu­ğuna göre onların da nisbetlerindeki başlıca farika ve şiar aşk ve muhabbettir. Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri bu noktayı belirttikten sonra «bütün dâva bu nisbeti kaybetmemektir!» bu­yurdular.

لِي مَعَ اَللَّهِ وَقْةٌ

Li meallâhi vaktün

Hadîsinin yorumlanmasında buyurmuşlardır ki :

— Bu hadîsi, tarikat ulularından bazıları «bütün vakitleri toplayıcı devamlı ve yekpare bir zaman içinde Allah ile oldukla­rına, öbür kalb noktalariyle de, dünya işleri, muharebeler, zevce­leri ve sahabileriyle münasebetler gibi faaliyetler üzerine bulun­duklarına ait delâlet, açıktır.

Buyurmuşlardır ki :

— Miraç hadisesinde Cebrail'in muayyen bir noktadan sonra Peygamberler Peygamberine yoldaşlık imkânını kaybedip «Bura­dan öteye geçersem yanarım!» buyurmasındaki sır «Ben sıfatlarla beraber zât'ı müşahede makamırdayım. Bu makamdan bir par­mak ucu kadar ileriye geçersem yanarım!» hikmetine bağlıdır.

اَدَّبَنِي رَبِّي فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِي

Eddebenî rabbî fe ahsene tedibi

Mânasında buyurmuşlardır ki:

— Bu hadîsten murad, «Allah beni sevgisine uygun, güzel hasletlerle edeblendirdi.» diye belirtilebilir. Sevenle sevilen ara­sında büyük ahlâk teessüs edince, sevgilinin rızası uğrunda yapıl­mayacak ne kalır ?

BÜYÜKLERE AİT SÖZLER ÜZERİNDE

Hazreti Ali'ye ait «yakîn her an çoğalmakta, artmaktadır, künhü keşfetmekse mümkün değildir» hikmeti üzerinde demişler­dir ki:

— Bu sözün tam mânasını verebilmek kimseye müyesser ol­mamıştır. Tahkik ehlince anlaşılmış bir keyfiyettir ki, Zât, sıfatla­rın verâsından zahir olur; ona yaklaşır, fakat varılamaz.

*

Sohbetinin Allah ile olmak şeklindeki bir kelâmı ele alıp bu­yurdular :

— Kastedilen sohbetten murad, huzur ve âgâhlıktır. Bu da sohbetin icaplarındandır. Zira sohbet edenlere birbirinden âgâh (birbirini bilici) olmak gerektir. Karşılıklı sıfatlar olarak insanın yaradılıştan aldığı hisselerse celâl ve cemâl vasıflarıdır. Bütün sı­fatlardan insanda pay vardır. Biri de Zâtî huzur... Zira Allah, ba­şı olmayan öncelik ve sonu olmayan nihayetsizlikte kendi zâtiyle hazırdır. İnsanda meydana gelen huzur ve âgâhlık da o denizden damla ve o güneşten zerredir. Belki zatî huzur güneşinin ışığıdır ki, mazharların aynasına düşüp onu nuruyle ışıldatmıştır. insan oğluna düşen, her an hâlini muhasebe edip, kendisinde ister huzur ister başka bir tecelli, ne görürse Allah'tan bilmek ve bu tecelli­lerde hiç bir hakkı olmadığını kestirmektir. Şeyhülislâm Hoca Ubeydullah Ensârî hazretlerinin buyurdukları gibi «anlamak, re­fikini bilmektir.»

*

«Reşahat» sahibi:

— Bazı büyüklerin dokunduğu bir sır olarak, bu taifenin eriştiği bir kemâl noktası vardır ki, onda, her nefes alışta, o zamana kadar elde edilen dereceler miktarınca derece kazanılır.    Bir nefeste, bütün bir ömür boyunca elde edilen derece kadar derece.. Nitekim meşhur hikâyedir :   Bu taifeden bazılarını «zındık» diye zamanın hükümdarına gammazlamışlar ve «halkı delâlete sürük­lüyorlar, haklarından gelin!»    şeklinde tahriklerde bulunmuşlar.dı. «Onları öldürürseniz bâtıl mezhepleri ortadan kalkar, halk kur­tulur, padişaha da büyük sevap düşer» demişlerdi. Bunun üzerine padişah bunları toplatmış, huzuruna çıkartmış ve hepsinin birden öldürülmesini ferman etmişti. Padişah, cellâda «teker teker başla­rını kes!» emrini veriyor. Cellât, aralarından birini çekip tam ba­şını kesmeğe hazırlanırken öbürü atılıyor ve    «aman, daha evvel benim başımı kes, o benden sonraya kalsın!»    diye yalvarmaya başlıyor. Başı kesilecek adam değiştirilip bir başkası orta yere ge­tirilince yine bir başkası atılıyor ve önce kendisinin öldürülmesi­ni istiyor. Cellât hayrette... Soruyor : «Siz ne garip insanlarsınız! Birbirinizi çiğnercesine öne geçip başınızı bir an evvel teslim et­mek isteyişinizdeki sır nedir?» Diyorlar ki : «Biz öyle bir makam­dayız ki, tek nefes içinde bir ömür kazandığımız kemâl derecesin­de yüksekliğe ulaşırız. Arkadaşlarımızdan evvel ölmek isteyişimiz, geride kalanların bu müddet içinde    yeni terakkilere ermelerini sağlamak içindir!» Cellât, büsbütün hayretler içinde vaziyeti pa­dişaha haber verdiriyor.    Padişah da işi şeriat hâkimine havale edip «Bunların hâllerini inceleyiniz ve şeriata aykırı olup olma­dıklarını tesbit ediniz!» diyor. Şeriat hâkimleri bu taifenin doğru­luk ve yüceliğine hükmedince padişah sesini yükseltiyor : «Eğer bunlar zındık ise dünyada sıddîk yok demektir!» Ve türlü ikram­larla onları bırakıyor.   Hoca hazretleri bu mevzuda buyurdular : «Bir adamın yüz altın sermavesi olsa da onunla ticarete başlayıp sermavesini yüz bin altına çıkarsa elbette ki.    kârı da ona eöre olur. Eğer bu artan nisbetten faydalanılamayacak olursa, vazivet ticareti bırakmış olmaktan beter ve kâr kaybı sermayeyi kat kat geçer.»

*

Buyurdular :

— Hâl sahiplerinin istiğrak ve istihlâk (harcanma) durumla­rı terakki ve yükselme sebebi değildir. Zira terakki amelledir. İs­tiğrak ve istihlâk ise amelden kalmaktır. Belki gerçek istiğrak ve istihlâk ahret vatanına ait bir keyfiyettir ve bir işaret olarak bu dünyada görülmektedir. Eğer dünyada zahir olmasaydı ahrette kemâliyle belirirdi. İşte bu yüzdendir ki, büyükler, hâl sahipleri­nin, hâllerinden geçtiklerini bildirmişlerdir.

* Buyurdular :

— Şeyh  Muhammed  Pârisâ  hazretlerinin   «hakikatte  zikir,

Allah'ın zâtiyle zâtına tecelli etmesidir; kulun (Mütekellim - ke­lâm edici) ismi haysiyetinden...» sözü son derece derin bir mâna taşır. Bu mâna, uzun zaman zikre çalışıp gönülde âgâhlık karar kılmadıkça anlaşılamaz. Eğer bu dereceye eriştikten sonra bir hamle daha edip bu nisbeti de üzerinden atabilecek olursa Allah'­ın inayetine ermiş olur.

*

Buyurdular:

— Büyükler «Allah'a yol, kulun kudretiyle değil, acziyle açılır» demişlerdir. Acizden murad, «Allah'ı Allah'tan başkası bil­mez» hakikatini anlamaktır. Yani marifetin insana ait bir vasıf ol­madığını bilmek, insanda tecelli eden kudretin insan malı olmadı­ğım anlamak... İnsanın, Allah'a ait ilim suretlerini aksettiren bir ayna olduğunu kavramak... Böyleyken bunca acz marifete engel değildir. Bazıları bu ilim üstü acz hâline cehldir demişlerdir. Bu görüş yanlıştır. Bu acz basit cehl değildir. İlmin üstünde bir şey­dir.

*

Buyurdular :

— Şeyh Ebubekir Vasıtî hazretlerinin beraberlik ve ayrılık üzerindeki sözüne göre, amelde Allah'ın inayetini görmek bera­berlik, kulluğunu kendi vasfiyle eda ettiğini sanmak da ayrılıktır. Bu mânayı hisseden kurtulmuştur.    Bu sözün zevkle idrakinde gayr olanların kargaşalığından kurtuluş vardır.

*

Buyurdular:

— Ulular «Cem - toplam» ve «cem'ül cem - toplamın topla­mı» mevzuunda şöyle demişlerdir : «Cem' odur ki, onunki onun ve seninki senindir. Cem'in cem'i ise onunki de senin demek...»

BÜYÜKLERE AİT MENKIBELER ÜZERİNDE

Dediler:

— Zamanımızda irade sahipleri (mürid olmak kabiliyetindekiler) azdır. Nitekim şu hikâyeye dikkat ediniz : Bir şeyh ulular­dan birine haber göndermiş : «Buralarda mürid olmak vasfında insanlar azdır; sizin tarafta sâdık mürid sıfatında kimseler varsa bize gönderin!» Mektubu alan ulu kişi de şu cevabı vermiş : «Bah­settiğiniz müridlerden burada da yoktur. Eğer şeyh istiyorsanız istediğiniz kadar gönderelim!»

*

Dediler:

— Bu taifeye iradet (bağlılık) en güzel misallerinden birini Mevlânâ Rükneddin Hâfî hazretlerinin bir hareketinde bulur. Mevlânâ Rükneddin, hiç bir amelinden ümitli olmadığını, ancak tek bir işine ümit bağladığını söyleyerek diyor ki: «Bir gün çölde Şeyh Zeynüddin Ali Kulan hazretleri taharetle meşgul iken temiz­likte kullanacakları taşı kendilerine götürmeden yüzüme gözü­me sürdüm; işte bu hareketimden ümitliyim!»

Ve ilâve ettiler :

— Bir dervişin yüzünü bir duvara çizseler o duvarın yanın­dan edeple geçmek lâzımdır.

*

Dediler:

— Cüneyd, Şiblî'ye evvelâ yedi yıl ticaret ve kazanç emret­ti. Bu yedi yıllık kazanç, Şiblî'nin o güne kadar işlediği zulümlere karşı sadaka olarak dağıtılacaktı. Ondan sonra yedi yıl helâ temizliği vazifesini yükledi. Ancak ondan sonra kendisine tarikat ve ri­yazet tâlim etmeğe başladı.

*

Dediler :

— Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri uzun zaman riyazet içinde zikre öyle çalıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan re­van oldu. Yere düşen her damla kam «Allah» yazıyordu.

*

Dediler :

— ikindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, onda, amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyi­si muhasebedir. Muhasebe, gece ve gündüzün bütün saatleri için­de, insanın, yaptıklarını gözden geçirmesi, ibadet ve günahtan pa­yına düşenleri ayıklaması, iyiliklerinden şükür, kötülüklerinden de istiğfar etmesidir. Amellerin en iyisi de, Allah'ın gayrından usanıp kendisini ona bağlayacak bir kılavuz arama yolunda dav­ranmaktır. Bir büyüğün sohbetine ermeğe çalışmak.

*

Dediler :

— Bigâneler (anlayışsızlar) ile sohbet kalbe fütur ve ruha dağınıklık verir. Bir gün Bayezid hazretlerinin meclisinde, kendi­lerine böyle bir fütur geldiği görülmüş... Buyurmuşlar : «Meclisi­mize bir bigânenin girdiğini sanıyorum! Yoklayın, bulun!» Ara­mış, taramış, bulamamışlar. «Asaların bulunduğu yere bakın!» em­rini almışlar... Görmüşler ki, orada, bir bigânenin bıraktığı asa duruyor. Kaldırıp atmışlar ve şeyhten o fütur hâli silinip gitmiş.

«Reşahat» sahibi:

— Bir gün, Hoca hazretlerinin yakınlarından biri, bir yaban­cının gömleğini giymiş ve onunla meclise gelmişti. Hoca hazretle­ri «Birinizden yabancılık kokusu geliyor!» buyurdular ve o kimseye dönüp «Kokusundan belli oluyor! Bir bigânenin libasını giymiş olmayasın?» dediler. Adam hayretle kalkıp gitti ve gömleğini de­ğiştirip geldi.

*

Dediler :

— Halkın amelleri ve ahlâkiyle cemadlar (cansız şeyler) bi­le müteessir olur. Şeyh Muhiddin-i Arabî hazretlerinin bu husus­ta birçok keşfi vardır. Bu bakımdan kötü işlerin işlendiği bir yer­de edilen ibadetle iyi işlere sahne olmuş bir yerdeki ibadet birbi­rinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe Hareminde kı­lınan bir namaz, başka yerlerde kılınanlardan misillerce üstün­dür.

• .                 *

Dediler:

— Şeyh Ebu Talip Mekkî hazretleri buyurdular ki: «Allah'­tan başka bir muradın kalmaması için cehdet!. Bu murad sende gerçekleşince işin tamamdır! isterse keramet ve harikadan, hâl ve tecelliden sana bir şey verilmesin!.»

* Dediler :

— Tevhid, zamanımızda o hâle gelmiştir ki, halk, çarşı ve pazarlarda dolaşıp güzel yüzlülere nazar ederler ve «Biz Allah'ın cemâlini seyrediyoruz!» derler. Böyle delâletlerden Allah'a sığı­nalım! Seyyid Kaasım Tebrizî hazretleri bir gün buralara gelmiş­lerdi. Aynı hareketin müridleri tarafından yapıldığını öğrendiler. Bunlar çarşı ve pazarlarda seyrettikleri güzeller de, Allah'ın ce­mâlini gördükleri iddiasında ve nefslerine böyle bir mazeret tedarikindeydiler. Şeyh hazretleri, bunları «domuz» diye vasıflandır­dılar. Nefsin kendisini gösterdiği yerde hiç bir hakikat yoktur. Böyle müşahedelerde nefsin hiç bir payı olmasa da alınan zevk sadece ruhanî olsa yine ilâhî hakikatten hicab teşkil eder ve ondan kurtulmak lâzım gelir.

*

Dediler:

— Senin hakkında kötü şeyler söylendiği vakit,   dikkat et­melisin, sende o kötülükler var mıdır, yok mudur?. Eğer sana «do­muz», «köpek» gibi sıfatları yakıştırırlarsa bil ki, sende bunlar­dan birer pay bulunsa gerektir. Zira insan bütün sıfatlan toplayı­cıdır; onda melek sıfatlarından bulunduğu gibi, can sıfatlarından da hisse vardır. Bir büyük kişi bu taifenin efendisi   Cüneyd'in hu­zurunda otururken içeriye Şiblî girmiş. O büyük kişi, Cüneyd'in huzurunda ve Şiblî'nin yüzüne karşı    Şiblî'yi göklere çıkarmış, medh ve senalara boğmuş. Sözü bitince Cüneyd, Şiblî'yi göstere­rek buyurmuş : «Bütün bu medihleriniz bu domuz hakkında mıy­dı?» Ve Şiblî'nin tavrında en küçük bir teessür ve infial eseri gö­rülmemiş.

*

Dediler:

— Dervişlik herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yü­künü çektirmemektir.

*

Dediler:

— Allah'ın belâlarına karşı sabırlı,   hattâ hamdedici olmak lâzımdır. Zira Allah'ın birbirinden acı belâları sayısızdır.

Mevlânâ Nizameddin hazretlerine ait, yapışık ikizler hikâye­sini anlattılar.

*

Dediler:

— Bayezid hazretleri buyurdular ki: «Otuz yıldan beri Al­lah ile söyleşip Allah'tan işitirim; halk beni kendileriyle söyleşir ve kendilerinden işitir zanneder.» Bu sözün hakikati, mazhardan zahir olanın ona ait olmadığı manasınadır.

*

Dediler:

Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri, Mekke'de, biri him­met bakımından gayet düşkün, öbürü gayet yüce iki insan gördük-

lerim anlatırlar. Himmet bakımından düşkün olan, Kabe'nin ka­pısının halkasına yapışıp, Allah'tan, Allah'ın gayri şeyler istiyor­du. Yüce olan da, çarşı ve pazarda hiç nem vermeden dolaşıp bin­lerce altınlık mal satın alıyor, fakat bir saniye bile Hakk'tan gafil bulunmuyordu. Bu manzarayı gören Nakşibend hazretleri, him­meti yüce insan karşısında yüreğini kan bastığım söyler.

*

Dediler :

— Bir gün Ebayezid hazretleri bir yerden geçerken önlerine ıslak bir köpek çıktı ve silkelendi. Sıçrayan sulardan elbisesine bir şey değmemesi için Ebayezid hazretleri eteklerini topladılar ve geriye çekildiler. Köpek lisana gelip dedi ki: «Eteğine benden bir damla değseydi onu bir miktar su ile yıkar ve pak hâle getirebi­lirdin! Fakat eteklerini devşirip kendini benden pak ve üstün gör­mekle içine düşürdüğün kiri hangi sulara temizletebilirsin?»

*

Dediler:

— Mevlânâ Nizameddin hazretlerinin halkasından bir adam, bir gün, huzurda, sahte bir tavırla başım eğmiş, çenesini göğsüne dayamış, murakabe tavn almıştı. Bu hâli gören Mevlânâ hazret­leri «Başım yukan kaldır! Senin üzerinden duman tüttüğünü gö­rüyorum! Murakabeyle ne alâkan var senin?» buyurdular.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretleri, bu sözü, meclislerinde aynı sahte tavırla murakabe taklidi yapan birine karşı söylediler ve bu yolda her şe­yin ihlâstan ibaret olduğuna işaret etmiş oldular.

*

Bir dervişe seyahat izni verirken dediler ki:

— Ben hoca Alâeddin hazretlerinden ayrılırken şöyle buyur­dular : «Yolda giderken kendi kendine ahdet ki, filân durak yeri­ne kadar nisbetinden gaflete düşmeyeceksin! Böylece menzil men­zil kendi ahdinle yol al ve muradına er!» sana öğüdüm bundan ibarettir.

*

Günah mevzuunda dediler ki :

— Bu taifenin efendisi Cüneyd «Sadık mürid, yirmi yıl gü­nah meleğinin yazacak şey bulamadığıdır» buyuruyor. Bu sözün mânası, mürid, günah işlemeyendir diye anlaşılmasın. Bu söz, mü­ridin, günah işlememek çilesi içinde olduğuna işarettir.

*

Helâl bahsinde dediler ki:

— Abdülhalik Gûcdevânî hazretleri, «Halktan ağırlığı kal­dırmak gerek; bu da ancak helâl kazançla olur!» buyurdular. «Hâcegân» yolunda, el, helâl kârda, gönül ise doğrudan doğruya yâr­dadır.

*

Dediler:

— Hoca Ali Hakîm Terinizi hazretlerine göre gönül zindeli­ğinin mertebeleri vardır. Gönül zindeliği iktisatsız meydana gel­mez. Bu noktada iktisat, uykuda ve uyanıklıkta zikir hâlinde ol­maya denir. Uykuda zikir, rüyada zikir ettiğini görmektir.

* Dediler :

— «Zikre devam öyle bir dereceye ulaşır ki, zikrin hakikati, kalbin cevheriyle birleşir.» Bu söz şeyh Muhammed Pârisâ hazret­lerine aittir ve mânası da şudur : Zikrin hakikati, harf, kelime, ses ve heceden münezzeh bir keyfiyettir; kalbin cevheri de onun gibi münezzeh bir lâtife... İki keyfiyet, böylece eşyadan mücerret hâle

gelince birbirinin aynı olur ve birleşirler. O zaman zikir edici, zi­kir edilenin kendisini istilâsı sebebiyle zikirle gönlün arasını ayıra­maz olur. Zikrin son mertebesiyle öyle bir hâl olur ki, onda zikre­dilenden başka hiç bir şey görülemez, kalb de orada yokluğa ka­rışır.

*

Dediler :

— Bir gün Mevlânâ Hâmuş hazretlerine gitmiştim. Mevlânâ hazretleri, etrafındakilerle ilim konuşuyorlardı. Ben bir kenarda oturup sustum. Mevlânâ hazretleri bana sordular : «Ne dersin, su­sayım mı, konuşayım mı?» Ve ilâve ettiler : «Bir kimse öz varlı­ğının kaydından kurtulmuşsa ne yapsa iyidir; kurtulmamışsa ne yapsa kötü...» Ben Mevlânâ Hâmuş hazretlerinden bundan daha yüce bir söz işitmedim.

*

Dediler :

— Yine Mevlânâ Hâmuş hazretlerinden işittim : «Şeriat, ta­rikat ve hakikati her işde takip etmek mümkündür. Meselâ yalan yasağı malûm... Bir insan dilini ondan korumayı başaracak olursa, bu, şeriattır. Ama mümkündür ki, kalbinde yalana bir meyi kal­sın... Onu da koruyabildi mi, tarikat meydana gelir. Fakat ne di­linden, ne gönlünden, ne arzusiyle, ne de arzusuz, yalan gelmeye­cek, yani insanda yalana mecal kalmayacak olursa, bu da hakikat mertebesini ifade eder.» Mevlânâ hazretlerinin bu sözleri ne ka­dar övülse azdır.

*

Dediler :

— Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerine ait şu menkıbe gayet manalıdır : Cezbelerinin başında ona bir ses geliyor : «Bu yola niçin giriyorsun?» Cevap veriyorlar : «Her ne dersem, her ne dilersem olsun diye giriyorum!» Yine ses : «Biz ne der, ne di­lersek o olur!» Cevap veriyorlar : «Ben buna takat getiremem, da­yanamam!» Derken Nakşibend hazretlerini on beş gün kadar kendi kendisine bırakıyorlar. O hâle geliyor ki, başını taştan taşa vu­racak oluyor. Tam ümidini kaybeder gibi olduğu anda hitap erişi­yor : «Senin istediğin gibi olsun!» Hoca hazretlerinin makamla­rında böyle yazılmıştır. Mevlânâ Yakup Çerhî hazretleri de buyu­ruyorlar ki: «Hitap erişip (Senin istediğin olsun!) denilince ben öyle bir yol tuttum ki, elbette erdiricidir.»

(Bu makam naz makamıdır; ve velîlerin isteği Allah'ın iste­ğinden başka bir şey değildir.)

* Bir gün etraflarındakilerden huzursuz olup dediler :

— Siz bu yolun yükünü çekemezsiniz! Bu yol gayet incedir ve kendi muradından geçip başkasının muradını benimsemek işi­dir. Düşünün, ne çetin dâva... Şimdi ben size domuz güdün veya puta tapın desem, hemen küfrüme hükmedersiniz! Evet, bu iş si­ze göre değil!. Bakın size bir fıkra anlatayım : Bir gün Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin hizmetlerinde bulunan iki kişi aralarında iman bahsini tutturmuşlar... Bahis, bin bir dereden su getirme gayretiyle uzamış, gitmiş. Nihayet Şâh-ı Nakşibend Haz­retleri bunların yanlarına gelip demişler ki: «Eğer muradınız bi­zimle sohbet ise imandan geçmeniz lâzımdır!» Bu söz müridlere gayet giran gelmiş ve Hoca hazretlerinin muradları kendilerine zahir oluncaya kadar ağır ıstırap çekmişler...

(Bu sözün hakikati, imanın dedikodusundan geçip, kelimeler üstü hâline ermektir.)

*

Yakınlarından birini muhatap tutup dediler ki:

— Sende Şâh-ı Nakşibend hazretlerinden bir nisbet ve keyfi­yet meydana gelse ve ondan sonra başka bir büyüğün sohbetinden de aynı hâl ve zevki alsan Hoca Bahaeddin hazretlerini bırakır mı­sın, bırakmaz mısın? Bunun cevabı şudur ki, o nisbetten nerede

ve hangi vesileyle bir pay elde etsen onun Şâh-ı Nakşibend'ten geldiğini bilmen icap eder. Kutbeddin Haydar müridlerinden biri Şeyh Şehabüddin Sühraverdî'ye gidiyor. Karnı acıkmıştır. Yüzü­nü şeyhinin köyü istikametine döndürüp içinden : «Allah için bir şey; yâ Kutbeddin Haydar!» diye medet istiyor. Şeyh Sühraverdî onun bu hâlini keşfediyor ve derhal önüne yemek getirilmesini emrediyor. Mürid karnını doyurduktan sonra, aynı istikamete yö­neliyor ve bu defa açıkça «teşekkür ederim, yâ Kutbeddin Hay­dar, sen bizi hiç bir yerde yoksun bırakmazsın!» diye hitap ediyor. Yemek hizmetini gören şahıs bunu şeyhe anlatıyor : «Sizin yeme­ğinizi yiyor da kendi şeyhine teşekkür ediyor!» Şeyh Şehabüddin Sühraverdî buyuruyor ki: «Müridliği bu adamdan öğrenin! Bir insan nerede bir kıymet ve fayda geçirse onu şeyhinden bulduğu kanaatini asla kaybetmemelidir!»

*

Şeyhinden daha kemâllisini bulanın, onu bırakıp öbürüne ka­pılanmasını mazur görme bahsinde dediler ki :

— Bu hâl bazen olur. Şeyh Ebu Osman Hayri menkıbesi bu­na delildir. Şeyhine kapılandıktan sonra, Şeyh Ebu Hafas tarafın­dan avlanmış, âdeta kapılmıştır.

*

Dediler:

— Büyüklerden biri şeytanı cami kapısından dışarıya kaçar­ken görüyor. Kapıdan içeriye bir göz atınca da bakıyor ki, adamın biri namaz kılmakta, bir başkası da yanında uyumakta... Şeytana soruyor: «Buraya ne maksatla geldin, niçin kaçıyorsun?» Şeytan cevap veriyor :' «Şu içeride namaz kılan adamın ibadetini vesve­seyle bozmak için geldim! Fakat yanında uyuyan adamın heybe­tinden ürktüm ve kaçtım!»

*

Dediler:

— Seyyid Kaasım Tebrizî Mevlânâ Zeynüddin Ebubekir hazretlerinin meclislerindeydiler. O devir büyüklerinden birinin mü­ridi de meclisteydi. Mevlânâ Zeynüddin o müride sordular : «Şey­hini mi daha çok seversin, İmam-ı Azam hazretlerini mi?» Mürid «Şeyhimi!» diye cevap verdi. Mevlânâ hazretleri bu cevaba öyle­sine öfkelendiler ki, müridi adamakıllı haşladılar ve «köpek!» diye hitap ettiler. Peşinden hususî dairelerine çekildiler.    Biraz sonra döndüler ve Seyyid Kaasım hazretlerine «Müridin kalbini kırdık! Haydi gidip kendisinden af dileyelim!» dediler. İkisi birden çıkıp o müridi yolda buluyorlar.    Kendileri af dilemeden mürid ilerli­yor ve'şöyle diyor : «Sizden af dilemeğe ve niçin şeyhimi daha çok sevdiğimi bildirmeğe geliyordum. Sebep şu : «Bunca yıldır İmam-ı Azam hazretlerinin mezhebindeyim;    böyleyken kötü sıfatlardan kurtulabilmiş değilim! Şeyhime bağlanalı pek az bir zaman geçti­ği hâlde kötü sıfatlardan kurtulmuş bulunuyorum. Şimdi öğren­mek istiyorum : Böyle bir zât'ı mezhebimizin kurucusundan ziya­de sevmek suç mudur? Eğer kitaplarda böyle bir fazla muhabbet kötü diye gösteriliyorsa, söyleyin, dönelim!»    Mevlûnâ hazretleri bu izahı beğendiler ve müride lütuflarda bulundular.

*

Dediler:

— Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî ile beraber Şeyh Bahaeddin Ömer'in ziyaretine gidiyorduk. Yolda Mevlânâ Sadeddin hazretleri bana dedi ki: «Bir kutup ele geçirsek de bâtınımızı ta­sarruf etse ve bizi kendiliğimizden kurtarsa.» Şeyhin huzuruna çıkınca, o, Mevlânâ'ya döndü ve şöyle hitap etti : «Kutbun tasar­rufunu ne yapacaksın? isteklilerin istidatlarına üşüşen arıza ve engelleri, bunların, sohbetleriyle yok etmelerinden büyük tasar­ruf mu olur?» Fakat Mevlânâ Sadeddin'in kasdı bu değildi. O, is­teklerin, istidatları miktarınca bir feyiz kazanmasını değil, faz­lasını diliyordu. «Hâcegân yolunun, isteklileri kendilerinden üs­tün hâle getiren bâtın tasarrufu marifetine tâlib bulunuyor ve bu

isteğinin hakikatinde yanılmıyordu.    O, in'ikâs şekliyle kutuptan gelecek ve kendi öz istidadını aşacak feyzi arıyordu.

*

«Reşahat» sahibi :

— Dış vücut ile var olan her mahlûk, hususî bir isme mazhardır. Melekler de kendi varlıkları içinde hususî bir isme mazhar ve o isim dairesinde huzur ve zevke mâliktirler. O isimden başka bir isme geçemezler.

Ve ma minna illâ lehü mekâmün mağlûmün

âyeti de bu mânaya işaret eder. Fakat insan bu ölçünün dışında­dır: Bir ucunda «zalûm» ve «cehul» sıfatlarının karanlığı bulunan insan öbür ucuyle nuranî emanetin ve birinden öbürüne intikal is­tidadının sahibidir.

*

Dediler:

— Şeyh Necmeddin Dâye, evliya sohbetinin kadrini bilen, hattâ bilmek isteyen hiç kimse olmadığını söylemişlerdir.

*

Dediler:

— Şeyh Ebulkaasım Gürkânî hazretleri buyurdular : «Öyle bir kimseyle düşüp kalk ki, senin bütün varlığın o olsun!. Yahut onun varlığı sen olasın!. Yahut da ikiniz birden Allah'ta yok olup ne sen kalasın, ne o!»

*

Bâtınının, taraflarından tasarrufunu özleyen bir insanın, için­den geçirdiği hissi şöyle cevaplandırdılar :

— Senin istediğin tasarruf odur ki, ya ben sen olacağım, ya sen ben olacaksın!.

Tasavvufun tarifi mevzuunda dediler ki :

— Bu tarifi Şeyh Ebu Said Ebulhayr yapmıştır : «Şimdiye kadar yedi yüz velî tasavvufun tarifinde türlü sözler söylemişler­dir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanabilir : Tasavvuf, vak­ti, en değerli olan şeye sarfetmektir.

* Dediler :

— Şeyh Ebussuud hazretleri, yakınlarına : «Benim yanıma duyduklarınızla gelmeyin, olduklarınızla gelin!» buyururmuş... Muhiddin-i Arabî hazretleri de şöyle der : «Şeyh Ebussuud'un bu sözden muradı, benim kudsiyetime halktan aldıklarınızla gelmeyin, kendi gönlünüzden süzdüklerinizle gelin demektir.»

* Dediler :

— Cüneyd hazretleri sözü ima ile söylerler ve sırları gizler­lerdi. Bir gün, istemeden, ince hakikatlere dair ağızlarından söz­ler dökülmeğe başlamış. Meclislerinde, kendilerinden bu sözleri cezbeden biri olmak ihtimalini düşünmüşler ve yoklanmışlar... Bakmışlar ki, bir köşede Mansur (Hallaç), başını cübbesinin yaka­sı içine çekmiş, oturuyor. Mansur'u dışarı çıkartmışlar... Zira onun ifşa edeceğini biliyorlarmış.

*

Dediler:

— Mevlânâ Nizameddin Hâmuş hazretlerinin dedikleri gibi, şeyh kendisini müridlerine güzel göstermeği bilendir. Maddede ve mânada güzel görünmek ve cemâl ile tecelli etmek, şeyhliğin şartıdır.

*

Dediler :

— Seyyidlerin (peygamber neslinden gelenlerin) bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zira Allah'ın Resûl'üne bağlı bir nesepten   gelmenin  şerefini   taşıyanlara,   lâyık  oldukları   tazimi

gösterememekten korkarım. Bir gün, İmam-ı Azam hazretleri ders verirken, oturdukları yerden birkaç kere ayağa kalktıkları görül­müş... Sebep : Avluda küçük çocuklar oynuyor ve aralarında seyyidler bulunuyor. Koca imam, gözleri bunlara her değişte ayağa kalkıyor. .

*

ı

Dediler :

— Semerkant ulularından birine sordum : «insan rüyasında Allah'ı ölmüş görse tâbiri nedir?» Cevap verdi : «Eğer rüyada Al­lah'ın Resulü ölmüş görülürse, görenin şeriatta bir suçu olduğuna delil olur; bu da onun gibidir.» Bence tâbir şudur : Allah ile huzu­ra varmış bir kimsenin o huzuru kaybetmesine işaret... Halbuki Mevlânâ Câmi hazretleri tam tersiyle tâbir etmişler ve rüyada Al­lah'ı ölmüş görmenin bir kötü huydan kurtulmaya ve huzur bakı­mından büsbütün yükselmeğe delâlet ettiğini söylemişlerdir.

*

Dediler :

— Kabirlerin keşfi, mezardakinin ruhunu misâl âleminden bir surete bürünmüş olarak görmekle olur. Lâkin şeytanlar da dış suret ve şekillerle görünmeğe muktedir oldukları için «Hâcegân» büyükleri bu türlü keşiflere değer vermezler. Kabir ziyaretinde onların usulü, bâtınlarından bütün nisbetleri boşaltarak gelecek nisbete göre kabir sahibinin hâlini bilmektir. Nitekim meclisleri­ne bir yabancı geldiği zaman da yine onların bâtınlarına nazar ederler ve orada gördüklerine nazaran hareket ederler. Şeyh Muhiddin-i Arabî hazretleri buna «karşılık tecellisi» der. Bu hâlin zuhuru, büyüklerin bâtınlarındaki safa ve cila vasıtasiyledir. Zira onların gönül aynaları dünya nakışlarından arınmıştır. Pak ve saf­tır. Gönüllerini kendi hâllerine bıraktıkları zaman orada renksiz­likten başka bir şey kalmaz ve karşılarındakinin hâl ve nisbeti ol­duğu gibi kendilerine akseder, kendilerinde görünür.

*

Dediler :

— Bir gün Mevlânâ Nizameddin hazretleriyle Şâş mezarla­rını ziyarete gittik. Bir kabrin yanına oturup bir müddet kendile­rini verdikten sonra derin bir teessürle kalktılar ve «Bu kabir sa­hibinin cezbesi galip» dediler. Gerçekten o kabir, ibrahim Kimyaker isimli, devrinin meczuplarından birinin imiş... Ondan sonra bir kabre daha gittiler. Onun için de «Bunun da ilim nisbeti galip» buyurdular. O da, din âlimlerinden Şeyh Zeynüddin Gûy-u Âri-fan isimli birinin... Tahkik ehlince sabit olmuştur ki, ölümünden sonra terakki galiptir.

*

Dediler :

— ölümden sonra terakkinin hayattakinden üstün olduğu üzerinde bir çok keşif ehli birleşmiştir. Muhiddin-i Arabî hazret­lerinin fikri de budur. Ebülhüseyn Nuri «ölümden sonra terakki olmaz!» diyenlerdendir. Halbuki birçok keşifle sabittir ki, ruha, be­den alâkasından sıyrıldıktan sonra bu dünyaya ait olmayan bir ilim verilmekte ve o da her ilim gibi terakki etmektedir.

* Dediler:

— Fakrin hakikati üzerinde Gavs-i Azam hazretleri şu ilâhi hitaba erdiler: «Ey Gavs-i Azam, yakınlarına fakirlik öğüdünü ver! Ondan sonra da fakirlikten fakirlik (fakirlikten de uzaklaş­ma) nasihatini... Böylece fakirlik, hem her şeyden, hem de sonun­da fakirlikten kurtulmaya varınca onların gayeleri yalnız ben olu­rum!»

* Dediler:

— Bazı büyükler «Cehdet ki, kendi amelinle kabre gitmeyesin!» buyurmuşlardır. Bundan murad, hiç bir amelin insana da­yanmadığını ve ancak Allah'ın lûtfiyle kaim olduğunu bilmek ve bu şuuru muhafaza etmektir.

*

Dediler :

— Bazı büyükler «Allah dilerse vâhidiyet (birlik) mertebe­sinde kendisini anlar.» buyurmuşlardır. Murad şudur : Vâhidiyet, mücerret hakikat mertebesidir ve Allah dilerse kendinden insana öyle hususî bir ilim verir ki, o ilimle mahlûk, hâlikini anlar. Çün­kü Allah'ı anlamak, Allah'ın ilmi olmadan mümkün değildir. Ya­ni Allah'ı anlamak, ancak Allah iledir.

*

Dediler :

— Bir gece Hoca Baki'nin acısı vardı. Uyuyamadı. Ben de onun acısı yüzünden uyuyamadım. Alâkalı olduğu insanın acısın­dan ıstırap duymayan insan, son derece katı ve kabadır. Bu yolda olanlara gerektir ki, canlılardan hangisine bir ıstırap gelse, aynını kendi çekecek kadar incelmiş olsun... Bir kere bir merkebi öyle dövmüşler ki arkasından kan gelmiş. Bir de bakmışlar ki, orada bulunan Beyazid-i Bestamî hazretlerinin baldırlarından da kan iniyor.

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretlerinin bu sözlerinde «Cem'» makamında bu­lunduklarına ait bir delâlet vardır.

*

Dediler:

— Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer hazretlerinin huzurlarındaydım. Biri geldi ve şöyle lâf etti: «Bazı büyükler, hâllerinin ba­şında, mümkün olanın (yaratılmışların) vâcib olanın (yaratanın) aynı olduğunu söylemişlerdir. Hâllerinin nihayetinde ise mesele­yi tersinden belirtip, vâcib olanın mümkün olanın aynı olduğunu ileriye sürmüşlerdir. Bunun izahı nedir?» Şeyh hazretleri buyur­du : «Birinci söz yanlış yönde söylenmiştir : ikincisi ise doğru...» Ve meclistekilere hitap etti: «Bu iki görüş arasında fark nedir?» Kimse cevaba cesaret gösteremedi ve izahını şeyh hazretlerinden bekledi. Tam o anda Türkistan emirlerinden bir topluluk huzur­larına geldiler ve bu dakîk meselenin taraflarından izahına imkân kalmadı.

HOCA HAZRETLERİNİN HİKMETLERİNDEN

Sefer meselesi :

— Şeyh Bahaeddin Ömer hazretleri bana sordular : «Başlangıçtakine sefer mi daha iyidir, yerinde kalmak mı?» Ben edebe riayet ederek kendimi cevaptan âciz gösterdim. «Mutlaka cevap ver diye ısrar gösterdiler. Dedim ki : «Başlangıçtakine seferde gö­nül perişanlığından başka bir şey hâsıl olmaz. Sefer, müridde an­cak temkin sıfatı yerleştikten sonra iyi olabilir. Benim anlayışıma göre, başlangıçtakine sefer uygun değildir. Onu bir köşede oturtup temkin sıfatına erdirmek lâzımdır. Bu vaziyette olan bir kimse için kendi şehir ve muhitinde kalmak en iyisidir. Aynı zamanda yakınlarının, dost ve düşmanlarının teftiş ve tecessüs gözleri de kendisinin kötü hareketlerine mâni olur. Gerçi büyüklerden bazı­ları bunun tersini müdafaa etmişler ve kötü alışkanlıkların ve fay­dasız bağlılıkların seferle önleneceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca sefer mihnetlerinin de riyazet yerine geçeceğini savunmuşlardır. Lâkin, bu, ancak mürşidi buluncaya kadar onu diyar diyar aramak için olabilir. Mürşid bulununca da müridin yeri onun eteğinin ucudur ve ancak muayyen bir mertebeden sonra sefer kendisine münasip olabilir. «Hâcegân» büyüklerinin görüşü de böyledir. Eğer mürşid, müridin memleketinde ve şehrinde ise o zaman ken­disine hiç bir suretle sefer lâzım değildir. Mürşid bulunamamış ise bulununcaya dek seyahat şarttır.»

*

Yine sefer meselesi :

— Bayezid-i Bestamî hazretleri, hâllerinin başlangıcında Bestam'dan yola çıkıp bir yerde bir azizin sohbetine vardı. O aziz kendisine dedi ki : «Geldiğin yere dön, muradını orada bırakıp yollara düşmüşsün!» Bayezid hazretleri geri döndü. Bir yaşlı an­nesi vardı. Onun hizmetine girdi ve rızasını elde etmeğe çalıştı. Muradına erdi. Şeyh Muhiddin-i Arabi hazretleri, Bayezid-i Bestamî'ye «Dön!» emrini veren şeyhin maksadına işaretle diyor ki : «Murad edilen zat, bütün zaman ve mekânı kuşatıcıdır; hiç bir yer onun kuşatıcılık sahasının dışında değildir. Bayezid'e bu sırrı his­settirip mesafeler boyunca dolaşmaya ihtiyaç olmadığım anlatmak . istedi.»

*

Yokluk ve küçüklük meselesi:

— Sâlik,. yokluk elde etmek, yokluğa bulanmak için nefsini küçültmek ve düşürmek yolunda o kadar çalışmalıdır ki, Allah'ın cemâlini fenâ ve hiçlik aynasında görebilecek hâle gelsin...

*

Cevr ve cefadan mutlu olmak meselesi :

Halkın cevr ve cefasından haz etmeyen kişinin canına Al­lah ehli ilminden hiç bir koku gelmez. Zira Allah ehli gözünde mutlak fail Allah'tır ve sevilenden sevene hangi yoldan ne gelir­se, onu baş tacı etmek gerektir.

*

Nefsi kırmak meselesi:

— Hakkında kötü söylenen bir insan bundan müteessir olur. Böyle bir şeyin insan tab'ına hoş gelmemesi fıtrî ve umumîdir. Dervişe lâzım olan ise bu hoşlanmamayı gönlünden kovmasıdır. Bu da Allah'a ermeden olmaz ve sadece zikirle murakabeyle elde edilemez. Gerçek sülük (yola giriş) ise budur.

*

Belâ ve mihnet meselesi:

— Belâ ve mihnetin insan kalbini tasfiye edişi, pak ve saf hâle getirişi kadar hiç bir şey müesser olamaz. Belâ ve mihnet, bilhassa, Allah ile kul arasındaki perdeyi incelticidir. «Belâların en büyüğü nebilere, sonra evliyaya ve sonra sırasiyle şuna ve buna gelir» mealindeki hadîs bu hikmete işarettir. Benim de kanaatim böyledir.

*

Allah'ın mekri (tuzağı) meselesi :

— Bir kimse yolda giderken görse ki, bir köpek uyuyor ve yolundan rahat geçmek için o köpeği kaldırsa ve geçtikten sonra köpeğe bakıp aynı duyguyu muhafaza etse, bu hâl kendisine ilâhî bir mekrdir ve böyle bir işi yaptığı hâlde kendi vecd ve hâlini elin­den almadıklarına şükretmesi lazımdır.

*

Yine ilâhî mekr :

— İlâhî mekr ikidir :    Biri aşağı,    öbürü yüksek tabakaya mahsus... Aşağı tabakaya mahsus olanı, hizmette kusur işlenme­sine rağmen nimette eksiklik olmaması, yüksek tabakaya mahsus olanı da edebe aykırı hareket edildiği halde vccd ve hâlin devam etmesi...

*

«Hâcegân» nisbeti :

—«Hâcegân» nisbetine çalışanların terbiyesi öyle olmalı ki, meselâ bunlardan biri buğday alım satımında alâkalılarla kavga­ya tutuşsa ve kavganın şiddetinden kana bulanmış olsa yine bâtı­nında en küçük rahatsızlık ve çektiği cefadan en basit teessür yer bulmamalıdır. Hattâ bunlardan zevk duymalı, kötülük işleyenleri mazur görmeli ve kendi nisbetinden ayrı düşmemelidir.

*

Tecelli meselesi:

— Allah, tecellileriyle bütün varlıklara şâmildir. Çok kimse­ler vardır ki, bir köşeye çekilip ona «halvet» veya «uzlet» adını koyarlar. Böyle yapmak için ne özürleri vardır? Eğer bunca tecelliyi bâtıl sayıyorlarsa cahilliklerine doymasınlar!. Eğer «haktır» diyorlarsa ya ne için hakkı yerine getirip bir iş başını tutmazlar? Ama «Cem'» makamında istiğrak ve istihlâke düşmüş olanlar, dünya ile uğraşmak mecallerini yitirdikleri için mazurdurlar ve onların hâlleri müstesnadır.

* Hitab ve perde :

— «Hâcegân» nisbetini taşıyanların, halk içinde gezerek çoklukta ve ayrılıkta görünmelerinin sırrı şudur ki, halvete davet eden sevgili karşısında seven daima hicaba düşer.

*

Yine hicab ve perde :

— «Hâcegân» nisbetinin letafeti o derecededir ki, bizzat te­veccühün kuvveti onun zuhurunu mâni olur. Nitekim bütün güzel­lik tecellilerinde aynı şey görülür; üzerlerine fazla yönelme olun­ca hemen hicaba, perde arkasına çekilirler. Ve yine bu nisbetin letafeti, bir köpeğe «hişt!» demeğe bile mânidir. Hemen nisbet kaybolabilir.

*

Zıttan asla :

— Eşyanın zıddiyle zahir olduğu ölçüsü malûmdur. Böyle olunca, halk ile düşüp kalkmak Hakk ile olmanın zıddıdır. Zıtlar arasındaki kerahet, makûs (ters) tarafa doğru bir incizap cereyanı açar. Bu sebeple, bu silsile ehli halkla düşüp kalkarlar ki, onun zıddına müncezip olsunlar ve gönüllerini en sağlam şekilde Al­lah'a bağlasınlar...

*

Nisbet:

— «Hâcegân» yolundan gönlünde bir nisbet doğan kimse, başlangıçta aynı nisbeti taşıyanlardan başkalariyle ihtilât edecek olursa nisbetini zayıflatır. Velev ki. ihtilât ettikleri züht ve takva ehlinden olsun... Züht ve takva nuranî bir nisbet olduğu hâlde manevî nuraniyetle bir araya gelmeyecek olursa sâlik içten eksik teşkil eder ve onu, nisbetler içinde en yücesi olan kendi nisbetinden düşürür.

*

Sohbet:

— Size hevâlariyle galip gelecek ve neticede sizi yiyecek olan topluluklarla sohbet etmeyin!. Vaktinizi telef edenlerden uzaklasınız!.

*

Kadın arzusu :

— Bu yola giren birine evlenme isteği yapışacak olursa baş vurulacak ilk iş istiğfardır. Onunla geçmezse kadınlardan uzak bir yere varmak... Yine geçmezse oruç ve yemeği azaltmak... Onunla da geçmezse mezarları dolaşıp ölülerden ibret devşirmek... Ve yi­ne geçmezse kalb ehlinin bâtınlarından imdat istemek... Ümit edi­lir ki, bu yollarla şehvanî kuvvete hâkim olunur.

*

izdivaç :

— Evlenmek, en yüksek ve en aşağı iki derece içindir, Nebîler ve velîlerle, halkın aşağı sınıfı... Biri evlenme vasıtasiyle Hakk'a yaklaşmaya büsbütün kuvvet kazanır ve asla Hakk'tan mahcup kalmaz; öbürü ise, yine aynı vasıtayla hayvaniyetini ta­mamlar. Ama şu taife ki, bunların ikisi arasındadır; onlara izdivaç tavsiye edilemez. Benim bir günahım vardır ki, beş yüz yıl yaşa­sam da her an istiğfar etsem o günahı karşılayamam. Evde evlendiğimdir.

(Hoca hazretlerinin bu sözleri, aynı yolun büyüklerine bağlı görüş ve mizaca uymamaktadır. Evlenmekte, Muhammedi mizaç olarak büyük sır vardır.)

«Reşahat» sahibi:

— Evlenmek, Kur'an ve hadîs ile teşvik edilmiş bir müesse­se iken Hoca hazretlerinin bu sözlerindeki nefyi müsbet telâkki etmeyecek bir itiraz şu tarzda cevaplandırılabilir ki, kendileri bul hükmü itlâk ile herkese şâmil bir kaide hâlinde vazetmeyip ancak bazı şahıslara ve onların istidat derecelerine göre tayin buyurmaktadırlar. Bu zamanda olduğu gibi öyle şartların belirdiği zemini ve zamanlar vardır ki, onlar da tecerrüt (kadından el çekme) ve feragat evlâdır.

*

Giriftarlık :

— Bir er gördüm ki, bir güzele giriftar olmuştu. O güzel nereye gitse o da peşinden... Hayvanlarda da aynı şey değil midir? insanın hayvanla ortak olduğu iştc-n ne beklenebilir? Yazık ki na­sihat edicilerin öğütleri giriftarlara tesir edemez.

*

Zikir :

— Gönlünü Allah'a vermiş olanın zikre ihtiyacı yoktur. Zi­ra zikirden murad bu nisbetin meydana gelmesi ve gizli muhab­betinin ortaya çıkmasıdır. Dâva, harflerden, (ha) ye (hû) lardan kurtularak yârı anmaktadır.

*

İncelik :

— Bu nisbetten gönlünde bir eser doğan kimseye şeyhin muamelesi gayet ince olmalı ve onun kalbine kerahet düşürmeme­ği hedef tutmalıdır. Şeyh kendisini müride sevimli göstermelidir. Müridde kerahet duygusu uyanınca muhabbet silinir, muhabbet silinince de nisbet kaybolur.

*

Yine incelik :

— Bir kimse bu taifenin sohbet dairesine girince kendisini gayet âciz ve müflis göstermelidir ki, onların rahmet ve şefkat nazarlarını çekebilsin...

*

Kalabalıkta halvet:

— Kalabalıkta halvet (halvet der encümen), pazara girdiğin zaman halkın patırtısından kulağına hiç bir şey çarpmaması de­mektir. Kolayca ele geçer bir şey değildir bu... Bazıları bu yolu kolay sanırlar. Hoca Muhammed Pârisâ bunca iç ve dış kemâlin sahibi oldukları halde «Hâcegân» kitaplarını yanlarından ayır­mazlardı.

*

Havatır (kalbe inen zıt hisler):

— Havatırı kemâliyle bilip murakabe etmek Hoca Abdülhalik silsilesine mahsustur. Zira bunlar aldıkları her nefesi muhafa­za ve murakabede son derece ihtiyat üzerindedirler.

*

Zevkle idrak :

— Yolumuzdan murad, gönlün, zevk ve lezzet yoluyle Al­lah'ı bilmesidir. Başlangıçta bu mâna, uygun ameller ve makbul işlerle elde edilir. Sonda ise artık işin kıymeti kalmaz ve mâna kalbin melekesi hâline gelir, malı olur.

*

Yakîn (Anlayış) :

— öyle bir yakîn sahibi olmalıdır ki, onu hiç bir su eritme­ğe ve hiç bir ateş yakmaya muktedir olmasın...

Meselâ buğdayın vücubuna yakîn sahibi olan bir insanın bil­gisini hiç bir şey değiştiremez. Fakat, bilmeyene buğday ne kadar tarif edilse o yine zihinlere yerleştirilemez.

*

Bâtını hâli:

— Bâtınında bu yola girmek için bir alâka ve nisbet doğan kimse, bu hâlini Allah'tan bir nimet bilip hakkını yerine getirme­ğe davranmalıdır. Hakk'ın yerine getirilmesi, varlığını topyekûn o yola sarf etmektir. Tahkik ehlince sabittir ki, vicdan, isteğin ba­sıdır. Bir şey istemek, vicdan üzerinde tecelli ile olur. Allah bir gönüle tecelli etmeden o gönülde istek harekete gelemez. Meselâ bir kimse bir pencere altından geçerken o pencerede görünen bir güzel onda öyle bir istek doğurur ki, gayet tabiî olarak incizap is­teğin başı olur.

*

Zeka :

— insanda zekâ kıymeti, bu taifenin hakikatlerini anladığı nisbettedir.

*

Hâs idrak :

— Dâva teveccüh ve murakabede değildir. Dâva, bütün işle­ri bir gayeye bağlayıp her şeyde hâs ve hususî bir anlayış sahibi olmaktadır.

*

Amel:

— Ameli sevmek lâzım, huzur ve cemiyeti değil... Amel, ira­deye bağlıdır, huzur ve cemiyet ise irade dışında... Huzur ve ce­miyeti hazırlayıcı aslî saik ameldir.

*

Sohbet:

— Bizim sohbetimizden size bir zevk    ve keyfiyet gelecek olursa sohbete devam ediniz; aksine, zahmet ve bıkkınlık gelecek olursa bizden ayağınızı kesiniz!

* Kelâm :

— insan, kendisini, dinlediği sözün iç mânalarına vermeli­dir. Sözleri dış yüzünden dinlemekle bir şey olmaz. Kelâmın bir cemâli vardır ki, Hak onu inayet ettiklerine gösterir. Nitekim Al­lah, beyinlerini kelâm ile gönderdi, cezbe ve tasarrufla değil...

*

Tecelli aynaları:

— Lisan gönlün aynasıdır, gönül ruhun aynası, ruh insanî hakikatin aynası, insanî hakikat de Allah'ın aynası. Gaibin haki­katleri bu kadar mesafe ve basamak atlayıp lisana gelir. Orada lâfz şekline bürünüp istidatlıların kulağına erişir.

* ..

Güzel söz :

— Sözün güzeli, dinleyenin dinleyenden aldığıdır ve evliya kelâmıdır.

*

Yenilik :

— Büyükler bana iki şey inayet ettiler : Birincisi, ne söyler­sem yeni olması, dalgıç görmemiş derya dibindeki inciye benze­mesi ve asla daha evvel söylenmemiş olması; ikincisi de, ne der­sem makbul olması ve hiç reddedilmemesi...

*

Usul:

— «Hâcegân» yolu büyüklerinin usulünce kelâm eden bir kâfir bulunduğunu haber alsam gidip meclisinde oturmayı cana minnet bilirim.

*

ilim:

—- Nahiv (gramer) bir haftada öğrenilmesi kabil bir ilimdir. Düşündüm : Ne olaydı, dervişliği de bir kitapta toplayabilselerdi ve bir haftada öğrenmek mümkün olaydı? Halbuki hakikatte ne kadar basit... Gönül aynasını bu dünyadan çevirip Allah'a döndürmekten ibaret...

*

öz:

— Zahir ilimlerinin özü, tefsir, hadîs ve fıkıhdır. Bunların özü de tasavvuf... Tasavvufun özü ise vücut bahsidir. Derler ki, bütün tecelli mertebelerinde vücut birdir ve o vücut kendi ilmî suretleriyle zahire çıkmıştır. Bu bahis gayet nazik ve dakiktir. Buna akıl ve hayal ile girişmek küfürdür. Zira bu âlemde köpek ve domuz gibi hayvanlarla türlü necaset ve sefil şeyler vardır. Vücudu bunlara kadar şümullendirmek, kabahat ve şenaatin en büyüğü olur. Onları ayırmak ve müstesna tutmak ise ölçüyü bo­zar. O halde?. «Hâcegân» taifesinin bağlılarına düşen vazife, bü­tün bu akıl keşmekeşliklerini bir tarafa bırakmak, bâtın tasfiye ve tezkiyesine çalışmaktır. Bâtın nuranileşip ruh aynası safa ka­zanınca hakikat ona tecelli eder. O zaman vücut hakikatinin ne olduğu anlaşılır ve bu hakikat kelâm kalıplarına dökülemez.

Ve bir şiir okudular :

ŞİİR

Ey okunu ve yayını hazırlamış, avını gözleyen!

Sen uzaklarda ara dur, şikâr senin içinde...

Ben sana senden yakınım dedi Hak, bilemedin!

Senin uzaklık sandığın, akıl ve idrakindedir.

*

Pişmek :

— Bu yolda pişenlerin uzun zaman piştiğinden haberi ol­maz. Karpuzun güneş altında pişmesi ve olması gibi... Onun hâ­linden yalnız bostancı anlar.

Hoca hazretleri bu sözleri «Reşahat» sahibine söylüyorlar ve bu arada onun ağladığını görüp kendileri de in'ikâs suretiyle ağlamaya başlıyorlar.

Peşinden aralarında şu konuşma geçiyor : Hoca hazretleri:

— Neredensin?

— Sebzevar'da doğdum, fakat Heri'de büyüdüm. Hoca hazretleri:

— Senin doğduğun yere dair bir hikâye anlattılar. Sebzevarlı bir sünnî bir duvarın kenarında oturuyormuş. Duvarın te­pesinde de bir rafızî... Başını kaldırınca ne görsün?. Kâfir rafızî. iki büyük sahabinin, Hazret-i Ebubekir ve Ömer'in mübarek isim­lerini ayağının tabanına yazmış değil mi?. Maksadı hakaret. Sün­nî bu manzaradan fevkalâde müteessir olmuş ve bıçağını çıkar­dığı gibi rafızînin tabanına saplamış...Rafızî basmış çığlığı... Avaz avaz bağırmaya başlamış : «Koşun, dostlar, bu sünnî beni bıçaklıyor!» Rafızîler üşüşmüş ve sünnîyi param parça etmek üzere kıskıvrak yakalamışlar...Sünnî bakmış ki, kurtuluş imkânı yok, parçalanacak; şöyle bir hileye baş vurmuş : < Bir dakika du­run da size işin gerçeğini anlatayım!» Durmuşlar. Demiş ki : «Bu duvar dibinde dinleniyordum. Başımın üzerinde bir temas duy­dum. Kafamı kaldırınca gördüm ki, o isimleri başımın üstüne koy-

mak istiyorlar. Halbuki ben de sizdenim ve başımın üstünde el­bette o isimlere tahammül edemezdim. Öfkemden onun bir ayak olduğunu bile farkedemedim ve bıçağımı çektiğim gibi başıma inen o şeyi dürttüm. Meğer o da bizim gibi birinin ayağı değil miymiş?» Bunun üzerine adamı bırakmışlar, hattâ elini öperek ihtirama bile lâyık görmüşler. Demek ki, sen, böyle bir şehirden­sin!.

— Evet efendim!

— Şeyhlerden biri yine rafızîlerin çoğunluk belirttiği bir yere düşmüş. Yolda, bir sürü rafızî önlerine çıkıp Hazreti Ebu­bekir hakkında etmedikleri küfür bırakmamışlar. Şeyhin yakın­ları bunları tepeleyecek olmuş. Müsaade etmemişler. Demişler ki : «Bırakın! Onların bahsettiği Ebubekir, bizim bildiğimiz de­ğildir! Onlar kafalarında mevhum bir Ebubekir icat ederek onu Allah Resûl'ünün beyt ehline düşman gösteriyorlar ve ona çatıyorlar. Böyle bir Ebubekir mevcut olsaydı biz de ona çatardık!» Rafızîler bunun üzerine hidayete eriyor ve istiğfar ederek şeyhin ellerinden öpüyorlar.

Ve hoca hazretleri «Reşahat» sahibine soruyorlar :

— Baban kimdir, neyle meşguldür?

— Adı Mevlânâ Hüseyin'dir, vaizdir.

— Kulağıma gelmiş bir isim... Kemâl ve fazilet sahibi bir insan olduğunu işittim, vaazları, aşağı ve yüksek, her sınıfın mak­bulü imiş.

*

— Şeyh Zeynüddin Hâfî ve Mevlânâ Yakup Çerhî hazretle­rinin üstadı Mevlânâ Şahabeddin Seyaramî Semerkant'a geldiği zaman kendisinden bir vaaz rica ediliyor. «Hâcegân» ulularından Mevlânâ Muhammed Attâr Semerkantî hazretleri de oradadır. Mevlânâ Şahabeddin teklifi kabul ediyor ve minbere çıkmadan eğilip merdivenin eşiğini öpüyor. Mevlânâ Muhammed Attâr manzarayı görünce hemen kalkıyor ve topluluğu terkedip dışarı çıkıyor. Mevlânâ Şahabeddin bu vaziyeti görünce söze başlamadan minberden iniyor ve Mevlânâ Muhammed Attâr'ın peşine düşüyor. Onu yakalayıp soruyor : «Bizden ne edepsizlik oldu ki, söz söylememizi beklemeden vaaz meclisimizden çıkıp gittiniz?» Cevap : «Biz devamlı olarak halk içinde bid'at kalmasın diye ça­lışırken, siz, minbere çıkarken eşik öpmek bid'atini nereden pey­dahladınız, hangi kitapta ve sünnette gördünüz? Eski imamlar­dan bunu kimler yapmıştır? Sizin gibi ilim ehlinden böyle bir hareket zuhur edecek olursa; bir vaaz meclisinde nasıl bulunabi­liriz?»

«Reşahat» sahibi :

— Hoca hazretlerinden bu duyduklarımdan sonra memle­ketime geldim ve babamın vaaz meclisine gittim. Gördüm ki, tıpkı Mevlânâ Şahabeddin gibi minbere çıkarken eşik öpüyor. Ev­de hoca hazretlerinden dinlediğim Mevlânâ Şahabeddin ve Mu­hammed Attâr menkıbesini anlattım. Ağladı ve dedi : «Bu bize hoca hazretlerinin öğüdüdür ve senin ağzınla iletilmiştir!» Ondan sonra! babam her türlü bid'at tavırlarından çekinir ve kılı kırk yarar oldu.

*

Vaaz ve ölçü :

— Semerkant'ta iki kişinin vaazı bana gayet hoş gelirdi. Bi­ri Mevlânâ Seyyid Aşık, öbürü Mevlânâ Ebu Said Taşkendî. Mev­lânâ Seyyid Aşık şiddetli riyazet üzerinde bir kimseydi. Açlık ve susuzluk, yüzünü mühürlemişti. Gayet güzel vaaz ederdi. Çok defa, kendisini, bir kenara çekilip ayak üzeri dinlerdim. Bir aziz, rüyasında bir topluluk görmüş. Bu topluluk Hazret-i Musa geli­yor diye bekleşiyormuş. O da yürüyüp Hazret-i Musa'yı görmek istemiş. Bir de bakmış ki, gelen Seyyid Âşık'tır. Çok hoşuma giden vaizler ve vaazlardan biri de Mevlânâ Semsüddin ve söyle­dikleri oldu. Mevlânâ Semsüddin vaaz verirken gözyaşlarını tu­tamadı ve sarsıla sarsıla ağladı. Ağlamasının sebebini anlamak için dikkatle kulak verdim. Dedi ki: «Mirza Sahruh Müslüman padişahı tanınır. Duyduğuma göre yakınlarından biri cariyelerden biriyle münasebeti olduğu iddiasıyle hesaba çekilmiş ve Mirza'nın emriyle minareden atılmak suretiyle öldürülmüş. Bu ceza­nın şeriat ölçüsüyle hiç bir alâkası yoktur. Evvelâ isnat edilen cürüm sabit midir, değil midir? Sabit ise cezası bu değildir. Mi­nareden atılarak öldürülmek şeklinde şeriatta bir ceza yoktur. Sabit değilse zaten adam suçsuz demektir ve bir müslümana bu zulüm nasıl izah edilebilir? Mirza'nın her hareketi her bakımdan şeriata aykırıdır.» Anladım ki, Mevlânâ bu sebeple ağlıyor. Bu gibi din bağlılarında şeriat ıstırabı, şeriata riayetsizlik acısı her devrin üstündedir.

*

Şefkat ve merhamet duygusu :

— Şeyh Ebu Osman Hayri, şeyhi Ebu Hafes Haddad'dan halka vaaz etmek için izin istedi. Şeyhi sordu : «Bu arzuya düş­men için sebep nedir?» Cevap verdi: «Halka şefkat ve merha­met!» Şeyh yine sordu : «Halka şefkat ve merhametin ne derece­de?» Cevap : «Halka şefkat ve merhametim o derece ki, günah­larından ötürü onların yerine beni cehenneme koysalar razıyım!» Şeyh : «Böyle insanların halka vaazı makbuldür» dedi ve kendi­si de minber yanma oturup Ebu Osman Hayri'nin vaazmı dinle­meğe koyuldu. Ebu Osman henüz vaaza başlamıştı ki, bir muh­taç, yüksek sesle, sırtına giyecek bir şey istedi. Ebu Osman he­men sırtındaki cübbeyi çıkarıp ona verdi. O zaman şeyhi Ebu Hafas ona bağırdı: «Ey yalancı! în minberden!» Ebu Osman hay­retle inip şeyhine sordu : «Neden dolayı yalancı oluyorum? Bil­dirir misiniz?» Şeyh karşılık verdi : «Şunun için yalancısın ki, eğer senin halka şefkat ve merhametin olsaydı, vermenin sevabı­nı kendine almak yerine başkalarına bırakırdın! Eğer beklediğin hâlde bu sevaba istekli kimse çıkmayacak olursa o zaman kendi cübbeni çıkarıp verirdin!»

*

«Reşahat» sahibi:

— Bir gün içime bir düşünce sızdı : Eğer bana da vaaz işi verilse mevzuum ve niyetim ne olmalı? Bunun için meclislerine gittim. Buyurdular : «Bir kimse ululardan birine baş vurup vaaz etmek istediğini söyledi ve ne niyetle vaaz etmesi gerektiğini sordu. Ulu kişi günaha niyet etmenin faydası olmadığı cevabını verdi. Bu cevap doğrudur; zira vaktinden önce nasihat günahtır. Ve bu cevaptan anlaşılan şudur ki, söz, yüce bir şeydir ve zama­nında ve yerinde olmalıdır. Şimdi onun zamanını göstereyim : Tarîkat büyükleri bu bahiste derin tahkiklerde bulunmuşlardır. Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman mak­buldür» .

*

Ruhsat (izinlerden faydalanma) ve azimet (zora katlanma) :

— Büyükler, ruhsattan kaçıp daima azimet yolunda giden­lerle ülfet ederler. Onlar ruhsat ehlinden kaçarlar. Ruhsat, za­yıfların kârıdır. «Hâcegân» yolu azimete bağlıdır. Azimetsiz (ruh­sat yolundan) ve gafletle pişirilen yemekte ve ıslatılan suda bile bir ağırlık ve karanlık vardır.

*

Musiki:

— Bazı tasavvuf ehlinin ney dinlemeği sevmelerindeki hik­met, o vasıtayla hâsıl olan safayı vesile edinip aslî gayeye yönelmek ve beşerî kayıtlardan kurtulmaktır. İctihat imamlarından bazılarının buna cevaz vermeyişi ise nefslerine bağlı insanların âdeti olarak musikî tesirinin tersine döndürülmesi ve kötülüğe yardımcı kılınmasıdır.

*

Riya:

Bir gün huzurlarında istiğrak taklidi yapan   bir adama dö­nüp iki mısra okudular:

ŞİİR

Vuslatta mestlik gösterişi yapma!

Biz o nişansız şahı tanıyanlardanız!

Tasarruf :

— Mürşid, müridi yiyebilmelidir. Yemekten kasit onun bâ­tınına inip kötü ahlâkını yemektir. Yani kötüyü silip süpürerek yerine iyiyi getirmek ve yerleştirmek... Tasarruf...

*

Yakınlarına hitap :

— Sizden hanginizdir ki, yirmi kere, belki daha fazla tasar­ruf edildiği ve nisbet sahibi kılındığı hâlde her dışarı çıkışında onu kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor, lâkin siz onu mu­hafaza edemiyorsunuz! Eline bir nur teslim edilen insan, icap eder ki, onu en aziz varlığı bilsin, fânî varlığını tasfiye etsin, ka­ranlıkları yensin ve ışığa çıksın...

*

Yine hitap:

— Benim birkaç günlük hayatımdan fırsatlanıp Allah'a bağ­lanamayan siz, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı gani­met bilin ve son pişmanlığın fayda veremeyeceğini takdir edin!.

*

Rabıta (mürşidin hayaline bürünerek erme usulü): «Reşahât» sahibi:

— Bu fakire rabıta usulünü talim ettiler ve buyurdular : «Yabancıları gönlünden çıkar ve kılavuzun gönlünde yer tut! Şey­hinin muradı, senin, seninki de onun olsun! Fânî olmanın yolunu ondan öğren ki, Allah'ta fânî olmak saadetine eresin!

*

Nazar :

«Reşahât» sahibi:

— Hoca hazretlerinin mübarek çehrelerine çok nazar eder­dim. Bir gün bu hâlimi görüp buyurdular : «Bir hürmetkarı, ho­ca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin mübarek yüzüne çok na­zar edermiş. Hoca hazretleri, bu hürmetkarına, gönlünü rüzgâra kaptırmaması için, yüzlerine çok bakmamasını ihtar etmişler ve nereye nazar edileceğini bildirmişler... Nazar, pîrin iki kaşı ara­sındadır ve mürid, kendisine ait her hâlin pîr tarafından görül­düğü ve bilindiği kanaatini muhafaza etmekle mükelleftir. Böy­lece pîrin heybet ve azametini üzerine çekerek bâtınım tasfiye etmelidir.

*

Kötü «havâtır» ve duygulardan kurtulmanın yolu :

— «Havâtır» ve beşerî nefs iğvalarından kurtulmanın yolu üçtür: Birincisi, hayır ve ibadet yolunda kendi kendisine gayret. ikincisi, kendi kuvvetini aradan çıkarıp her şeyi Allah'tan bil­mek ve dua, niyaz, teferru kıblesinden yüz çevirmemek... Üçün­cüsü de pîrin himmetine sığınmak... Elbette ki bu yollardan en elverişlisi, pîrin manevî himmetine yönelenidir.

*

Riyazet:

— Fazla açlık ve uykusuzluk dimağı zayıflatır. Bu yüzden­dir ki, riyazetleri mübalâğalı olanların keşiflerinde    galatlar gö­rülmüştür. Ferah ve sevinçle geçen uyanıklık ise bünyeyi kuv­vetlendirici olduğu için uyku ihtiyacını karşılar ve faydalı olur. Nitekim hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin bir menkıbesi bu hakikate işarettir : Fazla riyazet davasındaki bazı müridlerine nefîs bir yemek yediriyorlar ve sabah namazına kadar rahat ra­hat uyumalarını emrediyorlar. Sabahleyin herkes tam gıdasını ve uykusunu almış olarak hoca hazretlerinin etrafında    toplanıyor­lar ve sıhhatle vazifelerine devam ediyorlar. Demek ki, bu yolun başlıca şiarı, itidal sırrında ve ifrat ile tefritten kaçınmak hikmetindedir.

Zikir:

— Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüllerdeki yabancı duy­gu dikenleri temizlenir.

*

Yine zikir:

— öyle zikret ki, seni kaplayan istiğrak içinde ruhuna ne cennet arzusu uğrasın, ne cehennem korkusu düşsün!. Uyku ile uyanıklık, nazarında ayırt edilemez olsun ve şeytan, kalb kapısı­nı kendisine kapatılmış bulsun!.

*

Sohbet:

— Eğer sohbet, Allah'ı bilmek ve mâlâyani konuşmamak için olursa cennettir.

لاَيَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا

Lâ yesmcune fihâ lagven

âyeti de bu mânaya işarettir. İçlerine Allah aşkı düşen kimseler Hak ile ve Hak için kelâm halindedirler.

*

Allah'ı anlamak:

— Tahkik ehli nazarında, Allah, hiç bir suretle idrak ve fehme (anlamaya) sığmayandır. Allah'ı anlamak yolu kapalıdır; ve kâmil akıl, Allah'ı anlamak dâvasında hiç bir izah ile yetin­meyendir. Bu dâvada, anlamış olmanın rahatlık ve itminanı bü­yük akıl tarafından kabul edilemez,

*

Ruh :

— Ruh, aslî vatanında daima müşahede halindeydi. Onu bu fenâ âlemine gönderip küçük hayat ihtiyaçlarının kafesine tıktılar. Fakat bazılarında bu kafeste mahpusluk ıstırabı ve aslî va­tana dönmek iştiyakı galip geldi ve gaye, bu işin yolunu aramak oldu. Bundan anlaşıldı ki, insan vücudundan maksat bu ıstırabın meydana gelmesi ve çaresini aramasıdır. Halk, vücudu nasıl an­lasın, gaye ve yol budur!

*

Kulluk:

— İbadet, emirlere uyup yasaklardan el çekmekten ibaret­tir. Kulluk, bu şekilde Allah'a yönelmektir. Kulluk ile ibadet arasındaki fark, birinin gönül, öbürünün amelde tecellisidir.

*

İbadet ve özü :

— İnsanın yaradılışından murad, öz hâlinde, ibadettir. İba­detin özü de bütün hâlinde Allah'tan âgâhlık...

*

Miraç:

— Miraç, manevî ve sûrî olarak iki türlüdür. Manevî miraç ta ikidir : Biri kötü sıfatlardan iyilerine intikal, ikincisi mâsivadan (dış âlemden) Allah'a dönüş ve yükseliş...

*

Seyr:

— Seyir, «muştatil» ve «müstedir» olarak iki kısımdır: Müstatil seyr, murat edileni kendi dairesi dışında aramak, müs­tedir ise kendi gönlü etrafında kollamaktır.

*

İlim:

— ilim ikidir: Veraset ve ledün ilimleri... Veraset ilmi çalışmakla elde edilen, ledün ilmi ise ilâhî mevhibe olarak, emek­siz elde edilendir.

*

Ecr :

— Ecr de, «Memnun» ve «gayr-i memnun» olarak ikidir. Memnun ecr, amel karşılığında olmayarak mevhibe mahiyetinde kazanılan, gayr-i memnun ecr ise mahal karşılığı elde edilendir.

*

Âlim ve ârif :

— Bunlar başka başka şeylerdir. Meselâ nahiv (gramer) il­mini bilene nahiv âlimi denir, fakat nahiv arifi denilemez. Fakat ârif, nahiv kaidelerini yerinde kullanırsa, o zaman sıfatını gös­termiş ve nahvin arifi olduğunu belirtmiştir. Tevhid ilmi için de ayni şey... Tevhidi, şeriata uygun olarak, Allah'ın zâtını, fiilleri­ni ve sıfatlarını tecrit ve tenziye ile bildiren kimse, Tevhid âli­midir. Fakat onu gönlünde duyan ve hem kendi ve hem de hal­kın zuhuratını Allah'a bağlayan ve onu mutlak fail bilen kimse ariftir.

*

Benlik :

— Halk sanır ki, kemâl, Mansur'un dediği gibi Hak benim! demektedir. Halk bilmez ki, kemâl, «Ben» lâfını ve anlamını or­tadan kaldırmaktadır.

*

Kayde girmemek:

Asıl iş, hiç bir kayde girmemektir. Zatî tecelli ile müşerref olan kimse, hiç bir kayde girmez.

Mutlak fenâ :

— Mutlak fenâ, Allah'ta fânî olmak, fenâ sahibinin kendi sıfat ve hâllerinden şuursuz kalması demek değildir. Mutlak fe­na, zevk idraki yoluyle sıfat ve fiillerin kendisine aidiyetini red ve nefyetmektir. Kendinde nefyetmek ve Allah'ta ispat eylemek. Tasavvuf büyüklerinin nefy ile ispat arasında kavga yoktur bu­yurmaları bu noktadandır. Meselâ benim üzerimdeki şu kaftan iğreti ve başkasına ait olsa ve ben bunu bilmesem, öğrenince, el­bette ki o kaftana itibarım kalmaz. Halbuki o daima üzerimdedir ve ben onu giymekte devam halindeyim. İşte bütün sıfatların ari­yet olduğunu bu misale tatbik etmek gerektir. Tâ ki, gönül Al­lah'tan başka her şeyden elini çeksin, vücut ve sıfatların mutlak sahibine teveccüh etsin...

*

Vuslat:

— Vuslat, zevk yoluyle, gönlün devamlı olarak ve kıl kadar istikamet değiştirmeyerek Allah'a bağlı kalmasıdır. Eğer en kü­çük bir unutkanlık olursa hemen ihtarını alması ve bağlılığa dön­mesi... Kendinde bu keyfiyet olan, çocukluğundan beri vuslatla şereflenmiştir.

*

Yine vuslat:

— Vuslat, gönlün, zevk şekliyle, Allah'a ermesi ve onunla bir araya gelmesidir. Vuslatın nihayeti budur! Bu mâna devam ettikçe vuslat devamdadır.

*

Hep vuslat:

— Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin «Biz, nihayeti bidayette, sonunu başa koyduk!» demelerindeki murat, hep vus­lat sırrı... «Biz vuslata erdiricileriz, başka bir şey değiliz; bizden kesilenler kendi başlarına erişsinler!» buyurmaları da aynı... Ve

yine buyurdular : «Eğer bu nisbetin sizce değeri olsaydı, taşları kafanızda taşımanız lâzımdı!» Buyurdular : «Şu kadar zamandır sohbetimizdesiniz, bize ondan ne kazanç oldu; Allah'a da ne fay­dası dokundu?» Ve buyurdular : «Biz halk içinde gam çekmekte­yiz, halk ise bizimle bahtiyarlığa ermektedir.» Ve buyurdular : «Eğer bir insan sanırsa ki kendinin haraplığiyle âlem harap olur, bu küfürdür. Kendini bu türlü büyük görmek şirktir. Fakat biz neyleyelim ve nasıl anlatalım?»

*

Allah'ta hazır olmak, Allah'a ermek:

— Eğer zikir gönülde meleke peyda eder de insan her an onun üzerinde olursa, bu hâl, Allah'ta hazır olmaktır, fakat Al­lah'a ermek değil... Allah'a ermekse, mürşid ve kılavuz vasıtalı­ğından çıkıp zâtiyle Allah huzurunu bulmaktır.

*

Müşahede:

— Yüksek evliyanın erdiği mertebede müşahede kaybolmaz. Eğer kaybolacak olursa daha üstün müşahedede erimelerinden olur.

*

Keşif:

— Tecelli keşiftir ve zuhuru iki türlüdür: Biri, ahrette, baş gözüyle mutlak cemâli görmektir. öbürü de, huzur ve daimî agâhlık içinde, gaibi, hissedilir halde görmek... Gaibi hissedilir hale getirmek, muhabbetin hassasıdır. Kemâl sahipleri, dünyâda, işte bu hâli elde etmeğe çalışırlar.

*

Gaye nedir?

— Bu işin gayesi müşahede midir, yokluk mudur? Huzur mu, fenâ mı? Bazı büyükler, huzur ve müşahedeyi üstün tutmuş­lardır. Lâkin, hakikatte fenâ ve yokluk... Zira huzur ve müşahe­deye tutkun olmak ta gayra giriftarlıktan başka bir şey değildir.

* Şuhut:

— Şuhut da iki kısımdır : Biri, mukaddes Zatı dış zuhurla­rın nikahından sıyrılmış görmek, öbürü, zuhurlar perdesinde mü­şahede etmek... Bu şuhuda tasavvuf ehli «Çoklukta birlik müşa­hedesi» derler. Kâinatın Efendisi, peygamberliklerinden sonra bu şuhut üzerindeydiler.

*

Sözü söyleyen :

— Şaşarım o kimseye ki «Söyleyene bakma, söylediğine bak!» der. Şöyle demeliydi: «Söylediğine bakma, söyleyene bak!» Yani sözü söyleyen, dış görünüşler perdesinden Allah'tır.

*

Sıfatlar :

— Allah inayet edip kendi vasıflarından bazılarını cüz'î olarak kullarına vermiş ve o sıfatla kullarım kendisine bağlamıştır. Neticeyi de bu sıfatların kullanılışına bırakmıştır. Kulluğun ke­mâli, bu sıfatların kendisine ait olmadığını bilip yerinde kullan­mak ve sahibi uğrunda harcayarak ilâhî rızaya ermektir. Derviş­lik de budur! Fakat halk bu mânayı kestiremez!

*

Tezat :

Tasavvuf ehli «Vücut birdir ve ondan başkası yoktur!» de-

diklerine ve bu ölçüye nisbetle her şey tezatsız olarak bir de top­landığına göre müminlerle kâfirler arasında bu çatışma ve çar­pışma nedir?» şeklindeki suali Mesnevî'den birkaç mısra ile ce­vaplandırdılar :

ŞİİR

Renksizler renge esir olunca

Musa, Musa ile cenk eder.

Yine renksizlik gelip de tezat gitse,

Musa ile Firavun bir olur.

* Kader sırrı:

— Kader sırrını bilenler rahattadır. Zira her şeyi yoklukta görürler ve her şeyde zahir olanı Hak bilirler. O halde telâş ve ıstırap neye? Nehirlerin suyu, derya yolunu tutmaktan başka ne yapabilir?

ŞİİR

Aslın gölgesi olduğunu bilen,

Ölümden dirimden tasa çekmez.

Aşiyanın «Mâdum - yokluk halinde» olduğunu bilenler, bü­tün suretlerde belirenin Hak olduğunu anlamaktan gelen bir is­tirahat içindedirler. Deminki nehir suyu misalinde olduğu gibi, kendisinin derya bütününe gittiğini bilen damla, her türlü kaygı­dan kurtulmuştur.

HOCA HAZRETLERİNİN OKUDUKLARI ŞİİRLERDEN

«Reşahat» sahibi:

— Bu fakir, Hoca Ubeydullah hazretlerinden kulaklarımla işittiklerimi, hatırımda kalanlariyle nakletmiş bulunuyorum. Şimdi de cevher saçan mübarek dudaklarından duyduğum şiirle­ri (nazmları) sıralayacağım.

Hoca Mehmet Yahya'ya himmet yüceliği emrederken oku­dular :

ŞİİR

Nefsini pençene düşürmek için

Kaplanvari yükseklere fırla!

*

Açık zikri yasaklarken okudular :

ŞİİR

Yakınlık sırrını anıp yırtınma!

Yâr yanında, boşuna çığlık basma!

*

Aşk ve muhabbetin maarif ve hakikatlere zuhur kaynağı ol­duğu mevzuunda okudular :

ŞİİR

Eğer aşk ve aşk ıstırabı olmasaydı,

Cihanda bunca ince yol peydahlanmazdı.

*

Allah'ın ganasını (ihtiyaçsızlığını) ve halkın bu hakikati an­lamaktaki aczini göstermek için okudular:

ŞİİR

Gam pazarında seyret canı vereni,

Bin başı bir pula satıyor tellâl.

*

Zahir ehlinin aşk hakikatinden haber vermedikleri bahsin­de okudular:

ŞİİR

Ebu Hanife aşk dersini okutmadı,

Şafiî ondan rivayet nakletmedi.

*

isteklilerin bağlılığındaki zaafa temas ederek okudular :

ŞİİR

Aşk ehli gitti, muhabbet şehri boş kaldı deme!

Cihan Şems-i Tebriz güneşiyle dolu, isteklisi nerede?

*

Kazanılan derece ve elde edilen terakkilerin    küçücük bir edeb hatasiyle kaybedildiğini söylerken okudular:

ŞİİR

Yenmiştin, üstünlük sendeydi;

Yazık, bilemedin ve oyunu kaybettin!

*

Yakınlarını halvetten men edip sohbete teşvik ederken oku­dular :

ŞİİR

Şekeri tenhada yeme, sözle karıştır,

Değer bu terkiptedir, onu ihmal etme.

*

Kemâl sahiplerinin beşerî hâllerini müşahedeye mâni telâkki etmemek gerektiği yolunda okudular :

ŞİİR

Musa ağaçta bir ateş gördü;

Ağacı verimlendirmiş o ateş...

Gönül ehlindeki hırs ve şehveti,

Böyle bil ve böyle anlamaya çalış!

*

«Rabıta» bahsinde okudular :

ŞİİR

Birinin kıblesi sevgilisidir,

Birinin de çehresi yârın yüzü..

Her birinin kıyassız yüzüne bak!

Ki hizmetiyle çehreden anlayasın :

Onun canı içinde yer et ki,

Semada yer eder nurlu kamer...

*

Açık zikri yasaklar ve gizli zikri emir mevzuunda okudular :

ŞİİR

Nadanların işi zikirde feryat,

Hazır gaip sanıp gaip gibi dilemek...

*

Bu tarifenin şevk ve muhabbet galebesindeki hâlini anlatır­ken okudular:

ŞİİR

Susuz, kadehi ağzına götürünce,

İçinde yârının yüzünü görür.

HOCA HAZRETLERİNİN KERAMET VE HARİKALARINDAN

«Reşahat» sahibi : -

— Hoca hazretlerinin sultanlar, emirler ve nice kimseler üzerindeki tasarruflarını bildiren aşağıdaki menkıbeler, evlât ve yakınları tarafından nakledilmiş olmayıp öz lisanlariyle kendile­rinden veya bizzat şahitlerinden zaptedilmiştir.a

Bizzat naklettiler :

— Himmet, herhangi bir işte iradeyi toplamaktan ibarettir. Öyle ki, aksi hatıra gelemesin. Himmet böyle olursa murat ele ge­çer. Yetiştiricilere düşen, arada bir nefsini himmet imtihanından geçirmek ve ilâhî isimlerle münasebetlerinin ne derecede olduğu­nu, tesirlerinin hangi noktaya kadar varmış bulunduğunu yokla­maktır.

*

Bizzat naklettiler :

— Delikanlılık devrimizde Mevlânâ Sadeddin Kaşgari ile Heri'deydik. Seyir ve panayır yerlerine gidiyor ve güreşenler üze­rinde tesir ve himmet «derecemizi imtihan ediyorduk. Himmet et­tiklerimiz galip geliyordu. Sonra onu bırakıp öbür tarafa dönü­yor ve bu defa onu galip kılıyorduk. Bir gün yine gittik. Aramız­dan kimse geçmesin diye elele vermiştik. Güreş yerinin bir ke­narında mevki aldık. Güreşçilerin biri, heykel gibi bir cüsse sa­hibiydi, öbürü zayıf, nahif... Mevlânâ Sâdeddin'e : «Şu zayıfı galip kılmaya çalışalım! Sen himmet göster, ben de yardımcın ola­yım!» dedim. İri vücutlu, zayıf ve nahif adamı paçavra gibi yer­den yere vuruyordu. Zayıfa himmet etmeğe koyulduk. O anda zayıfta beklenmedik bir hâl oldu. Ellerini uzatıp o koca gövdeyi havaya kaldırdı ve başının üzerinde döndürüp sırtüstü yere çal­dı. Halktan müthiş bir nâra ve çığlık koptu. Herkes bu beklen­medik neticeden çarpılmış, gırtlağından garip sesler çıkarıyordu. Kimse tesirin nereden geldiğini anlayamamıştı. Baktım, Mevlânâ hazretlerinin gözleri yumulu... Kolundan dürttüm ve «Artık himmeti bırakın, her şey olup bitti!» dedim ve onu çekip seyir yerinden uzaklaştırdım.

*

Bizzat naklettiler :

— Kur'an ile cidalleşmek mümkün olmadığı gibi, arifin himmetine karşı durmak da kabil değildir. Ona karşı çıkan mut­laka mağlûp olur. Hattâ demişlerdir ki, bir kâfir bile iradesini bir nokta üzerinde yoğunlaştırıp himmet sarfedecek olursa muvaffak olur. îman ve iyi iş bu mevzuda hususî bir âmil teşkil etmez. Saf kalplerin tesiri gibi kötü nefslerin de tesiri sabittir.

*

Hoca hazretlerine, rüyalarında demişler ki :

— Şeriat, senin mededinle kuvvet bulacaktır. Hoca hazret­leri düşünmüşler ki, bu mâna, sultan ve emirleri vasıta etmeden yerine gelemez. Bunun için, zamanın sultaniyle görüşmek üzere Semerkant'a gitmişler.

Refakatlerindeki zat anlatıyor :

— Sultan ile mülakat istediler. O zaman Mirza Abdullah Semerkant'a hükmetmekteydi. Semerkant'a vardığımız zaman Mirza'nın beylerinden biri hoca hazretlerinin istikbaline geldi. Hoca hazretleri dediler ki : «Bizim buralara kadar gelmekten mu­radımız, sizin Mirza'nız ile görüşmektir.» Bey, hoca hazretlerine edepsizce cevap verdi: «Bizim Mirzamız pervasız bir delikanlı­dır ve onunla görüşmek kolayca kabul edilebilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bir sultanla görüşmekte ne maksatları olabilir?» Hoca hazretleri bu karşılıktan öfkelendiler ve dediler : «Bize sul­tanlar ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime, kendi kararımla gelmiş değilim. Sizin Mirza'nız eğer pervasız ise, onu değiştirip pervalı olan birini getirirler!»

Bey, fena halde bozulup gitti. Bey gider gitmez, hoca hazret­leri, onun adını mürekkeple duvara yazıp, sonra parmağını ağ­zında ıslatarak sildiler ve dediler : «Bizim işimiz o padişahtan ve onun emirlerinden beklenemez! gidelim!» Ve o gün Taşkent yo­lunu tuttular. Bir hafta sonra o bey vefat etti. Bir ay sonra Tür­kistan'da Mirza Ebu Said zuhur edip Mirza Abdullah'ı öldürdü ve mülküne el koydu.

*

Yine şahitlerden biri:

— Bu yola henüz atılmış ve hâlimizin başında bulunuyor­duk. Firket isimli yerde hoca hazretlerinin hizmetindeydik. Bir gün kâğıt ve kalem istediler ve kâğıdın üstüne birkaç isim yazdı­lar. Bu sırada «Sultan Ebu Said Mirza» diye bir isim yazıp cep­lerine koydular. O sırada Ebu Said Mirza'nın hiç bir yerde nam ve nisam yoktu. Yakınlarından biri küstahlık edip sormaya ce­saret etti: «Bir takım isimler yazdıktan sonra sultan Ebu Said Mirza ismine saygı gösterip onu cebinize koydunuz. Bu isim ki­mindir ve böyle davranışınızın hikmeti nedir?» Buyurdular : «Bu o kişidir ki, biz, siz, Semerkant, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebaası olsak gerektir.» Pek kısa bir zaman sonra Türkis­tan'dan «Mirza Ebu Said!» sesi yükseldi. Meğer o sultan, rüyasın­da, hoca Ahmet Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyada hoca hazret­leri, kendisine hoca Ahmet Yesevî delaletiyle fatiha okumuşlar... Sultan, Ahmet Yesevî hazretlerine, hoca Ubeydullah hazretleri­nin adını sormuş ve çehrelerini hayalinde muhafaza etmiş. Uya­nır uyanmaz da hoca hazretleri hakkında tahkikata girişmiş. De­mişler ki: «Evet, Taşkend'te buyurduğunuz gibi bir aziz vardır.» Sultan hemen atına atlayıp maiyetiyle birlikte Taşkend'e yollan­mış. Sultanın Taşkend'e gelmekte olduğunu haber alan Hoca Hazretleri oradan çıkıp Firket'e gitmişler. Sultan da vaziyeti öğrenin­ce atını Firket yönüne çevirmiş. Hoca hazretleri, sultanı, Fırket civarında karşıladılar. Sultan, hoca hazretlerine bir göz atar at­maz haykırdı : «İşte rüyada gördüğüm aziz!» Ve atından inip ho­ca hazretlerinin ayaklarına düştü ve türlü niyazlar etti. Hoca haz­retleri de sultana alâka gösterip kendisiyle sohbet ettiler. Mirza o sohbetin cazibesiyle hoca hazretlerinden fatiha rica etti. Bir müddet sonra Semerkant'ı fethetmek isteyen Mirza, tekrar hoca hazretlerinin huzurlarına yüz sürdü ve maksadını açıp medet et­ti. Hoca hazretleri buyurdular : «Fetih niyetiniz şeriatı kuvvet­lendirmek ve tebaaya şefkat göstermek ise zafer sizin tarafımzdadır.» Mirza, şeriati kuvvetlendireceği ve halka şefkat göstere­ceği ahdiyle hoca hazretlerine söz verdi ve «Öyleyse varın ve ba­şarın!» cevabını aldı.

*

Reşahat» sahibi :

— Hoca hazretleri Mirza Ebu Said'e demişler ki : «Düşman­la karşılaştığınız zaman ardınızdan bir sürü karga sökün edince­ye kadar hamle etmeyiniz! Kargalar sökün eder etmez de hücu­ma geçiniz!» İki tarafın askeri karşılaşıp saf bağlıyorlar. İlk hü­cum Mirza Abdullah tarafından geliyor... Mirza Abdullah'ın sü­varisi, Mirza Ebu Said'in sol cenahı üzerine yükleniyor ve bu ce­nahı çökertir gibi oluyor. Sağ cenaha da aynı hareketi yapmak üzere toplanırlarken birdenbire Ebu Said Mirza saflarının geri­sinden bir sürü karga düşman istikametinde kanat çırpmakta... Sultan Ebu Said ve askeri bu kerameti görünce kalplerine kuv­vet ve emniyet doluyor ve hep birden merkez istikametinde hü­cuma geçiyorlar. İlk hamlede düşman safları çatırdıyor, delini­yor, yıkılıyor ve merkezde boş yere kılıç sallayan Mirza Abdul­lah atından düşüp çamura batıyor ve atların ayakları altında eziliyor. Hemen başını gövdesinden ayırıyorlar ve zaferi gerçekleş­tiriyorlar.

*

Hasan Bahadır isimli bir Türkmen oymağının reisi :

— Sultan Ebu Said'in Taşkend'ten alıp Semerkant'a sürdü­ğü asker içinde ben de vardım. Bîr su kenarında saflar karşılaştı. Ben Sultan Ebu Said Mirza'nın yakınındaydım. Askerimiz aşağı yukarı yedi bin neferdi. Mirza Abdullah'ın askeri hem daha çok, hem de silâhtan yana daha kuvvetliydi.

Bu arada bizim askerimizden karşı tarafa katılanlar da ol­muştu. Mirza Ebu Said bu vaziyet karşısında büyük bir ıstıraba düştü ve hayret ve dehşetle bana hitap etti : «Hey Hasan! Söyle, ne düşünüyorsun?» Cevap verdim : «Hoca hazretlerini ben de gördüm. Emniyetim yerindedir. Gönlünüzü hoş tutun ve hücum emri verin!» Askerimiz hep birden hücuma kalktı. Yarım saat içinde düşman perişan oldu ve o gün Semerkant fethedildi. Mir­za Abdullah da asker eline düşüp öldürüldü.

*

Bizzat naklettiler :

— Mirza Abdullah'ın üzerine varıldığı zaman ben Taşkend'e yönelmiştim. Gördüm ki, bir beyaz kuş havadan yere düştü. Onu tutup öldürdüler. Anladım ki» o Mirza Abdullahtan işarettir ve o dakikada işi bitirilmiştir.

*

«Reşahat» sahibi :

— Zafer üzerine Hoca hazretleri, Mirza Ebu Said'in istirha­mını kabul edip Semerkant'a gittiler. öldürülen Mirza Abdullah'­ın akrabasından Mirza Babür'ün büyük bir ordu ile Horasan'dan hareket edip Mirza Abdullah'ın intikamını almak üzere Semer­kant'a yöneldiği haberi gelmişti. Muzaffer Sultan Mirza Ebu Sa­id, telâş ve ıstırap içindeydi. Hoca hazretlerine dert yanıp : «Benim, bu gelen orduya karşı koymam imkânsızdır! Ne yapayım?» diyordu. Hoca hazretleri kendisini teselli ve sükûnete davet etti­ler ve bulundukları yerde düşmanı beklemesini tavsiye eylediler. O sırada Mirza Ebu Said'in yakınlarından bir topluluk, Mırza'yı Türkistan taraflarına kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlı­ğa başlamışlar    ve eşyalarım develere yüklemeğe koyulmuşlar. Hoca hazretleri manzarayı görüyor ve kaçma hazırlığına girişen­lere öfkelenip, yükleri develerden indirtiyor.     Sonra Mirza'nın karşısına çıkıp ihtar ediyor : «Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor mu­sunuz? Buna ihtiyaç yok!.    Müşkülünüzü burada halledebilirim. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun ki, Babür'ü sindirmek bizim vazifemizdir!..» Sultan Ebu Said'in beyleri bu sözlerden ıstıraba düştüler. «Hoca hazretleri bizi tbpyekûn kurban etmek istiyor!» diye söylendiler. Fakat Mirza Ebu Said, hoca hazretlerine bağlı­lık ve güveninden, onlar gibi düşünmedi ve Semerkant'ta kalma­ya karar verdi. Beyler «Biz bu kadar askerle koca bir orduya na­sıl karşı koyabiliriz?» iddiasında devam ettiler, fakat Mirza Ebu Said'i iknaa muvaffak olamadılar. Mirza Ebu Said, hazretlerinin tavsiyesiyle kalenin zayıf ve harap taraflarını çabucak tamir et­tirdi ve düşmanı bekledi. Nihayet Babür'ün ordusu çıkageldi. ön­de, Halil Hindu isimli birinin kumanda ettiği bir pişdar kolu. Bu kol büyük kuvvetten uzakta bulunduğu için şehirden üzerine hu­ruç hareketleri yapılıyor ve perişan ediliyor. Yaklaşan Mirza Babür, Ebu Said Mirza'mn iç kaleye çekilmiş ve orada kuvvetle mu­hafaza altına alınmış olduğunu görünce, kendisini eski hisara ko­nuyor ve birdenbire hücumdan çekiniyor. Etrafa yiyecek tedari­ki için gönderilen askerler, burunlarını ve kulaklarını kaybetmiş olarak dönüyorlar. Semerkant köylüleri, bunları her bulduğu yer­de yakalayıp burunlarını ve kulaklarını kesiyor. Bir taraftan aç­lık  bir  taraftan  hastalık,  Mirza  Babür ordusunu  kasıp kavur­maktadır. O sırada bir de hayvan vebası zuhur edip Babür ordu­sunun bütün atlarını helak ediyor, öyle oldu ki, at leşlerinin kokusundan o civarlarda barınılamaz oldu. . Nihayet Mirza Babür, Ebu Said ile anlaşma fikrine yattı ve maiyetindekilerden Mevlânâ Mehmet Muamma isimli zatı,     Hoca hazretlerine gönderdi. Mevlânâ Mehmet Muamma ile hoca hazretleri uzun bir görüşme yaptılar. Elçi, hoca hazretlerine şöyle dedi: «Bizim Mirzamız son • derece gayretli, yüksek himmetli bir zattır. Ne tarafa yönelirse o tarafı temizler ve zaptetmeden dönmez.» Hoca hazretleri de şöyle cevap verdiler : «Eğer Mirza Babür'ün büyük babası Mirza Şahruh'un kalbimizde olan sevgisi ve üzerimizdeki hakları olma­saydı, neticeyi görürdünüz! Ben dedeleri zamanında Herat'taydım. Onun zamanında çok iyilikler ve himayeler gördük. Hakkı­nı çiğneyemeyiz!» Elçi, Mevlânâ Mehmet Muamma, nihayet lâfı anlaşma noktasına getiriyor ve Mirza Babür'ün Mirza Ebu Said ile anlaşmak istediğini, bunun için hoca hazretlerine baş vurdu­ğunu, kendileriyle yüz yüze görüşmek dilediğini ve kaleden dışa­rıya çıkıp ordugâha gelmeğe tenezzül buyurmalarını istirham ifa­desiyle bildiriyor. Fakat Mirza Ebu Said, hoca hazretlerinin biz­zat gitmelerine razı değildir. Aralarında istişareden sonra, yakın­larından Mevlânâ Kaasım'ı gönderiyorlar.

*

Bizzat naklettiler:

— Aradan zaman geçtikten sonra Mirza Ebu Said'e sordum: «Mirza Babür bizi istettiği zaman niçin çıkıp gitmemize izin ver­mediniz?» Dedi ki: «Mirza Babür gayet zeki, kurnaz, hoşa gitmeği ve riyakârlık etmeği bilen bir gençtir. Korktum ki, kalbinize gi­rip sizi kendisine taraftar kılmasın ve bizi himmetinizden yoksun bırakmasın.»

*

Bizzat naklettiler :

— Mirza Babür'ün bir takım kâfirlerle Semerkant kapısına sokulup halka : «Biz senin kızlarınız ve oğullarınız için geldik!» dediğini işittim. Bu söz üzerine gönlüm Semerkant halkına mer­hametle doldu. Zira içlerinde salih kimselerden çok insan vardı. Bu yüzden, o tasallut taifesinin defi için birkaç gün gönlümüzü hacet dergâhına yöneltmemiz gerekti. Din düşmanlarının def'i için himmet sarfetmekte mahzur yoktur. Nebiler, ilâhî Tevhid istiğ­rakı içinde oldukları halde bu yolda çok himmet sarfetmişlerdir.

*

Bizzat naklettiler :

— Duydum ki, Mirza Babür tasavvuftan anlamak iddiasın­da imiş. Meclisinde tasavvufa dair musahabeler olurmuş. Kendi­si bu taifeye itikat halinde imiş. Böyleyken bir gün eski hisarın üstüne çıkıp üstüste haykırmış : «Arifte himmet olmaz! Arifte himmet olmaz!» Ve ilâve etmiş : «Gerçi biz Semerkant'i alama­dık ama, şunu anladık ki, Hoca Ubeydullah, bizi himmetiyle ha­rap ettiğine göre her halde ârif değil!» Belli ki, Mirza bu sözün mânasını bilmiyormuş. Bilseydi böyle der miydi? Zira ârif öyle bir fâniliğe kavuşmuştur ki, kendisinin bütün beşerî vasıflan yokluğa karışmış ve kendisinde kendiliğinden eser kalmamıştır. On­dan ne çıkarsa onun değildir.

وَمَارَمَيْتَ اِذْمَيْتَ

Ve mâ rameyte iz rameyte

âyetiyle:

وَمَاقَتَلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ

Vemâ katelehüm Velâ kinnallâhe katelehüm

âyeti bu mâna üzerindedir. Eğer böyle olmasaydı dünyayı kahir kuvvetlerine baş eğdiren nebileri izah etmek mümkün olmazdı. Hazret-i Nuh ile Hazret-i Hûd gibi ki, kavimlerini su ve rüzgârla helak ettiler.

* Bizzat naklettiler :

— Şeyh Muhiddin-i Arabi'nin   «Fütuhat» isimli eserlerinde «Arifte himmet olmaz!» buyurmalarında mâna, arifin şahsında ve kendisinde himmet olmadığı, ârif şahsiyle ve kendiliğiyle mevcut olmadığına göre himmetin Allah'tan olduğu şeklinde anlaşılmak icap eder. Bu mânayı kestiremeyen, arifte hiç bir veçhile himmet yoktur farzeder.

*

Bu defa Semerkant sultanı Ahmet Mirza üzerine yürüyen öz kardeşi Mahmud Mirza'yı Hoca Hazretleri tarafından gönderilen nâme :

«— Ulular Semerkant şehri için «korunmuş belde» demiş­lerdir. Tarihler de böyle yazmıştır. Semerkant'a kasdetmek size uygun olamaz. Bu fakir, sizi çok sevdiğimden hizmet vazifemi ye­rine getirmek için bu işten vaz geçmenizi tavsiye ederim. Bugü­ne kadar öğütlerimi kabul etmediniz ve halkın heva ve hevesini dinleyip ikazlarımı nazara almadınız! Ne garip vaziyet!. Halk, kendi heva ve hevesine çalışır, bense size çalışıyorum. Semerkant'ta iyi ve sâlih insanlarla, muhtaç fakirler pek çoktur. Onla­rı daha fazla darıltmak ve incitmek doğru değildir. Hususiyle ya­nık gönüllerin neye sebep olduğu malûmdur. Sâlihlerin ve mü'minlerin gönüllerini yaralamaktan korkmak lâzımdır. Bu fakirin, hiç bir şahsî garazı olmaksızın sırf Allah için ettiği iltimas ve ri­casını kabul ediniz! Siz ve kardeşiniz, karşılıklı olarak birbirinize yardımcı olun ki, Allah'ın rıza ve inayetini kazanasınız!. Ve bir­lik, beraberlikle, tek istikamet üzerinde nizam bulaşınız!. Allah'ın öyle kulları vardır ki, Hak onları korumuş, «onlarla muharebe et­mek benimle cenkleşmektir!» buyurmuştur. «Nice hadîs de aynı hikmeti tekrarlamıştır.»

*

Bizzat naklettiler :

— Mirza  Ebu   Said'in  emirlerinden  olup   sonradan  Mirza Mahmud'a katılan birine haber gönderdim : «İnat ve muhalefetten dönünüz! Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi Hoca Abdülhalik sil­silesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır? Onlara saldıranlar yeni­lir. Bu taife tasarruf sahipleridir ve ne dileyecek olurlarsa o olur.»

«Reşahat» sahibi:

— Sultan Mahmud Mirza ve emirleri bunca nâme ve ikaz­lara rağmen akıllarını başlarına devşirmeyip Semerkant muhasa­rasına giriştiler. Askeri sayısız. Ayrıca dört bin nefer Türkmen muhafız. Sultan Ahmed Mirza bu kuvvete karşı duramayacak va­ziyette... Kaçmak istedi ve bunun için hoca hazretlerinden izin rica etti. Hoca hazretleri şehir medresesindeydiler. Mirza'ya de­diler ki: «Siz kaçarsanız tekmil Semerkant halkı başsız kalır ve esir düşer. Yerinizde kalıp gönlünüzü hoş tutun! Ben işe kefilim!. Düşman mağlûb olmazsa beni suçlu sayın!» Sonra medresenin tek kapılı bir hücresini açtırıp Mirza'yı içeriye soktular ve kendi­leri kapının eşiğine oturdular. Bir de kocaman bir hurç getirtip günlerce yetecek kadar erzakı içine doldurttular. Ondan sonra yüzleri sultana gelecek surette eşiğe oturup kendisini tatmine ça­lıştılar : «Semerkant düşecek olursa, siz bu hurcu yanınıza alıp ailenizle beraber, düşmanın gireceği kapının mukabil tarafındaki kapıdan çıkar, gidersiniz!» Peşinden, yakınları, Mevlânâ Seyyid Hüseyin, Mevlânâ Kaasım ve Mîr Abdülevvel ve Mevlânâ Cafer'i çağırttılar ve emir verdiler: «Tez gidin, surların burcuna çıkın ve Sultan Mahmud Mirza'nın askeri bozguna uğramadan benim yanıma gelmeyin!. Fareza o asker mağlûp olmazsa siz de gelme­yin!»

Mevlânâ Kaasım :

Burcun üzerine çıktık ve murakabeye vardık. Bir an gel­di ki, kendimizi göremez ve bulamaz olduk. Gördük ki, biz yokuz, ortada yalnız hoca hazretleri var... Sanki âlem, hoca hazretleri­nin vücudu ile dolmuştu.

*

Muharebede bulunmuş bir sipahi:

— Biz, bir alay süvari, Sultan Mahmud Mirza askeriyle mu­harebe etmekteydik. Üstünlük düşman taraîındaydı. Ben arada bir surların burcunda murakabeye varmış olan azizlere göz atı­yordum. Başlarını göğüslerine dayamış, sessiz ve hareketsiz, otu­ruyorlardı. Muharebe uzun sürdü. Az kaldı ki, karşı taraf bizi te­peleyip bitirsin.. Şehir halkı ümitlerini kaybetmiş, ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Birden, kıpçak çölü tarafından korkunç bir kasırga... Kasırga Sultan Mahmud ordusuna öylesine girdi ki, kimse gözünü açamaz oldu. insanlar ve hayvanlar devrilmeğe baş­ladı. Çadır ve karargâh, sancak ve elbise havada uçuşuyor, bazı damlar bile kuru yapraklar gibi havaya savruluyordu. Sanki kı­yamet!. Bu esnada Sultan Mahmud Mirza ve birkaç yakını bir hendeğe atlayıp ancak korunabilmiş. Fakat bir dağın kenarındaki bu hendeğin üzerine de dağdan kopan büyük bir kaya parçası düş­müş ve içindekilerden çoğunu öldürmüş.. Kaya parçasının düşü­şünden öyle bir korkunç bir ses çıkmış ki, Türkmen süvarilerinin atları boşanmış ve sahiplerini çiğneyerek kaçmaya başlamış. Her­kesin birbirini çiğneyip ezeceği bir ana-baba günüdür kopmuş...

*

«Reşahat» sahibi:

— Bu vaziyetten dehşete düşen Mirza Mahmud, atına atla­yıp kasırga istikametinde dört nala kaçmaktan başka çare bula­mıyor. Ordusu da arkasından... Onları gören Mirza Ahmed aske­riyle Semerkant halkı da peşlerine düşüyorlar ve kendilerini beş fersah boyunca takip ediyorlar. Ellerine geçeni kılıçtan geçiriyor­lar, sayısız mal ve silâh topluyorlar. İlâhî lütufla bu tepeden in­me zafer karşısında, burç üzerinde murakabeye varmış olanlar, efendileri' Hoca hazretlerinin huzurlarına dönüyorlar. Hoca haz­retleri de Mirza Ahmed'i hücreden çıkarıp sarayına gönderiyor ve kendileri saadetle evlerine gidiyorlar.

«Reşahat» sahibi :

— Hoca hazretlerinin sultanlar üzerindeki tesirleri ve onla­rı tasarruf etmekteki kudretleri gayet açıktı. Nitekim bu husus­taki menkıbelerini öz ağızlariyle ifade buyurmuşlardır.

*

Bizzat naklettiler :

— Eğer ben şeyhlik etmeğe kalksaydım benim devrimde hiç bir şeyh kendisine mürid bulamazdı. Lâkin bize başka iş buyurdu­lar. Bizim işimiz, müslümanları zalimlerin şerrinden korumaktır. Bu yüzdendir ki, padişahlarla ihtilâtımız vardır. Onların gönlünü avlamak ve dilediğimiz istikamete çevirmek bize vazife olmuştur.

*

Bizzat naklettiler :

— Allah bize öyle bir kuvvet vermiştir ki, eğer murat et­sem, ülûhiyet dâvası eden Hata padişahını bir nâmeyle öylesine teşhir ederdim ki, sultanlığını bırakıp yalınayak ve üst baş peri­şan, kapımın eşiğine sürüklerdim. Ama bunca kuvvet ve kudret­le, Allah'ın bu husustaki fermanını beklemekteyim. Bizim maka­mımıza edeb lâzımdır; ve edeb odur ki, kul, kendisini ilâhî irade­ye tâbi kılsın.

*

«Reşahat» sahibi :

— Bir gün sultan Ahmed Mirza, Matürid köyünde Hoca haz­retlerini ziyarete gelmişti. Sultan, huzurda, uzakça ve iki dizi üs­tünde edeple oturmuştu. Hoca hazretleri ise bir dizini dikip sultan­la musahabe etmekteydi. Bir aralık sultanı hoca hazretlerinden gelen heybet öyle istilâ etti ki, kendisini bir titreme sardı ve al­nında boncuk boncuk ter taneleri toplandı. Koca bir sultanın bu şekilde,teşhir ve tasarrufu, bütün müridlerin gözleriyle gördükle­ri bir vakıa oldu.

*

«Reşahat» sahibi :

— Hoca hazretleri, Sultan Mahmud Mirza ile, Ömer Şeyh Mirza ve Sultan Ahmed Mirza'yı muharebede barıştırdılar. Bu vakıayı, Mevlânâ Mehmed Kaadi'nin «Silsile-tül-Arifin» isimli eserinden takip edebiliriz : «Bir gün Semerkant'a haber geldi ki, Ömer Şeyh Mirza, Kıpçak çölü hanlarından Mahmud Mirza ile buluşup Ahmed Mirza'ya karşı harekete geçmek üzere yardımlaş­maya karar vermişler... Sultan Ahmed Mirza'da büyük bir kuv­vetle üzerlerine varmaya davranmış ve Hoca hazretlerini yanma almış. Halk arasında rivayet şu : «Mirza, hoca hazretlerini sulh için götürüyor!» Hoca hazretleri asker arasında kırk gün kadar kalmışlar. Muayyen bir yere gelip te iki taraf karşılaşınca, ne mu­harebe, ne sulh teşebbüsü, ne bir şey... Kendisine, askerlerden bir kabalık vâki olmasın diye sultanın karargâhında büyük bir yer ayrılan hoca hazretleri Mirza'ya demişler ki: «Beni burala­ra niçin getirdiniz? Eğer cenk ise ben dövüşecek asker değilim! Sulh ise, günlerdir ne diye hareketsiz duruyorsunuz?» Ve dönüp gitmek istemişler. Mirza cevap vermiş : «Benim, sizin murat ve kararınızdan başka murat ve kararım yoktur. Her işde hüküm si­zindir! Ne dilerseniz öyle eyleyelim!» Hoca hazretleri ata binip yola düştüler. Ardlarında, emirleriyle, bir bölük süvari... Doğru, Ömer Şeyh Mirza ve sultan Mahmud Mirza istikametini tuttular. Onlar da hoca hazretlerinin kendilerine geldiğini haber almış bu­lundukları için yarı yola kadar ilerleyip karşılamaya çıktılar. On­dan sonra hep beraber Şahrutî kasabasına gidildi. Hoca hazretle­ri sultan Mahmud Mirza'ya haddinden fazla iltifatta bulundular ve bütün konuşmalarında ona bakarak sözü idare ettiler. Ondan sonra sulh şartlarını tesbit ettiler : İki tarafın askeri karşılıklı saf bağlayacak ve ara yere büyük bir çadır kurulacak. Çadırda sul­tanlar toplanacak ve hoca hazretlerinin idaresi altında sulh şek­lini kararlaştıracak. Bu tesbitlerden sonra hoca hazretleri Mirza Ahmed tarafına avdet ettiler ve kararı bildirdiler. Ertesi sabah sultan Ahmed Mirza'nın askeri, kararlaştırıldığı gibi, zırh giyme­den, fakat silâhlarını kuşanmış olarak tayin edilen yere geldi. Saf olup durdular. Hoca hazretleri de Mirzaları almak   ve getirmek üzere Şahrutî kasabasına gittiler. Hoca hazretlerinin tasarrufları Mirza Mahmud'un yüzünden okunmaktaydı;    fakat Ömer Şeyh Mirza'nın halinde garip bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim ho­ca hazretlerinin daveti üzerine Mahmud Mirza şevkle dışarı çık­tığı halde öbürü, içinden hesaplı bir tavır göstermekten kendisini alamamıştı. Hoca hazretleri bu tavırdan alındılar ve Mirza Mah­mud'u ikaz ettiler ve herhangi bir hileye karşı tedbirli olmaya da­vet   eylediler.   Peygamberler   peygamberinin   buyurdukları   gibi «Deveni bağla, sonra tevekkel et!» Mirza Mahmud, askerini top­layıp, karşı tarafta olduğu gibi zırhsız, fakat silâhlı olarak hare­ket etti. Kısa zamanda üç padişahın askerleri birbirleri karşısın­da saf tuttular. Çadır orta yere kurulunca, her birlik «Çadır bana uzak, sana yakın!» gibilerden bir çekişmeye girişti. Münazaa uza­dı. Hoca hazretleri iki saf arasındaydılar. öğle abdestini orada ve askerin karşısında aldılar. Sonra Mirza Ahmed'e haber gönderdi­ler : «Ben tek kişiyim ve bilhassa ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bunca meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam birbirinize gir­memeniz içindir. Kuvvet ancak bu kadar olur. Artık takatim kal­madı. Eğer bana güveniniz varsa çekişmeyi kesiniz! Çadırı hangi noktaya kurarlarsa kursunlar...»    Mirza Ahmed bu ihtarı alınca hemen emir verdi: «Mâni olmayın! Çadırı düşmanlar nerede is­terlerse orada kursunlar!. Benim itimat ve itikadım hoca hazret-lerinedir.» Çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirza maiyetleriyle gel­diler. Hoca hazretleri de Mahmud Mirza ile Ömer Şeyh Mirza'yı getirdiler. Ahmed Mirza onları uzaktan karşıladı ve hoca hazret­lerinin işaretleriyle Mahmud Mirza ile el sıkıştı. Ondan sonra Ho­ca hazretleri Ömer Şeyh Mirza'yı ağabeyi Ahmed Mirza'nın ya­nma götürdü. Ömer Şeyh Mirza ağabeyinin elini öpüp yüzüne gö­züne sürerek ağladı. Manzarayı görenler de gözyaşlarını tutama­dılar. Ondan sonra sultanlar çadıra çekildiler. Heybetli bir mec­lis oldu ve Mirzalar her noktada anlaşarak birbirlerine kılıç çek­memeğe ahdettiler. Ahitname yazıldı ve üçü tarafından imzalan­dı. Ahit gereğince,    Taşkend, hoca hazretlerinin delaletiyle Ah-

med Mirza'dan Mahmud Mirza'ya geçmişti. Fatiha okundu ve Mirzalar birbirlerine veda edip ayrıldılar.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretlerinin Mirzaları birbirleriyle barıştırdıkları sırada", yakınlarından biri keşif âleminde şöyle bir levha görmüş : Bir meydanda üç azgın deve... Üçü de birbirini dişleme ve par­çalama vaziyetinde... Hoca hazretleri bunları yularlarından ya­kalıyorlar ve birbirini ısırmaktan alakoyuyorlar.

*

Mevlânâ Mehmed Kaadi'nin eserinden :

«— O gün halk, hoca hazretlerinin tasarruflarından hayret ve dehşetler içinde kaldı. Herkes birlik halinde hoca hazretlerinin ululuğunu ikrar etti ve kuvvet ve tasarrufun hoca hazretlerinde kemâl bulduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Anlaşma ve barış­madan sonra Hoca Hazretleri Mahmud Mirza'ya «Siz Taşkend'e gidin! Ben de başka bir yoldan gelir, size kavuşurum!» buyurdu­lar ve yakınlariyle yola çıkıp memleketlerine yöneldiler. Yolda şöyle buyurdular : «Bu işlere ne dersin? Bunlar kitaba yazılacak şeyler!» .

*

Hoca hazretlerinin ticaret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddin :

— Bir kere büyükçe bir topluluk halinde, develerimize ti­caret eşyası yüklemiş, gelirken, yolumuzu eşkıya kesti. Kervan halkı onları görür görmez büyük bir dehşete kapıldı. Hepsi bir­den, mallarını gitmiş ve kendilerini esir düşmüş farz etti. Ben içimden düşündüm ki,    Hoca hazretlerinin bana emanet edilmiş mallarını cenk etmeden eşkıyaya    teslim etmek müridlik şanına uymaz.    Böyle bir hareket merdlik ve insanlıktan uzaktır; ve en iyisi, o mallarını muhafaza yolunda şehit olmaktır. Bu fikirle ho­ca hazretlerinin ruhaniyetine sığındım ve kılıcımı çektim. O anda kendimi hoca hazretlerinin şeklinde gördüm ve eşkiya üzerine at sürerek, kılıç çalmaya başladım. Bir de ne göreyim? Eşkiya ker­vanı bırakıp kaçmıyor mu? Halbuki eşkiya bizden fazlaydı ve be­nim muradım şehitlikten başka bir şey değildi. Kervan halkı bu hâle benden ziyade hayret etti. Kaldı ki, ben, ömrümde cenk et­miş, cenk nedir bilmiş bir insan değildim. Bu işin hoca hazretle­rinin tasarrufundan olduğunu anladım ve dönüşümde inanılmaz hâdiseyi kendilerine bütün  teferruatiyle bildirdim.  Buyurdular : «Zayıflar kuvvetli düşmana rastladıkları zaman kendi kuvvetle­rinden geçerler ve büyüklerin ruhaniyetine yapışırlarsa Allah on­lara öyle bir kuvvet verir ki, onunla din düşmanlarını yenerler.»

*

«Reşahat» sahibi :

— Hoca   hazretlerine   edepsizlik   ve   yakınlarına   haksızlık eden kimselerin uğradıkları feci akıbetler sayıp dökmekle bitmez.

*

«Reşahat» sahibi:

— Şeyh zâde İlyas isimli, mürşidlik dâvasında biri Hoca hazretlerine karşı edeb dışı tavırlar almıştı. Bir gün Hoca hazret­leri kırlardan geçerken bir tarlada bir harman yeri görüyorlar. isçiler buğdayı savurmakta ve taneyi samandan ayırmaktadır. Harmanın kime ait olduğunu soruyorlar ve Şeyh zade İlyas'a ait olduğunu öğrenince atlarından inerek yerden bir başak alıyor ve

tanesini samanından ayırıp savuruyorlar. Haber Şeyh zade İl­yas'a gidince son derece üzülüyor ve diyor : «Hoca bizim harma­nımızı yele verdi!» Doğrudur! Artık onun silsilesi kesik ve peri­şan... Şeyh zade İlyas, hoca hazretlerini şeriat dışı işler yapmak­la suçlandıran adam...

*

Kaadi Ebu Nasr Taşkendî :

— Hoca hazretlerinin zuhurları sırasında Taşkend'de irşad makamına kurulmuş şeyhler pek çoktu. Bunlar hoca hazretlerine kıskançlık ve aykırılık gösterdiler ve teker teker silinip gittiler. Hoca hazretleri Bağistan'dan Taşkend'e gelip isteklileri irşada koyuldukları zaman orada, zahirî ve bâtınî ilimlerde kuvvetli bir şeyh vardı ve etrafına kalabalık bir halka çekmişti. Hoca hazretlerinin tasarruflarını görünce hasedinden çatlayacak hale geldi ve kendilerini tasarruf edip müflis göstermek için bir gün mec­lislerine gitti. Gözlerini hoca hazretlerine dikti ve ona altından kalkılmaz bir yük havale etmek için çalışmaya başladı. Hoca haz­retleri de onun tasarrufunu defetmeye baktılar. Böylece bir saat geçti. Nihayet Hoca hazretleri birdenbire ayağa kalkıp şeyhe yak­laştı. Şeyhin yanında duran havluyu çekti ve onun yüzüne çarpa­rak buyurdu : «Aklını bozmuş bir dîvane ile ne diye uğraşıyo­rum?» Ve çekilip gittiler. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan şeyh, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeğe kalkışacak kadar muvazeneden yoksun kaldı.

*

«Reşahat» sahibi:

— Semerkant müftüsü, hoca hazretleri hakkında söylemedi­ğini bırakmayan bir adam... Bir gün meclisinde yine ağzına gele­ni söylerken, hazır bulunanlardan biri ona diyor ki : «Bu ettiği­niz gıybet gayet kötü bir şeydir ve hakka tam aykırıdır. Siz de tasdik edersiniz ki, eğer hoca hazretleri mükemmel bir velî de­ğilse, her halde devlet sahibi bir insandır. Böyle bir insanın meziyetlerini görmemek size reva mı?» O anda çekiştiriciye öyle bir hâl olmuş ki, öz ağziyle şu itirafta bulunmuş : «Haklısınız! Ama ne yapayım ki, nefsim beni bırakmıyor, böyle konuşmaya zorlu­yor!» Herkesin ağzı açık kalmış.

*

Mevlânâ Kadızade'nin eserinden : Bizzat naklettiler :

— Sultan Ebu Said Mirza'nın ölüm haberi geldiği gün yolda o müftüye rastladım. Gözlerini benden ayırıp başka tarafa bakar­ken tahkir edici bir sesle : «Esselâmü aleyküm» dedi ve durma­dan atını sürüp gitti. Halbuki iki gün evvel yolda yine bize rast­lamış ve türlü alâkalar göstermişti. Bu tavrı üzerine anladım ki, bir maksadı var... Birkaç gün sonra öğrendim ki, müftü, şehrin büyükleriyle birlik olmuş ve artık meclisimize gelmemek ve sö­zümüze itibar etmemek hususunda bir çoğunu kandırmış. Hattâ mal ve mülkümüze el konabileceğine dair fetva vermeğe bile kal­kışmış.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mevlânâ ismindeki bu müftünün hoca hazretlerine etmediği düşmanlık kalmamıştı. Hoca hazretlerinin dünya nimet­lerini toplamaktan, mal ve para cemetmekten başka emeli olma­dığını yayıyor, onu bir sahtekâr olarak belirtiyordu. Nihayet bü­tün itibarını kaybetti ve tek başına sefil ve perişan, ortada kaldı. Bu haliyle bile «Bizim bu perişanlığımızı hocanın tasarruf ve ke­rametine yormayınız!» diyor ve hakka yanaşmıyordu. Nihayet feci bir ishale tutuldu ve necaset içinde öldü. öleceğine yakın, daha önce de olduğu gibi suçunu itiraf ediyor, her şeyi nefsine uy­mak yüzünden yaptığını söylüyor ve hoca hazretlerinden af rica ediyor. Hâle şahit olan, eski müftünün bu sözlerini hoca hazretle­rine anlatmış... Diyor ki «Hoca hazretlerine arzettim. Gayet mü­teessir oldular. Öyle hissettim ki, onun suçundan geçip af buyur­dular.»

HOCA HAZRETLERİNİN HALK DİLİNDEKİ KERAMET VE HARİKALARINDAN

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri, hâllerinin başında, ge­ce ve gündüz hoca hazretleriyle sohbet edermiş. Bir gün, teessür ve tahassürlerini bildirip demişler ki: «ömrümüz zamanın kut­bundan uzak ve büyük evliyanın meclisinden yoksun geçiyor. Di­lek sahibi çalışıp kendisini böylelerinin sohbetine eriştirmelidir ki, huzuru bulsun ve iç düşmanların şerrinden korunsun...» Ve bu bahiste daha bir çok mübalâğalı söz söylemişler... Meğer ge­çen gece, kalbinden, «benim kimseye ihtiyacım yoktur! Hak yolu açıktır. Dilek sahibi, fikrini karıştırmayıp ve halkla düşüp kalk­mayı bırakıp kendi içine kapanmalı, kendi kendisine çalışmayı başarmalıdır!» diye bir şeyler geçirmiş... Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî'nin içinden geçenleri hoca hazretleri keşfediyor ve diyor ki: «Siz geçen gece artık kimseye ihtiyacınız olmadığını ve kendi kendinize yeteceğinizi fikretmiştiniz. Şimdiki sözler bu fikirlere aykırı düşmüyor mu?» Mevlânâ bu kerameti görünce hoca haz­retlerinin kemâl derecesini anlıyor ve kendilerine alâkasını kuv­vetlendiriyor.

*

Hoca hazretleri:

— Ben Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleriyle öylesine ihtilât ve sohbet ederdim ki, görenler beni onun müridi sanırdı. Fa­kat hakikatte bâtın feyzini onlar bizden alıyorlardı.

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin sözleri de hoca hazretle­rinin bu hükümlerini gerçekleştiricidir.

Hoca hazretlerinin eşiğini aşındıran bir kadı vardı ki, biricik emeli, kendilerinden tarikat yollarını öğrenmek ve «Hâcegân» kütüğüne kaydedilmekti. Fakat hoca hazretleri bu adama yüz ver­miyorlar ve onun suratına tarikat kapılarını kapatıyorlardı. Adamcağız melûl ve mahzun gidip geliyor ve hiç bir şey elde ede­miyordu. Bir gün, hoca hazretlerinin neşeli bir anında, yakınla­rından biri mevzuu kendilerine açtı ve «Kadı, boynu bükük, ina­yetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor» diye hoca hazretlerinin maksatlarını anlamaya davrandı. Hemen cevap ver­diler : «Ben her kimin bâtınında büyüklük ve üstünlük arzusun­dan bir mâna sezsem, bu mâna on yıl sonra gerçekleşecek bir şey bile olsa ona Hâcegân yolundan bahsedemem!»

Bazı müridler hoca hazretlerinin bu sözü söyledikleri tarihi kaydediyorlar. Aradan on yıl geçiyor ve hoca hazretleride dün­yadan göç etmiş bulunuyorlar. O kadı, kendi memleketinde hâ­kim ve reis makamındadır, bu mevkiiyle gayet mesuttur ve kal­binde zerrece tarikat zevk ve dileğine yer kalmamıştır. O zaman müridler, hoca hazretlerinin niçin bu adama iltifat buyurmadıklarını anlıyorlar.

*

Yine bir adam vardır ki tam yirmi sekiz yıl hoca hazretleri­nin hizmetinde kaldığı halde hiç bir himmet görmemiş, hiç bir nasip alamamıştır. Bu adam bir gün o hâle geliyor ki «Bir bıçak çekip ya kendimi, ya hoca hazretlerini vuracağım diye korkuyo­rum! Sabrım o türlü çatladı! Niçin bana himmet etmezler?» şek­linde yakınlarına dert yanıyor. Böyleyken son nefeslerine kadar hoca hazretlerine hizmette devam ediyor. Hoca hazretlerinin ve­fatlarından sonra, işin iç yüzüne ait bir tecelli : Semerkant Han Özbak tarafından istilâ edilmiş ve bu adam devlet ve iktidar ma­kamına getirilmiştir. Bu makama getirilmesindeki sebepte istilâ zamanında hoca hazretlerinin oğullarını öldürtmekte oynadığı hain rol ...Hoca hazretleri bu neticeyi kırk yıl evvel görmüş, fakat ses çıkarmayıp sadece iltifatlarını esirgemiş bulunuyorlar.

*

Bağlılardan biri, uzun zaman huzura yüz sürememiş olmak­tan ıstırap içindedir. Gidemedikçe ıstırabı artıyor ve ıstırabı art­tıkça ayaklan kilitlenip gidemiyor. Nihayet bir gün son bir gay­ret sarfedip huzura çıkmaya karar veriyor. Daha evvel hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin ruhlarına fatiha ve ihlâs okuya­rak şefaatlerini diliyor ve mahcup mahcup hoca hazretlerinin eşi­ğinde görünüyor. Hoca hazretleri kendisine nazar edip buyuru­yorlar : «Fatiha ve ihlâs okuyup hoca hazretlerinin ruhundan şe­faat istemek çok güzel!. Fakat iş bununla bitmez! Mürid daima kendi kendisini murakabe altında tutmalıdır ki, kendisinden yan­lış bir hareket meydana gelmesin!»

Hoca hazretlerinin bu ihtarlarından sonra o mürid bir daha hataya düşmemiştir.

Hoca hazretlerinin yakınlarından biri vardır ki, güzelliği, ya­kışıklılığı ile meşhurdur. Bir kadınla tanışıyor. Kadın onun evi­ne geliyor ve başbaşa yalnız kalmalarını teklif ediyor. Kadın da gayet güzeldir ve müridte nefsine mukavemet gücü kalmamıştır. O anda hoca hazretlerinin sesi odada gürlüyor : «Ne yapıyorsun?» Mürid yerinden fırlıyor, dehşetler içinde kadını evden çıkarıyor. Biraz sonra hoca hazretleri eve geliyorlar ve müride «Allah'ın yardımı olmasaydı şeytana kapılmış, gitmiştin!» buyuruyorlar. Yine aynı müridden öğrendiğimize göre bir kere de onun gönlü­ne şarap içmek arzusu düşüyor. Mahrem dostlarından birine, ge­ce, karanlık basınca kendisine şarap getirmesini tenbih ediyor. Gece, şarap geliyor. Mürid evinin damındadır ve şarabı yukarıya çekmek için iple bir kutu sarkıtmıştır. Şarabı getiren, destiyi ku­tuya güzelce yerleştiriyor, mürid te çekmeğe başlıyor. Evvelâ desti duvara çarpıp bir tarafı kırılıyor, sonra da kutunun ipi çözülüyor ve. desti yere düşüp param parça oluyor. Mürid dehşette. Sabahleyin erkenden desti kırıklarını topluyor, şarap döküntüsü­nün üstüne de kokusu çıkmasın diye bol su döküyor. Biraz sonra hoca hazretleri müridin evine geliyorlar. Sözleri : «Gece yukarı çektiğin destinin sesi kulağıma geldi. Eğer o kırılmasaydı benim gönlüm kırılıp parçalanacaktı ve bir daha seninle buluşmama im­kân kalmayacaktı.»

*

Hoca hazretleri geç vakit bir seyahatten dönmüş bulunuyor­lar. Misafir oldukları evin sahibi yakınlarındandır ve gayet güzel ve genç bir oğlu vardır. Hoca hazretleri eve ayak bastıkları za­man orada bir sürü misafir görüyorlar. Yemek yenmiş ve gece kı­ra çıkılıp hava alınması kararlaştırılmıştır. Ev sahibi, hoca haz­retlerini büyük tazim tavırlariyle karşılıyor ve eline, ayağına dü­şüp verdikleri şereften teşekkür ediyor. Misafirler «Bu gelen iti­barlı zat kimdir?» diye hayretlere gömülüyor, öğrenince de aynı tazimi göstermekte kusur etmiyor. Fakat ev sahibinin oğlu, güzel çocuk oralı değildir. Akşam gezintisinin suya düştüğünü anladığı için somurtmakta ve yerinden bile kalkmamaktadır. Ev sahibi, hoca hazretlerine yemeğin yenilmiş ve bitirilmiş olduğunu, fakat evde her şeyin bulunduğunu ve hemen hazırlanabileceğini, yemek olarak ne seçeceklerse bildirmelerini istirham ediyor. Hoca haz­retleri daha cevap vermeden, genç ve güzel çocuk, daima gezinti­ye çıkmak sevdasının tepkisiyle, terbiyesizce bir eda takınıyor ve «Bu gurbetteki zâta hazır ve soğuk şeyler getirin! Yemek şimdi tüketildi. Bundan sonra kimsede yemek pişirmeğe mecal yoktur!» diyor.

Edepsizlik büyük... O zaman hoca hazretleri, ancak yanındakinin işitebileceği şekilde hafifçe fısıldıyorlar : «Ey genç! Güzel­liğine mağrur olma! Eğer ben senin bu akşam yüzünü kara et­mezsem vebali üzerime olsun!» Peşinden yüksek sesle buyuru­yorlar : «Uzun yoldan geldim. Gönlüm sıcak bir çorba istiyor!» Hemen yerinden fırlayan fırlayana. Mutfağa koşup hazırlığa başlıyor. O sırada hoca hazretlerinin mübarek nazarları küstah gen­cin üzerinde... Anî bir hâl... Genç ter içinde... Birden yerinden kalkıyor ve hoca hazretlerinin önünde diz çökerek hizmetlerine talip olduğunu söylüyor. Herkes bu beklenmedik değişikliği şaş­kın şaşkın seyretmekte... Hoca hazretlerinin verdikleri muvafa­kat cevabı üzerine genç yemek hazırlanan yere koşuyor, ateşi biz­zat yakmaya savaşıyor, yüzü ateşten kızarıyor, terliyor, terini sil­mek isterken de elindeki is yüzüne bulaşıyor ve yüzü kapkara oluyor. Hoca hazretlerinin dedikleri ayniyle zuhura gelmiştir. Gence «Yüzün kara olmuş!» dedikleri zaman da nurun o karada olduğu cevabım veriyor ve hoca hazretleri yemeğini yemeden si­linmeyeceğini," temizlenmeyeceğini söylüyor. Hoca hazretleri ye­meklerini yiyorlar, genç yüzünü gözünü silip abdest alıyor, hoca hazretlerinin huzurunda edeb tavriyle oturuyor ve bir daha ken­dilerinin eteği dibinden ayrılmıyor.

*

Müridlerinden biri anlatıyor :

— Benim hoca hazretlerine bağlanışım bir kıza olan aşkım yüzündendir. Bu aşk beni çıldırtacak hâle gelmişti. Ailesi kızla­rını bana vermeyince ne yapmak gerektiğini bilemedim. Bildi­ğim, yapmayacağım şey olmadığıydı. Nihayet bir hile düşündüm. İki yalancı şahit tedarikleyip kızı kendime nikâh ettirdim. Sonra kadıya baş vurup şahitlerimi dinletmek istedim. Kadı hoca haz­retlerine gitmişti. Ben de gittim ve dâvamı anlattım. Hoca hazret­leri buyurdular : «Senden rica ediyorum, bu dâvadan vaz geç! Senden doğruluk kokusu gelmiyor!» Hoca hazretlerinin keşifleri kalbime yıldırım gibi indi. Birden bütün hüviyetim değişti. Ken­dimi o kara sevdadan bomboş buldum ve hoca hazretlerinin etek­lerine yapıştım. Hoca hazretleri Taşkend'e gitmek üzere hazırla­nıyorlardı. Ata binerlerken bana öyle bir nazar ettiler ki, içime ateş düştü. Elimde olmadan peşlerine düştüm. Her taraf kar için­deydi. Böyleyken ben hararetten kavruluyordum. Çizmelerimi çıkarıp yalınayak Taşkend'e kadar arkalarından gittim. Hoca Haz­retleri Taşkend'te hücrelerine çekilip ateş yakılmasını emrettiler. Bana da «Gel, ısın!» diye emrettiler. O zamandan sonra peşlerini hiç bırakmadım.

*

Yine böyle, kadın alâkasının şiddetinden iradesini kaybedip hoca hazretlerine bağlanmakla kurtulanlardan bir başkası, huzur­da, eski alâkalısının hayali bir an zihninden geçer geçmez şu ih­tar karşısında kaldığını anlatır :

«Onunla alâkanı kesip atmışken yine mi onu düşünmekte­sin?»

*

Bir mürid :

— Camiden  çıkarken  hoca  hazretlerinin yakınlarından  bir topluluğa rastladım. İçlerinden biri, hepimizi yemeğe davet etti. Bir ahçı dükkânına girdik. Orada padişah kullarından, seçme, ba­zı güzel delikanlılar vardı. Dostlara dedim ki: «Şu civanları gö­rüyor musunuz; bakın ne kadar güzel çocuklar!» Dediler : «Bun­lara nazar meşru değildir!» Dedim : «Eğer nazar şehvetle olursa meşru değildir; fakat şehvetsiz olursa korku yoktur!» Bunun üze­rine o çocukları rahat rahat seyrettiler. Oradan kalkıp hoca haz­retlerine gittik. Sordular : «Nereden geliyorsunuz?»    Cevap ver­dik : «Camiden geliyoruz!» Dediler : «Mânâsız konuşmayın! Mes­cide gitmek âdet olmuştur!» Sonra birden gazaba gelip seslerini yükselttiler : «Ahçıya gider ve güzel gençleri seyredersiniz! Ki­miniz bunlara bakmanın meşru olmadığını söyler, kiminiz de şeh­vetsiz bakmakta günah olmadığını ileri sürer.» Daha sonra bana dönüp şiddetle hitap ettiler :    «Ben bile şehvetsiz nazar etmeğe kaadir değilim; sen nereden peydahlandın ki, şehvetsiz nazar et­mekten bahsedebiliyorsun?»

*

Bazı yakınlarının rivayetine göre hoca hazretleri derlermiş ki :  «Bir güzelin yanından selâmetle geçinceye dek ciğerime yüz kere kan oturur.»

*

Murakabe vaziyetinde oturuyorlar. Birden başlarını kaldırıp buyurdular :

— Bir köpek gördüm. Memeleri sütle dolu, dişi bir köpek... Dokuz yavrusiyle meclisimize geldiler!

Hoca hazretleri bu sözü söylemiş, söylememişti ki, uzaktan, arkasında tam dokuz talebesi, bir fesat adam göründü. Bunlar huzura çıktılar ve hoca hazretleri kendilerine yemek hazırlatmak bahanesiyle çıkıp dönmedikleri hâlde, yemeklerini yemekte ve saatlerce oturup yârenlik etmekte ihmal göstermediler.

*

Oğlu, hoca hazretlerine damat olacak bir kadın, kendilerini imtihan etmek fikriyle, hususî surette hazırladığı bazı gıda mad­delerini nişanlayıp, ayırt edilip edilemeyeceklerini anlamaya kal­kıyor. Hoca hazretleri onları bir bir ayırıyorlar ve kadın, oğlu­nun damat olacağı büyük zâtı tanımış oluyor. Hoca hazretlerinin damatlığı şerefini kazanan, Emîr Nizameddin Abdullah'tır.

*

Emîr Nizameddin Abdullah'ın, hoca hazretlerinin kerimele­rinden beş -oğlu ve üç kızı olmuştur. Oğullarının ilki, hoca Ab-düssemi'dir ki, «Mirza Hâvend» diye meşhurdur. Sultan Hüse­yin Mirza zamanında Herat'ta şehit olmuş ve Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî makberesine gömülmüştür. İkinci oğlu Abdülbedi... O da «Dost-u Hâvend» lâkabiyle meşhur. Üçüncü oğlu Abdülvâhi ve lâkabı «Hoca Şah...» Dördüncüsü Emîr Zahârüddin Mchmed, beşincisi ise Tahirüddin Mehmed...

*

Bir ziyafette ev sahibine muayyen miktarda un alıp onunla yemek yapılmasını emir ediyorlar. Halbuki ev tıklım tıklım dolu ve davetliler dışarıya taşmış vaziyette... Emredilen yemek mikta­rı bunların onda birine bile yetmez. Ne olacak? Ev sahibi fenâ halde müteessir... Hoca hazretlerine baş vurup ne yapması ge­rektiğim soruyor. Cevap : «Ne dedimse o... Fazlasına lüzum yok!» Yemek dağıtılıyor ve hayretler içinde görülüyor ki, herkes yiyip içtiği ve doyduğu hâlde hâlâ tencereler doludur.

*

Bir ilkbahar mevsimi... Hoca hazretleri Taşkend yolunda... Konak yeri olarak, akşama doğru bir dere kenarında, bağlıların­dan birinin evine iniyorlar.    Namaz, yemek, sohbet, uyku vakti. Yatacakları zaman ev sahibine «Sen benimle bir odada kal!» em­rini veriyorlar. Herkes uykuda... Gece yarısı hoca hazretleri uya­nıp, yattıkları odanın bir köşesindeki ev sahibine sesleniyorlar: «Uyuyor musun?» «Hayır efendim, uyanığım!» cevabını veriyor­lar. «Şimdi hemen kalk, bütün ev halkını uyandır! Herkes eşya­sını toplayıp ardımdan gelsin!»    Sakin gecenin sessiz ve uykulu anında müthiş bir emir. Herkes uyanıyor ve yangından mal kaçı­rırcasına eşyasını topluyor. Bu arada ev eşyası da toplanıyor. Ho­ca hazretleri dışarı çıkıp yüksek bir tepeye doğru yürüyorlar, te­penin zirve noktasına çıkıyorlar ve orada oturuyorlar. Herkes ve bütün toparlanan eşya, etraflarında... Birdenbire, dağ tarafından gelen korkunç bir uğultu ile beraber, görülmemiş bir sel. Sular ej­derhâ gibi saldırıyor ve önüne gelen, ağaç, kaya, duvar, çatı, de­virip her tarafı yalıyor. Hoca hazretlerinin misafir kaldıkları ev su altındadır ve emirlerini mühimsemeyip bazı eşya ve canlarını bırakanlar onların mahvolduğuna şahittir.

*

Sel vakasında kendileriyle beraber bulunan şeyh îyan anla­tıyor :

— Derenin taşkınında, müridler saz ve kamışlardan birer sal yapıp birer birer sudan geçtiler. Hoca hazretleri de bu sallar­dan birine bindiler ve beni yanlarına aldılar. Derenin ortasına ve suyun büyük bir hızla aktığı noktaya geldik. Kamışlar çözülmeğe başladı. Sular, gevşeyen bağlardan saz ve kamışları sökerek salı dağıtıyor. Müthiş korktum. Karşı sahile bir ok atımı kadar mesa­fe vardı ve akıntı yerini aşıp oraya ulaşabilmemiz mümkün değil­di. Hoca hazretleri hiç aldırmadan oturuyorlar. Kamışlar her an biraz daha çözülüyor ve ben korkudan eriyorum. Ruhaniyetlerine sığındım ve tevekkülle bekledim. Birden heybetli bir ses : «Al­lah...» bu, hoca hazretlerinin dudaklarından dökülmüştü. Derin bir ürperti geçirerek neticeyi kolladıın. Sal, büyük akıntı nokta­sını aştı ve sazlarından artık hiç biri çözülmeden kıyıya vardı. Sa­hile gelince «Kalk!» emrini verdiler. Kalktım ve kıyıya atladım. Kendileri de beni takip ettiler. Mübarek ayaklarını toprağa basar basmaz salın dağılması ve bir çöp yığını hâlinde sulara kapılması bir oldu.

*

Hoca hazretlerinin yakınlarından biri hasta... Hastalığı git­tikçe derinleşmekte... O halde ki, yanlarına dönemez vaziyette... Ramazan... Günlerden cuma... Yakınları hastadan ümit kesilmiş ve cenaze hazırlığında... Evde kimse yok. Yalnız bir cariye... Ka­pı güm güm vuruluyor. Cariye kapıya koşup deliğinden bakıyor. 1 Kızıl benizli, kumral sakallı, uzun boylu, sipahi kılıklı bir adam... Bir eliyle atını tutuyor, öbür eliyle kapının tokmağım indirmek­te devam ediyor.

— Kimsin sen?.

— Uzak yoldan hastanın ziyaretine geldim. Hemen görme­liyim!.

Cariye kapıyı açıyor. Gelen esrarlı süvari, hastanın başucunda..

— Kimsin sen, nereden geliyorsun?

— Hoca   Ubeydullah   hazretlerinin   bağlılarındanım.   Hoca hazretleri, beni, ziyaretinde bulunmak ve size sağlık müjdesi ver­mek için gönderdiler. Ben sabah namazını Semerkant'ta kıldım ve yola çıkıp dört nalla buraya geldim. Akşam namazım da yine ora­da kılmak ve iftarı hoca hazretleriyle etmek emrini aldım.

Bu söz bile hastaya hayat veriyor... Yatağından kımıldayamayan hasta bir anda doğrulup oturuyor. Başucunda bir şerbet... Esrarlı süvari şerbetten bir kadeh doldurup ona içiriyor ve :

— Şifa Allah'tan...

Deyip veda ediyor ve nal sesleriyle uzaklaşıyor. O sırada has­tanın zevcesi, bitişikteki komşuda. Esrarlı süvarinin gelip gittiği­ni görüyor ve hemen eve koşuyor. Hasta yatağında, oturur vazi­yette ve önünde şerbet kadehi... Hasta, ikindi namazını ayakta kı­lacak ve artık yatağına veda edecektir. Esrarlı süvarinin ise kim ve ne olduğu anlaşılmayacaktır.

*

Bir müride diyorlar ki:

— Sen, kalk, memleketine git, anne ve babanı ziyaret et ve onlara de ki, bana ıstırap vermesinler!.

Mürid şaşkın :

— Ne gibi ıstırap, efendim?... Fersahlarca yoldan size ıstı­rap mı veriyorlar?

—Sen, "dediğimi söyle onlara!.

Mürid memleketine gidiyor ve annesiyle babasının hasret kucaklarına atılıyor ve hoca hazretlerinin emirlerini bildiriyor.

Diyorlar :

— Hayret!. Sen gittin gideli her namazdan sonra ağlıyor ve hoca hazretlerinin ruhaniyetlerine yönelip «Oğlumuzu bize gön­der!» diye yalvarıyorduk.

*

Bir mürid de Hoca hazretlerine kapılanışını şöyle anlatıyor :

— Hoca hazretlerini ve yüksek derecelerini uzaktan işitiyor, fakat kendileriyle bir temas ve münasebet sahibi bulunmuyor­dum. Bir gün, yegâne malım olan genç kölem kayboluverdi. Onu aylarca aradım ve bulamadım. Onun bana faydası ve benim ona ihtiyacım büyüktü. Aramadığım yer kalmamış, hiç bir noktada bir ize bile rastlamamıştım. Bir gün kırlarda yine kölemi aramak için dolaşırken, yakınlariyle birlikte hoca hazretlerini gördüm. Hemen ellerine sarılarak öptüm ve hâlimi arzettim. «Bu kapıyı ancak siz açabilirsiniz, bana kaybolan kölemden haberi ancak siz verebilirsiniz!» dedim. Buyurdular : «Biz toprak ve ziraatle uğra­şan bir kimseyiz. Böyle işlere aklımız ermez!» Fakat ben, acıklı . acıklı, ısrarımda devam ettim. «Sığınağım sizsiniz! Lütuf buyuru­nuz!» dedim. Ellerini uzakta bir köye doğru çevirdiler : «Köleni hiç bu köyde aradığın oldu mu?» Cevap verdim : «Nice defa ara­dım, fakat bulamadım!» Dediler : «Git, bir kere daha ara, belki bulursun!» Köye gittim. Bir de ne göreyim? Bizim köle, önünde su dolu bir desti ve uzağında bir ırmak, kuru bir noktada dalgın dalgın düşünüyor. Macerasını anlattı : «Beni bir adam ayarttı ve uzaklarda oturan bir adama sattı. Aylardır onun hizmetinde kal­dım. Bugün o adam bu köyde bir bildiğine geldi. Beni de yanına aldı. Bana ırmaktan bir desti su alıp getirmemi emrettiler. Suyu doldurdum, tam destiyi omuzlayıp eve döneceğim anda kendimi bu kuru yerde buldum. Ne olup ne bitti, anlayamadım. Şaşkınlık ve dalgınlığım ondan...» Bir anda hoca hazretlerine itikadım son haddine vardı. Hemen köleyi azat ettim ve kendilerinin hizmeti­ne koştum.

*

Hoca hazretleri, sultanların mâni olması ve müftülerin fetva vermesiyle Hicaz seferinden mahrum kalmışlardı. Bu bakımdan mübarek topraklara yüz sürememişlerdi. Fakat ne esrardır ki, Irak şeyhülislâmı Mîr Abdülvehhab'ın nakline göre, Mekke'de Şeyh Abdülmuattâ hazretleri, orada, hoca hazretleriyle defalarca buluştuklarını ve görüştüklerini ifade etmişlerdir. Verdikleri taf­silât, gösterdikleri şekil ve şemail ve anlattıkları sözler de hoca hazretlerine noktası noktasına uymaktadır.

*

Mevlânâ zâde Nizameddin :

— Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsim... Hoca hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkinci nama­zını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yak­laşmıştı. Menzilimiz gayet uzaktı ve bu vaziyette ona gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimali yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeğe başladım : «Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; halimiz ne olacak?» Hoca hazretleri atlarını hızla sürüp gidiyorlar ve hiç bir telâş eseri göstermiyorlardı. İçim­den bu düşünceler geçince başlarını bana döndürdüler ve «Yoksa korkuyor musun?» diye sordular. Sükût ettim. «Bu düşünceleri kafandan kov ve atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız.» Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yürüdükten sonra dikkat ettim ki, güneş daima yerinde... Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibi... Ciğerime kadar ürperdim ve kendimi hoca hazretlerinin bâtınlarına teslim edip, başım önümde, yol almaya devam ettim. Yürüdük, yürüdük, yürüdük... Güneş hep aynı noktada... Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi birdenbire zifiri ka­ranlık içinde kaldık. Kerametin bu derecesi karşısında kendimden geçtim ve hoca hazretlerine sormaktan kendimi alamadım : «Ho­cam, Allah için söyleyiniz, bu ne sırdır?» Gülümseyerek cevap verdiler: «Bu, tarîkatin hokkabazlıklardandır. Gaye bu değil­dir!»

(Aynı menkıbeyi, Nefahat'ta Hoca Bahaeddin Nakşibend haz­retlerinin muazzam tasarrufları arasında görüyoruz. Keramet her kime ait olursa olsun, neticede bir islâm velîsinindir ve İslâmın malıdır.)

HOCA HAZRETLERİNİN EVLADI VE YAKIN AKRABASINDAN

Hoca hazretlerinin ilk oğullan Mehmed bin Abdullah... Bâ­tın ve zahir ilimlerinde derin; ve naklî ve aklî meselelerde kemâl derecesinde... Kur'ân, sünnet ve siyerde en ince meseleleri çöze­bilecek ihtisasa sahip... Böyleyken bâtın ilimlerinde de hoca haz­retlerinden pay sahibi... Hoca hazretleri, oğullarına âdeta hürmet derecesinde bir sevgi ile bağlıydılar. Bir gün meclislerinde giyim ve kuşamdan yana tekellüfsüz otururlarken oğullarının gelmekte olduğu haberi verildi. Hemen harem tarafına geçip tekellüflü şe­kilde giyindiler ve oğullarım karşılamak üzere dışarı çıktılar. Son­ra onu baş köşeye, kendi yanlarına oturttular. Etraflarında Se-merkant'ın en ileri âlimleri, mahdumlarına Beyzâvî tefsirinden bir parça okuttular ve şerhini istediler. «Hazret-i Hâcegân» lâ­kaplı mahdumları öyle hikmetler bildirdi ki, hayran olmayan kal­madı. Giderken de mahdumlarını kapıya kadar uğurladılar ve sonra yerlerine geçip önceki tekellüfsüz kılıklarına büründüler.

*

«Reşahat» sahibi:

— Bir gün hoca hazretleri mahdumlarını görmek arzusu ile bulundukları köye doğru yola çıktılar. Ben de, tek başıma, ardlarından gittim. Meğer Hâcegân hazretleri, fakirin ismini daha ev­vel biliyorlarmış. Pederimin bazı eserlerini okumuşlar. Bana iltifatlar ettiler ve buyurdular : «Pederinizin vaazlarını ve nefesle­rinden aşağı yukarı herkesi faydalandırdıklarını işitmiştim. Tefsir inceliklerinde de misilsizmişler...» Bir aralık söz :

يَانَارُكُونِى بَرْدًاوَسَلاَمًاعَلَىاِبْرَاهِيمَ

Yâ Nâru kûni berden ve selâmen âlâ İbrahim

âyetine intikal etti. Hakimlerin, nâr (ateş) kelimesini Nemrud'un gazap ateşi; ve berd (soğukluk) kelimesini de o gazabın söndürülmesiyle tefsir edişlerini kabul etmediler. Âyetteki ateşi maddî, soğukluğu da o maddeye müesser bir vakıa olarak ifade ettiler ve bu hususta öyle deliller gösterdiler ki, kaleme alınsa bir kitapçık olurdu. Hikmetleri ise en yüksek idrak seviyesine göreydi. Bu fa­kiri üç gün, üç gece alakoydular ve uyku zamanı dışında hiç yal­nız bırakmadılar. İkimiz yalnız kaldıkça hoca hazretlerinden ba­his açtılar ve onlara bağlılık usullerinden ve sohbetlerinden fay­dalanma ölçülerinden nice nükteler söylediler. Üç gün sonra bu fakire gitme müsaadesi verdiler ve bir de at inayet edip rahat se­yahat imkânını sağladılar. Baht Hanın zuhurunda ve Özbek taife­sinin Semerkant'ı istilâsında Endican taraflarına kaçıp oradan be­ka âlemine göçtüler. Mübarek kabirleri oradadır.

*

Mahdumları anlatıyor :

— Hoca hazretleri Taşkend'deyken akrabamızdan bize kom­şu bir kimse, hasta yatıyordu. Halam onu ziyaret etmek istedi. Hoca hazretleri «Ziyaret gerekmezi» diye ona engel oldular ve o sırada Firket tarafına gittiler. Halam, hoca hazretlerinin gidişini fırsat bilerek, hazır kendileri yokken bir ziyaret yapayım diye ev­den dışarı çıktı. Evden sokağa adımını atar atmaz, at üzerinde ho­ca hazretleri :

«Hastayı ziyarete mi gidiyorsun? Sana da hastalık geçer di­ye korkmuyor musun?. O zaman da seni ziyaret etmek lâzım ge­leceğini düşünmüyor musun? Hemen geri dön!» Halam hemen geri dönmüş ve dönmesiyle beraber ateşi yükselerek yatağa düş­müş... Nice zaman sonra Hoca hazretleri Firket'ten dönmüşler ve halama demişler ki : «Sana gitme dediğim hâlde hasta ziyaretine gidip hasta olmak nene gerekti?» Benim halam irfan sahibi kadın­lardandı. Hoca hazretlerinin iltifatiyle Allah ehlinin yüksek de­recelerine ermişlerdi.

Mahdumları anlatıyor :

— Hoca hazretleri hâllerinin başındayken kendilerine sık sık kabz (bunalma ve daralma) arız olurdu. Her kabza tutuluşlarında sokağa çıkıp tekrar gelirler ve her defasında başka şekillerde (hal'-ü-leks) görünürlerdi. Fareza on defa gidip gelseler, her bi­rinde ayrı adam olarak göze çarparlardı. Öyle zaman olurdu ki, haremdeki kadınlar «evde bir yabancı erkek var!» diye çığlığı ba­sarlardı. Hoca hazretleri de tebessüm edip yine kendi aslî şekille­rine dönerlerdi. Bu yüzden neşelenerek kabzları da kalkardı.

*

Büyüklerin şekil değiştirme kudretlerine ait bu nakiller, Mevlânâ Cami hazretlerinin Nefahat'lerinde yazdıkları gibi, hoca Nasırüddin Ubeydullah hazretleri tarafından Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinde müşahede bir tecelli ile de sabittir. Hoca Nasırüd­din Ubeydullah hazretleri Mevlânâ Yakup Çerhî'nin yüzünde ha­fif bir leke görüyor ve bundan içine soğukluk düşüyor. Sert ve ha­şin bir muamelede gördüğü içinde bâtını ondan dönüyor ve alâ­kası kaybolacak hale geliyor. İkinci ziyaretinde ise hem şekil, hem de ülfetini o kadar değişmiş, güzelleşmiş, tatlılaşmış buluyor ki, «Bu kadar güzellik, incelik ve cana yakınlığı o zamana kadar kim­sede görmemiştim!» diyor.

*

Mevlânâ Câmi hazretleri :

— Hoca hazretleri şekil değiştirmeğe (hal'-ü-leks) ait bu bahsi anlatırken, benim fevkalâde sevdiğim ve bağlı olduğum bir azizin şekline hüründüler. Vefatından beri de hayli zaman geç­mişti. Ondan sonra o şekil değiştirip (hal'edip) yine kendi öz heyet­lerinde göründüler. Bir aralık bu tecelli benim hayalim üzerin­de bir tesir midir, gördüğüm kendi vehmim midir diye düşün­düm. Fakat sonradan öğrendim ki, hoca hazretleri başkalarına da o şekilde görünmüşler. Benim kanaatime göre bu iktidar hoca hazretlerinde iradî, yani emir ve arzularına bağlı bir keyfiyetti. Ve Mevlânâ Yakup Çerhî vakasının ispatı için belirtilmiş bir ma­rifet...

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Hacı Mirza ve Hafız İsmail isimli, Sadeddin Kaşgarî hazretlerine bağlı iki mürid, hoca hazretlerinin, kendile­rine, üstadları Mevlânâ Sadeddin şeklinde göründüğünü söylemiş­ler ve hâdisenin zaman ve mekânım sıhhatle tayin etmişlerdir. Fi­lân zamanda, falan yerde, bir ağacın dibinde ve bir dere kenarın­da...

*

Mahdumları anlatıyor :

— Hoca hazretleri, Mirza Ebu Said'in ricasiyle Taşkend'ten göçüp henüz Semerkant'a gelmemişlerdi ki, hizmetkârlarından bi­rine Semerkant'a giderek kendilerine birkaç kutu sâf bal alması­nı emrettiler. Adam gitti, balı aldı, teneke ve tahta kutulara yer­leştirdi, kutuları da sahtiyanla gayet sağlam şekilde bağlayıp dön­meğe hazırlandı. Tam o anda gözü, tanıdığı bir dükkân sahibine ilişti. Dükkâna uğrayıp sahibiyle biraz dertleşmek istedi. Kutula­rı önüne koyup bir kenara ilişti. O sırada dükkâna gayet güzel bir kadın geldi ve eskiden beri tanıdığı dükkâncı ile konuşmaya baş­ladı. Hoca hazretlerinin hizmetkârı kadına birkaç kere şehvetle nazar etmekten kendini alamadı. Nihayet yola düzüldü, yerine vardı ve kutuları hoca hazretlerinin önüne koydu. Hoca hazretle­ri gazapla kaşlarını çattılar ve bağırdılar: «Ey saadet yoksunu adam, ben sana bal ısmarlamıştım, sen bana şarap mı getiriyorsun?» «Aman efendim, ben size emriniz gereğince saf bal getir­dim!» Kutuları açtılar ve şarapla dopdolu olduğunu gördüler.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretlerinin mahdumları, Seyyid Takiyüddin Mehmed Kermanî hazretlerinin damadı idiler. Seyyid hazretlerinin kerimelerinden üç oğulları ve iki kızları olmuştu. İlk oğlu, hoca Nizameddin Abdülhadi, ikincisi, Hâvend Mahmud, üçüncüsü hoca Abdülhak... Zevcelerinin vefatı üzerine nikahladıkları ikinci ha­remlerinden de yine üçü erkek ve ikisi kız, beş çocukları oldu. Bi­rincisi hoca Abdül'alîm, ikincisi hoca Abdülşehid, üçüncüsü hoca Abdülfeyz... Bir Türk cariyesinden de hoca Mehmed Yusuf isimli yedinci erkek evlâd...

*

Hoca hazretlerinin ilk oğullan Mehmed bin Abdullah «Hazret-i Hâcegân» dan sonra ikinci oğulları, hoca Mehmed Yahya'­dır. Babalan tarafından son derece sevilen ve makbul tutulan ev­lât... Hoca hazretleri, ömürlerinin sonuna doğru Mehmet Yahya'­yı vekilleri tayin ettiler ve kabirlerinin mütevelliliğini ona verdi­ler. Hoca hazretlerinin meclislerine her gelişinde en ince bir ir­fan lisaniyle konuşur ve muazzez pederini muhatap tutardı. Şu şekilde ki, mecliste daima ilim ve fazla ehli hazır bulunur ve ken­disini dinlerdi. Mevlânâ Câmi hazretleri, Mehmet Yahya'yı gayet muhterem tutar ve ona itimat ve itikadını daima muhafaza eder­di. Derdi ki : «Hoca Mehmet Yahya hazretlerinin «Hâcegân» silsilesiyle manevî münasebeti tamdır. Zira ağabeyi Hâcegân hazret­lerine ilmî nisbet galip olmuşken kendilerine cezbe nisbeti hâkim olmuştur.»

«Reşahat» sahibi :

— Bir gün hoca Mehmet Yahya hazretleri bu fakire dediler ki : «Gel, seninle Mevlânâ Muhammed Rûsî hazretlerini görmeğe gidelim!» Fakir, bu emir üzerine kendilerine refakat ettim. Mev­lânâ, camie bitişik evlerinde bizi kabul etti. Takındığı edeb ve ta'zim tavrı büyüktü. Buluşmamız, başından sonuna kadar sükût içinde geçti. Ertesi gün Mevlânâ Rûsî hazretlerine gittim. Dedi ki: «Hoca Mehmet Yahya hazretlerinde bu ne letafet ve istidattır ki, dün kendileriyle karşılaştığım zaman nisbetlerine duyduğum incizap yüzünden, az kaldı, haykıracak ve üstümü başımı paralayacaktım. Bu sözü Hoca Mehmet Yahya hazretlerine naklettim. Bu­yurdular : «Mevlânâ ile karşılaştığımız zaman ben kendimi nefye-dip onu ispat ettim. Bende fazilet adına ne gördülerse kendilerini gördüler.»

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri, pederleri hoca Ubeydullah hazretlerinin vefatından sonra kendilerini büsbütün «Hâcegân» nisbetlerine verdiler. Yıllarca, gecelerini, hoca Ubeydullah hazretlerinin kabirleri karşısında geçirirler, sabaha kadar vakitle­rini, dizleri üzerinde ve murakabeye tahsis ederler ve teheccüt namazından başka bir vesileyle yerlerinden kalkmazlardı.

*

Horasan ahalisinden biri hoca hazretlerinin vefatlarından sonra Semerkant'a geliyor. «Hâcegân» yoluna bağlı bir adam... Hoca hazretlerinin kabirleri başında hoca Mehmet Yahya hazret­lerini görüyor. Sohbetleriyle huzur kazanıyor. Bir gün evlerine gidip, eşikte, kendilerinin haremden çıkmalarını bekliyor. Bu ara­da içinden şunları geçiriyor : «Hoca Ubeydullah hazretleri bir ba­kışta dilek sahibini kendinden geçirir ve şuur alemiyle alâkasını keserdi. Oğlunun tasarruf kuvveti mi az, yoksa kendisine lâyık mürid mi bulamıyor?...» O sırada Hoca Mehmet Yahya hazretle­ri haremden çıkıp geliyor ve derdine derman arayan insanın ya­nına oturuyor. Ve diyor : «Tasarruf ehli çeşit çeşittir. Bazıları Al­lah'ın izniyle, diledikleri zaman ve diledikleri insan üzerinde ta­sarruf kuvvetlerini gösterirler. Bazıları ise gaipten emir gelme­dikçe, tasarruf kuvvetlerine rağmen hiç bir şey izhar etmezler.. Memur olmadan da kimseye yönelmezler. Bir kısmı da öyle bir hâle düşerler ki o hâlin galip gelmesiyle hüviyetlerini kaybeder­ler, şuurdan yana mağlûp olurlar ve ancak bu hâlde tasarruf ik­tidarını kazanırlar. İmdi; bir insan ki, ne muhtardır, ne mezun­dur, ne memurdur, ne de mağlûptur, ondan tasarruf beklememek lâzımdır.» Hoca Mehmet Yahya hazretleri bu sözü söylerken mu­hatabında öyle bir tesir doğuyor ki, kendini kaybediyor ve yere yığılıyor. Neden sonra kendine gelince bir şilte üzerine yatırılmış olduğunu ve hoca Mehmet Yahya hazretlerinin, yanı başında, mu­rakabe hâlinde bulunduğunu fark ediyor. Ve o günden sonra, hem hoca Mehmet Yahya hazretlerindeki tasarruf kudretine inanmış, hem de tasarrufun ne demek olduğunu anlamış bulunuyor.

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri, son derece gayretli ve sert tabiatli idiler. Babalarına son derece muhabbetlerinden, kim­senin hoca Ubeydullah ile bâtını münasebete girişmesini istemez­lerdi. Zira bir yanlışlık ve usule aykırılık olacağından korkarlar­dı. Müridlerden birkaçının, babalarından manevî tokatlar yedik­lerini görmüşlerdi. Bu yüzden müridler, hoca Mehmet Yahya haz­retleri meclise geldikçe sohbetlerini keserlerdi.

*

«Reşahat» sahibi :

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri, müridlerin hâllerine kar­şı gayretlerinden üç kere Hicaz istikametinde yola çıkmışlar, pe­derlerinin sohbetinden uzaklaşmışlar ve her defasında, hoca Ubeydullah hazretlerinin tasarrufu ile uzak mesafelerden geriye dön­müşlerdir.

*

Bir gün hoca Mehmet Yahya hazretleri, öğle namazından sonra bir kenara çekilmiş, hoca Ubeydullah hazretleriyle sohbet ediyor ve babasına kendi bâtını hâllerinden bahsediyordu. Müridler ise, uzakça bir yerde, sohbetin nihayetlenmesini bekliyor, ba­ba ile oğulun mahrem havalarını bozmaktan çekingen duruyor­lardı. Sohbet uzadı ve ikindi namazı vakti yaklaştı. Müezzin, bü­yük velî ile oğlunun sohbetlerinden haberli olmadığı için minare­ye çıktı ve ezanı vaktin ilk kısmında okudu. Hoca hazretleri abdest almaya kalktılar ve Mehmet Yahya hazretlerinin bazı sözle­ri tamamlanamadı. Hoca Mehmet Yahya zannetti ki, müridler, sa­bırsızlıklarından ötürü müezzini çabuk ezan okumaya davet etti­ler. Gazapla yerinden kalktı ve müridlerin arasına girip şöyle de­di : «Hoca hazretlerini size bırakıp gidiyorum! Kendisiyle diledi­ğiniz gibi sohbet edebilirsiniz!» Ve atına atlayıp, hoca hazretleri­ne danışmadan ve kimseye haber vermeden Hicaz'a doğru yola çıktı. Hizmetçilerine bile haber vermeden ayrıldığı için, bunlar, haberi alınca hemen bütün yol icaplarını nazara alıcı ve yerine getirici bir kervan düzenlediler ve hoca Mehmet Yahya'nın arka­sına düşüp hızlı hızlı yol aldılar ve ona uzak bir yerde yetiştiler. Hoca Ubeydullah hazretleri vaziyeti müridlerden öğrendiler ve Horasan'da Mevlânâ Câmi hazretlerine sür'atli bir tatar gönderip, oğullarını geri çevirmesini istediler. Mevlânâ Câmi hazretleri, Herat'ta, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî kabri yanında hoca Mehmet Yahya'yı buldu ve son derece nazik ve hürmetkar bir dille, geri dönmelerinin münasip olacağım anlattı. Hoca Yahya hazretleri­nin, aynı nezaket ve hürmetle verdiği cevap: «Bu seferin yerine getirilmesine öyle şiddetli bir azimle karar verilmiştir ki, aksini yapmaya hiç bir takat yetemez!» Hoca Mehmet Yahya yoluna de­vam etti ve öyle bir noktaya vardı ki, yolun artık kapanmış, ka­patılmış olduğunu gördü. Hasta olmuş ve babasından uzaklaşma­ya her davranışında ateşinin yükseldiğini, durunca ve yol almak­tan vaz geçince de düştüğünü görmüştü. Anlamıştı ki, hoca Ubeydullah hazretleri onun yolunu kesmiş ve ilerlemesine engel ol­muştur. Bir gece de rüyasında şunu gördü : Babası Hoca Ubeydullah hazretleri kendisini davet ediyor : «Oğlum, hemen dön ve gel!» Bu rüyanın tesiri kendisinde öyle oldu ki, gün ışıldamadan atına atladı ve hizmetçilerine «Arkamdan gelin!» emrini verip atının başını Horasan yönüne çevirdi ve kamçısını şaklattı. Arka­sından, hizmetçiler, acele acele hazırlanıp efendilerine katılmak üzere birbiriyle yarış ede dursunlar.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri dönüş yollarında Heri'ye uğradılar ve hiç durmadan mesafe almaya devam ettiler. Fakir, kaş göz arasında kendileriyle anlaşıp refakatlerine katıldım. Se­fer, 893 tarihinin Rebiülevvel başlarındaydı. Hoca Mehmet Yah­ya o kadar hızlı yol alıyordu ki, atım gayet kuvvetli olduğu halde kendisini ancak muayyen bir yere kadar takip edebildim. Yolda kendisine sormak istemiştim : «Evvelâ Hicaz'a sefer niyet edip bunca mesafeden sonra geri dönmenizin sebebi nedir?» Fakat, edep düşüncesiyle : «Kendileri söylesinler, ben sormayayım!» di­ye düşünmüştüm. Artık kendisini takip edemez olduğum o yere gelince bana dediler ki : «Ben gayet hızlı yol alıyorum. Atlarımı da sık sık değiştiriyorum. Siz bana refakatte zahmet çekiyorsu­nuz! Size uygun olan, arkadaki yakınlarımızın deve katariyle ra­hat rahat gelip bizi Semerkant'ta bulmanızdır, böyle yapınız!» Ve sonra içimden geçen suali cevaplandırdı ve gördüğü rüyaya kadar her şeyi anlattı : «Görüyorsunuz; ne kadar hızla dönmeğe çalışı­yorum! Hoca hazretleri cezbelerinin kemendini boynuma saldılar. Beni çekiyorlar! Huzurlarına bir an evvel varıp dizlerine düşmeden ıstırabımı dindirmeğe imkân yoktur!» Ve atını kamçıladığı gi­bi yanımdan uzaklaştı. Ben de arkadakileri bekledim ve onlara katılarak, hoca Mehmet Yahya'dan bir ay sonra Semerkant'a ulaş­tım.

*

Hoca Mehmet Yahya hazretleri :

— Bundan bir müddet sonra, gönlüme yine Hicaz seferi ar­zusu düştü. Bu arzu bende büyüdükçe büyüdü ve mukavemete mecal bırakmadı. Bir yakınımızdan Hoca hazretlerine gidip be­nim için Hicaz'a sefer izni almasını rica ettim. Gitmiş ve huzura yüz sürerek müsaade niyaz etmiş. Hoca Ubeydullah hazretleri sormuşlar : «Bu seferden muradı nedir?» Cevap gönderdim : «Bu mukavemet edilmez arzuyu içime düşüren, Allah Resûl'üne ait bir hadîstir.» Ve :

مَنْ زَارَنِى مَيِّتًافَكَاَنَّمَازَارَنِىحَيًّا

Men zare ni meyyiten fe ke ennema zareni hayyen

hadîsini okudum. Kâinatın efendisi, bu hadîsleriyle, kendilerini ziyareti hayatta bulunmanın bir borcu olarak gösteriyorlardı. Ho­ca hazretleri cevaplarını bildirdiler: «Üç gün beklesin; üçüncü gün kararımızı öğrenir...» Üçüncü gün bir rüya gördüm : Allah'­ın Resûl'ü karşımda... Ayaklarına düşüyorum. Babamı çağırmamı emrediyorlar ve onunla konuşacaklarını bildiriyorlar. Hemen ko­şup hoca hazretlerini çağırıyorum... Aceleyle geliyor. Allah'ın Resûl'ü, babamı sağ taraflarına oturtuyorlar. Bense diz üstü, karşılarındayım. Gözlerim yumulu, bekliyorum. Gözümü açınca gö­rüyorum ki, karşımda Allah'ın Resûl'ü şeklinde iki insan var... Babam yok ve yerinde, aynen peygamberler peygamberine eş bir vücut... ikisinin birbirinden ayırt etmeğe imkân yok. Hangisi ba­bam ve hangisi Allah'ın sevgilisi?. Seher vaktine yakın uyanmı­şım. Hemen suya koştum, abdest alıp hoca hazretlerinin hizmetine can attım. Gördüm ki, teheccüt namazını kılmışlar, murakabe­de oturuyorlar. Yavaş yavaş ilerleyerek karşılarına çöktüm. Baş­larım kaldırdılar ve buyurdular : «Hoca Mehmet Yahya! Mura­dın yerine geldi ve cevabını aldın mı?. Artık beni üzme ki, yaşım ilerlemiş ve ihtiyarlık gelip çatmış bulunuyor!» Hemen ayakları­na yüz sürdüm ve artık eski fikirlerimi bir daha gönlüme uğrat­madım.

*

Hoca Mehmet Yahya hazretleri :

— Hoca Ubeydullah hazretleri bana «rabıta» talim etmişler­di. Bir gün yakınlariyle birlikte, huzurlarındaydık. Düşündüm : «Acaba rabıta hoca hazretlerinin çehrelerini hayal ederek mi olur, yoksa gözlerini mi?» Bu düşünceyle kendilerine baktım. Gördüm ki, şehadet parmaklariyle kaşlarının arasını işaret ediyorlar. An­ladım -ki, rabıta, mürşidi iki kaşı arasından hayal ederek bürünülen bir keyfiyet. Hoca hazretleri, yakınları dağıldıktan sonra aynı keyfiyeti lisanlariyle de ifade buyurdular.

*

Hoca Mehmet Yahya hazretleri:

— Bir kere bâtınımda müthiş bir kargaşalık oldu. içime menfî fikirler üşüşüyor ve dimağımın her zerresini ayrı ayrı kemiriyordu. «Havâtır» hücumuna uğramıştım. Doğru huzurlarına koştum. Bir kenarda oturmuşlar, işlerine bakan vekil ve mutemetleriyle konuşuyor, hesap görüyorlardı, işlerinin bitmesini bek­ledim. Fakat bitmedi, uzadıkça uzadı. Istırabım tahammül edilir gibi değildi. Çatlayacaktım. O anda bana bir şey oldu. Üzerinde sayısız kuş bulunan bir ağaca taş atılmış da bütün kuşlar bir an­da uçmuş gibi, içimde «havâtır» adına hiç bir şey kalmadı. Kal­bim tam bir itminan kazandı. Hoca hazretlerine baktım; bir taraf­tan hesap görmeğe devam ediyorlar ve bir taraftan, kesik kesik ve sık sık bana nazar ediyorlardı. Kimsenin işitemeyeceği bir sesle bana Farsça bir mısra okudu : «Bu vardır, öyle ise o vardır, şu da vardır.» Sonra adamlarına dönüp : «Bizim oğlumuzla görüşüle­cek hususî bir işimiz var, bu kadar yeter!» buyurdular ve adam­lar gidince dediler : «Bir adamın gönlüne küçük bir perişanlık düşmekle, onun hatırı için işten kalmak olmaz! Böyle şeyleri gön­lüne yaklaştırma ve kafandan kovmayı öğren!»

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretleri, hoca Mehmet Yahya'ya, Kerbelâ kurba­nı büyük şehit Hazret-i Hüseyn'den sık sık bahseder ve : «Senin istidadın Hazret-i İmamın ruhaniyetiyle münasebet ve alâka ha­lindedir» buyururlardı.    Böylece akıbet bakımından da Hazret-i Hüseyn ile hoca Mehmet Yahya arasında bir yakınlık ve benzer­lik gördüklerini belli ederlerdi. Gerçekten, hoca hazretlerinin ve­fatlarından sonra, söyledikleri zuhur etti. Şah Baht hân Semerkant'ı aldı ve 906 yılında Hoca Mehmet Yahya hazretlerini tut­turmak istedi. Bütün malını, mülkünü, kıymetli eşyasını elinden aldılar. Hoca Mehmet Yahya o demlerde şöyle konuştu :    «Hoca hazretlerinin defalarca işaret buyurdukları akıbet, sanırım ki, bu aşûrâ mevsiminde tezahür eder.» O günlerde, sultan, kendilerine Horasan'a gitmek için izin verdi. Hoca hazretleri de, zevceleri, ço­cukları ve yakın akrabasiyle Horasan'a doğru yola çıktı. Sultanın hoca Mehmet Yahya'ya müsamaha gözüyle bakmasına rağmen ba­zı Özbek emirleri,   onun Horasan'a geçmesini doğru bulmadılar. Hoca Mehmet Yahya'nın    Horasan'da taraftarlarını derleyip bir fitne çıkaracağı şüphesine kapıldılar. «Mülkün nizamı onun öldü­rülmesidir!» diye düşündüler.    Fikirlerini de sultana bildirdiler. Sultan, hoca Mehmet Yahya'ya meyil sahibi olduğu için bu fikri kabul etmedi. Fakat emirlerinin teklifini de reddedemedi. Niha­yet kendisine o kadar direnildi ki : «Ne yaparsanız yapın! Dini ve memleket nizamına uygun düşeni yerine getirin!» Demeğe mecbur oldu. Fakat bir taraftan da hoca Mehmet Yahya'yı korumak için tedbir aradı. Kendi atlarından gayet kuvvetli ve çabuk bir hayvanı hocaya gönderdi ve şu haberi iletti : «Emirlerden bazıla­rının size kasdı vardır! Benim mukavemetime karşı gelmişler ve kasdlarım icraya karar vermişlerdir! Kendilerine mâni olmak mümkün değildir! işte size kuvvette ve çabuklukta eşsiz bir at gönderiyorum! Benim ona güvenim vardır. Bir gecede 30 fersah yol alır ve yorulmak nedir bilmez. At size ulaşır ulaşmaz, kendi topluluğunuzdan çıkın ve ona atlayıp selâmete kavuşun ve bir an evvel Horasan'a ulaşın! Evlât ve yakınlarınızın geride kaldığına üzülmeyin!. Ben onları korur ve kimseyi onların kılına dokundur­mam!» Atı getiren sultanın adamı «Haydi atlayın ve sultanın de­diğini yapın!» sözünü söyleyince hoca Mehmet Yahya'dan şu ce­vabı aldı: «Ben yakınlarımı gerilerde ve başsız, himayesiz bıra­kıp kaçamam! Hoca hazretleri bana her zaman, tenhada, bazı hâl­lerin ve büyüklerin akıbetine benzer tecellilerin zuhur edeceğin­den bahsederlerdi. Ben bu tecellileri bekliyorum! Hayr neyse ve neredeyse zuhur etsin. Sultana bizden selâm söyleyin. Lütfettiler ve büyük kerem ve insanlık gösterdiler. Allah onlara hayr ile ecr versin. Bu kuvvetli atı da geri götürün!» Sultanın adamı bütün ısrarlarına rağmen muvaffak olamadı ve kuvvetli atı yedeğe aldı­rarak geri döndü. Hoca Mehmet Yahya hazretleri de, aile efradiyle beraber aheste yol almaya devam etti. Nihayet, Semerkant'a dokuz fersah mesafedeki Taşkend'e eriştiler. Hoca Mehmet Yah­ya hazretleri yolda demişti ki: «Ben hayretteyim! Niçin hâlâ ho­ca Ubeydullah hazretlerinin keşifleri zuhur etmemiş bulunuyor? Ben bilirim ki, kendilerinin işaret ve beşaretleri y anılmaz ve ol­duğu gibi çıkar. Şu ana kadar bir zuhur olmadığına göre acaba bu sessizlik ve hareketsizliğin hikmeti nedir?» Bu hayret ve bek­leyiş içinde Taşkend köylerinden birine girdiler. O gün aşûrâ mevsimi Muharrem ayının on birinci günü... Birden, ufukta bir toz bulutu. Özbek atlıları dört nala geliyor. Sayıları birkaç yüz... Hemen hoca Mehmet Yahya hazretlerinin kervanını sarıyorlar ve Hoca Mehmet Yahya hazretleriyle iki oğlu, hoca Mehmet Zekeriya ve hoca Abdülbaki'yi kılıçlarına hedef tutuyorlar. Sair evlât ve akrabasını da alıp Semerkant'a götürüyorlar. Hoca Mehmet Yahya ve iki oğlunun cenaze namazında o kadar insan birikti ki, görenler, kendilerini kıyamet arsasında sanabilirlerdi. Hoca Meh­met Yahya ve iki oğlunu, hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri­nin yanına defnettiler.

*

Hoca Ubeydullah hazretlerinin en ileri derecede yakınların­dan biri de Mevlânâ Seyyid Hasan. Mevlânâ Seyyid Hasan, nisbetinin başında küçük bir çocuk. Babası onu Hoca Ubeydullah hazretlerine götürmüş. Hoca hazretlerinin yanında bir kutu bal duruyormuş. Çocuk balı görünce hemen atılmış ve onu iştihali iş-tihalı atıştırmaya başlamış.

Hoca hazretleri manzarayı gülümseyerek seyretmişler ve ço­cuğa sormuşlar :

— Yavrum, senin ismin ne?

Hâlâ bal yemekle meşgul çocuk cevap vermiş :

— Benim ismim bal!

Hoca hazretleri bu cevaptan fevkalâde hoşlanmışlar ve Bu­yurmuşlar :

— Bu çocukta muazzam bir istidat var. Zira küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eri­di ve kendisini o zannetti. Elbette ki, bu çocuğun can damağına baldan üstün bir lezzet değecek ve o lezzet çocuğu istihlâk edip kendisine katacaktır.

Mevlânâ Seyyid Hasan'ı babasından isteyip kendi terbiyeleri dairesine almışlar, mektebe göndermişler, hatme ve ilim tahsili­ne memur kılmışlar. Bütün bunlar devam ederken de, Seyyid Ha­san, hoca Ubeydullah hazretlerinden bâtın feyzini almış ve kısa zamanda kemâl mertebesine ulaşmış.

*

«Reşahat» sahibi :

— Mevlânâ Seyyid Hasan'ın bâtın terbiye ve tasarrufunda büyük kuvveti vardı. Fakat hoca Ubeydullah hazretlerine hür­metlerinden, kendisini mürşid yerine koyacak böyle bir hareket­ten çekinirlerdi. Bir gün hastalanmış ve yatağa düşmüştü. Hoca Ubeydullah hazretleri, Mevlânâ Kaasım hazretlerine, Seyyid Hasan'ı ziyaret edip etmediklerini sordular ve etmedikleri cevabını alınca, Mevlânâ Kaasım gibi bir büyüğe şöyle dediler : «Sen onu ne sanıyorsun? O senin anlayışından çok yüksektir! Sen ki, Mev­lânâ Kaasım'sın, Seyyid Hasan'a elli yıl hizmet etmek mevkiindesin!»

*

«Reşahat» sahibi:

— Bir gün hoca hazretleri Mevlânâ Seyyid Hasan hakkında şöyle buyurdular : «Bizim Mevlânâ Seyyid Hasan'ımız manevî ke­mâllerde şeyh Rükneddin Alâüddevle'den asla eksik değildir. Ara­larındaki fark sadece şudur ki, Rükneddin şeyh oldu, Mevlânâ Seyyid Hasan olmadı.

*

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Mevlânâ Rükneddin Hâfî hazretleri derlerdi ki: «Şeyh Bahaeddin Ömer'in bidayeti (başlangıcı) şeyh Rükneddin Alâüddevle'nin nihayeti idi.» Ben bu sözü Şeyh Fazlullah huzurunda naklettim. Gazaba geldiler. «Muhaledir!» dediler, lâkin bir delil gösteremediler. Bu sözün doğruluğunu gösterici bir hadîs de var­dır. Nitekim aynı söz hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri tara­fından söylenmiştir : «Bahaeddin'in bidayedi, Bayezid-i Bestamî'nin nihayetidir!» Belli ki Şahı Nakşibend hazretlerinin hazret­lerinin bu sözü sebepsiz olamaz. Ama geçmişlere olan itikat, bazı­larına bu sözün hakikatten uzak olduğu hissini vermiştir. Hadîs ve sonrakilerden öğrenilen hikmetlere göre bu mânâ gerçektir. Geçmişlerin hepsi, sonrakiler ve yeni gelenlerin hepsinden üstün değildir.

*

«Reşahat» sahibi:

— Arada sırada Mevlânâ Seyyid Hasan ile buluşurdum. Bana iltifat ederlerdi. Bir gün hoca Ubeydullah hazretleri dışarıdan gelip Kefşir mahallesine inmişlerdi. Semerkant sultanı ve Semerkant ululan hoca hazretlerini ziyarete başlamışlardı. İlk üç gün boyunca, müridler, hoca hazretlerinin   feyz meclislerinden uzak kaldılar. Keşke hoca hazretlerinin sultanlar ve emirlerle ihtilâtları olmasa da müridlerinin terbiye    ve feyiz almalarına vakitleri kalsa gibilerden bir takım fikirler aramızda yayıldı. Ben bu fikir ve özekti ile Seyyid Hasan'ı görmeğe gittim. İmam Gazali hazret­lerinin «İhya-ul-ulûm» isimli eserini önlerine koymuş, bazı kayıt­lar düşürüyorlardı. Beni görünce işini bıraktı ve bir müddet sü­kût etti. Sonra şöyle dedi: «Bir ilim isteklisi hoca hazretlerinin karşılarına geçmiş ve hoca hazretlerinin niçin bir dağ köşesine çe­kilip yalnız dilek sahipleriyle meşgul olmadıklarını ve ne sebeple sultanlar ve emirlerle ihtilâtı buna tercih ettiklerini düşünmeğe başlamış...» Sonra Mevlânâ Seyyid hazretleri, hoca hazretlerinin verdikleri cevabı anlattılar : «Benim bir müşkül meselem vardır ki, sizden onun çözümünü isterim :    Sultanlar, emirler hâkimler ve zalimlere söz geçirebilen bir kimse böylece müslümanlara se­lâmet ve necat imkânını sağlarken, caiz midir ki bir dağ başına çekilip otursun ve yalnız müridlerinin terbiyesiyle uğraşsın?. Bu iki uğraşma şeklinden acaba hangisi daha üstün ve faziletlidir?» Bu mukabeleden müteessir olan muhatap, «Bu takdirde zalimler­le ihtilât farzdır!» cevabını verince, hoca hazretleri demişler ki : «Hem fetvayı kendiniz verirsiniz, hem de hâlâ içinizden ona zıt fikirler geçirirsiniz!»

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin yine en ileri bağlı­larından biri de Mevlânâ Seraceddin Kaasım'dır. Lâkabı «Hoca-

nın gölgesi» Eteklerinin dibinden ayrıldığı hiç görülmemiş... Baş­langıçta hoca hazretleri, Mevlânâ Seraceddin'i bağ işlerine me­mur etmişler. Sabahleyin bağ budamak üzere çıkan Mevlânâ Se­raceddin, akşama eve döndüğü zaman, kuşağının içinden, annesi­nin koyduğu ekmekler, hiç el sürülmemiş olarak dökülürmüş. Bü­tün gün, yemek ihtiyacını duymayacak kadar istiğrak hâlinde bu­lunduklarından ötürü... Bir gün hoca hazretleri köyde ve bir ça­dır içindeydiler. Etraflarında yakınları... Hoca hazretlerinin zevk ve şevkleri taşkın ve mübarek çehreleri pırıldamakta idi. Dudak­larından yüksek hikmetler dökülüyordu. Mevlânâ Seraceddin böyle anlarda ve meclislerde daima kendisinden geçer, şuurunu kaybeder ve ancak hoca hazretlerinin himmetiyle yine kendisine gelirdi. O gün de öyle oldu. Hoca hazretleri öfkelendiler ve Mev­lânâ Seraceddin'e şöyle hitap ettiler : «Mevlânâ Kaasım, bilmez misin ki, bir daireye giren onun edebine riayet etmek, kanununu gözetmek ve dışına çıkmamakla mükelleftir?»

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Cami hazretleri, Mevlânâ Seraceddin Kaasım hazretlerini, hoca hazretlerinin hiç bir yakıniyle bir tutmaz ve hepsinin üstünde kabul ederdi. Nice defa demiştir ki:

«Mevlânâ Kaasım, Hâcegân nisbetinde yağ içine doğranmış ekmek gibidir. Bütün mesameleriyle yağı emmiştir.»

*

«Reşahat» sahibi:

— Bu fakir, ilk defa hoca hazretlerinin yüce huzurlarına vardığım zaman yirmi iki yaşlarındaydım. Henüz o şerefe erme­den Mevlânâ Cami hazretlerine danışmış ve şu karşılığı almış­tım : «Sen gençsin ve hoca hazretleri gayet uludur. Yüceliklerin­den, dilek sahipleriyle fazla meşgul görünmezler.. Sonra nedamet getirmeyesin!. Eğer mutlaka huzura varmak kararını verdinse ba­ri daha evvel Mevlânâ Kaasım hazretleriyle görüş, onunla çokça düşüp kalk ve hazırlan!» Ben de kendilerinden Mevlânâ Kaasım hazretlerine bir tavsiye mektubu istedim. Yazıp verdiler. Mektu­bu Mevlânâ Kaasım'a takdim ettiğim zaman ayağa kalktılar, mek­tubu öptüler ve başları üzerine götürdüler. Bana zahirî ve batini hudutsuz iltifatlarda bulundular. İkinci gidişimde iltifatlarını da­ha ziyade ettiler ve kendi hâllerinin başlangıcından bahis açtılar: «Hoca hazretlerine muhabbetim ilk devresinde    öyle bir ateşim vardı ki, Firket'ten kalkar; hoca hazretlerine gelirdim. Nehirden geçerken ayağım öyle buz tutardı ki, küçük taş parçaları bile ta­banıma yapışır, kalırdı.» Bu fakire hoca hazretleriyle muhabbe­tin ve ona bağlılığın edeb ve şartlarından bahsederken dediler : «Bende ilim ve hüner yoktur ki, size vereyim... Madem ki, Mev­lânâ Nureddin Abdurrahman Câmi'den bana tavsiye getirdiniz ve her hâlinizle aşk adamı olduğunuzu göstermeksizin,    size, hoca hazretleri hakkında, şu ana kadar kimseye söylememiş olduğum bazı hususiyetleri bildireyim : Hoca hazretleri halkın gönlünü ve iç yüzünü okur ve bütün hakikatlerini bilir. Yıllardan beri ben­den zahirî ve bâtınî ne zuhur etmişse bilmişler ve zuhurlarından evvel de haber vermişlerdir. Bu bende öyle bir kanaattir ki, ak­sine ihtimal yoktur. Madem ki böyle, sana düşen vazife, huzura çıkıp, gönülden kendini ona vermek ve neticeyi beklemektir. Gö­rüyorsun ki, hoca hazretleri sultanlar ve emirlerle ihtilât halinde­dirler. Zahirî ve bâtını meşgaleleri pek çoktur. Taliplere nefy ve isbât talim edip muayyen şekiller   ve kalıplar üzerinde çalışmaya vakitleri ve dereceleri müsait değildir. O hâlde her şey müri­din istidat ve gayretine kalmış bulunmakta ve rabıta yoluyle Hazretin gönlüne girmeğe çalışmakta.. Bucak bucak her taraftan di­lek sahipleri akın akın geldikleri halde, bir çoğu, işte bu incelik­ten gafil olduğu için murada erememekte, mahrum ve meyus dön­mektedir.»

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri hasta yatağında.. Mev­lânâ Kaasım da hoca hazretlerinin hizmetinde. Birini, tabip getirmek üzere Herat'a gönderiyorlar. Mevlânâ Kaasım, tabip getir­meğe giden adama diyor ki :

— Tabibi tez getirin! Benim Hoca hazretlerini hasta görme­ğe tahammülüm yoktur!

Tabip geldiği zaman, Mevlânâ Kaasım'ın vefat ettiği haberi alınıyor. Halbuki hasta, hoca hazretleriydi ve hizmetlerine bakan Mevlânâ Kaasım sıhatte bulunuyordu.

Sebebi öğreniliyor.

Tabip beklenirken Mevlânâ Kaasım hoca hazretlerinin yata­ğı başına gelmiş ve demiş ki :

— Sizi böyle rahatsız görmeğe dayanamıyorum.    Hastalığı üzerime çekeceğim ve kendimi size feda edeceğim. Hoca hazretleri buyurmuşlar :

— Hayır Sen fakir bir adamsın ve geride bakmakla mükel­lef olduğun insanlardan sorumlusun! Böyle yapma!

Cevap vermiş :

— Ben bu hususta size danışmaya gelmedim. Ben buna ka­rar verdim, Allah'da kabul etti.

Mevlânâ Kaasım hiç bir ihtar dinlemeden çıkıp gitmiş ve çok geçmeden, hoca hazretlerinin hastalığım üzerine çekmiş ol­maktan vefat etmiş. Hoca hazretleri de sıhhat bulup ayağa kalk­mışlar ve gelen tabibe ihtiyaç kalmamış. Mevlânâ Kaasım ihtizar halindeyken hoca hazretleri onun başucunda.. Mevlânâ Kaasım gözleri tavanın bir noktasına dikili ve hareketsiz. Birden nazarını hoca hazretlerine çeviriyor ve o vaziyette son nefesim veriyor...

Hoca hazretleri buyuruyorlar :

— Cenneti, bütün zenginlikleriyle, gözlerini diktiği o nokta­da Mevlânâ Kaasım'a arzettiler.    O, hepsinden yüz çevirip bize bakmayı tercih etti ve öyle öldü.

*

Maddî hastalıkları bile manevî yoldan üzerine çekerek yük altına girmek ve hastayı yükten kurtarmak, yüksek Allah ehlinin keramet ve marifetlerindendir.

Mevlânâ Seraceddin Kaasım hazretlerini, hoca hazretlerinin emriyle, en yüksek din ve ilim adamlarının yanına gömüyorlar. Hoca Ubeydullah hazretleri diyorlar ki :

— Bazı kimseler, hatırlarından, aşağı tabakadan birini nasıl oluyor da din büyüklerinin kabirleri yanında gömüyorlar diye bir şey geçirebilir... Bilsinler ki bir Mevlânâ Kaasım, boy içlerinin kırkından daha üstündür.

Sonra devam ediyorlar :

— Mevlânâ Kaasım'ı bu dünyada kimse anlamadı. Kemâl ve kadri ahrette zuhur edecektir!

Mevlânâ Kaasım 891 zilhiccesinin altıncı günü, ikindi nama­zının son vaktinde vefat ettiler. Hoca hazretleri, aynı günün ak­şam namazından sonra ziyaretçilerine buyurdular :

— Mevlânâ Kaasım üstün ahlâk ve amel sahibiydi. Fenâ de­recesine varmakta ve bâtınını yabancı nesnelerden temizlemekte misli yoktu. Bizim bundan sonra kimimiz kaldı ki?.

Ve bir lâhza sonra ilâve ettiler :

— Zikre başlayalım. O bütün bu sözlerden evlâ...

*

Hoca hazretlerinin yüksek bağlılarından biri de, aynı zaman­da damatları Mîr Abdülevvel'dir. Başta, Nişabur'dan hoca hazret­lerinin hizmetine geliyor ve yedi yıl rabıta üzerinde bekliyor. Bu yedi yıl içinde de hoca hazretlerinden sertlik ve dürüstlükten baş­ka bir şey görmüyor. Fakat yılmıyor, usanmıyor ve bekliyor. Ye­di yıl sonra evlâtlığa kabul edilip damatlığa da lâyık görülmek suretiyle lûtuflandırılıyorlar. Hoca hazretlerinin kerimelerinden üç oğlu ve iki kızı oluyor. İlk oğlu Emîr Kulan, ikincisi Emîr Me­yane, üçüncüsü de Emîr Hard...

*

Mîr Abdülevvel:

— Hoca hazretlerinden, yedi yıl, son derece çetin bir imti­han muamelesi gördüm. Kendileri erkenden köylere ve tarlalara

çıkarlardı. Ben de arkalarından, yaya, takip ederdim. Kendileri atlarım sürüp giderler, bense menzilimize gecenin geç vaktine ka­dar ulaşamazdım. Beni gayet sert karşılarlar ve : «Behey soylu baba çocuğu, himmet ve hamiyet düşkünü adam! Sen bizim yanı­mıza yemek yemek için mi gelirsin?» Ve yine atlarına atlayıp gi­derler, ben de ağlaya ağlaya yine arkalarına düşerdim. Tam yedi yıl, böyle!. Arada bir içime fütur düşecek olsa öyle bir muamele ederlerdi ki, nisbet ve muhabbetim eskisinden ziyade hâle gelir­di. Bir gece hücremde uzanıp yattım ve kendi kendime dedim : «Ey Abdülevvel, velilik devleti her fertte nasip olmaz. Sen de kendini onlardan tut ve katlandığın bunca mihnetle kal! Çekmek ve katlanmak ancak bu kadar olur. İlerisi yoktur. Artık her şey­den vaz geç ve el çek!» Henüz dalmış, dalmamıştım ki bir ayak sesi işittim, fakat aldırmadım ve uyudum. Uykuda hoca hazretle­rinin sesini işittim : «Hoca Abdülevvel, huzur ile uyu! îşin niha­yete erdi!» Yataktan fırladım. Hoca hazretlerini kapıyı açıp çıkar­larken gördüm. Yine eski acılar içinde sabahı ettim.

*

Mir Abdülevvel:

— Rabıta ile meşgul ve sonsuz çalışmalarım yüzünden gayet müteessirdim. Tarikat icaplarını bir neticeye bağlayamadığım için perişan ve mustarip. Hoca hazretleri bana bir beyitle mukabele ettiler:

ŞİİR

Evine yol buldu senin bir sarhoş,

Sarhoş bu, elbette her gördüğünü kırar!

*

Mîr Abdülevvel:

— Bir taraftan gönlüm hoca hazretlerinin rabıtalariyle ken­dilerine bağlanır ve bâtınım terakki ederken, öbür taraftan bana ettikleri hak muamelenin tezadı arasında öyle ıstıraba düştüm ki, çıldıracak hâle geldim ve kıyamet gününde hoca hazretlerinden söyle davacı olmayı düşündüm: «Ben bütün iş ve olanca hüviye­timi size bağlamış, irade dizginimi ellerinize vermiştim. Bir müd­det inayet ve iltifat ettiniz! Sonra da beni yerden yere çalmakta ısrar gösterdiniz! Ben bir noktaya vardırılacak bir insan isem ni­çin vardırmadınız, değilsem neden yanınızdan uzaklaştırmadınız? Bu, Resuller, Nebiler velîlerin hazır bulunduğu günde sizden da­vacıyım?» Bu fikir fakire müthiş bir ıstırap verdiği için hemen onu defettim ve hoca hazretlerine koştum. Takatsizliğimden bir köşeye çöktüm ve hâlimi arzetmek için fırsat kolladım. Yanların­da biri vardı. Onu bir iş bahanesiyle uzaklaştırdılar ve bana dö­nüp buyurdular : «Resuller, nebiler, velîlerin hazır bulunacağı günde sen mi benden davacı olacaksın, ben mi senden?» Sonra iltifat tavrı gösterdiler : «Dilek sahibinin sonuna kadar sabretme­si gerektir. Mürid bilecek ki, her fikri ve her hareketi pîr tarafın­dan takip edilmektedir ve sevk ve idare pîre aittir. Pîre düşen de bu sevk idarede yanılmamaktır. Yoksa pîr her bildiğini müride bildirmekle mükellef değildir. Pîr lisan ile söylemeden mürid onun tavrından anlamalıdır. Kendisi şarkta ve müridi garbdeyken onun her hâlini görmeyen, şeyh olamaz.

*

«Reşahat» sahibi:

— Benim pederim, Nişabur'da, Mîr Abdülevvel hazretleriy­le nice yıl ayni hücrede kalmışlar ve arkadaşlık etmişler... Bu fa­kir Semerkant'a vardığımda, Mîr Abdülevvel hazretleri, pederim­le aralarındaki yakınlığa saygılarından bana alâka gösterdiler. Beni hoca hazretlerinin sohbet edepleri ve meclislerine kabul öl­çüleri üzerinde aydınlattılar. Hikâye ettiler ki: «Nişabur'dan Se­merkant'a geldiğim zaman hoca hazretlerini ilk görüşümde ken­dilerine giriftar oldum. Gönüllerini cezbetmek için rabıtaya baş­vurdum. Hoca hazretleri, yedi yıl, bana sert çehre gösterdiler ve bana dayanılmaz çileler çektirdiler. Hep paylama, azarlama, hor tutma. Beni o kadar yakıp yandırdılar ki, toprakla bir ettiler. Şimdi kendime bakıyorum. Kuru yemiş çürük bir nesneye dön­müş ve hiç bir şeye yaramaz olmuşum. Neticede sana lâzım olan şudur ki, zinhar hoca hazretlerinin iltifat ve inayetlerinden guru­ra düşmeyesin!. Her iltifatın altında bir kahr ve her lütfün içinde bir tuzak vardır diye korkmalısın! Sert muameleden de hoşlanmalısın ki, onların da nihayetinde bir kerem ve ihsan gizlidir.» Mîr Abdülevvel'in bu kelâmı, hoca hazretlerinin şu sözlerine benzer : «Allah'ın bu âlemde evliyasına kahrı açık, kahrında ise lütfü giz­lidir. Gizli lütuf odur ki, açık kahr yüzünden velîsi beşerî kayıt­lardan sıyrılsın ve bâtının pak ve saf kılsın. Allah'ın düşmanları­na da, lütfü açık ve kahrı gizlidir. Gizli kahır odur ki, açık lütuf yüzünden düşmanı madde âlemine büsbütün bağlansın ve üstün hakikat âlemini görmekten ve ruhanî lezzeti tatmaktan mahrum kalsın...»

*

Mîr Abdülevvel hazretlerinin vefatı 905 tedir. Hoca Mehmet Yahya ve evlâdının şehit düşmelerinden 40 gün kadar önce...

*

Bir de Mevlânâ Cafer var ki, o da hoca hazretlerinin ileri de­recede muhiplerinden... İlim, irfan ve amel sahibi İstiğrak hâli kendisinden galip... Namaz hareketlerini, istiğrakı yüzünden ga­yet güç yapardı. Gözlerinde cezbenin galebesi okunurdu. Hoca hazretleri onu bir işle uğraştırıp bâtınım gizlemek yoluna sevkettilerse de olamadı. Mevlânâ Cafer'in cezbesindeki şiddet, onu, bir dış işle meşgul görünmekten alakoydu.

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Cafer'le sık temaslarım oldu. Ekseriyetle sükût ederler ve kendilerinden geçme hâlinde bulunurlardı. Bir gün de­diler ki : «Hâlimin başında gönlüm ilim tahsilinden usandı ve Al­lah ehlinin yoluna kaydı. Rüyamda Hoca hazretlerinin hizmetine vardığımı gördüm ve (kul nasıl erişir?) diye kendilerine sordum. (Kendinden fâni olunca erişir!) buyurdular. Sabahleyin erkenden eteklerine yapıştım. O zamana kadar mübarek simalarını uzaktan görmüş, fakat sohbetlerine yaklaşmamıştım. Rüyadaki sözlerini tekrarladılar ve Mesnevî'den bir beyit okudular :

ŞİİR

Sen yokken var olan O'ydu,

Sen yok olunca yine O'dur kalan...

Ve kendilerine tutulup kaldım.» Mevlânâ Cafer'in ölüm has­talığında hoca hazretleri şehir dışındaydılar. Hastalığı duyar duy­maz hemen gelmeğe davranmışlar. Fakat yetişememişler. Kendi­leri yoldayken Mevlânâ Cafer ruhunu teslim etmiş. Hoca hazret­leri, teçhiz ve tekfin işiyle bizzat meşgul oldular, kabrini hazır­lattılar, namazım kıldılar   ve havanın gayet sıcak olmasına rağ­men, her iş bitinceye kadar mezar başından ayrılmadılar. Güneş tepemizde o kadar kızgındı ki,   cübbemi çıkarıp bir hizmetçinin yardımiyle hoca hazretlerinin başları üzerinde gerdik   ve gölge­lenmelerini sağlamak istedik.    Hoca hazretleri Mevlânâ Cafer'i kabre indirirlerken bizzat yardım ettiler. Vefatının üçüncü günü de ruhu için, müslümanlara, büyük sofralar üzerinde yemek yedirdiler ve bu iş için seksen koyun kestirdiler. Yıl 893.

*

Mevlânâ Burhaneddin Hatelânî... Hoca hazretlerinin yüksek ashabından. Zahirî ilimlerde seviyesi rakipsiz. Bâtınî ilimde ise hoca hazretlerinin tam kırk yıl sohbetinde bulunmuş olmanın im­tiyazına malik...

*

Anlatıyor :

— Mevsim kıştı. Sultan Ahmet Mirza Semerkaht'tan dönü­şünde hoca Hazretlerini de refakatine almak istedi ve hoca haz­retleri bu teklifi derhal kabul ettiler. Beni de beraber aldılar. Kış müthiş ve hava dondurucuydu. Mirza'nın her türlü ihtimam ve itinasına rağmen hoca hazretleri havadan müteessir oluyorlar ve zahmet çekiyorlardı. İçimden Mirza'ya kızıyor ve «Bu havada ho­ca hazretlerini seyahate çıkarmanın ve buzlar üzerinde perişan et­menin mânası nedir?» diye düşünüyordum. Hoca hazretlerinin Mirza ile birlikte seyahat teklifini derhal kabul buyurmuş olma­larına göre bu işde bir hikmet tasavvur ediyor, fakat bir türlü Mirza'ya hıncımı yenemiyordum. Bin zahmet ve perişanlıkla yol ala ala nihayet Şahrutî'ye vardık. Ve orada haber aldık ki, bir sürü Moğol ve Özbek putperesti etrafı yağma etmekte, önüne ge­leni kesmekte, almakta, tutmakta, esir etmektedir. Şehir halkı ho­ca hazretlerinin etrafını sardılar ve «Mirza Ahmet şu anda yeter derecede asker getirmemiş olduğuna göre her şey sizin duâ, ta­sarruf ve inayetinize kalmıştır.» diye yalvardılar. Ahmet Mirza da ne yapacağını şaşırmış vaziyette hoca hazretlerinin huzurları­na gelip halkın yalvarışına katıldı. Hoca hazretleri, yanlarına bir­kaç kişi alıp doğru o kâfirlerin bulunduğu istikamete gittiler. Kendilerini haber verdirdiler ve yağmacıların emirleri karşısına dikildiler. O türlü sözler ettiler ki, kâfirler şaşırıp kaldı. Hoca hazretleriyle sohbete oturdular ve kısa zamanda boyunlarından küfür alâmetlerini çıkarıp attılar, İslama geldiler. Yağma ettikleri, kadın, erkek, silâh, mal, hayvan, eşya ne varsa hoca hazretlerine hediye ettiler. Hoca hazretleri o taifeye, yakınlarından, îslâmı öğretecek iki muallim kattı ve tasarrufların en büyüğü­nü göstermiş olarak Şahrutî'ye döndü. Oradan da Semerkat'a... Ben de, böyle bir sefer mihnetine katlanmanın hikmetini o zaman anladım.

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Burhneddin'in son   demlerinde başındaydım. Benden başka iki hizmetkâr daha vardı. Hoca hazretleri geldiler. «Allah'ım, eyleme bir dem beni kendinden cüda» mealinde bir mısra okudular ve Tevhid Kelimesinin sırrı üzerinde bir incelik belirttiler: «Bu kelimeyi o kadar tekrarlayın ki, imanınızın deva ve gıdası olsun ve onu her tekrarlayışınızda Allah'a incizabınız kuvvetlensin!» Ve Tevhid kelimesini köhneleşmekten kurtarıp her ân yenilemenin fazileti üstünde durdular. Mevlânâ Burhaned-din bu ziyaretten üç gün sonra vefat etti. Mevlânâ Cafer'in vefatından sekiz gün önce, Hoca hazretleri, Mevlânâ Burhaned-din'in teçhizi, tekvini, namazı ve defni gibi hususlarda büyük sa­habet gösterdiler. Mevlânâ Burhaneddin'i yanlış tedavi eden Ho­rasanlı bir tabibe de şöyle ihtar ettiler : «Sen benim öyle iki ada­mımı öldürdün ki, üçüncüsü yoktu. Eğer yerle göğü kızıl altınla doldursalardı onların pahasına denk olmazdı!» Mevlânâ Cafer'e de aynı tabip bozuntusu bakmıştı.

*

Mevlânâ Lûtfullah Hatelânî... Mevlânâ, Burhaneddin'in ye­ğeni ve hoca hazretlerinin makbullerinden... Daima neşe ve şevk halinde ve latifeye düşkün... Hoca hazretlerini tuhaf sözlerle gül­dürürdü.

*

Mevlânâ Lûtfullah :

— Küçük yaştayken rüyamda Allah'ın Resûl'ünü görmüştüm. O kadar güzeldi ki, kalbimde nakışlı kaldı. Hoca hazretlerine nisbetimden sonra bir gün baktım ki, hoca hazretleri, ayniyle o rü­yada gördüğüm güzellik içinde...

*

Mevlânâ Lûtfullah :

— Hoca hazretleriyle beraberdik. Yakınları kendilerini halkalamışlardı. Şeyh Kemaleddin Abdürrezzak hazretlerinin «Menazil-üs-Sâirin» adlı şerhinden bir kısım okunuyordu. Hoca haz­retleri bu şerhten bir mesele çıkarıp yakınlarına fikir sordular. Ben de anladığım kadar bir şeyler söyledim. «Bu taifenin sözle­rini zevk edebilmek lâzım... Mollavarî tefsirleri bir yana bırakın!» buyurdular. Sustum. Fakat gönlümden, fikirlerimin doğru oldu­ğunu geçirdim ve beğenilmeyişimdeki sebebi anlayamadığımı nef­sime ihtar ettim. O zaman hoca hazretlerinde gazap eseri görün­dü. Sert sert konuşmaya başladılar. Baktım, sırtıma korkunç bir yük binmiş gibi sıkılmaktayım. Gittikçe ezildim. Sanki sırtıma bir dağ binmişti. Birden gözüm hoca hazretlerinin çehrelerine değdi. Dehşet!. Bu çehre, hoca hazretlerinin vücutlariyle beraber gittik­çe büyüyordu. Dudakları kımıldıyor, bir şeyler söylüyor, fakat ben söylenenlerden hiç bir şey anlayamıyordum. Çehre o kadar büyüdü ki, bütün evi doldurdu. Mübarek çehreleri dışında boş yer göremez oldum. Gayet berrak ve açık gördüğüm bu manzara karşısında, korkumdan eriyecek hâle geldim. Öylece çarpılıp kal­dım. Bir de baktım ki, çehre küçülüyor... Küçüldü, küçüldü ve eski hâline geldi. Ve benden o ağırlık kalktı. Etrafıma bakındım. Olanlardan, benden başka kimsenin haberi yoktu.

*

Mevlânâ Lûtfullah, bu hâlin, sıcak bir yaz günü hoca hazret­lerini tek bir gömlekle görüp vücutlarının zayıf ve nahifliğine dikkat edince tekrarlandığını söyler. Hoca hazretlerinin vücudu­nu gayet cılız görüp «Bu vücutla bunca tasarruf kuvveti nasıl bir araya geliyor?» diye düşünen Mevlânâ Lûtfullah, onun büyüye büyüye odaya sığmaz hâle geldiğini ve sonra yine eski hâlini bul­duğunu anlatır.

Hoca hazretleri bir defa da, at üstünde yan yana gittikleri Mevlânâ Lûtfullahın hantal ve kendisini takip edemeyen atına bir dokunmakla, onu, o zamana kadar görülmemiş bir canlılığa kavuşturmuşlar ve bu canlılık, atın ömrü boyunca devam etmiş.

*

Mevlânâ şeyh Edamullah... Hoca Hazretlerinin kethüdası ve içten bağlısı. Bütün gün hoca hazretlerine ait işlerle uğraştıktan sonra, geceleri sabaha kadar, kıbleye doğru, nisbetini terakki et­tirmeğe çalışıyor. Memur edildiği manevî çalışma şekli, nefesini tutarak Tevhid Kelimesiyle zikir... Bir nefes tutuşunda elli kere zikir edebiliyorlar.

* «Reşahat» sahibi:

— Bir gün, dostlar, aramızda konuşuyor ve hoca hazretleri­nin tasarruf ve kerametleri üzerinde misaller getiriyorduk. Mev­lânâ şeyh Edamullah dedi ki: «Siz hoca hazretlerinin sırf afakî (dış plânda) tasarruflarını dile getiriyorsunuz!    Enfûsî (iç plânda) ta­sarruflarından bahsetmiyorsunuz! Ben size bunlardan bir misal ve­reyim:    Hâlimin başında bâtın terakkisi için hoca hazretlerinin emirleri gereğince çalışmış ve bazı feyizler elde etmiştim. Fakat bir müddet sonra hoca hazretleri bana ziraat işlerine ait bazı va­zifeler verince, dünya işlerine dalmış olmak bakımından bâtınım­da bir fütur hissetmeğe başladım. Bu yüzden büyük bir ıstırap ve inkisara düştüm.    Hoca hazretlerine baş vurup derdime derman istemeği düşündüm. Buyurdular :    Hâcegân yolunda esas (halvet der encümen) dedikleri, toplulukta yalnızlık usulüdür. Bu kaide, işte, ticarette ve her şeyde Allah'ın zikrinden uzak kalınmamasını emreden âyetten alınmıştır. Bu azizlerin şerefli nisbetleri mahbubluk (sevilmiş olmak) derecesidir ve sevgi gayreti sevilenlerin gizli olmasını gerektirmektedir. Gayretli âşık sevgilinin açıkta ol­masını reva görmez. Bu şerefli nisbetin perdesiz göstermek de bu taifenin zevk ve anlayışına uymaz. Onun için, nisbetin bir dış faa­liyetle peçelenmesi lâzımdır.    Hoca hazretlerinin bu sözlerinden her şeyi anladım, fakat ben takati gösteremem diye de için için yanmaktan kendimi alamadım. Bir hamle eder ve kendimi zorlarsam muvaffak olabileceğimi söylediler   ve bana öyle bir iltifatta bulundular ki, içime nur doldu. Bir anda hâlimden ve memur bu­lunduğum şekilden saadet duyar oldum. Ondan sonra, dışım halkta ve içim Hakta olarak nisbetimi hiç bir an zaafa uğratmadım ve hep terakki ede ede devam ettim.»

*

Mevlânâ Sultan Ahmed. Halkanın ileri gelenlerinden... Zahir ve bâtın ilimlerinde mümtaz.. Hoca hazretlerinin nice zaman hiz­metinde kaldıktan sonra, müsaadeleriyle Hicaz'a gidiyor ve hac farizesini yerine getirip yine hizmette devam ediyor. Bir gün, yol­da, huzura giderken, bâtınî bir feyiz kazanciyle hoca hazretlerine görünmek için çalışıyorsa da muvaffak olamıyor. Nihayet işi Tev­hid Kelimesiyle zikre döküyor ve bu çalışmasından küçük bir eser elde edebiliyor. Hoca hazretleri kendisini görür görmez çalıştığı zikir şeklini haber veriyor ve hissettiriyor ki, zikir tevhid, rabıta murakabe gibi vasıtaların her biri için ayrı huzur şartları lâzım­dır ve bunların ulu-orta yapılmasiyle tam olarak yerine getirile­bilmesi arasında, ancak yüksek velîlerin garkedebilecekleri ince­likler vardır.

*

Mevlânâ Ebu Said Evbehî de halkanın değerlilerinden... Otuz yıl evlerinde, hizmetlerinde bulunmuşlar.

Anlatıyor:

— Semerkant'ta Mirza Uluğ bey medresesinde okuyordum. Bütün gücümü okumaya vermiştim. Gitgide içime bir darlık çök­tü ve gönlüme dervişlik sevdası düştü. Bu sevda ile medreseden dışarıya çıkınca bir arkadaşa rastladım. Nur dağında şeyh İlyas Aşkî'yi ziyaretten geliyormuş. Şeyhi bir methetti, bir methetti ki, gönlüm onun merakiyle doldu. Haydi, gidip ben de göreyim, de­dim. Yola çıktım. Yolum hoca hazretlerinin dershaneleri önün­den geçiyordu. Kapılarına vardığım zaman Hoca hazretleri, at sırtında geldiler.Attan inip dershanelerine girdiler. Şeyh İlyas Aşkî'ye gitmeden kendilerini bir dinleyeyim diye düşündüm. Gir­dim, bir köşede oturdum. Beni gördüler ve bana karşı : «Dağda ne arıyorsun, aradığın orada değil» mealinde bir beyit okudular. Gönlüm bu kerametten ışıklanıverdi. İçimden dedim ki: «Hoca hazretleri bu beyti benim için okudularsa, tekrar etsinler, bir ke­re daha okusunlar...» O zaman bana döndüler ve ismimle hitap ederek beytin kime ait olduğunu söylediler ve onu ayniyle tekrar­ladılar. İçim altüst oldu. Hem bilmedikleri hâlde ismimi söylüyor­lar ve en mahrem hissimi keşfederek beyiti tekrar ediyorlardı. Ak­lım ve bütün dış hesaplarım karma karışık hâle geldi. Eteklerim tutuşmuş gibi dershaneden çıktım, okuduğum medreseye gittim ve bütün malımı ve eşyamı arkadaşlarıma dağıtarak hoca hazret­lerinin hizmetlerine koştum. O kapılanış, bu kapılanış...

*

Mevlânâ Ebu Said :

— Hizmetlerinde bulunduğum ilk yıl içinde hiç bir iltifatla­rına eremedim. Benimse kendilerine tutkunluğum her an terakki etti. Bu müddet zarfında pılı pırtı içinde kaldım. Bir yıldan sonra zâhirde iltifatlarına nail olmaya başladım. Bâtınıma gelince, ilk tecelli müthiş bir kabz hâli oldu. Kabzdan helak olma derecesine geldim. Teheccüt namazlarından sonra Yasin sûresi okunup dua edilecek olursa murada erileceğini duymuştum. Teheccüt namaz­larından sonra dua etmeği âdet edindim ve bir gece Allah'a şöyle yalvardım : «Allah'ım, eğer bende hoca hazretlerine kerahet ve­ren bir sıfat varsa onu benden kaldır, eğer bu sıfat bende kalacak­sa o Hazrete keder vesilesi olmaktansa benim ruhumu kabzet, ya­hut beni ondan uzaklaştır, yâd illere gönder!» Ve sabaha kadar, ölecek, tükenecek, eriyecek kadar ağladım.

Sabahleyin huzurlarına vardım. Beni görünce gülümsediler ve dediler : «Biz de kendimizi bir iş yapıyor sanmıştık. Demek ki, bir şey size hoş gelmeyince ölümünüzü veya uzaklaşmanızı isti-

yorsunuz, öyle mi?. Pekâlâ. İstediğiniz gibi olsun, elimizi çeke­lim...» Anladım ki, üzerimdeki hâl, bâtınımın terbiyesi içindir. Teselli buldum. Ondan inşiraha geçtim ve iltifatları sayesinde hu­zura erdim.

*

Sözleri:

— Bu yoldan murad odur ki, sâlik, erdiği mertebeden zevk duyarken eremediğinden acı duymakla mükelleftir.

*

«Reşahat» sahibi:

— Dilek sahibine lâzım olan, elde ettiği feyizlerden zevkle­nirken yine o zevkten uzaklaşmak ve elde edemediği zevklerin hasret acısını çekmektir. Zira gaye namütenahidir ve erilen fe­yizler erilmeyenlere nisbetle, deryada damla gibidir. Eğer insan erdiğini sanıp ta onun zevki içinde mahpus kalacak olursa ebediyen yerinde saymış ve sonu gelmez nimetlerden mahrum kalmış olur.

*

İhlâs Sûresi mânasında sözleri:

— O âlem ki, Allah'ın icadiyle, vasıtasız olarak «Yok» tan geldi. Kendi doğurma hassasını yaratıcısında arayamaz ve yarat­ma fiilini doğurmaya benzetemez.

لَمْ يَلِدْ

Lem yelid

âyetini işte bu bâtıl mânanın nefyi olarak anlamalıdır. Allah'ın doğmuş olması da yaratıcılık vasfının üzliyet hükmünü zedeleye­ceğine göre aynı muhal mânanın nefyi

وَلَمْ يُولَدْ

Ve lem yûled

âyetindedir. Fakat «Allah âdemi Rahman sureti olarak yarattı» hadîsi gereğince, insan, bütün ilâhî isimlerin mazharı olunca, Al­lah'ın sıfat ve fiillerine ayna teşkil ettiği için,

قُلْ هُوَاللَّهُ اَحَدٌ اَللَّهُ الصَّمَدُ

Kul hu vallahû ehadü allah hüssemedü

âyetlerinin belirttiği mutlak ve mukaddes Zât ile arada aldatıcı bir benzerlik doğdu. İşte bu benzerliği nefs için de

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًااَحَدٌ

Ve lem yeküllehü küfûven ehadü

nazil oldu.

*

Meal: «De ki Allah, şiddetle birdir (iki olması muhal olan bir).. O hiç bir şeye muhtaç değil ve her şey ona muhtaçtır. Ne doğurdu ve ne doğuruldu. Ve bütün âlemlerin toplamı ona küfüv (denk) değildir.»

*

Mevlânâ Ebu Said:

— Bir gün Hoca Şemseddin Mehmed Kersevî hazretlerinin vaazına gitmiştim, O vaazda büyük bir harika ile müthiş bir tef­sire şahit oldum ki, ikisi de son derece acaîp ve garip... Harika şu: Hoca hazretleri ilâhî maarif mevzuunda en ince nükteleri canlandırırlarken dinleyicileri uyku bastı ve herkes köşesinde sızıp kal­dı. Hoca hazretlerine gayret gelip buyurdular : «Siz uyuyorsunuz! Eğer ben bu sözleri mescidin çatısına söyleseydim çatlardı!» Ve elleriyle mescidin çatısını işaret ettiler. An' bir zelzele kopmuş gibi çatı titremeğe, sarsılmaya başladı. Mescidin içine garip sesler çıkararak alçı parçalan, taş ve toprak yağıyordu. Kaçışan kaçışa-na... Bazıları minberin altına sığındı. Ben de beraber... Hoca haz­retleri, minber üzerinde, sükût halindeler. Yine söze başladılar. Kaçışanlar döndü. Tefsir de şu :

وَاَحْسِنْ كَمَااَحْسَنَ اللَّهُ اِلَيْكَ

Ve ahzin kema ehsenallahü ileyke

âyetini ele aldılar ve «İyilik et, nitekim Allah sana iyilik etmiş­tir» mealindeki Allah kelâmını şöyle yorumladılar : «Allah'ın ku­luna iyiliği odur ki, ezelde Allah zahirdi ve kul gizliydi. Kuluna iyilik etti, onu zahir kıldı ve kendi gizlendi. Bu âyetle kuluna der ki, şimdi sen de iyilik et, kendi iğreti vücudunu nefy ve beni iz­har et! Kendini gizle ve beni zahir kıl!»

*

Mevlânâ Mehmed Kaadi... Hoca hazretlerinin irfan ve kemâlde yüksek bağlılarından... Hoca hazretleri hakkında «Arifle­rin silsilesi ve sıddîklerin tezkeresi» isimli bir kitap telif etmiş­tir.

Eserlerinden:

— 885 tarihinde hoca hazretlerinin hizmetine erdim. On iki yıl kadar o hizmette kaldım. Ne kadar hamdetsem azdır.

*

«Reşahat» sahibi;

— Mevlânâ Mehmed Kaadi hazretleri, tasavvuf ehlinin ince mefhumlarını anlamakta son derece maharet sahibiydi. Hoca haz­retleri dakik bir idrak isteyen bahislerde daima onu muhatap tu­tarlardı.

*

Mevlânâ Mehmed Kaadi:

— Bir gün hoca hazretleri bana sordular : «Bizden işittiğin bu sözler, çocukluğunda annenden, babandan ve hocandan sağla­dığın itikada ters düşmüyor mü?» «Hayır!» dedim. Dediler : «De­mek seninle bu tijrlü konuşmak kabilmiş..»

*

Eserlerinden :

— Hoca hazretlerini Herat'a gitmek için çıktığım bir yolcu­lukta tanıdım. Hava çok sıcak olduğu için bir köyde durduk, ikin­diye doğru hoca hazretleri çıkageldiler. Hürmet, gösterdim. Nere­den olduğumu sordular. Semerkantîden olduğumu söyledim. Pe­şinden   bana   ait   bütün   hususiyetleri   sayıp   dökmeğe   başladı­lar, içimdeki niyetleri de tek tek okudular. Gördüm ki, insan ru­hunu avuç içi gibi gören bir kâmil zât karşısındayım. Böyleyken seyahat arzumu yenemedim. Gideceğim yeri beğenmediler ve Buhara tarafına gitmemi tavsiye buyurdular. Sabahleyin kendilerin­den izin istemeğe gittim. Kapıda biri, hoca hazretlerinin yazı yaz­makla meşgul olduklarını söyledi. Beni görünce oturdukları yer­den kalktılar ve yanıma gelip dediler ki: «Doğru söyle. Herat'a ilim tahsili için mi gidiyorsun, dervişlikten ötürü mü?...» Yolcu­luk arkadaşım benim yerine cevap verdi: «Bunun dervişlik mey­li galiptir. İlim tahsilini kendisine perde edinmek istiyor!»    Gü­lümsediler ve : «Eğer böyleyse çok iyi...» karşılığını verdiler. Son­ra elime yapışıp beni bahçenin kimsesiz bir tarafına çektiler. El­lerinin elime dokunmasiyle kendimden kaybolur gibi oldum. Ken­dimi toparlayınca bana hitap ettiler : «Belki benim yazımı okuya­mazsın ben okuyayım...» Ve ceplerinden bir kâğıt çıkarıp okudu-

lar, sonra onu bana verdiler : «Bu benim sana mektubumdur, onu iyi sakla!...»

*

Mektup :

— İbadetin hakikati, benliğini kaybetmek, Allah'ın azame­tinden titremek, yalvarmak ve kırık dökük olmaktır. Bu mânalar, gönülde, ilâhî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadet, aşk ve muhabbete bağlıdır. Aşk ve muhabbetin zuhuru ise evvellerin ve âhirlerin Efendisine uymakla kabildir. Uymak da uymanın yo­lunu bilmeğe bağlıdır. Elbette ki, din ilimlerinin varisleri olan âlimlere el uzatmak gerek... Fakat din âlimliğini dünya kazancı­na vesile edinen ve makam sahibi olmaktan başka hırsı bulunma­yan âlimlerden u/ak durmak şartiyle... Ve o dervişler ki, raksederler, musikî dinlerler ve ne verilirse kabul ederler, onlardan da uzaklaşmak lâzım... Sünnet ve cemaat ehli itikadına zıt tevhit ve fikir dinlemekten de perhiz etmek şart... ilim tahsilini de, Allah'­ın Resûl'üne uymanın bir zarureti olarak yerine getirmek icap eder. Vesselam...

*

Eserlerinden :

— Hoca hazretleri mektubu okuyup bana verdikten sonra Herat'a gitmeme izin verdiler. Fatiha okudular ve bizden evvel atlarına binip gittiler. Biz de, ilk emirleri gereğince Herat niye­tiyle Buhara yolunu tuttuk. Yolda arkamızdan biri yetişip Buhara'da hoca Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin oğlu Hâce Külân'a verilmek üzere bir mektup teslim etti. Bu mektupta şöy­le yazılmış: «Bu mektubu getirecek olana alâka gösterin ye onun serseri dolaşmasına ve başka kimselerle düşüp kalkmasına mâni olun!»

*

Mevlânâ, Mehmed Kaadi Buhara'ya kavuşamıyor. Yolda Ho­ca hazretlerine incizabı öyle artıyor ki, ileriye bir adım atarken, gönlü, geriye bin adım atıyor. Fakat dönmeği de, iradesine kabul ettiremiyor. Yolda altı at değiştiriyor, türlü sıkıntılara uğruyor, hummadan göz ağrısına kadar tutulmadığı dert kalmıyor; ve ni­hayet sürüklenircesine ayak atabildiği Buhara'dan, cazibe merke­zi Semerkant'a uçarcasına koşuyor.

*

Yolda Taşkend'e uğramış, hazır gelmişken ziyaretinde bulu­nayım diye bir şeyhe gitmeği tasarlamış, bu defa da atını ve heybesindeki kitapları kaybetmiş, nihayet her şeyin hoca hazretleri tarafından müthiş bir mıknatıs kuvvetiyle idare edildiğini iyice anlamış, kaybolan mallarını bulmuş ve Semerkant yolunu tut­muştur.

*

Eserlerinden :

— Tebessüm edip «Hoş geldin!» dediler. Benim her halim­den haberleri olduğu belliydi. Bu defa da büyüklere ait bir me­zar ziyaretinde bulunduğum zaman üzerime öyle bir yük bindiril­di ki, öleceğimi sandım ve onu da kendi tesirlerinden bilip hemen uzaklaştım ve huzurlarına çıktım. Derhal mukabele ettiler: «Bil­miyor musun diri kedi, ölmüş arslandan üstündür?»

*

Kemanküran köyünde hoca Ubeydullah Taskendî hazretleri, yatakta ve son demlerinde... Etraflarında çepeçevre yakınları... Mevlânâ Mehmed Kaadi de başlarında...

*

Buyuruyorlar:

— Bizim topluluğumuzdan her fert fakr ve gınâ (fakirlik ve zenginlik)   keyfiyetlerinden   birini   seçse   gerektir.   Ve   Mevlânâ Mehmed Kaadi'ye dönüp devam ediyorlar :

— Sen hangisini seçerdin? söyle!

— Benim seçeceğim sizin münasip göreceğinizdir. Ve hesaplarına bakanlardan birine emrediyorlar :

— Mevlânâ Mehmed'e dört bin altın verin! O fakirliği seç­miştir. Bu parayı, yanındaki fakirlerin geçimi için sermaye diye kullansın...

*

Mevlânâ Hoca Ali Taskendî... Aynı yakınlardan ve kıdemli­lerden...

Kendi anlatışiyle :

— Hoca hazretleri Horasan'dan aslî vatanlarına gelip ziraat-ie uğraşmaya başladıkları vakit ben yirmi yaşlarındaydım. O sı­rada arkadaşlarımdan bazıları, ilim tahsili gayesiyle Semerkant'a gitmeği düşünüyorlardı. Bunlar bana vesvese veriyorlar ve diyor­lardı ki: «Taşkend'e mıhlanıp kal ve zamanına kıyma! Sonra ca­hil ve aşağı tabakadan bir insan olarak kalırsın!» O kadar söyle­diler, dırdır ettiler ki, benim de gönlüm çelinmeye başladı ve Se­merkant'a meyletti. Fakat hoca hazretlerinden feyiz almaya baş­lamış ve ondan müsaadesiz gitmeği nefsime yediremeyecek şekil­de kendisine muhabbet bağlamıştım. İzin istersem mâni olacakla­rını düşündüm ve iyisi mi, bir kâğıt bırakıp müsaade almadan gi­derim dedim. Bu kağıt. hem mâni olmalarına imkân bırakmaya­rak; hem de bir nevi izin alma yerine geçecekti. Niyetimi bir kağıt üzerine tesbit ettim, bağlılıklarımı bildirdim, özür diledim ve yola çıktım. Hoca hazretleri o gün evlerine uğramamışlar, ancak akşam zamanı kağıdı görmüşler ve öfkeyle «O bizimle kâğıt yazarak mı söyleşiyor ve hile kullanarak mı izin almak istiyor?» de­mişler. Hoca hazretlerinin üzülerek bu sözü söyledikleri zaman ben. yoldaşlarımla ilk konak yerine varmış bulunuyordum. Ak­sam ile yatsı arasında bende öyle bir sancı başladı ki. sabaha ka­dar kıvrandım ve feryat ettim. Sabahleyin atlarını eğerleyip yola çıkmaya hazırlanan arkadaşlarımın ısrarlarına rağmen kendileri­ne katılmadım ve bildim ki, bu ânî hâl bende hoca hazretlerinin tasarrufları neticesidir. Onlar başlarını alıp gitti ve ben de, dön­meğe niyet ettiğim anda hafiflediğine şahit olduğum sancının mü­sait olduğu ilk anda atıma atlayarak Taşkend yolunu tuttum. Yol­da şanom tamamiyle geçti ve bana büyük bir canlılık geldi.. O canlılıkla Taşkend'e girdim ve hoca hazretlerinin ayaklarına düş­tüm. Tebessüm ettiler ve böyle nasıl gidebildiğimi sordular. Ağla­yarak, edepsizliğimin affını niya7 ettim. «Git, hizmetine devam et! Bundan böyle seninle çok işimiz olacaktır!» buyurdular.

*

Şeyh Habib Neccar Taşkendî... O da kıdemlilerden... Taşkend'deki bağlıların yiyecek ve içecekleri işi ona havale edilmiş­ti.

Hikâye ediyor :

— Hoca hazretleri Taşkend'deki bazı yakınlarından huzur­suz olmuşlar ve Firket tarafına doğru yola çıkmışlardı. Bağlılar bu hâlden üzüldüler ve af dilemek için peşlerine düştüler. Hoca hazretlerini Firket'te Mevlânâ Seyfüddin Minarî türbesinde Mevlânâ'nın oğlu îsmail Firketî'nin evinde buldular. Hoca hazretleri heybet ve celâl sıfatı üzerindeydiler. Yanlarına kimse giremedi, girmeğe cesaret edenler de yıldırımla vurulmuş gibi çarpılıp kal­dı. Nihayet îsmail Firketî, hoca hazretlerinin huzuruna derin bir tevazu kılığı ile edasiyle girip müridlere şefaat etti. biz de affedil­dik ve o günden sonra kendilerine nasıl davranacağımızı öğren­dik.

*

Mevlânâ Nureddin Taşkendî...    Makbuller zümresinden ve iltifat nazarına erenlerden...

Hoca Hazretlerinden şu sözü naklediyor:

— Tasavvuf ehlinin lugatında zâtî muhabbet, Allah'a âşık olmak ve bağlanmaktan ibarettir. Ama öyle bir aşk ve bağlanış ki, nereden ve nasıl geldiği bilinmez ve sadece kaçınılması imkâ­nı olmamakla anlaşılır.

Ve ilâve ediyor :

— Taşkend bucaklarında, iki çocukta, hoca hazretlerinin işa­ret buyurdukları bu keyfiyet zuhur etmişti. Bunlardan biri, dai­ma sohbetlerimize gelir ve uzaktan, boynu bükük, dinlerlerdi. Bir sabah yıkanmaya kalktığım zaman çocuğu orada buldum. Hayret­le sordum : «Bu saatte burada ne arıyorsun?. Dervişler halkasına sık sık katılmandaki sebep nedir?» Dedi : «Ben de bilmiyorum! Şu kadarını biliyorum ki, buraya her gelişimde içime Allah aşkı dü­şüyor. O zaman kendimden geçer gibi oluyorum. Her ayrılışımda da bomboş kalıyor ve tekrar gelmek için can atıyorum!» öbür ço­cuk ise son derece güzel biri... Etrafta dedikodu mevzuu oluyor ve bu hâl müridler arasında hoş görülmüyordu. Nihayet kendisi­ne, evinde oturması ve dervişler halkasından ayrılması ihtar edil­di. Çocuk ağladı, direndi ve aslâ uzaklaşamayacağını söyledi. «Be­nim size ne zararım olabilir? Benim burada gönlüm açılıyor. Hem de halk bana dışarıda dehşet ve nefret veriyor. Selâmete ancak burada erebiliyorum. Beni aranızdan dışarıya atmayınız!» diye valvardı. Onu kendi hâline bıraktılar. öyle bir ilâhî aşkla dolup kendisini unuttuğu oluyordu ki, bazı defalar evinin yolunu bula­mıyordu. Bu. istikbalin Mevlânâ Nureddin Taşkendî'si idi.

*

Mevlânâ Nureddin en küçük yaşından itibaren sadece hoca hazretlerinin mübarek yüzlerini görmek emeliyle yaşadı ve genç çağında, hoca hazretlerine ait bir hastalığın cezbi yüzünden öldü. Bir gün hoca hazretleri mezarlıktan geçerken Mevlânâ Nureddin'in kabrine doğru şu sözü söylüyor :

— Nureddin! Bana dönme, sağına dön ve huzur ile yat!

Mevlânâ Nureddin'in, mezarda, önünden hoca hazretleri ge­çerken ona döndüğünü anlamak lâzımdır.

*

Mevİânâ Zâde-i Etrarî... Adı Mehmed bin Abdullah... Mev­lânâ Zâde-i Etrarî lâkabı... Hoca hazretlerinin fevkalâdeliklerine dair birçok rivayet ve nakil sahibi...

*

Mevlânâ Nasırüddin Etrarî... Yakınlardan... Bütün gizli ni­yet ve dış dünya alâkalarının, tek tek, hoca hazretleri tarafından nasıl keşfedildiğini hayranlıkla anlatır. Tasarruflarından da doku­naklı levhalar çizer.

Bir tanesi şu:

— Edeb ve itikat yoksunu, afyonkeş bir adam boyuna hoca hazretlerini yermekle meşguldü. Kendilerinde ne hâl, ne tasar­ruf, ne ilim, ne keşif, hiç bir şey bulunmadığını iddia ediyor ve şöyle diyordu : «Ben bir gün onun meclisine gidip karşısında af­yon yutayım da görün! Bakın, farkına varabilecek mi?» Dediğini yaptı. Kocaman bir topak afyonu yuttu. Fakat yuttuğu boğazında kaldı. Nefes alamadığı için çırpınmaya başladı. Hoca hazretleri gülümseyerek emrettiler : «Şunun ensesine vurun da yuttuğu nes­ne meydana çıksın!» Herifin ensesine vurdular ve ağzından afyon topağı fırlayıp yere düştü. Bilmiyorum, edepsiz ve itikatsız herif utandı mı, utanmadı mı?

*

Hindu Hoca Türkistanî... Gözdelerden... Türkistan Şeyh za­delerinden genç bir sipahi... Çabucak terakki ediyor ve keramet­ler göstermeğe başlıyor. Bir gün hoca hazretleri onu kuş gibi uç­mak tecrübesinde yakalıyorlar. Bu hâli ondan kaldırıyor ve ken­disinde hiç bir iktidar bırakmıyorlar. O kadar üzülüyor ki, hoca hazretlerini korkutmaya kadar varıyor : «Ya beni eski hâlime iade edersin, yahut seni veya kendimi öldürürüm!» Hoca hazretle­ri aldırmamışlar. Fakat Hindu hoca kendilerini daima gözetle­mekten geri kalmamış. Bir gün hoca hazretlerine tenha bir kır köşesinde rastlıyor ve bıçağını çektiği gibi üzerlerine saldırıyor. Hoca hazretleri şekil değiştirme sayesinde kurtuluyorlar ve sal­dırganın elinden bıçağını aldıktan sonra aslî şekillerine dönüyor­lar. Hindu hoca hayran ve perişan... İşte keramet böyle olur!. He­men hoca hazretlerinin ayağına düşüyor ve yalvarıyor : «Suçu­mu bağışlayın! Bundan böyle hiç bir keramet taslamayacak ve haddimi bileceğim!» Hindu hoca, gayenin keramet değil, Allah'ta fâni olmaktan başka bir şey olmadığını anlıyor, affediliyor ve ho­ca hazretleri emrinde sadakatle çalışıyor.

*

Mevlânâ İsmail Firketî... iltifat ve alâkaya mazhar olanlar­dan... Babası, hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin müridlerinden Mevlânâ Seyfüddin Minarî... Bu yüzden kazandığı tevec­cüh büyük oluyor ve hoca hazretlerinin himmetlerine nail olmak fırsatını kazanıyor... Rüyasında beyaz bir toğan kuşunu elinden kaçırdığını görmüş ve hoca hazretlerinden şu tâbir ile müjdelenmiştir: «Toğan av kuşudur; sen de bizden alacağın feyiz ile haki­katleri avlamaya memur edileceksin!. Toğanı elinden kaçırdığın için üzülme, nisbetini sıkı tut ki, o tekrar sana dönecektir.»

*

Mevlânâ İsmail Firketî:

— Firket'te hoca hazretlerinin yakınlariyle oturuyorduk. Meclisimiz hararetliydi. «Ah, ne olur, hoca hazretleri meclisimize şeref verseler!» diye düşündük. Çok geçmedi, teşrif buyurdular ve müridlerin hâlini görüp memnun oldular ve bir beyit okudu­lar :

ŞİİR

Sen şeker yersin, mizacın sevdaî,

Safraî mizaçlılar elbette ondan yoksun..

*

Mevlânâ İsmail Firketî:

— Hoca hazretlerinin Firket'deki bu teveccühlerinden müridlerde öyle bir keyfiyet doğdu ki, işleyen bir yara gibi gönülle­re saplandı ve sürdükçe sürdü.

HOCA HAZRETLERİNİN SON ANLARINDAN

«Reşahat» sahibi :

— Bu fakir, ikinci defa, hoca hazretlerinin ayak bastıkları toprağı öpmek şerefini kazandığım zaman 893 senesi Rebilâhir ayının yirmi dördüncü günüydü. Sohbet esnasında yaşlarını bil­dirip buyurdular ki : «Üç yıl dört ay sonra yaşım doksan olur.» Kendilerini bekâ âlemine intikal ettiren hastalıkları 895 muhar­rem ayında gelip aynı senenin Rebiülevveline kadar sürdüğüne göre ömürleri 89 yıl hesap edilmek icap eder. Hastalıkları da 89 gün sürmüş ve intikâllerinden on iki gün kadar evvel şöyle demiş­lerdir : «Eğer sağ kalırsak beş ay sonra 89 uncu yaşımızı tamam­layacağız..» Bazı büyükler, hoca hazretlerinin hasta yattıkları gün­lerin sayısiyle ömürlerinin yıl sayısı arasındaki uygunluğu bu hususta bir hadîs ile yorumlamışlardır. Başlarından ayrılmayan ve kabirlerine kadar kendilerini hiç bir ay terketmeyenlerden bi­ri de Mevlânâ Ebu Said...

*

Mevlânâ Ebu Said :

— 895 senesi Muharrem ayının yirminci çarşamba günü ho­ca hazretleri Kefşir mahallesinden kalkıp Kemankerân köyüne gitmek üzere yola çıktılar. Yolda Gociyan mevkiinde inip geceyi orada geçirdiler ve perşembe sabahı Mısır yolundan Kemankerân istikametini tutturdular. Zaafları öyleydi ki, Mısır'dan ileriye de geçemediler ve o geceyi de orada geçirdiler. Cuma sabahı yine yo­la düzüldüler. Yolda sık sık duruyorlar ve istirahat etmeğe çalı­şıyorlardı. Cumartesi gecesi yatsı namazı vaktinde Kemankerân köyüne girdiler. Orada yedi gün zaafları ayakta geçirdiler. Yedinci cuma günü zaafları şiddetlendi ve yatağa düştüler. Yatakta kal­dıkları üç ay içinde namazlarını intizamla eda ettiler ve ayakta duramayacak hâlde olmalarına rağmen aslâ fütur göstermediler. Nihayet Rebiülevvel ayı girdi. Marazları da son haddine ulaştı. Bir akşamdı. «Akşam okundu mu?» diye sordular. «Evet, okun­du!» cevabını verdik. O günkü akşam namazını ancak işaretle kı­labildiler. Yatsı namazı biraz geçmişti ki, nefes almaları birden kesildi ve Hakk'ın rahmetine ulaştılar.

*

Halkın rivayeti:

— Hoca hazretleri ihtizar (can çekişme) hâline cuma günü öğle vakti girmişler. Tam o esnada Semerkant'ta büyük bir zel­zele olmuş. Camilerden fırlayıp kaçanlar olmuş. Herkes bu âfeti «Hoca hazretlerine bir şey oldu!» diye yorumlamış. Cuma nama­zından sonra, büyük, küçük, emîr, dilenci Kemankerân köyüne ak­maya başlamış. Tam ruhlarını teslim ettikleri anda da ikinci bir zelzele...

*

Sultan Ahmed Mirza, cuma sabahı seher vakti hoca hazret­lerinin mübarek naaşlarını bir mahfazaya koydurup Semerkant'a getirtti. Teçhiz ve tekfin işi Semerkant'ta yerine getirildi. Bütün Semerkant, gözyaşları içinde namazına durdu. Bütün Semerkant, mezarı başında halkalandı.

*

Hoca hazretlerinin oğulları, büyük velînin kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imarethane bina ettiler ve mübarek toprak­larım dünyanın dört bucağından gelecek mü'min ziyaretçiler için, feyiz ve himmet noktası olarak belirttiler.

*

«Reşahat» sahibi:

— Yatsı zamanı, hoca hazretlerinin mübarek nefesleri kesil­meğe yüz tutarken, iki kaşı arasında öyle bir nur parıldamaya başladı ki, hastalık dolayısiyle her köşesi aydınlatılmış bulunan evde bütün ışıklar göze görünmez oldu. Bu nurun parıldayışiyle beraber dudakları kıpırdadı ve 89 yıllık hayatları boyunca en in­ce hakikatlere yol veren o dudaklar son olarak iki heceli «Allah» ismini fısıldadıktan sonra hareketten kaldı.

KASİDE ( Reşahat'den  alınmıştır.   İslâmı   Araştırmalar  -  Sadreddin   Yüksel   .  1983   Bşk.   Sh. 352 - 356.)

1) — Nakşı taifesi, haddinden fazla meşgul bir taifedir. Zira bu daire -dünya- içinde başları pergel gibi iş üstündedir. (Daima hizmet üzerine eğilmektedir.)

2) — Hepsi tek bir dairenin merkezi etrafında toplanmışlardır. Yine top-yekün bir pergelin deveranından -kaderin tasarruflarından- haberdardır­lar.

3) — Onlar, (kalpler üzerinde) nakış yapanlardır. Fakat her nakşa bağlı değildirler. Çok ma'rifetli oldukları için her lahza başka bir nakış ele alırlar.

4) — Her an Bukalemunvari başka bir renktedirler. -Sık sık manevi hal ve makamları değişir- Yalnız garip olanı şudur ki, her iki cihanın ren­ginden nefret ederler. (Çalışmaları, ne dünyayı amaçlıyor. Ne de ahireti, sadece Rıza-i ilahîyi kazanmak gayesiyledir.)

5) — Her ne kadar zahirde avam ve düşman gibidirlerse, bâtında ve manâda havas ve dostturlar.

6) — Aslında Nil nehrinin suyu gibidirler. Kıptî'nin ağzında ise, kana dö­nerler. Çan gibi hafiftirler. Hz. İsa'nın merkebi (merkep karakterli kim­seler) üzerinde ise yüktürler, ağırdırlar.

7) — Her ne kadar cilalanmış ayna gibidirlerse de fakat Habeşliler -kötü insanlar- için pastırlar. Gerçi İbrahim Halil'in bahçesidirler. Fakat odun gibi kimseleri de ateşvarî yakarlar.

8) — Entariyi giyerken ehl-i beytin gidiş ve tarzlarını hatırlatırlar. Riya­kârlar gibi mavi hırka giymezler.

9) — Bu zeki insanların prensipleri, kendilerini gizleyip belli etmemek-dir. Onlar settar -setr edici- olan Allah'ın sıfatlan ile muttasıftırlar.

10) — Bu mevhum çokluğu koyu vahdette gizlemek istedikleri içindir ki, Allah'dan mağfiret taleb etmektedirler.

11) — Varlıkların çokluğu onlara bir te'sir yapamaz -vahdetten saptır­maz-. Çünkü onlar, kendilerini bu varlıkların menşeine -Allah'a- bağla­mışlardır. Rabtetmişlerdir.

12) — Soluklara değer verip boş yere harcamamak, bu şahlar gibilerin huyudur. Kendi nefeslerinin bekçiliğini yapmalarına rağmen iyi padişah­lardırlar.

13) — Sustukları vakit, misk göbeği gibidirler -Her tarafa güzel kokular yayarlar- Konuştukları zaman da yüz eczacının canını beslerler.

14) — Suskundurlar, fakat konuşunca papağan kuşu gibi hep tatlı ha­reketli ve tatlı- sözlü olurlar.

15) — Yıldızlar gibi hepsinin halveti, topluluktadır. -Topluluk içinde iken

Hak'la beraberdirler- Vehakeza her meclisin mumu ve her pazarın -her hareketin- süsüdürler.

16) — Seyahatları vatan dahilindedir. Tıpkı hâle içinde oturmakta olan ay gibi. Bedenen durmakta olmalarına rağmen, yürekleri i'tibarı ile sa'y ve harekettedirler.

17) — Bu hızlı yürüyenlerin durumu, baş döndürücü bir hızla hareket etmeşine rağmen yerinde sabit sandığın dağların -yerin- durumuna benzer. Demek yürekleri dönük kimseler bu zatları da kendileri gibi dönük sanırlar.

18) — Ehlüllâh, aşk kâbesine doğru yol alan bir kafiledir. O kafileye ku-mandanlık edenler de. bu kahraman nakşîlerdir.

19) — Nakşiler dünya ma'temhânesinde konakladıkları halde dokuz mavi perdeden -dokuz kat gökten- daha yüksek çadırlar kuranlardır.

20)  — Her birisi cihan alanında birer emniyet şeddi -te'minatıdır.  Bir dağ kadar büyük bir tenkide bile, bir saman çöpü kadar değer vermezler.

21) — Onlar safvet ve iyilik denizinde dosdoğru yüzen balıklardır. Nehir kenarında eğri büğrü yürüyen yengeçler gibi değildirler.

22) — Bu zatlar, aşka susamış kimselerin dudağında cana can  katan aşk şarabıdırlar. Vesveseli insanların elinde ise, avuçta sıkılan altınlardır

23) — Tertemiz gözlere sahiptirler. Hatta, saf ve temiz gözlerin nurlarıdırlar. Dindarların önderi, dinin de tacıdırlar.

24) — Bu dünyada Çenab-ı  Hakkın mahbublarıdırlar.   Fakat  Mansur-u Hallaç gibi kavgayı da istemezler.

25) — Ma'rifet hurması onlara vücut ağacından yetişir. Ey rabbim, bu taife ne kadar şanslı bir taifedir.

26 - 27) — Mevlana Çelâleddin-i Rumi'nin baha biçilmez gazellerinden her bilginin hayranlık duyduğu yedi tane beyti, bu kasideye dere ediyorum. Zira o yüce insanların medhinde söylenen bu sözler, Ülker kümesi kadar şereflidir.

28) — Kulağını sedef gibi aç ve tertemiz bulunan yüreğinde bu gazele yer ver. Çünkü yetkililer bu gazeli, bir inci dizisinden farksız görmektedirler.

29) — Düşün! bu dünyada iki, üç tane yankesici (kalpleri "çalanlar) vaı ki. ma'rifetleri ile ay'ın külahını başından alırlar.  (Çok çetin işler başarırlar.)

30) — Zahirde sarhoş, gerçekte kalpleri uyanık iki, üç tane kurnazdırlar ki, feleği dahi bir kavga ile döndürürler.

31) — Maddî cesettedirler, fakat maddeye düşmandırlar.  Dünyada ya­şadıkları halde, her iki cihanla da alâkaları yoktur.

32) — Canların da talip olduğu o perdeli sevgilinin aşıkıdırlar. Onun gü­zel gözleri gibi, mest ve gaddardırlar.

33) — işret meclisinin reisidirler fakat sen baş vermedikçe onlar sana sır vermezler. Şarap sunanlardır. Yalnız üzüm sıkmazlar.

34) — (Madde o kadar onlara musahhar ve muti'dir ki) avuçlarına top­rak alsalar, sarı altına döner. Geceleyin arpa da ekseler, gündüzün buğ­day biçecekler.

35) — Yiğitlik gösterip onların sohbetleri sayesinde insan ol. Zira ger­çek insan bunlardır. Geriye kalanlar ise, insanları yiyenlerdir.

36) — Ey Safi! (Müellifti lakabıdır.) Sen insanlığı onlardan öğren. Zira onlar basiret sa­hiplerinin göz bebeğidirler.

37) — Eğer şu göz bebeğinin nuru kimdir diye sorsan; el-cevap: Arifle­rin himmet bekledikleri zattır.

38) — Ülkelerin ma'nevî önderi ve dünyanın şahı efendimiz Ubeydüllah-ı Ahrar'dır ki, onun umumî lütfünden her canlı faydalanmaktadır.

39) — O, tevhîd âleminde öylesine bir güneştir ki, bütün kâinat zerreleri onun penceresinden nur almaktadır.

40) — O, hür insanlar topluluğunun efendisidir. Dünya hükümdarları, onun kapısında kul ve hizmetçidirler.

41) — Ey dinin hamisi! Sen arzu ve istekler hususunda öyle bir kıblesin ki halk, gayr-ı ihtiyarî olarak her taraftan ona yönelmektedir.

42) — Köle olsun, hür olsun bu yoldakilerin tümü, senin vefalı kullarındır.

43) — Başlarını senin emirlerinin ipinden çıkaran cahiller, ahmaklık merasında bulunan yularsız merkeplerdir.

44) — (Seni dinlemeyen cahiller) kimi zaman dalalet sahrasının dibine düşmüşlerdir. Kimi zaman da, talihsizlik çölünde şaşırıp kalmışlardır.

45) — Senin ihsanından mahrum yaşayan bayağı kimseler, deniz kıyı­sında ciğeri susamış «balıkçıl» (Arapçada adı «malikül hazinidir. Cahiz'in anlattığına göre, bu kuş devamlı olarak sulara, nehirlere ve kaynaklara yakın yerlere konar. Suların kuruduğunu görünce son derece kederlenir, üzülür. Bazen de azalmasın diye, su içmez olur. Tabii ki bu süre uzayınca beyinsiz kuşta susuzluktan ölür.) kuşu'na benzerler.

46) — Baygınların sana devamlı bir incizabı vardır. Senin oltanın çengel iğnesine takılmış bulunan aşklar, balık gibi ızdırap çekmektedirler. 47-48) — Ben senin denizinin balığıyım. Aynı zamanda senin medh-ü senalarınla doluyum. Tıpkı ağzına kadar değerli incilerle dolu bulunan sedefler gibi.

49) — Senin denizinde boğulan kimsenin şeref ve i'tibarı, artmaktadır. Sahilde kalanlar ise inci kabuğunun kırıntıları gibi değersizdirler.

50) — Bu ferah denizinde «safi», ebediyen gark olsun. Umarım onu, hiç bir vakit bu denizden çıkarmazlar.