Anasayfa
|
Marksist Tarih Anlayışı
Louis Althusser
Klâsik
iktisatçıların, iktisat kategorileri için, tarihî değil,
ebedî bir kavramları olduğunu söylemek –bu kategorilerin,
kavramlarına uygun hale getirilmeleri için, tarihî olarak ele alınmaları
gerektiğini söylemek– tarih kavramını önermektir, ya da daha
doğrusu, olağan imgelemde varolan, ama kendi kendisi
hakkında soru sormak gereğini duymayan belirli bir tarih
kavramını önermektir. Aslında, kendisi bir teorik sorun
yaratan bir kavramı, çözüm olarak sunmaktır; çünkü kabul
edildiği ve anlaşıldığı biçimiyle bu,
eleştirilmemiş bir kavramdır, bütün “bariz” kavramlar gibi,
teorik içerik olarak, varolan ya da egemen ideolojinin kendisi için
çizdiği işlevin ötesinde bir içeriği olmayan bir
kavramdır. Statüsü henüz incelenmemiş, ve bir çözüm olmak
şöyle dursun, aslında teorik bir sorun olan bir kavramı,
teorik çözüm olarak sunmak demektir. Demek ki bu tarih kavramı
Hegel'den ya da tarihçinin ampirik pratiğinden ödünç alınıp
Marx'ın düşüncesine ithal edilebilir ve bundan ötürü herhangi bir
ilke çiğnenmiş olmaz; yani, böylesine safça
“toparlanıvermiş” olan bu kavramın etkin içeriği üstüne
öncel eleştirel sorular hiç sorulmaz; sanki bunun böyle olması hiç
de tartışmayı gerektirir bir şey değildir. Oysa,
her şeyden önce yapılması gerekli olan şey,
Marx'ın teorik sorunsalının bu tarih kavramına
yüklediği içeriğin ne olduğunun sorulmasıdır.
Bunu
izleyen makaleyle bir bağ kurmaksızın, birkaç ilke konusunda
açıklamalar yapmak istiyorum. Geçerli bir karşı-emek olarak
(niçin geçerli olduğunu biraz sonra göreceğiz) Hegel’in tarih
kavramını, Hegelci tarihî zaman kavramını ele
alacağım; bunlar Hegel için, tarihî olarak tarihînin özünü
yansıtırlar.
Çok
iyi bilindiği gibi Hegel zamanı “der daseiende Begriff”, yani,
kendi dolaysız ampirik varoluşu içindeki kavram olarak tanımlar:
Zaman kendisi bizi kendi özü olarak bu kavrama yönelttiğine göre,
yani, Hegel bilinçli olarak, tarihî zamanın, kavramın
gelişmesinde (kavram burada Mutlak İdea'dır) bir uğrağı
(an, moment) cisimleştiren tarihî bütünlüğün içsel özünün
zamanın sürekliliği içerisindeki yansımasından ibaret
olduğunu ilân ettiğine göre, tarihî zamanın, varoluşu
olduğu toplumsal bütünlüğün özünü yansıtmaktan ibaret bir
şey olduğunu, Hegel'in kendi ağzından
öğrenmiş oluyoruz: Bu demektir ki, tarihî zamanın özsel
karakteristikleri, birtakım göstergeler gibi, bizi o toplumsal
bütünlüğün kendine özgü yapısına götürecektir.
Hegel'in
tarihî zamanının iki özsel karakteristiği ötekilerden izole
edilebilir: Bunlar, bu tarihî zamanın homojen sürekliliği ve bütünün
parçalarının çağdaşlığıdır.
(1)
Zamanın homojen sürekliliği. Zamanın homojen sürekliliği,
İdea'nın diyalektik gelişmesinin sürekliliğinin,
varoluştaki yansımasıdır. Böylece zaman,
İdea'nın içinde belirdiği gelişme sürecinin diyalektik
sürekliliğinin yer aldığı sürem (mütemadi, continuum)
olarak ele alınabilir. Şu halde bu düzeyde; bütün bir tarih
bilimi sorunu, bu süremin, bir diyalektik bütünlüğün ötekini izleyişine
tekabül eden bir dönemleştirme’ye göre bölünmesinden ibarettir.
İdea'nın uğrakları, zaman süreminin kesin olarak
bölünebileceği tarihî dönemler olarak varolur. Hegel bunları
söylerken kendi teorik sorunsalı içinde, tarihçinin pratiğinin-
bir numaralı sorununu düşünüyordu; örneğin Voltaire'in, XIV.
Louis ile XV. Louis çağları arasında ayrım yâparken
dile getirdiği sorun; modern tarih yazımının
başlıca sorunu da hâlâ budur.
(2)
Zamanın çağdaşlığı, ya da tarihî şimdiki
zaman kategorisi. Bu ikinci kategori, birinci kategorinin mümkün
olabilmesinin koşuludur ve burada Hegel'in temel düşüncesi
bulunabilir: Tarihî zaman toplumsal bütünlüğün varoluşu ise, o
zaman bu varoluşun yapısı konusunda daha kesin
konuşabilmeliyiz. Toplumsal bütünlük ile onun tarihî varoluşu
arasındaki ilişkinin, dolaysız varoluşu olan bir
ilişki olması, bu ilişkinin kendisinin de dolaysız
olması gerektiği anlamına gelir. Başka bir
söyleyişle: Tarihî varoluşun yapısı öyledir ki bütünün
öğelerinin hepsi tek ve aynı zaman içinde, tek ve, aynı
şimdiki zaman içinde birlikte-varolurlar ve dolayısıyla tek
ve aynı şimdiki zaman içinde birbirleriyle
çağdaştırlar. Bu anlayışa göre Hegelci toplumsal
bütünlüğün tarihî varoluşunun yapısı benim “özsel
kesit” (coupe d'essence) diye adlandırmayı önerdiğim bir
şeye imkân verir; yani; aklî bir işlemle tarihî zamanın
herhangi bir anında dikey bir kesit açarsınız ve
şimdiki zamanda açılan bu kesite baktığımızda
bütünün öğelerinin hepsinin birbirleriyle dolaysız bir
ilişki içinde olduğunu, içsel özlerini dolaysız olarak yansıtan
bir ilişki içinde olduklarını görürsünüz. Bu nedenle, “özsel
kesit”den söz ettiğim zaman, böyle bir kesit açılmasına
imkân veren bir toplumsal bütünlüğün özgül (specific)
yapısı anlayışını dile getireceğim; bu
anlayışa göre bütünün parçalarının hepsi bir
birlikte-varoluş içinde verilmişlerdir, bütün kendisi de zaten
onların içsel özlerinin dolaysız varlığıdır,
dolayısıyla bütün dolaysız olarak onların içinden
okunabilir. Açıkça görüldüğü gibi böyle bir özsel kesitin
açılmasına imkân veren şey, bu toplumsal bütünlüğün
özgül yapısıdır: çünkü böyle bir kesit, ancak böyle bir
bütünün birliğinin kendine özgü yapısı sayesinde mümkün
olabilir ve bu da ancak “mânevî” bir birlik olabilir, çünkü bu, kendini
dile getirebilen bir bütünün, yani, bütün parçalarının birtakım
“bütünsel parçalar” olduğu bir bütünün sahip olabileceği bir
birliktir; böyle bir bütünün “bütünsel parçalarının” her biri
öteki parçaları da dile getirir ve gene her biri, kendilerini meydana
getiren toplumsal bütünlüğü dile getirir, çünkü her biri, kendini dile
getirişinin dolaysız biçimde, bütünün kendisinin özünü de
içermektedir. Az önce değindiğim Hegelci bütünün
yapısından söz ediyorum: Hegelci bütün öyle bir birliğe
sahiptir ki, burada bütünün her parçası, ister maddî ya da iktisadî
bir belirleme olsun, ister politik bir kurum ya da dinî, sanatsal ya da
felsefî bir biçim olsun, aslında hiçbir zaman, kavramın tarihen
belirlenmiş bir anda kendi kendisiyle birlikte
varlığının ötesinde bir anlam taşımaz.
İşte bu anlamda, ögelerin birbirleriyle birlikte-varlığı,
ve her ögenin bütünle birlikte varlığı, bu neredeyse yasal
zorunluk olan öncel varlık üzerinde temellenir: yani, kavramın,
varoluşunun bütün belirlemelerindeki bütünsel varlığı.
Zamanın sürekliliği de ancak bu şekilde mümkün olabilir: kavramın
varlığının sürekliliğinin olumlu belirlemeleriyle
birlikteki fenomeni olarak. Hegel'de İdea'nın gelişmesinin
bir moment'inden söz ederken, bu terimin iki anlamı tek bir anlama
indirgediğine dikkat etmeliyiz: bir gelişmenin
uğrağı olarak moment (bu, zamanın sürekliliğini
getirir ve teoride dönemleştirme sorununu yaratır); bir de,
zaman içinde, an olarak, şimdiki zaman olarak moment; bu, hiçbir
zaman, kavramın bütün somut belirlenmeleri içinde; kendi kendisiyle
birlikte varlığının fenomeninden başka bir
şey değildir.
Kavramın
o andaki özüyle, bütünün belirlemelerinin, bu mutlak ve homojen
birlikte-varlığı, yukarıda sözünü ettiğim “kesit”e
imkân veren şeydir. Bütünün tüm belirlemeleri için geçerli olan, ve
tarihî olarak şimdiki zamanın felsefesi olan felsefede bu bütünün
bilinmesiyle ortaya çıkan bütünün kendi bilincinde-oluş'unu da
içeren ünlü Hegelci formülü, yani, hiçbir şeyin kendi
zamanının ötesine geçemeyeceğini söyleyen ünlü formülün
açıklaması da buradadır. Şimdiki zaman, bütün bilme'nin
mutlak ufkunu meydana getirir, çünkü bilmek denen şey, bütünün içsel
ilkesinin bilme içinde varoluşundan başka bir şey olamaz.
Felsefe ne kadar ileri giderse gitsin, bu mutlak ufkun
sınırlarının ötesine geçemez: akşam karanlığında
kanatlanıp uçsa bile, hâlâ gündüze, bugüne aittir, hâlâ, kendi kendini
düşünen şimdiki zamandır, kavramın kendisiyle birlikte
varlığını düşünmektedir –yarın özü
gereği yasaklanmıştır felsefeye.
İşte
bu nedenle şimdiki zamanın ontolojik kategorisi, tarihî zamanın
önceden kestirilmesini, kavramın gelecekteki gelişmesini önceden
bilinçli olarak tahmin etmeyi, geleceğin herhangi bir bilgisini
imkânsızlaştırır. Hegel bu yüzden "büyük
adamlar"ın varoluşunu ele alırken teorik güçlüklerle
karşılaştı; çünkü onların rolü Hegel'in düşüncelerine
göre imkânsız olan bir bilinçli tarihî tahmine paradoksal bir biçimde
tanıklık ediyordu. Dolayısıyla Hegel'e göre büyük adamlar
tarihî algılayamaz ve bilemezler; bir önsezi olarak vahiy yoluyla
kavrarlar. Büyük adamlar, yarının özünün
yakınlığını hiçbir zaman bilemeyecek,
"kabuktaki çekirdek"i, şimdiki zaman içinde görülmez
şekilde kuluçkada yatan geleceği, şu andaki özün
yabancılaşmasıyla doğan gelecekteki özü hiçbir zaman
bilemeyecek, ama, bir önseziyle sezebilecek kâhinlerdir. Geleceği bilmenin
hiçbir yolu olmaması olgusu herhangi bir politika bilimi
olmasını da önler, şimdiki olayların gelecekteki
etkilerini ele alacak bütün bilme çabalarını önler. Bu yüzden
Hegelci bir politika mümkün değildir ve aslında hiçbir zaman bir
Hegelci politikacı olamamıştır.
Tarihî
zamanın özelliği ve teorik koşulları üstünde bu kadar
durdum, çünkü bu tarih kavramı ve kavramın zamanla ilişkisi
aramızda hâlâ canlı; şimdilerde senkroni ile diyakroni
arasında yaygın çevrelerde yapılan ayrım da bunu
gösteriyor. Bu ayrım da, tarihî zamanın kendi kendisiyle
çağdaş, homojen ve sürekli olduğu kavramına
dayanır. Senkronik kendi kendisiyle çağdaştı,
belirlenmelerinin özünün birlikte-varlığıdır,
şimdiki zaman özsel yapının varoluşunun ta kendisi
olduğu için, şimdiki zaman bir "özsel kesit" içinde
yapı olarak görülüp okunabilir. Dolayısıyla senkronik, sürekli-homojen
zamanın ideolojik kavramını ön-gerektirir. Bunun mantıki
sonucu olarak diyakronik de bu şimdiki zamanın,
"tarih"in kesin anlamında indirgenebileceği "olaylar"ın,
zaman süremi içindeki bir dizi raslansal şimdiki zamanlar olduğu
bir zamansal süreklilik sırası içinde gelişmesidir (bkz.
Levi-Strauss). Ana kavram olan senkronik gibi bir diyakronik de böylece
Hegelci zaman kavramında izole ettiğim iki karakteristiği
ön-gerektirir: yani, onun da dayanağı ideolojik bir tarihî zaman
kavramıdır.
İdeolojik,
çünkü bu tarihî zaman kavramı, Hegel'in toplumsal bütündeki tüm
iktisadî, politik, dinî, estetik, felsefi ve benzeri ögeler
arasındaki halkayı meydana getirdiğini düşündüğü
birlik kavramının yansımasından başka bir şey
değildir. Çünkü Hegelci bütünlük, bir "mânevî bütünlük"tür;
yani Leibniz'in tanımladığı anlamda bütün
parçaların birlikte soluk aldığı, her parçanın bir
pars totalis (bütünsel parça) olduğu bir bütünlüktür ve bu nedenle
tarihî zamanın bu ikili görünümü
(homojen-süreklilik/çağdaşlık) mümkün ve zorunludur.
Bu
Hegelci karşı-örneğin niçin geçerli olduğunu şimdi
görebiliyoruz. Hegelci bütünün yapısı ile Hegelci tarihî
zamanın özelliği arasındaki şu az önce tesbit
ettiğimiz ilişkiyi gözden gizleyen şey, bu Hegelci zaman
fikrinin en bayağı ampirizmden ödünç alınmış olmasıdır-gündelik
hayatın aldatıcı barizliğinin ampirizmi.[1] Tarihî zamanı
özgül, yapısı üstüne soru sormamış, çoğu
tarihçilerde, en azından Hegel'in okuduğu bütün tarihçilerde, en
yontulmamış biçimiyle görürüz bu ampirizmi. Şimdilerde
birkaç tarihçi, hem de çok dikkate değer bir şekilde bu
soruları soruyorlar (Lucien Febvre, Labrousse, Braudel, v.b.); ama,
belirtik olarak, inceledikleri bütünün yapısının bir
işlevi olarak sormuyorlar, gerçekten kavramsal bit biçimde sormuyorlar
bu soruları: tarihte değişik zamanlar olduğunu, zaman
çeşitleri olduğunu, uzun zamanlar, orta zamanlar ve kısa zamanlar
olduğunu belirtmekle yetiniyor ve bunların birbirlerine geçişlerini
kesişmelerinin ürünleri olarak kaydediyorlar; dolayısıyla bütün
bu çeşitlilikleri, çeşitliliklerin üremesini bütün yönettiği
halde, gene de bütünün kendisine karsı çıkmış
çeşitlemeler olarak ele almıyorlar; bunun yerine, bu
çeşitlemeleri, kendi sürelerine göre ölçülebilen çeşitler olarak
olağan zamana; sözünü ettiğimiz ideolojik zaman süremine
ilişkin kılmaya çalışıyorlar. Hegelci
karşı-örnek geçerli, çünkü gündelik pratiğin ve
tarihçilerin pratiğinin, yalnız bu soruları
sormayanların değil, bazı soruları soran tarihçilerin
de pratiğinin yontulmamış ideolojik
yanılsamalarını temsil ediyor; eksiklik, soruların
temeldeki tarih kavramı sorusuna değil de, ideolojik zaman
kavramına ilişkin olmalarından ileri geliyor.
Gelgelelim,
Hegel'in kendi sistemâtik zaman kavramı için sadece yüceltmekle
yetindiği bu ampirizmini bizden gizleyen şeyi elimizde
bulundurabiliriz. Kısa eleştirel analizimizde ürettiğimiz bu
vargıyı elimizde tutabiliriz: toplumsal bütünün yapısı
sıkı bir sorgudan geçirilmelidir ki, bu toplumsal bütünün
"gelişme"sinin içinde düşünüldüğü tarih
kavramının sırrı ortaya çıksın; toplumsal
bütünün yapısını bir kez anladıktan sonra, onunla bu
kavramın yansıdığı tarihî zaman kavramı
arasındaki görünürde "sorun-suz" ilişkiyi daha kolay
anlayabiliriz. Az önce Hegel için yaptığımız Marx için
de geçerlidir: "kendi başına duruyor" gibi görünen, ama
aslında toplumsal bütünün kesin bir kavranılış
biçimine organik olarak bağlanan bir tarih kavramında gizli bir
şekilde yatan teorik varsayımları izole etmemize imkân
veren yöntem Marx'a da uygulanabilir ve Marksizm'in toplumsal
bütünlüğü kavrayış biçimi temeli üzerinde tarihî
zamanın Marksist kavramı da kurulabilir.
Marksist
bütünün Hegelci bütünle birbirine karıştırılamayacağını
biliyoruz. Marx'ın bütünlüğü Leibniz’in ya da Hegel'in bütünleri
gibi parçaları birbirlerini dile getiren “mânevî” bir birliğe
sahip olmak şöyle dursun, belirli tipte bir
karmaşıklıktan meydana gelir, yapılaşmış
bir bütün’ün birliğine sahiptir; bu bütünün içinde birbirinden
ayrı ve "görece özerk" düzeyler ya da kerteler vardır
ve bunlar karmaşık yapısal birlik içinde
birlikte-varolurlar, özgül belirlemelere göre birbirleriyle eklemlenirler,
son kertede iktisat düzeyi ya da kertesi tarafından belirlenirler.[2]
Şüphesiz,
bu bütünün yapısal özelliğini daha kesin terimlerle
tanımlamamız gerekecek, ama bu geçici tanım da, Hegelci
varlığın birlikte-varoluşu tipinin ("özsel
kesit"e imkân veren tip) bu yeni tip bütünlüğün varoluşuyla
bağdaşamayacağım önceden bilmemize yetiyor.
Marx,
Felsefenin Sefaleti'nde (s. 110-11) yalnız üretim ilişkilerini
ele aldığı bir bölümde bu garip birlikte-varoluşu tam
olarak gösteriyor:
Her
toplumun üretim ilişkileri bir bütünü oluşturur. M. Proudhon
sanıyor ki iktisadî ilişkiler birtakım geçiş evreleridir,
biri öbürünü doğurur, tezden antitezin çıkması gibi
birbirlerinden sonuçlanırlar ve kendi mantıkî dizilişlerinde
insanlığın kişiliksiz aklını
gerçekleştirirler. Bu yöntemin tek kusuru şu, M. Proudhon bu evrelerden
tek bir tanesini incelemeye kalkıştığında,
toplumun, başka bütün ilişkilerine başvurmadan
açıklayamıyor onu, oysa o ilişkileri henüz diyalektik
hareketine doğurtamamıştır. M. Proudhon bundan sonra
saf akıl yoluyla bu öbür evreleri de doğurtmaya başlayınca,
onları yeni doğmuş bebekler gibi ele alıyor.
Birincisiyle aynı yaşta olduklarını unutuyor...
Politik ekonominin kategorileriyle bir ideolojik sistem binası
inşa etmeye girişince, toplumsal sistemin organları
yerlerinden çıkıyor. Toplumun çeşitli organları her
biri ayrı birer toplum oluyor, birbiri ardından. Gerçekten de,
tek bir mantıkî hareket, sıralanış formülü, bütün
ilişkilerin aynı anda birlikte-varolduğu ve , birbirlerine
dayanak olduğu bir toplumun gövdesini nasıl açıklasın?
(italikler, L.A.).
Her
şey burada işte: "toplumsal sistemin"
organlarının birlikte-varoluşu, eklemlenişi,
aralarındaki ilişkilerin birbirlerini karşılıklı
desteklemeleri, "hareketin, sıralanışın,
zamanın mantıkî formülü" içinde düşünülemez. Bu
"mantık"ın, Marx'ın Felsefesinin Sefaleti'nde
gösterdiği gibi sadece "hareket" ve "zaman"ın
soyutlaması olduğunu aklımızda tutarsak, ve
bunların burada Proudhon'un aldatmacasının kökenleri olarak
gösterildiğini unutmazsak, düşünme (kurgu-spekülasyon)
sırasını değiştirmek ve önce bütünlüğün özgül
yapısını düşünüp sonra gerek, organları ve
oluşturucu ilişkilerinin birlikte-varoluş biçimini, gerekse
tarihin kendine özgü yapısını anlamak gerektiğini
görürüz.
Marx
1857 Girişi'nde kapitalist toplum üstüne konuşurken zaman
sırasının tartışılmasından önce bütünün
yapısının kavranılması gerektiğini bir kere
daha vurgular:
Değişik
toplum biçimlerinin ardarda sıralanışlarında iktisadî
ilişkilerin arasında tarihî olarak kurulan bağlantı
sorunu değildir bu. “İdea”da (Proudhon) sıralanış
dizileri hiç değildir... modern burjuva toplumundaki eklemli-hiyerarşileridir
(Gliederung). (Grundrisse, s. 28).
Bu,
yeni bir başlangıç noktası tesbit ediyor: bütünün
yapısı organik hiyerarşik bütünün yapısı olarak
eklemlenmiştir. Organların birlikte-varoluşu ve bütün
içindeki ilişkileri, organların ve ilişkilerinin
eklemlenişine (Gliederung) özgül, bir düzen getiren egemen bir
yapının düzeni tarafından yönetilir.
Bütün
toplum biçimlerinde belirlenmiş bir üretim ve onun ilişkileri
bütün öteki üretimlerin ve onların ilişkilerinin önem ve
etkilerini belirler (s. 27).
Burada
çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekiyor: Marx’ın burada bir
örneğini verdiği, bir yapının egemenliği (burada
bir üretim biçiminin, örneğin endüstriyel üretimin basit meta
üretimine egemenliği, v.b.) bir merkez'in öncelliğine
indirgenemez; aynı şekilde, ögelerle yapı arasındaki
ilişki de, fenomenleri arasındaki özün kendini dile getiren
birliğine indirgenemez. Bu hiyerarşi, sadece, toplumsal
bütünlüğün değişik "düzey" ya da kerteleri
arasında varolan etkililiğin hiyerarşisidir. Düzeylerin her
biri kendi içinde yapılaşmış olduğu için, bu
hiyerarşi; bütünlüğün içinde varolan değişik yapılaşmış
düzeyler arasındaki etkililik hiyerarşisini, derecesini ve indeksini
temsil eder: bağımlı yapılar ve onların ögeleri
üstünde egemen olan bir yapının etkililiğinin
hiyerarşisidir. Başka yazılarda, bir konjonktürün
birliği içinde bir yapının başka yapılara
karşı bu "egemenliği"ni kavramak için, iktisadî
olmayan yapıların "son kertede" iktisadî yapılarca
belirlendiği ilkesine başvurmak, gerektiğini göstermiştim;
bu "son kertede belirlenme" etkililik hiyerarşisindeki yapıların
yer değiştirmelerinin ya da bütünün
yapılaşmış düzeyleri arasındaki
"egemenliğin" yer değiştirmesinin zorunluluğu
ve anlaşılırlığı için mutlak bir
önkoşuldur; bu yer değiştirmelere bir işlevin zorunluluğunu
yükleyerek, gözle görülebilir, yer değiştirmelerin keyfi
göreceliğinden kurtulmanın tek yolu da bu "son kertede
belirlenme”yi anlamaktır.
Marksist
bütünlüğe özgü birlik tipi gerçekten bu çeşitse, bunu bazı
önemli teorik sonuçlar izleyecektir.
İlkin,
bu bütünlüğün varoluşunu Hegelci şimdiki zamanın
çağdaşlığı kategorisi içinde düşünmek mümkün
değildir. Değişik yapılaşmış
düzeylerin, iktisadî, politik ve ideolojik düzeylerin, v.b., dolayısıyla
iktisadî altyapının, hukukî ve politik üstyapıların,
ideolojilerin ve teorik formasyonların (felsefe, bilimler)
birlikte-varoluşu, Hegelci şimdiki zamanın, zamansal var
oluşun özün fenomenleriyle birlikte varoluşuna denk
düştüğü ideolojik bir şimdiki zaman içerisindeki
birlikte-varoluşu olarak düşünülemez. Bunun sonucu olarak da,
dolaysız varoluşun yerini alan, bu süren var oluşun
dolaysız varoluşunun yerini alan sürekli ve homojen bir zaman
modeli, artık tarihin zamanı olarak görülemez.
Şu
son noktadan başlayalım, çünkü o bizi ilk ilkelerin vargılarına
karşı daha duyarlı hale getirebilir. İlk bir
yaklaştırma olarak, Marksist bütünlüğün yapısından
yola çıkıp bütünün değişik düzeylerinin gelişme
sürecini aynı tarihî zaman içinde düşünmenin artık mümkün
olmadığını ileri sürebiliriz. Bu değişik
"düzeyler"in her biri ayrı tipten bir tarihî varoluşa
sahiptir. Böylece, her düzeye kendine özgü bir zaman
tanımalıyız, her düzeyin; öbür düzeylerin "zamanlar"ından
görece özerk, ve Dolayısıyla,
bağımlılığı içinde bile görece
bağımsız olduğunu görmeliyiz. Şunu söyleyebiliriz
ve söylemeliyiz: her üretim tarzının, üretici güçlerin
gelişmesiyle çok özgül bir biçimde noktalanan kendine özgü bir
zamanı ve tarihi vardır; üretim ilişkilerinin, özgül bir
biçimde noktalanan kendilerine özgü zaman ve tarihleri vardır; politik
üstyapının kendi tarihi vardır...; felsefenin kendi
zamanı ve tarihi vardır...; estetik ürünlerin kendi zaman ve
tarihleri vardır...; bilimsel formasyonların kendi zaman ve
tarihleri vardır, v.b. Bu kendine özgü tarihlerin her biri kendilerine
özgü ritmlerle noktalanır; Dolayısıyla bizim onları bilmemiz
için tarihî zamansallıklarının ve noktalamalarının
(sürekli gelişme, devrim, kopuş, v.b.) özgüllüğünün
kavramını tanımlamamız gerekir. Bu zamanların ve
bu tarihlerin her birinin görece özerk olması olgusu onları
bütünden bağımsız birtakım âlemler yapmaya yetmez: bu
zamanların ve bu tarihlerin her birinin özgüllüğü-başka bir
söyleyişle, görece özerklikleri ve
bağımsızlıkları-bütündeki belirli bir
eklemleniş biçimine dayanır ve Dolayısıyla bütün
karşısındaki.belirli bir bağımlılık
tipine dayanır. Örneğin felsefe tarihi, kutsal fermanla bağımsız
olmuş bir tarih değildir: bu tarihin özgül bir tarih olarak
varolabilme hakkı eklemlenen ilişkilerle, yani, bütünün içinde
varolan görece etkililik ilişkilerine göre belirlenir.
Dolayısıyla bu zamanların ve bu tarihlerin özgüllüğü
ayrımsal'dır (tezafuli, diferansiyel), çünkü bütün içindeki
ayrı düzeylerin ayrımsal ilişkilerine dayanır: bu
nedenle her zaman ve tarihin bağımsızlık tarzı ve
derecesi bütünlüğün eklemlenme düzeni içindeki her düzeyin
bağımlılık tarzı ve derecesiyle belirlenir.
Dolayısıyla, bir-tarihin ve bir düzeyin "görece"
bağımsızlığı kavramı boşlukta bir
bağımsızlık olumlamasına ya da kendi
başına bir bağımlılık olumsuzlamasına
indirgenemez; bu “görece“ bağımsızlık kavramı
kendi "göreceliğini" tanımlar, yani, kendi zorunlu
sonucu olarak bu "görece" bağımsızlık
tarzını üreten ve temellendiren bağımlılık
tipini tanımlar; bütünün meydana getirici yapılarının
eklemlenmesi düzeyinde, görece bağımsızlığı
yaratan ve etkilerini değişik "düzeyler"in tarihlerinde
gözlemlediğimiz bağımlılık tipini tanımlar.
Sırayla
"düzeyler"in her birine tekabül eden ayrı tarihlerin mümkün
ve zorunlu oluşu bu ilkeye dayanır. Bu ilke sayesinde bir iktisat
tarihi, bir politik tarih, bir dinler tarihi, bir ideolojiler tarihi, bir
felsefe tarihi, bir sanat tarihi ve bir bilimler tarihi üstüne konuşabiliriz,
böylece de bütün bu tarihlerin, toplumsal bütünlüğün ayrı
düzeylerinin her birini öbürlerine eklemleyen özgül
bağımlılığı içindeki görece
bağımsızlığını gözden gizlemiş
değil, tersine; zorunlukla kabul etmiş oluruz. Şu halde,
sadece ayrımsal tarihler olan bu ayrı tarihleri meydana getirme
hakkına sahipsek, bugünün en iyi tarihçilerinin çoğunun
yaptığı gibi değişik zamanların ve ritmlerin
varlığını belirtmekle yetinmeyip, onları
ayrımlarının kavramına ilişkin kılmalı,
yani, bütünün düzeylerinin eklemlenişinde yerlerini tesbit eden tipik
bağımlılığa görece ilişkilerini
göstermeliyiz. Onun için, modern tarihçilerin yaptığı gibi
değişik zamanlar için değişik dönemleştirmeler
olduğunu, her zamanın, kimi kısa, kimi uzun, ritmlere sahip
bulunduğunu söylemek yeterli değildir. Bu ritm ve noktalama
farklılıklarını kendi temellerinde, bu
değişik zamanları birbirleriyle uyumlu hale getiren
eklemlenme, yer değiştirme ve bükülme tipleri içinde
düşünmeliyiz. Daha da ileri giderek, kendimizi görülebilir ve
ölçülebilir zamanları bu şekilde düşünmekle
sınırlamamamız gerektiğini söyleyebilirim; her
görülebilir zamanın yüzeyi altında gizlenen görünmez ritm ve
noktalamaların, görünmez zamanların varoluş
tarzının ne olduğu sorusunu da sormalıyız.
Kapital'i şöyle bir okumak Marx'ın bu konuda duyarlı
olduğunu gösterir. Örneğin, iktisadî üretim zamanının
özgül bir zaman olduğunu (üretim tarzına göre değişen),
ama aynı zamanda, özgül bir zaman olarak karmaşık ve çizgisel
olmayan bir zaman olduğunu gösterir –hayatın ya da saatların
zamanın sürekliliğinde okunamayan, üretimin kendine özgü
yapılarından kurulması gereken karmaşık bir zaman,
bir zamanlar zamanıdır bu Marx'ın analiz ettiği
kapitalist iktisadî üretimin zamanı kavramında
kurulmalıdır. Bu zamanın kavramı, üretimin,
dolaşımın, dağılımın değişik
işlemlerini noktalayan değişik ritmlerin,
gerçekliğinden çıkarılarak, kurulmalıdır: bu
değişik işlemlerin kavramlarından, örneğin,
üretimin zamanı ile emeğin zamanı arasındaki
ayrımdan, değişik üretim döngüleri arasındaki
ayrımdan (sabit sermayenin, dolaşan sermayenin, değişen
sermayenin devrî; parasal devir, ticari sermaye ile mâlî sermayenin devri,
v.b.) çıkarılarak kurulmalıdır. Kapitalist üretim
tarzında iktisadî üretim zamanının gündelik pratiğin
ideolojik zamanının barizliğiyle hiçbir ilişkisi
yoktur: şüphesiz bazı belirlenmiş alanlarda, biyolojik zamanda
kökü vardır (insanî ve hayvanî iş gücünün çalışma ve
dinlenme sürelerindeki belli sınırlamalar; tarımsal üretimin
belirli ritmleri) ama özünde biyolojik zamanla hiç de özdeş değildir
ve herhangi bir verili sürecin akışında dolaysız olarak
okunabilecek bir zaman hiç değildir. Görünmez bir zamandır, özü
gereği okunamaz, toplam kapitalist üretim sürecinin gerçekliği
kadar mat ve okunmazdır. Az önce sözünü ettiğimiz
değişik zamanların, ritmlerin, devirlerin, v.b.
karmaşık bir “kesişme noktası” olan bu zaman, ancak
kavramı ile anlaşılabilir, çünkü bütün kavramlar gibi bu da
hiçbir zaman dolaysız olarak “verilmiş” değildir, görünür
gerçeklik içinde okunamaz: bütün kavramlar gibi bu kavramın da
üretilmesi, kurulması gerekir.
Aynı
şey politik zaman ve ideolojik zaman, teoriğin (felsefe)
zamanı ile bilimselin zamanı için de söylenebilir-sanatın
zamanı da ayrı: Felsefe tarihinin zamanı da dolaysızca
okunamaz: şüphesiz, tarihî kronoloji içinde filozofların
birbirlerini izlediklerini görüyoruz; bu sıralanışı
tarihin kendisi saymak mümkündür. Burada da, gözle görülen
sıralanışın ideolojik önyargısından
vazgeçmeli ve felsefe tarihinin zamanının kavramını
kurmaya girişmeliyiz. Ve bu kavrâmı anlamak için felsefenin
varolan kültürel formasyonlardan biri olarak özgül ayrımını
tanımlamak mutlaka zorunludur (ideolojik ve bilimsel formasyonlardan
biri); felsefîyi, Teorik düzeyine ait olarak tanımlamak gerekir;
Teorik olarak Teoriğin ilkin değişik varolan pratiklerle,
ikinci olarak ideolojiyle ve son olarak da bilimselle ayrımsal
ilişkisini tesbit etmek gerekir. Bu ayrımsal ilişkileri
tanımlamak; Teoriğin (felsefînin) bu öteki gerçekliklerle özel
eklemleniş biçimini tanımlamaktır, dolayısıyla
da, felsefe tarihinin ayrı pratiklerin tarihleriyle, ideolojiler
tarihiyle ve bilimler tarihiyle özel eklemlenişini
tanımlamaktır. Ama bu da yeterli değil: felsefe tarihinin
kavramını kurmak için, felsefenin kendi içinde felsefi
formasyonları meydana getiren ve felsefi olayların nasıl
mümkün olduğunu düşünmek için başvurmak zorunda
olduğumuz özgül gerçekliği tanımlamak gerekir: Tarih
kavramını üretmek için girişilecek bir teorik çabanın
başlıca görevlerinden biri budur: tarihî olgunun, kesinlikli bir
tanımını vermek. Bu araştırmaya şimdiden
girmeden de, genelliği içinde tarihî olgunun, tarihî varoluş
içinde gelip geçen bütün başka fenomenlere karşıt olarak,
varolan yapısal ilişkilerde bir değişime yol açan bir
olgu diye tanımlanacağını söyleyebilirim. Felsefe tarihini
de bir tarih olarak tartışmak istiyorsak, felsefî olguların,
tarihî çapta felsefî olguların bu tarih içinde yer
aldığını, yani, varolan felsefi yapısal
ilişkilerde, bu durumda varolan teorik sorunsal içinde gerçek
değişimlere yol açan felsefi olguların bu tarih içinde yer
aldığını kabul etmeliyiz. Şüphesiz bu olgular her
zaman için görülebilir değildirler, çok zaman gerçek bir
baskının, az çok kalıcı bir tarihî inkârın
nesnesidirler. Örneğin dogmatik klasik sorunsalın Locke'un
ampirizmiyle değiştirilmesi tarihî çapta bir felsefe olayıydı.
Onsekizinci yüzyılı, Kant'ı, Fichte'yi ve hattâ Hegel'i
etkisi altına aldığı gibi bugünün idealist
eleştirel felsefesini de etkisi altında tutuyor. Bu tarihî olgu
ve özellikle yaygınlık alanı (Kant'dan Hegel'e kadar Alman
idealizminin anlaşılmasındaki önemi) çok zaman hafifsenir.
Gerçek derinliğinin yeterince değerlendirildiği, pek
görülmez. Marksist felsefenin yorumlanışındaki rolü
kesinlikle belirleyici olmuştur; hâlâ onun tutsağıyız.
Bir başka örnek olarak Spinoza gösterilebilir: Spinoza'nın
felsefesi felsefe tarihinde eşi görülmemiş bir teorik devrim
başlatmıştı; belki de en büyük felsefî devrimdi bu,
çünkü felsefe açısından baktığımızda Spinoza'nın,
Marx'ın dolaysız atası olduğunu görürüz. Gelgelelim, bu
radikal devrim büyük çapta bir tarihi baskıya hedef oldu, bazı
ülkelerde Marksist felsefenin başına gelen, hâlâ da gelmekte
olan şeyler Spinoza felsefesinin de başına geldi: “ateizm”
suçlamasının kahredici kanıtı oldu. On yedinci ve on
sekizinci yüzyıllarda kurulu düzen Spinoza'nın
anısını kovalayıp durduğu için her yazarın
konuşma hakkını elde etmek üzere Spinoza'ya karşı
takındığı kaçınılmaz uzak tavır (bkz:
Montesquieu) filozofun düşüncesinin hem iticiliğini, hem de
olağanüstü çekiciliğini gösterir. Böylece felsefe tarihinin
baskı altına alınmış
Spinozacılığı bir yeraltı tarihi olarak aktı
ve başka yerlerde, politik ve dinî ideolojide (deizm), bilimlerde
etkisini gösterdi, ama gözle görünür felsefenin
aydınlatılmış sahnesinde görünmedi. Spinoza, Alman
idealizminin “Atheismusstreit”ında* ve sonradan da akademik yorumlarda
sahneye yeniden çıktığında, bir çeşit
yanlış anlaşılma kalkanı altında korundu.
Şimdiye kadar söylediklerim, bir tarih kavramının kendi
değişik alanlarında ne yönde kurulması gerektiğini,
ve bu kavramın kurulmasının kronikçinin kaydettiği
gözle görülür olaylar dizisiyle bir ilintisi olmadığını
yeterince göstermiştir sanırım.
Freud'dan
bu yana, bilinçdışının zamanının, biyografi
zamanı ile karıştırılmaması gerektiğini
biliyoruz. Tersine, bilinçdışının zamanının
kavramı, belli biyografik özellikleri anlamak amacıyla
kurulmalıdır. Aynı şekilde, zamanın
sürekliliğinin ideolojik barizliğinde hiçbir zaman verili
olmayan değişik tarihî zamanların kavramları da
kurulmalıdır, yalnız nesnelerinin, bütünün
yapısındaki ayrımsal özellikleri ve ayrımsal
eklemlenişleriyle kurulmalıdırlar. Bizi bura
inandırmak için başka örnekler de gerekiyor mu? Michel
Foucault'nun “deliliğin tarihi” ya da “kliniksel ilâcın
doğuşu” üstüne olağanüstü incelemelerini okuyun, bir
disiplin ya da bir toplumun temiz vicdanını, yani kirli
vicdanının maskesini yansıtan resmî kroniğin zarif olay
dizileri ile, bu kültürel formasyonların oluşum ve gelişme
sürecinin özünü meydana getiren tamamen beklenmedik zamansallık arasındaki
büyük uzaklığı göreceksiniz. Gerçek tarihte, tarihin sadece
noktalanması ve bölünmesi gereken çizgisel zamanın ideolojik
süreminde okunmasını gerektiren hiçbir şey yoktur. Tersine,
gerçek tarihin son derece karmaşık ve kendine özgü bir zamansallığı
vardır ki, ideolojik önyargıların insanı gevşeten
basitliği ile kesin, olarak çelişir. “Delilik”, gibi, ya da
tıpta “klinik bakış” (regard clinique) gibi kültürel
formasyonların tarihinin anlaşılması büyük bir
soyutlama çabası değil, soyutlama içinde büyük bir çaba gerektirir
–nesnenin kendisini kurmak ve tanımak ve buradan giderek nesnenin
tarihinin kavramını kurmak için. Bu anlayış, bütün
tarihlerin zamanlarının, sürekliliğin basit zamanı
olduğu, ampirik olarak görülebilir tarihin panzehiridir; ampirik
tarihte “içerik”, içinde görülen olayların boşluğudur ki
insanlar sonradan bunu bölme işlemleriyle, bu sürekliliği
“dönemleştirmek” üzere belirlemeye çalışırlar. Tarihin
adî esrarını özetleyen bu süreklilik ve süreksizlik kategorileri
yerine, her tarih tipi için özgül olan çok daha karmaşık kategorilerle,
içinde yeni mantıkların rol oynadığı kategorilerle
ilgilenmeliyiz; bütün bunlarda, “hareket ve zamanın
mantığı” kategorilerinin inceltilmesinden ibaret olan
Hegelci şemaların ancak yaklaşık bir değeri
olabilir ve bu da, yaklaşık özelliklerine uygun olarak
yaklaşık (işaret edici) bir biçimde kullanılmaları
şartıyla mümkündür. Çünkü bu Hegelci kategorileri yeterli
kategoriler saydığımızda kullanımları teorik
bakımdan saçmalaşır, ya tamamen işe yaramaz, ya da çok
yanıltıcı olurlar.*
Bütünün
düzeylerinin karmaşık tarihî zamanının bu özgül gerçekliği,
paradoksal . bir biçimde, bu özgül ve
karmaşık zamanda bir “özsel kesit” alınarak deneysel
şekilde sınanabilir, kesin belirleyici olan
çağdaşlık yapısı testinden geçirilebilir. Bu
çeşitten bir tarihî kopuş, ya iktisadî ya da siyasî düzeyde
büyük çapta bir değişimin fenomenleriyle
doğrulanmış bir dönemleşme kopuşuna bile uygulansa,
hiçbir zaman sözde “çağdaşlık”, yapısına sahip bir
“şimdiki zaman” göstermez, yani bütünün mânevî ya da dile getirici
birlik tipine tekabül eden bir şimdiki zaman göstermez. “Özsel
kesit”de gözlenebilecek birlikte-varoluş, bütün bu “düzeyler”de de var
olan, her yerde hazır ve nazır bir özü açığa vurmaz.
İktisadî ya da siyasî, belirlenmiş bir düzey için “geçerli” olan
kopuş, örneğin siyasette bir “özsel kesit”e tekabül eden bir
kopuş, değişik düzeylerde yaşayan ve başka
kopuşları tanıyan, başka ritmler ve başka
noktalamaları bilen öteki düzeylerde, iktisadî, ideolojik, estetik,
felsefi ya da bilimsel düzeylerde, kendisiyle aynı türden bir
şeye tekabül etmez. Bir düzeyin varlığı, deyim
yerindeyse,. bir
başka düzeyin yokluğudur, ve bir “varlık”la
yoklukların birlikte varoluşları, eklemli merkezsizliği
içindeki bütünün yapısının bir sonucudur. Lokalize edilmiş
bir varlık içinde yokluklar olarak kavranan şey, aslında,
bütünün yapısının lokalize edilememesi anlamına gelir;
ya da daha kesin bir söyleyişle, bütünün yapısının
kendi “düzeylerin”e (bu düzeyler kendileri de
yapılaşmıştır) ve düzeylerin “ögeler”ine
karşı kendine özgü etkililik tipi demektir. Bu özsel kesit,
olumsuz bir biçimde sergilediği yokluklarla bile, ortaya
çıkardığı imkânsızlık bize başka bir
şeyi gösterir: bu da, belirli bir üretim tarzından çıkan bir
toplumsal kuruluşa (formasyon) özgü tarihî varoluş biçimi,
Marx'ın belirli üretim tarzının gelişme süreci
dediği şeydir. Ve bu süreç de Marx'ın Kapital'de kapitalist
üretim tarzını incelerken değişik zamanların
birbirlerine dolanma biçimi (burada yalnızca iktisadî düzeyden söz
ediyor üstelik) dediği şey, yani, yapının
değişik düzeylerinin ürettiği değişik
zamansallıkların “yerinden çıkma” (decalage, dislocation) ve
bükülme tipidir ve bunun karmaşık bileşimi sürecin
gelişmesinin kendine özgü zamanını oluşturur.
Bu
söylediklerimde herhangi bir yanlış anlaşılmaya yer
bırakmamak için aşağıdaki sözleri eklemeyi de gerekli
görüyorum.
Yukarıda
ana çizgilerini koyduğum tarihî zaman teorisi, “görece” özerklikleri
içinde ele alınmış değişik düzeylerin tarihini
kavramamız mümkün olur. Ama bu sözlerden, tarihin, kimi kısâ
vadeli bir tarzda, kimi uzun vadeli bir tarzda, değişik tarihî
zamansallıklarda, aynı tarihî zamanı yaşayan
değişik “görece” özerk tarihlerin yan yana getirilişini
çıkarmamak gerekir. Başka bir söyleyişle, özsel kesitler
halinde şimdiki zamanlarına bakabileceğimiz sürekli bir
zamanın ideolojik modelini bir kenara attıktan sonra, bu modelin
yerine, üslûbu farklı olsa bile gizlice gene aynı zaman ideolojisini
yerleştiren bir başka model getirmekten
sakınmalıyız. Bu nedenle, değişik
zamansallıkların çeşitliliğini tek bir ideolojik temel
zamana ilişkin kılmak elbette sözkonusu değildir;
değişik düzeylerin zamansallıklarının birbirinden
kopukluğu da, tek bir sürekli ana zaman çizgisine göre ölçülemez;
yani bunlar, ideolojik ana zamana göre, zaman içinde ilerilik ya da gerilik
olarak ele alınamaz. Yeni kavramımızda bir özsel kesit
açmaya kalkıştığımızda bunun imkânsız
olduğunu görüyoruz. Ama bu bizim eşitsiz bir kesit'le
uğraştığımızı da göstermiyor. Bir
zamanın öbürlerine göre ileriliği ya da geriliği,
demiryollarında trenlerin erken ya da geç gelmelerini mekân
işaretleriyle gösteren levhalar gibi gösterilemez. Bunu
yaptığımızda, en iyi tarihçilerimizden
bazıları gibi, bize de, ileriliğin ya da geriliğin
bütünün yapısının etkisi değil de, ana zaman
sayılan tek sürekliliğe görece değişkenlikler
olduğunu sanar ve tarih ideolojisinin tuzağına düşeriz.
Tarihçilerin kendilerinin de gözlemlediği olayları kendi
kavramlarına, sözkonusu üretim tarzının tarihinin kavramına
bağlamak istiyorsak –homojen ve sürekli bir ideolojik zamana
bağlamak niyetinde değilsek– bu ideolojinin bütün biçimlerinden
uzaklaşmalıyız.
Bu
yüzyılın iktisadî ve siyasî düşünce dilinde önemli bir
stratejik rol oynayan birçok kavramın, örneğin Marksizm
terminolojisinde yer alan gelişmenin eşitsizliği,
kalıntılar, (bilinçte) gerilik gibi kavramların ya da
çağdaş iktisadî ve siyasî pratiğin “az-gelişmiş”
kavramının gerçek anlamlarını kavramak için bu sonuç
son derece önemlidir. Bu kavramların sözkonusu olduğu yerlerde
ayrımsal zamansallık kavramına çok kesin bir anlam
vermeliyiz, çünkü bunların pratikte çok derin etkileri oluyor.
Notlar
[1]
Hegelci felsefeye “kurgusal ampirizm” bile denmiştir:
(Feuerbach)
[2]
Bkz, “Çelişki ve Üstbelirlenme” ve “Maddeci Diyalektik Üstüne”, Pour
Marx.
Çeviren:
MURAT BELGE
Kaynak: Birikim, 3, s. 15-24
|
|