Tarih, Felsefe ve Psikoloji

 

Anasayfa

 

Komünist Parti'de Artık Devam Edemeyecek Olan Şey

Louis Althusser

 

1. Strateji: Gizlenen Dönemeç

Solun birliğinin bozgunu halk kitlelerinde büyük bir şaşkınlık, çok sayıda komünisttey­se derin bir karışıklık yarattı. SP (Sosyalist Parti) ile olan kopmaya açıkça sevinen ve bu­nu sosyal - demokrat tehlikeye karşı bir za­fer olarak tasarlayan „uvriyerist“, gerçekte sekter, bir fraksiyon dışında militanların ço­ğunluğu yalnızca bir ağır yenilgiye değil, a­ma özellikle bu tuhaf bozgunun koşullarına şaşmışlardır.

Yeni, bir olgu: Yönetimden açıklamalar bek­lerken, militanlar bu açıklamaları bir yandan da kendileri arıyorlar ve bu bozgunla sonuç­lanan süreci kendileri analiz etmeye başlı­yorlar: Parti'nin izlediği gerçek çizgi, bu çiz­ginin ani sıçrayışları ve pratiğin benzersiz karakterleri. Parti yönetiminden istenilen şey, analizin sürdürülmesi ve sonuçlarının tartı­şılması için vazgeçilmez olan maddî koşulla­ra zarar vermemesine ilişkin güvencedir: Partinin basınında serbest tartışma kürsüle­rinin açılması ve 23. Kongre'nin gerçekten demokratik biçimde hazırlanması.

Bu hareket karşısında, partinin yönetimi çifte bir savunma sistemini uygulamaya ko­yuyor yavaş yavaş: Sonuçlarını peşin peşin empoze, ve tartışmayı durdurmak için kana­lize ediyor.

20 Mart 1978'de Politbüro şunu bildirdi: “Az önce verilmiş olan siyasal muharebenin bütün derslerini edinmek doğal olarak ge­rekecektir.” Açık bir araştırmada yapması gerektiği gibi, gelecek zamanda konuşuyor, ama bunu sonuçlarını önceden sağlamak için yapıyor.

Birinci sonuç: “Komünist Parti bu durum­da hiçbir sorumluluk taşımamaktadır.” Her şeye kadar vermiş olan yönetimi, her şeye maruz kalan Parti'nin arkasına her şey olup bittikten sonra gizleme avantajına da sahip kılan bir formüldür bu.

İkinci sonuç: „Bu altı yıl boyunca (parti­nin) yönetici çizgisi sabit kaldı.“ Buysa 20 Mart tarihli raporunda Fiterman'a, sosyalist­lerin yanlışı nedeniyle kaybedilen bir zafer i­çin güç koşullarda mücadele eden partinin kahramanlığına dikkat çekme imkânı verir. „Biz bozgunu istemedik... Bu bozgun üze­rinde düşünmek, tartışmak ve yararlı dersle­ri çıkarmak gerekir. Ama şu açıktır ki, temel veriler az önce hatırlattığım nitelikte olduğu için, bu veriler karşısında, kabul ettiğimiz yö­nelişten başka bir ciddî ve sorumlu yönelişe sahip değildik. Politbüro çok kesin olarak inanmıştır.”

Kesin olarak inanmaya teşekkürler. İspat­lamadan vazgeçmek ve bize gerçekten de “öncülsüz sonuçlar”, analizi olmayan bir yar­gı sunabilmek için Politbüro söylediklerine şüphesiz „çok kesin olarak inanmış“ olmalıdır. İşte yönetimin yayımladığı çağrıya ger­çek anlamını veren şey: Bu analiz yapılma­lıdır, ama... Politbüronun „öncülsüz sonuç­ları“ temelinde. Ve G. Marchais durumu a­naliz etmeye çağrıda bulunduğunda (4 Nisan tarihli l'Humanité) -çünkü durum “tartış­ma ve düşünmeyi” gerektirmektedir- “bu düşünceyi geliştirmek için (...) Parti örgüt­leri(nin) önemli gerekçelere sahip” oldukla­rını bildirir. Hangi gereçler? “Politbüronun 20 Mart tarihli bildirisi ile Politbüro adına Ch. Fiterman'ın federal sekreterler önünde sunduğu rapor sözkonusudur özellikle.” Çember kapanmış, alan işaretlerle ,belirtil­miştir: Bu zengin gereç temeli üzerinde, tar­tışma tümüyle özgür olarak geliştirilebilecek­tir, yani kendisine peşinen sunulan sonuçlar içine kendi kendisine hapsolacaktır.

G. Marchais'in çağrısına gelince: „Tartış­mak gerek, bu çok iyi“, bunun pratikte ne demek olduğunu bilirler: Hücrelerin ayrılmışlığı içinde, ya da gerekirse bir bölge konferansında, ama işte en fazla burda, tartışmak. Değişik dallardaki militanlar, kafa ve kol e­mekçileri arasında, analizi güçlendiren ve incelten analizlerin ve deneylerin genelleş­miş özgür değiş-tokuşu olmayacak öyleyse. Özgürce tartışacaksınız, ama „önemli belgeler“in sonuçları temelinde ve örgütlerinizin (hücreler, bölgeler) kesin çerçevesi içinde tartışacaksınız.

Parti içinde her yandan yükselen bir hak talebine bu değiş-tokuşları ve bu karşılaş­maları mümkün kılmak için Parti'nin basının­da serbest kürsülerin açılması talebine veri­len resmî cevaptır bu. Daha şimdiden, yöne­tim “hayır“ dedi: Bir an bile sözü edilmez bunun.Ve G. Marchais, bu reddetmeyi doğ­rulamak için, her şeyden önce tüzüğün haya­lî bir maddesini bile hatırlattı: Parti ancak bir kongreyi hazırlamak için serbest kürsü­ler açacaktır. Oysa bu madde sahtedir. Tü­züklerde tartışma kürsüsü tek bir kez bile sözkonusu edilmez. G. Marchais militanlara karşı „hukuk“u hatırlatmakla -ki koşullara bakıldığında bir işçi yönetici için güç kabul edilebilir bir şeydir bu- kalmıyor yalnızca, ama... onu icad ediyor!

Komünistlerin bugün neden le Monde'da ve başka yerlerde yazdıklarının anlaşılması için bu radikal reddetmenin bilinmesi gere­kir: Yönetimin emriyle partilerinin haftalık ya­yınları ve günlük gazetesi onlara kapatılmıştır. Yönetim bugün her şeyden çok tabanda­ki militanlar arasında analizlerin ve deneyle­rin değiş - tokuşundan çekiniyor. Bugün her zamankinden daha çok bölümlenme yanlısıdır, buysa üç dereceli delege seçimi siste­miyle (hücre- bölge, bölge - federasyon, federasyon - merkez komite) militanların tepkile­rini boğmak için bir numaralı tekniktir.

G. Marchais'rıin kendisinin yaptığı çağrıy­la başlayacak olan bu “geniş tartışma“nın anlamına gelince, bunu P. Laurent açıkça belirtir: “19 Mart yenilgisinin önümüzde açı­lan yeni bir aşamada izlenmesi gereken dav­ranışı belirlemek için, derinlemesine düşünmeyi gerektirdiği apaçık bir gerçektir.“ Apa­çık ve söz götürmez olan şey, Politbüronun „çok kesin olarak inanılmış“ sonucunun te­melleri üstünde, analizin çabucak, tümüyle geleceğe, „yeni ilerleme yolu“na yönelmek için geçmişin incelenmesini aşmak „zorunda kalacağı“dır. Parti'de eksiksiz biçimde işleyen eski yönetim pratiği: Gelecekteki görev­lere yapılan çağrı çok kısa zamanda geçmi­şi, çelişkilerini, yanlışlarını ve sırlarını göm­meye yarayacaktır. Geçmişin üzerinde zaman kaybedenlere gelince, bunlar “hayat“tan, ya­ni „mücadele“den, yani „çizgi“den ayrılacaklardır elbette ki, değil mi yoldaşlar?

Ve aynı zamanda, gelecek ne kadar açılır­sa, geçmiş de o kadar kapanır: KP değil, a­ma yalnızca SP sözkonusudur: „Başka hiç­bir yerde değil SP'nin felâkete ve intihara gö­türen stratejisinde, bu stratejide yatar solun zafere ulaşmış olmamasının dolaysız nedeni“ diye kesin olarak açıklar Politbüro. Militanlar düşünmekteyken, yönetim çabucak ken­di sonuçlarını çıkarıyor. Mantıken, KP'nin so­rumlu olmaması SP'nin her şeyden sorumluluğuna dönüyor. Geçmişe ilişkin radikal bir yargı ve „geleceğin görevleri“ arasında kal­mış olan, partiye ilişkin düşünme ve tartış­ma kendilerini neyin beklediğinden emindirler. Çizginin „doğru“ ve „sabit“ olduğunu ile­ri sürmek için, anlara birkaç „kusur“ terke­dilecek. Tartışmanın sarılma ve boğulma ma­kinası vardır ve işlemektedir.

Taban Nasıl Düşünüyor

Oysa, yönetimin „düşünme“ anlayışıyla militanların düşünme yöntemi arasında, kolaylıkla ortadan kaldırılamıyacak „küçük bir çelişki“ vardır.

Militanlar, G. Marchais tarafından imza­lanmış „önemli belgeler“ (Politbüro bildirileri, Fiterman raporu) temeli üzerinde tartışmayı kabul etmiyorlar. Bir partinin sorumlu olması ya da olmamasını bilmeyi, ya da alternatif içinde düşünmeyi: Eğer KP hiçbir şeyden sorumlu değilse, SP her şeyden sorumludur; yani sonuçlardan kalkarak düşünmeye başlamayı istemiyorlar. Üstelik, hukukî ve ahla­kî de olan ve yaşadıklarıyla gözlemlediklerine uymayan bu manikeist düşünce biçiminden bıktılar artık. Solun birliğinin bir gereklilik olduğunu ve SP'nin temsil ettiği akımın da birliğe kazanıl­ması gerektiğini biliyorlar. Bununla birlikte SP'ye ilişkin, militanlarının çok değişik do­ğasına (Ceres'in örgütlü çekirdeği, SFİO'nun eski kadroları ve gerçek siyasal formasyonu olmayan çok sayıda üye) ilişkin, sosyal-de­mokrat Enternasyonalle sınıf işbirliği için ya­pılan modern öneri biçimlerine dostluk bes­leyen, kişisel esinlenmelerine göre partiyi yö­neten ve çok önceden kozun (KP'den 3 mil­yon oy almak), açıklamış olan otoriter „tari­hî bir başkan“ın yönettiği etkileme mücadele­lerinin lûtfuna kalan seçimler için toplayıcı işlevine ilişkin hayallere kapılmadılar hiçbir zaman. .

Ama, SP'nin ağır sorumluluklarının hangi „mantık“ adına sorunu tüketecekleri ve ter­sine -KP'nin siyaseti SP'nin siyasetine öy­lesine bağlıydı ki -KP'nin sorumlulukları sorununu ortaya koymayı da empoze etmeye­cekleri anlaşılmıyor. Çünkü, sonunda, sorum­luluğu her şey ya da hiçbir şey terimleriyle düşünmek paranoya ile diyalektiği birbirine karıştırmaktır. Bu yordamın işleyişi bumerang gibidir zaten, çünkü Mitterand'ın Viyana'daki açıklamalarıyla (KP'den „alınması gereken” 3 Milyon oy) ve G. Marchais'nin Haziran 1972 tarihli gizli raporuyla aydınlatılmış olan KP'­nin, Mitterand'ı 1974 başkanlık seçimlerinde biricik aday, SP'yi de sola egemen olma du­rumuna sokan, SP'ye önemli bir güç sağla­yan bu dev siyasal krediyi SP yararına aça­bilmiş olması nasıl açıklanabilir ki? Politbü­ronun 4 Nisan tarihli bildirisi, SP'nin olay­larla ortaya çıkan stratejisinden söz eder. A­ma, beş yıldan beri, „Ortak Program'dan be­ri“ SP'nin stratejisiyle mücadele etmeye ka­rar vermek yerine, SP'ye stratejisinin araç­larını sağlayan, KP yönetimi değilse kimdir?

Militanlar Anlamak İstiyorlar

Gerçekte, militanlar başka türlü düşünü­yorlar: Kanıtlar üzerine yargı veren maddeci­ler gibi ve diyalektik olarak; her şey ya da hiçbir şeye değil ama çelişkilere uygun ola­rak. Emekçileri, Parti çizgisinin ani değişik­liklerinin, G. Marchais'nin müdahale uslûbu­nun, çoklukla beklenmedik seçim sonuçları­nın doğurduğu etkileri, emekçilerin tepkileri­ni ve düşüncelerini algılayabilecek durumda bulunan kadınlar ve erkekler olarak yaşadık­ları kendi deneylerini analiz ederek başlangıçtan başlıyorlar. Ve, bu „(başka türlü) ö­nemli belgeler“ üstünde, Marksistler olarak, yani önce „kendi kendilerine düşünebilenler“ (Marx) sonra da sınıf ilişkileri ve çelişkileri bakımından gözlemlediklerini ve yaşadıklarını düşünmeye dikkat eden erkekler ve kadınlar olarak düşünmeyi deniyorlar. Ampirizm ve pragmatizmden bıktılar artık, Partinin beş yıl önce yönetimin saptadığı hedeflerden hiç­birine neden ulaşamadığını anlamak istiyor­lar. Anlamak istiyorlar ve anlamak için, bi­zim sınıflı toplumumuzda her zaman son de­rece karmaşık iktisadî, ideolojik ve siyasal sınıf ilişkileri ortaya koyan, Lenin'in „olgu­ların iç bağıntısı“ adını verdiği, yönetiminse yalnızca ihmal ettiği şeyi kavrayabilmek için (Fiterman'ın çok değer verdiği) „olgular“ı aşmak gerektiğini biliyorlar.

Analizin böyle kendiliğinden tabandan gelmesi, işte Fransız partisinin tarihinde çağ açabilecek bir şey.

Bununla birlikte, aygıtının gücüne daya­nan, yukardan denetlenen ve çerçevelenen bir „düşünme” anlayışıyla taban tarafından yaşanmış çelişkilerin maddîliğinin somut a­nalizine dayanan gerçek bir „düşünme” pra­tiğini karşı karşıya getiren bu „küçük çeliş­ki“ nin üstesinden gelebilmesi için büyük ih­timaller var.

Yönetimin ayrılıkları boğmadaki ince bili­mini, „giderme“ tekniğini ve acil reformlar için verilmiş belirsiz bir sözü „daha sonra“­ya (23. Kongre'ye) erteleme sanatını militan­lar bildiğine göre bu „küçük çelişkiyi çöz­mek için, yani dev makinasının işleyişini en­gelleyebilen -bu kum tanesini ezmek için, uy­gulamaya koyacağı, görünüşte en „liberal“ olanlar da dahil, bütün yöntemleri çok sayı­da militanın en canlı ilgi ve dikkatle izleye­ceğine emin olması gerekir.

Siyasal !pratiğin en eski özdeyişlerinden biri (Makyavel, Napolyon'un kendisi bile!): İnsanları aptal sanmanın hiçbir zaman ya­rarı olmayacağını söyler.

Halkımız gibi, Komünist militanların çoğun­luğu da, ne millîleştirmeler üzerine yapılan sayısal tartışmalarda, ne şatafatlı ve kısa ö­mürlü çifte yüzde çizgisi masalında ( % 25 iyi olur ama %.21 yetmez!), ne de „hükümet­te Komünist bakanlar“ üzerine söylenen sah­te pehlivanlıklarda ya da başka mizansen­lerde gerçekte „yer almadılar“. Militanların çoğu, ve yalnız onlar değil başkaları da, Marx’ın 18 Brumaire için söylediği gibi; ta­rihin;bir tiyatro olduğunu ve onu anlamak için, maskelerin, başkanların ve başkanların söylemlerinin arkasında, özellikle de sahnenin arkasında: Sınıf mücadelesinin siyasal kazançları, nedenleri ve etkilerinin arkasında aramak gerektiğini pek iyi bilirler. İktidarı içinde tecrit edilmiş olan yönetim eğer sı­kıntıyı hissetmek istemediyse, militanlar, solun birliğinin „aralıksız“ biçimde ileri sürül­mesinin arkasında, ayrılıkların ve kopmanın arkasında, ve partinin bütün tavırlarından vazgeçtiği 13 Mart tarihli antlaşma maskara­lığının arkasında, tuhaf, vahim ve gizli kalan bir şeyin olup bittiğini, pek iyi hissettiler.

Sorulan bütün soruların yüreğinde gerçek­ten de, bir inanç, ve bir soru var. İnanç: Par­ti'nin stratejisi her zaman “sabit“ olmadı; bir ilk aşamada 21. Kongre'de, daha sonra da 22. Kongre'de önceki akışını yeniden bul­mak için değiştirilmişti, buysa SP ile Eylül'­deki kopmayı ve bozgunu getirecek olan bir çizgiye düşeceği, SP'nin Nantes Kongre'si (Haziran 1977) ertesine kadar sürmüştü. So­ru: Yönetim neden strateji değişikliği üzeri­ne hiçbir zaman açıklama getirmedi? Gizle­yecek nesi vardı ki?

Gerçeğe En Uygun Varsayım

Soruların sorusu işte burda sorulur: Yöne­timin, partiyi maruz bıraktığı strateji değişik­liği üzerine susması için gizlemesi gereken nesi vardı ki?

“Varsayımlar“ işte burada doğarlar. Son derece boldurlar. Hızlı gitmek için, içlerinden birini, gerçeğe en uygun olanını ele alacağı­m. Yönetim, Ortak programın imzalanmasıy­la hiçlikten hemen hemen çıkmış bir SP'nin, partinin seçmenler kitlesinin diri güçlerini tehdit edebilecek ya da bir gün, „sosyal - demokrat“ geleneğe uygun olarak, Giscard'­cı bir çoğunluğun dayanağı halini de alabi­lecek olan bir SP'nin etkisini azaltmak iste­mişti.-SP'nin etkisini azaltarak, yönetim, teh­dit edici bir geleceğin (kriz, Chirac'cı tehli­ke v.b.) - tehlikelerine karşı çıkabilmesi için partiyi güçlendirmek istemişti. Bu strateji dönemecinden neden hiç söz edilmiyor. Baş­kanlık seçimlerinde Mitterand'ın rakipsiz a­daylığından (1974) belediye (1977) ve kanton (1976) seçimlerine kadar, 1972'den 1977ye kadar izlenen çizgi (SP ile sıkı işbirliği çizgi­si) ile son dönemdeki çizgi (SP'ye karşı mücadele çizgisi) arasındaki varolan çelişkiyi gizlemek için.

Olgu şudur: Bozgun bu strateji dönemeci­min bitimindeydi. Basit bir nedenden dolayı: Parti'nin bu katmanları bıraktığı terkedilmiş­lik durumunda yalnızca bir SP'nin ona kazandırabileceği „merkezci“ ve küçük burju­va oyların yardımı gerekiyordu sola. Solun zaferinin aracını reddederek bu zaferi iste­mek, çözülmesi imkansız bir denklemi çöz­mek istemektir. Zaten drama sanki güldürü ögesi eklemek gerekirmiş gibi parti yöneti­mi birinci turun ertesinde her şeyi SP'ye ter­kederek bu “araç“ın gerekliliğini pratikte ka­bul etti. Milletvekili ikmalini yapabilmesi için, aldığı oyların toplamına ihtiyacı vardır yöne­timin, nokta ve hepsi bu. Ve tam da „mutlu anlaşma“nın en sonunda imzalandığı anda (Bütün birinci sayfasına l’Humanité “Ta­mam!“ diye başlık atıyordu), 13 Mart'tadır ki, o zamana kadar inanmakta tereddüt eden, birçok partili militan, Eylül'de ileri sürülen „ayrılıklar“ın KP ile SP yönetimlerinin ger­çek nedenlerinin bahane1erinden başka bir şey olamayacağını sarsıcı biçimde anladılar.

Böylece en gerici ve en gözden düşmüş sağ ile her kategoriden emekçilerin iradesi­ni karşı karşıya getiren bu sınıf savaşında, bütün her şey sağa karşı değil, ama solun bağrında oldu; ve partinin sosyalist tehdite karşı yönetimin kabul ettiği bir numaralı he­defti.

1972'nin birleştirici mutluluğu birinci kez, KP için tehdit edici olan kısmî seçimler son­rasında, 21. Kongre'de sarsıldı, ama sonra­dan 22. Kongre'nin etkisiyle yeniden oluştu, buysa SP'nin kamuoyu önünde „sağa doğ­ru bir dönüş“ü gerçekleştirdiği Nantes kong­resine (Haziran 1977) kadar sürdü. KP'nin yönetimi buna gizli, açıklanmayan, ama tam tersine eski dilin sürekliliğinin gizlediği bir strateji dönemeciyle cevap verdi. Yeni bir strateji uygularken eski stratejinin dilini ko­nuşmak, gerçekleştirilmiş olan strateji döne­mecini tanımayı reddetmek ve kullanılan çifte dille inanılmaz etkiler, karışıklık yaratmak­tı. Tam anlamıyla söylenirse, militanlar olup bitenden hiçbir şey anlamıyorlardı ve bunla­rı çevrelerinde açıklamak yeteneğinde de­ğillerdi.

Nantes Kongre'sinin kamuoyu önündeki “sağa doğru dönüş”ünden sonra yapılan te­mel seçme şuymuş gibi görünüyor: Ne pa­hasına olursa olsun, partinin güçlenmesi; buysa ne pahasına olursa olsun ve gerekir­se, solun birliğinin feda edilmesi pahasına, SP'nin zayıflatılması anlamına geliyordu. Sol kaybetti ama partinin yönetimi kazandı: SP'­nin iddialarında kaybettiği ölçüde kazandı yalnızca. Geriye kalan her şey (solun zaferi de dahil) KP'nin SP karşısındaki bu “zafer”­ine feda edildi.

Eski Refleks

Bu temel seçme gizli tutuldu. Halkımızın zekasına karşı yeterince uyanık, cesur ve du­yarlı da olan, gerçekleştirdiği „dönemeç”in derin nedenleri üzerinde emekçilerin ve mi­litanlarının önünde açıklamalar yaparken, dürüst ve açık bir dil kullanacak başka bir yönetim hayal etmekten zevk alınıyor. Bu bütünüyle mümkündü ve böyle yapmakla yö­netim, sağın saldırıları ve SP'nin tereddütle­ri karşısında kazanmış olacaktı. Ve olayların akışı şüphesiz değişmiş olacaktı. Anlaşılma­yan çifte bir dil yaratan bu temel seçme öy­leyse neden gizli tutuldu? Şüphesiz şu ne­denle ki, bir çizgi değişikliği zorunlu olarak eski çizginin eleştirel incelenmesine, yani yönelişteki yanlışlara gönderir ve yanlışlar ko­nusu açıldığında, nerde başlandığı bilinir, ama artık nerde durulacağı bilinmez: Yeni çiz­gi de yanlış olabilir, çünkü eski çizgi de ken­disi farkında olmaksızın yanlıştı, çünkü bir yanlış her zaman bir başka yanlışı saklaya­bilir.

Yönetimin eski refleksinin başarı kazan­madığına hiç şüphe yok: „Parti (yönetim) her zaman haklıdır”, „bütün olanlar çizgimi­zi doğruladı”, „çizgimiz doğru”, „parti sabit bir çizgi izledi”. Gerçekliğin adı strateji deği­şikliği olduğunda bu gerçekliği cepheden kar­şılamaya cesaret etmeme, bir zayıflık belirtisidir! Olan biteni düşünme çabası yerine, yadsıma („çizgimizi değiştirmedik“) tercih edilir. Georges Marchais ne de olsa televiz­yonda şunları gerçekten söyledi: „Kendi öz­eleştirimi yapacağım... Haziran 1972 tarihli gizli raporu yayımlamalıydık o sırada. Bunu yapmamış olmak sağ oportünizmdi.”

Herhangi bir okur, 1972'den sosyalistlerle ilk polemiğin patlak verdiği sırada, E. Fajon tarafından gizli raporun yayımlanma tarihi o­lan 1975'e kadar bu oportünizmin yönetimin izlediği çizgiye egemen olduğu kararını verecektir... O halde? Bir ilk strateji, sonra bir dönemeç, sonraysa ikinci bir strateji oldu öyleyse. Tek bir söylem kamuflajıyla militanlardan gizlenen şey, işte bu strateji döneme­ciydi. Gerçekten de iki söylem vardı, eski stratejinin söylemi ile yenisinin söylemi, bir­birine geçmiş, karışmış iki söylem: Ama, partinin stratejisi kadar „sabit”, tek ve aynı bir söylem hayali altında. Yukardan düştü­ğünde, ve siz de aşağıdayken, haydi uğraşın bakalım bu çifte söylemi“ sırlarıyla!

Siyasette Yanlışı Nasıl Ele Alıp İşlemeli

Ne olursa olsun, burdan siyasal yanlış ve ele alınıp işlenmesi sorununa girilir.

Yanlış, „parti her zaman haklıdır, çizgisi her zaman doğrudur” ilkesine göre sistemli yadsınması ile ele alınıp işlenebilir, yani o­toriter biçimde ortadan kaldırılabilir. Bu yöntemin, yanlış sorununu radikal biçimde orta­dan kaldırma avantajı vardır, ama bir tortu bırakma sakıncası da vardır: Yanlıştan söz etmekten vazgeçmeyen militanlar. Onlar bir yanlış (bir başkası) içindedirler elbette, ama direnmektedirler. Eskiden onları partiden atıyorlardı. Şimdiyse bundan bir iddiayla kurtuluyorlar: „Hep aynı kişiler bunlar”. G. Marchais bunu söyler: “Daha 22. Kongrede karşı çıkıyorlardı”; ağırlaştırıcı bir durumdur bu, tümüyle yanlış olsa bile. Önemli olan, bunların „sabıkalı” olarak iyice saptanması, ve gözönünde tutulmasıdır. Doktriner ve “çalışma odası” aydını diye lekeleyici sıfatlar verdirmek yetecektir. Uvriyerizmin yardımıy­la, parti aygıtı üzerlerine kapanacaktır. Ve oyun oynanmış olacaktır.

Bununla birlikte, siyasal yanlışın bir baş­ka ele alınıp işlenme biçimi, Lenin'inki, var­dır; “Bir yanlışı kabul etmemek onu yapmış olmaktan daha vahimdir.” Bu, yanlışın Marksist olarak ele alınıp işlenmesidir. Bu durum yanlış, pratikten gelen bir alarm işaretidir. Ya düşüncenin yapısındaki, ya da öğütleme yapısındaki bir eksikliği, bir güçsüzlüğü belirtir her zaman. Ciddi ya da zararsız olabilir. Ciddî olduğunda, ağır çelişkilere karşı konulmamıştır, bu çelişkiler, siyasal prati­ği karıştırıp bozarak kendi sessiz hayatlarını sürdürüyorlardır. Yönetimimizin yaptığının tersine, gündeme geçmekte acele etmek için yukarlarda durarak („Bizler mükemmel de­ğiliz, kusurlar olabilir“) gerektiğinde vazgeçilecek bir şey değildir yanlış. Marksist anlayış, yanlışın gizlediği şeyin önemli olduğu­nu kabul eder: Kendisinin ancak bir belir­mesi olduğu yapısal çelişkiler. „Olay” ola­rak, yanlış geçer gider: Ama karşı koyup bo­yun eğdirmedikçe, yanlışın nedenleri kendi­lerini sürdürürler.

Bir yanlışı analiz etmemenin onu yapmış olmaktan daha vahim olduğunu söylediğin­de Lenin'in gözönüne aldığı da işte bu sür­medir. Bir yanlışı gerçek anlamında kabul ve analiz etmek, fenomenin ardında; neden­lerinin araştırmasına yönelmek ve haklarından gelmek için bu nedenlere saldırmaktır. Her Marksist militan için bu nedenler, sınıf ilişkilerinin ya da sınıf ilişkilerinin etkilerinin ya da bu sınıf ilişkilerinin sınırlarında (kafa­ları kurcalayan gençler, kadınlar sorunu, eko­loji v.b.) ortaya çıkan fenomenlerin bile, kö­tü biçimde kavranılmasından kaynaklanırlar:

Yanlışın bu Marksist ele alınıp işlenme zo­runluluğu en çok Komünistler için geçerli­dir: Yanlışların (uluslararası Komünist hare­ketin, partilerinin çizgisinin, partilerinin işle­yiş biçiminin derin nedenlerini dizginlemişlerse, bu yanlışların kendilerini sürdüreceklerini bilirler. Buysa şu demektir: Şu ya da bu biçim altında bitmek bilmeksizin kendile­rini götüreceklerdir. Hayır, yanlışları eleştirenler “hep aynı kişiler” değildir: Ama, hep aynı eleştirilmemiş nedenlerdir hep aynı yanlışları üreten ve yeniden üretenler.

Bu Marksist zorunluluğu ileri sürmek. gerekir çünkü yönetim daha şimdiden tedbir lerini aldı. Yanlışlardan söz edecek, hatta kendisi militanlara yanlışlara ilişkin örnekler verecek: Bağımsızlık anlayışınırı :belirtisi olarak yapacak bunu. Ama hep taktiğe ilişkin ve yerel, her zaman doğru olduğu açıklanan çizgiyi hiç etkilemeyen yanlışlar ola­cak. Bundan haberi olan militanlar, rüzgara kelimelerle karşılık verilecek olan, bu söze dayanan taviz yöntemini ilgiyle izlememezlik etmeyecekler.

Çifte bir zorunluluk: Siyasal çizgisinin iç yüzünü bilmek ve partinin iç yüzünü bilmek isteği, çok sayıda militandan doğmakta; yal­nızca aydınlarda değil, ama, hiç de daha az güçlü olmayarak, büyük işletmelerin işçi militanlarında da.

Bundan şüphe duyuluyor, militanlar işin iç yüzünü bilmiyorlardı. Bunun kaynağı uzak­lardadır. Çünkü 1972'deki anlaşma “zirve”­de pazarlık edilmiş ve imzalanmıştı; ve birlik siyaseti, bir halk birliği olmadığı gibi, yöne­timleri tarafından yönetilen siyasal formas­yonlar arasında bir birlik siyaseti olarak kal­dı baştan sona kadar. 22. Kongre'den son­ra, ciddî şeyler ortaya geldiğinde, militanlar, son aylarda çok, güçlenen bir izlenime, 22. Kongre'nin rafa kaldırıldığı ve özgürlük ve demokrasi olarak bütün vaadettiklerinin yönetiminin otoritarizmine ve pragmatizmine kurban edildiği izlenimine kapıldılar. Aşağı­dan yukarıya doğru hiçbir şey çıkmıyordu artık, bir şey yukardan geliyordu.

Politbüronun ve merkez komitenin mesajlarında ve G. Marchais'nin televizyondaki teşvik edici çağrılarında biraz tutarlılık ve açıklık olsaydı bari! Hayır: Ara vermeksizin solun zaferi vaad ediliyordu, ama sloganlar değişiyor ya da bütünüyle anlaşılmaz hale geliyordu. Örneğin, l'Humanité'nin birinci sayfasının bütün genişliğini kaplayan koca­man harflerle yazılan 23 Eylül tarihinin bu gülünç ve dokunaklı imdat çağrısı. “Bize yardım edin!” Ne anlama gelebilirdi ki? Ve tam olarak kime seslendiği, kimin tehlikede olduğu ve tam olarak başına neyin geldiği bilinmediğinde bir imdat çağrısını ne yapmalı ki. Yönetim belki de “harekete geçirici” bir çağrı yaptığını sandı: Tabanda herkes sessizce birbirinin yüzüne baktı.

Büyük Paraşütlemeler Zamanı

Başlıca sloganlara gelince, bunlar birbiri          ardı sıra yukardan düştüler. Bu, büyük paraşütlemeler zamanıydı. Ve militanlar san­dıkları açtıklarında; gözlerine ve belleklerine inanamadılar: Onlardan hedefleri, yıllar boyunca sürükledikleri savaşın hedeflerini terketmeleri isteniyordu ve yüzdeyüz ters bir yol benimseniyordu! Sayalım: Vurucu güce, Avrupa siyasetinin altüst edilmesine; ücret yelpazesinin 1'den 5 haline getirilmesine iliş­kin yeni gerçekleştirilen başdöndürücü dönemeç ve öğretimize “tiksinilecek“ özyönetim nosyonunun girmesi hep yukarıdan düştü.

Yıllardır savaşan militanlar, kendilerine danışılmaksızın ve hattâ uyarılmaksızın, ak­şamdan sabaha, „kendi partileri tarafından tersten yakalanmışlardı!“ Ve yönetim eğer, uzmanların“ (yani yüksek düzeyden asker­ler de) „iki yıl boyunca“ vurucu güç üzerinde çalıştıklarını açıklamakla bundan kurtulduğu­nu sandıysa, militanların, sömürüde ve işbölümündeki marifetlerini dolaysız biçimde bil­dikleri, „uzmanlar“ ;üzerine ne düşünebileceklerine ilişkin bir şüphenin başlangıcına sahip olmadığı anlamına gelir. Hiçbir kaça­mak olmasızın militanlar, kararlar oldubitti­sinin karşısında konuluyordu: Emir niteliğin­de karar. Oysa militanları düşündüren bu sorunlar 22. Kongre'nin önünde tartışılabilirdi. Hayır: Devlet lütfuyla, otoriter biçimde, ta­bana danışmaksızın ve kongre dışı biçimde yukarıda ele alınmışlardı. Güvenli ve cömert militanlar birçok şeyi unutabilirler- Ama, ken­dilerini bütün varlıklarıyla adadıkları bir sa­vaşı bozguna sürüklemek için, kendilerine bi­rer piyon gibi davranıldığında, bilmek ister­ler bu durumda.

Militanlar İmkansız Bir Durumda

Kampanyanın yükünü, 180 derece dönüş­lerini, çizginin sırlarını, ani sıçramalarını ve sarsıntılarını tabanda taşıyanlar onlardır, militanlardır oysa; işyerlerinde, mahalleler ve köylerde, bütün önceki verileri altüst eden ya da anlaşılmaz kararların hesabını veren­ler de onlardır. Vurucu Gücü, Avrupa'yı, 1'­den 5'e kadar yelpazeyi v.b. savunmak zorunda bırakarak, onlar bütünüyle ;imkânsız bir duruma sokulmadılar yalnızca, ama „zen­ginlere ödettirmek“ sloganıyla kaçınılmazca­sına birleşen bir „yoksullar için“ kampanyasını, her zaman gibi yukardan başlatarak, onları başka tuzaklara da attılar. Çünkü, SNIC düzeyinde ücret alan öteki emekçiler ve üç milyon göçmen dahil olmak üzere, iş­çi sınıfı, 19. yüzyıl'dan ve daha da eskiden gelen, insanseverlik ve yardım yüklü bir nos­yon olan, „yoksulluk“ta kendiliğinden tanı­maz kendini: İşçi hareketinin kazanımların­dan biri de, emekçileri, kendilerini, „yoksul­lar“ olarak değil, sömürülen üretken emek­çiler olarak düşünmeye eriştirmekti.

Yönetim şu soruyu hiç öngörmüş müydü: Nedir bir zengin? Hangi gelirden ya da ser­vetten itibaren zengin olunur? Oysa daha önceleri, (bkz. 22. Kongre) altı yüz bir kişi dışında, Fransa nüfusunun bütünü (zengin ya da yoksul) tekellerin kurbanı olarak ilan edilmişti... Zenginliği tanımlamaksızın yok­sulları birdenbire birinci plana koyan bu ir­ticâlen söylemede militanlar kendilerini nasıl bulabilirlerdi ki? Bu yapılan en elverişsiz du­rumdaki ücretlileri, bu gözalıcı girişimin ken­dileriyle ilgili olduğunu gerçekten hissetmek­sizin, orta ücretlileri, boşu boşuna korkut­maktı. Üstüne üstlük, militanlar ünlü „% 25 iyi olur, ama % 21 yetmez“le ne yapabilir­lerdi ki? Bu neydi ki? Bir slogan, ama kimin için? Bir kehânet mi? Üstü örtülü bir şantaj mı? Ya da yalnızca şen şakrak bir rüya mı? Hiç kimse bir şey anlamadı. Halktan kişilerle doğrudan doğruya iş görenler ve yarata­cağı etkilerden önceden emin olan Georges Marchais gibi, dev bir mitingin sahnesinde değil, ama işte, hayatta halkın gerçekten “nabzını tutan“lar, sorunlarını, acılarını, u­mutlarını ve sıkıntılarını ele alanlar onlardır, militanlardır. Emekçilerin, çok uzun, çok tek­nik ve şaşırtıcı ölçüde soğuk ortak progra­ma değil ama, solun birliği olgusuna besle­dikleri derin ve heyecanlandırıcı güvenlerine tanıklık edebilecek olanlar onlardır. Bu güven onlara uzaktan geliyordu: İçinde yal­nızca Halk Cephesi'nin kardeşliğinin değil, Komün de içinde olmak üzere, 1848'den be­ri, Fransa tarihinin hep ezilmiş bütün işçi devrimlerinin ve birinci Dünya Savaşı'nı iz­leyen büyük tarihî mücadelelerin ve Diren­me hareketinin çarpışmalarına eşlik eden dev toplumsal umutların anısının da yer al­dığı tarihî bir bellek.

Umut En Sonunda Elle Tutulacak Kadar Yakın

Bu kez, bozgunlar, acılı ilerlemeler ama gerçek kurtuluşsuz, geçen yüz elli yıl sonra en sonunda, umut ordaydı işte ve zafer ke­sindi, elle tutulacak kadar yakındı. Bunun ne demek olduğu gerçekten anlaşılıyor mu: Ta­rihte ilk kez, yüzyıllık bir gelenekten kop­manın ve yenmenin imkânı, hemen hemen kesinliği? Zaferin garantisi olan birliğe du­yulan bu güven, her günkü sömürüye ve ezil­meye karşı olan başkaldırıya kök salmış, inatçı ve, sebatkâr biçimde, birliğin kopma­sı boyunca, varlığını sürdürür. Bir süre son­ra doğurabileceği moral bozukluğu ve hare­ketsizlik etkisinden görünüşte kimsenin kaygılanmadığı, beklenmedik bir kopuş karşı­sında bulunan emekçileri sararı şaşkınlığı aşması gerektiği bilindiğinde bu güvenin var­saydığı siyasal olgunluğun ve tarihî zekânın ne olduğu anlaşılıyor mu? Ne kadar temellen­dirilmiş olsa bile, SP'ye karşı kampanyanın, sürdürüldüğü biçim altında, yalnızca sekter­lerde başarılı olduğunu, ama bütün iyi ni­yetli kişileri üzüp cesaretlerini kırdığını göz­lemleyebilenler de aynı militanlardır. 22 Ey­lül'den sonra, gittikçe daha çok terkedilen hücrelerin toplantılarına, bütün siyaseti en sonunda gelip, dev bir üye yazılma kampan­yası ve G. Marchais'nin televizyondaki „gös­teri“leri (Yeteneğinden dolayı bütün Fransa izliyordu ve sanıldığından çok daha kurnaz olan burjuva devlet onu kamu ya da çevre yayınlarına öncelikle buyur etmeyi kendisi için yararlı bulmalıydı elbette) halini alan par­tinin etkinliğinin azalmasına, partinin ilk atı­lımı gerçekten sonra, tanıklık edebilecek olanlar da gene onlardır.

Bunların ayrıntı olduğuna kim inanır ki? Bir yandan Georges Marchais'nin televizyon­daki tekeli, partinin mücadele tavırlarını %100 yıkan sloganların paraşütlenmesi, sorunların militanlar ya da kongreler tarafından değil, ama yönetimin „uzmanları“ ya da görevli­leri tarafından hazırlanması, yukardan ele a­lınıp işlenmesi, hattâ militanların hileyle kul­lanılması, öte yandan da strateji değişikliği ve nedenleri üzerine sürdürülen gizlilik arasında derin ilişkiler var şüphesiz.

Yönetim, sırlarından ikisini açığa çıkarmak zorunda kaldı: Ortak programın imzalanmasından sonra Georges Marchais'nin 1972 Ha­ziran'ında Merkez Komite önündeki raporu ve 22 Eylül'den sonra SP'ye verilmesi kabul edilebilecek tavizler kümesi (Fiterman'ın Raporu). Bunları açıklamayı kabul etti, çünkü strateji değiştirmediğini kanıtlamak, tavırlarına bir süreklilik görünümü vermek için buna ihtiyacı vardı. Ama ancak istediği şeyleri verdi, geriye kalanı elinde tutuyor. Mili tanlar bu pratikleri değiştirmek için müdahale etmezlerse, yönetimin en önemli şeyler üzerine suskunluğu sürdüreceği üzerine bah­se girilebilir. Seçim üzerine, ünlü gelenek­sel açıklamaları, bizeyse siyaset bilimi, nü­fus bilimini, nüfusun yer değiştirmelerini, se­çim sosyolojisini, burdaki kayıplarla şurdaki kazançların ustaca dengelenmesini getirecek elbette. Daha ileri gidecek mi, seçim sonuçlarının alan analizine değil, ama özsel olana: çizgi değişikliğinin ve bu değişikliğin gizlen­mesinin siyasal analizine kadar gidecek mi? Bulunduğu şimdiki durumda, bu bütünüyle düşünülemez bir şeydir.

Yönetimin temele ilişkin hiçbir söz söyle­memesi, ne yazık ki, alışkanlıklarından biridir. Organik olarak bu, parti aygıtında haya­tını sürdüren bütün Stalinist geleneğe demir atmış alışkanlıklarındandır. Yetersizlikleri ve çelişkilerine karşın, 22. Kongrenin uyandır­dığı büyük umut, bu otokratik geleneğe en sonunda son verildiğiydi. Ama aşağıdan al­mak gerekti. Tabandaki tartışma özgürlüğü, yönetimin uygulamalarını hiçbir şekilde değiştirmeyen 22. Kongreden önce kazanılmıştı zaten. Yönetim ne olursa olsun hiç de önem­li olmadığı için, militanların hücrelerinde öz­gürce, ne ihraç ne de cezalandırma olmadan, tartışmalarına rahatlıkla izin verebilece­ğini bildiren, burjuva dünyası kadar eski bir buluşu yapmıştı zaten: Çekiciliği saklanma­yan bir markize „bu onları o kadar hoşnut ediyor ve bize de o kadar naza mal oluyor ki”, dedirtir Chamfort'a. Doğrusu, gizli ger­çek tartışmalar ve kararlar hep federasyon­lar sınırının ötesinde, sekreterlikte ya da po­litbüroda, daha doğrusu sekreterliği, polit­büronun bir bölümünü ve merkez komitenin birkaç „uzmanı“nı ya da işbirlikçisini kapsa­yan, tüzükle belirtilmemiş küçük bir grupta gerçekleşti. Gerçek kararların alındığı, siya­sal büronun açıkladığı ve merkez komitenin kendini bir gizliliğin açıklanmasıyla karşı kar­şıya, ya da gerçeğin ve iktidarın yakınında sandığı için tek bir adam gibi onayladığı yer işte burasıdır.

Baştan Aşağı Değiştirilmesi Gereken Bir İşleyiş Biçimi

Çok sayıda militan “böyle devam etmenin imkansız“ olduğunu ve partinin, bu “makina“nın işleyiş biçimini açıklamak ve baştan aşağı değiştirmek gerektiğini söylüyorlar: Yalnızca kendileri için, militanlar olarak ken­di özgürlükleri için, yani parti için (çünkü parti, militanlardır) değil, ama sınıf mücade­lelerinde KP olmaksızın ama, şimdiki duru­munda; bu Komünist Partiyle de yenemeyecek olan Fransa'nın emekçileri için de.

Gene bu militanlar partinin „ötekiler gibi bir parti“ olmasın: istemiyorlar, „ötekiler“in, yüksek Devlet yönetimine sıkı sıkıya bağlı bir aydınlar, uzmanlar ve profesyoneller kastının paylaşılamayan egemenliğinin sürdüğü, oligarşik burjuva partilerin ne olduğunu pek iyi biliyorlar.

Gene militanlar, sömürülenlerin sınıf mü­cadelesinin devrimci bir partisinin olması gerektiğini, bu partiye bir yönetim ve sorumlu kişiler gerektiğini düşünüyorlar, kurallarını ve hattâ pratiğini de, hukukunu değil, ama her hukukun kaderini belirleyen şeyi, yani partinin siyasal hayat ve pratiğini derinden değiş­tirmek koşuluyla, demokratik merkeziyetçili­ğin korunabileceğini ve korunması gerektiği­ni düşünüyorlar.

Ve işte madem ki sorunun yüreğindeyiz: Partiyi, bir kaprise sürüklenmekten sakın­mak gerek. Partinin işleyişini anlamak için, onun mekanizmasını, kendisi için, sergile­mek, yani Fransa Komünist Partisinin Ulus­lararası Komünist Hareket ve Fransa halkı­nın sınıf mücadeleleri tarihi içindeki kendi­ne özgü yerini gözönüne almak zorunluluğu içindeyiz gerçekten de. Kaba çizgileriyle ha­tırlatacağımız mekanizmanın arkasında, ger­çekten de, özgül bir tarih var: Parti'yi bugün olduğu duruma getiren, ona özgül çizgiler veren ve Fransız toplumunda iyice belirli bir yer sağlayan, Fransa'ya özgü işçi ve burjuva sı­nıf mücadelesi biçimlerinin tarihi.

Devlet Aygıtının Ve Askeri Aygıtın Taklidi Olan Bir Parti

Bu durum gözönüne alındığında, parti ne­dir?

„Makina“ kelimesini bile bile kullanıyorum, çünkü Devlet üzerine Marx'ın ve Lenin'in sözünü tekrarlıyor. Gerçekten de, bu herkesin yapabileceği şaşırtıcı bir sapmadır: Parti, elbette ki gerçek anlamda bir Devlet değildir ama sanki yapısında ve hiyerarşik işle­yişinde hem burjuva Devlet aygıtını hem de askeri aygıtı sıkı sıkıya taklit ediyormuş gibi oluyor her şey.

İşte partinin parlamenter yanı. Bir uçta, hücrelerinde ve bölge örgütlerinde özgürce tartışan militanlar halkı bulunuyor. Bu „egemen halk“tır: Ama aslî üyelerin yönettiği federasyon sekreterlikleri sınırına geldiğinde ansızın durur. Kopuş, aygıtın tabanın önüne geçtiği yer işte orasıdır. Olaylar işte orda (yönetim için) ciddileşmeye başlar. Eğer ta­banın halk iradesi seçimlerde dile geliyorsa da, bu aşırı-gerici biçimlerde (Kongreler i­çin üç turlu çoğunluğa dayanan seçim) ve „sorumlu kişiler” seçimleri için tüzüğe uy­gun, ama kongrede delege seçimlerine yasa­ya aykırı olarak karışan “adaylık komisyon­ları“nın sıkı gözetimi altında olur.

Bu seçimler, sorumlu kişilerin hiyerarşisini üretir: Bölge örgütü bürolarının ve komitelerinin üyeleri, federasyon, üstünde politbüro ve sekreterliği bulunan, merkez komite. Ö­zenle ayrılmış federal delegeler tarafından seçilen merkez komite partinin egemen or­ganı, yasama ve yürütme organı olarak ka­bul edilir. Pratikte, bu egemen organ her­hangi yeni bir şey önermekten çok, yöneti­min kararlarını onaylamaya yarar. Merkez komitenin en küçük inisiyatif bile aldığı hiç­bir zaman duyulmadı, Gerçek olaylarda, mer­kez komite yönetimin yasama organ: olmak­tan çok yönetme organıdır: Bu sıfatla, yöne­timin bütün Fransa içine gönderdiği ve fe­derasyonları “izlemek“, yani yakından de­netlemek, federal sekreterleri atamak ve na­zik sorunları çözmek için kullandığı valilerin bir tür genel meclisidir.

Yönetim yalnızca merkez komite üyeleri­ne değil, her türden memurların, merkez ko­mitenin aslî üyelerinin ve işbirlikçilerinin, yet­kili ya da müşteri olma nedeniyle işe alınan ve her zaman kendi üyesini kendisinin seç­mesi ilkesine uyarak seçilen, bu seçilmemiş, bilinmeyen kişilerin ve her türlü uzmanların, çoklukla gizli, müthiş gücüne de dayanır.

Ve işte partinin askeri yanı. Az önce söyl­enen her şey eğer askeri hiyerarşinin bölmeli biçimini hatırlatan, mutlak dikey bölme­lenme temel ilkesi eklenmezse eksik kala­caktır. Bölmeli olmanın çifte bir sonucu var. Bir yandan, tabanın her militanını, hücresin­den bölgeye, ve daha öteye, federasyona ve merkez komiteye kadar giden yükselen dar sütunun içine kapatır. Tabanın katkısını zir­venin kararları uyarınca özenle süzgeçten geçiren sorumlu aslî üyeler bu “yükselen dolaşıma“ egemendirler.Öte yandan tabanın militanı, eğer bu konferanslarda delegeyse, federal konferanslar ve bölge konferansları dışında, bir başka yükselen sütuna ait olan, hiçbir başka hücrenin militanıyla hiçbir iliş­ki sürdüremez. „Yatay bir ilişki“ kurmak i­çin yapılan her girişim, bugün bile „fraksi­yoncu“ ilan edilir. İşlemsel etkinliğin hem gizliliği ve mutlak biçimde kumanda etmeyi, hem de savaşa girmiş olan birimleri radikal biçimde bölmelenmesini içeren askeri bir ör­gütte bulunulduğu sanılacak gerçekten de. Bu benzetmede küçültücü hiçbir şey yok. Partinin kendini savunmak ve hareket etmek için askerî güvenlik ve örgütlenme biçimlerine başvurmak zorunda kaldığı dönemleri hatırlatıyor: Lenin'in partisinin gizliliği, Di­renme hareketi içinde partinin gizliliği v.b. O zamanlar, koşullar bölmelenme tedbirlerini ne kadar doğruluyor idiyse, bugünkü koşul­lar da o tedbirleri aynı ölçüde güdük, çağdışı ve kısırlaştırıcı kılıyorlar: Yalnızca militanlar için değil, ama kitleler ve en sonunda da, so­rumluların kendileri için.

Siyasetin Burjuva İşleyiş Biçimi

Askeri bölmelenme modeliyle parlamenter demokrasi modelini düzenleyen parti, siyase­tin burjuva işleyiş biçimini güçlendirerek, yeniden - üretmekten kendini alıkoyamaz. Parlamenter modelden pek iyi bilenen bir avan­taj elde eder: Tıpkı burjuvazinin, kendi siyasal egemenlik biçimlerini özgür “yurttaşlar“ tarafından yeniden - ürettirmeyi başardığı gi­bi, parti de kendi egemenlik biçimlerini militanlar tarafından yeniden - ürettirmeyi başarır. Ve askerî bölmelenme modelinden, başka avantajlar yanında, hiç de önemsen­mez olmayan şu avantaj elde eder: Sorum­luların kendi üyelerini seçip almalarını seçim kılığına sokabilme! Bu düzenlemenin sonucu, yalnızca yönetimin siyasal egemenlik biçiminin yeniden - üretimini değil, ama yönetim topluluğunun kendisinin yeniden - üretimini elde etmektir. Yöneticilerin yeniden - üretim yelpazesinin darlığı, başarısızlıkları ve hattâ kimi zaman siyasal iflasları da ne olursa olsun, yöneticileri, gerçekten de, pratikte görevden geri alınamaz kılıyor. (bkz. 1940 Sonbaharındaki ne pahasına olursa ol­sun „yasallaşma“ çizgisi). Bu koşullar altın­da, partideki demokrasinin „hareket“i (Ya­zar burada Fransızca „Jev“ kelimesinin “oyun“ ve „hareket“ anlamlarına dayana­rak dilimize aktaramayacağımız bir kelime oyunu yapıyor -Ç.) burjuva Devlet'te olduğu gibi, ekmekle şarabın İsa'nın etiyle kanına dönüşmesi mucizesine ulaşır: Tıpkı halk ira­desinin egemen sınıfın iktidarına dönüştüğü gibi; partinin tabanının iradesi de yönetimin iktidarına dönüşür.

Aşağıdaki olgu düşünüldü mü?

Yönetimi yeniden – üreten ve taktiğe ve stratejiye ilişkin bütün dönüşler arasında ol­duğu gibi bütün yanlışlar arasında da görev­den alınmadan, kendini sürdürme imkânı ve­ren mekanizmanın karşılığı, militanların kaçışı, sürekli kan kaybetmeleri, bu militanların yerlerinin bundan beş, on ya da yirmi yıl öncesinin değişkenliklerini ve savaşlarını tanımamış ve „teoriler“, sloganlar ya da vaatler inancı üzerine olan çarpışmaya birkaç yıl içinde „kavrulmak” için atılan „yeni kuşak­lar“ tarafından sürekli biçimde alınmasıdır.

Partinin resmî olsa bile, üye sayısından ni­ye bu kadar çok eski Komünist var? Niye partiye yazılan, ama etkin militanlıktan vaz­geçen bu kadar çok militan var? Mücadele­lerde (direnme hareketi, soğuk savaş, Viet­nam, Cezayir, 1968 v.b.) sınanmış tüm mili­tan kuşakları niye partide, ya etkinliğinde ya da sorumluluklarında, neredeyse hiç yer almıyorlar? Küçük „Devlet aygıtı“ olarak par­ti, o, kanlı Berlin ayaklanmalarından sonra Brecht'in imâ ettiği ünlü sorununun çözümünü buldu: „Halk yöneticilere olan güvenini mi kaybetti? Bir başkasını seçmekten başka yapılacak şey yok!“ Döngüsel biçimde, bi­zim üye alma kampanyasından bir başka kampanyaya partinin yönetimi yeni bir „halk“, yani başka bir taban, yani başka militanlar „seçer“. Ama yönetim, o, olduğu yerde kalır.

Yöneticiler Arasında Bir Antlaşma

Yönetim kendi yeniden - üretimini hukukî gerekçeler vermek için, yakınlarda ahlakî görünüşü önemli bir temayı unutulmuşluktan çıkardı: Yönetime eskiden dönem dönem ya­yılan temizliklerden (Marty, Tillon, Lecoeur, Servin - Casonova v.b. „olayları“) birkaç yıl­dan beri uzak durabilme imkânı da vermiş olan kollektif yönetim temasını. Kollektif yö­netim seve seve kendisini „kişiye tapma“nın anti - tezi olarak ileri sürer. Gerçekte nedir ki? Kollektif yönetim teması gerçekte, yöne­ticileri kendi aralarında bağlayan, onları mi­litan topluluklarından ayıran ve iktidarlarını sürdürmeye katkıda bulunan bir antlaşmayı örter. Böylelikle yöneticiler iktidarın „daya­nışması“ ile tutulmuşlardır. Açıkça bunun anlamı şudur: Grup başka şekilde karar ver­medikçe, Politbüroda ve sekreterlikte (ya da daha doğrusu yönetici küçük grupta) olup bitenler hiçbir kimse tarafından bilinmeyecek­tir. Açıkça hiçbir zaman bir yöneticinin sözlerinde, onu ötekilerden ayıran hiçbir nüans yakalamayacaksınız. İtalya'da uzun zamandır düşünülemez olan durum: Ayrılıklar ya da farklılıklar kesin ağız sıkılığı yasasıyla çözü­lür ve her „azınlık“ın, kamuoyu önünde hiç­bir duraksama olmaksızın, ötekilerin siyase­tini uygulayacağı önceden kararlaştırılmıştır (Kimi zaman Georges Marchais kendi içten inancına aykırı konuşma izlenimini uyandırdı). Böyle düşünüldüğünde, yönetimin birliğinin yetkinleşmesi olarak sunulanlar, kişisel nes­nel bütün sorumluluğun sonu, kabul edilen, bütün çelişkinin sonu ve yönetimin kararlaş­tırılmış dilsizliğidir. Bu kadar övülen kollektif yönetim, ilk turun yapıldığı akşam televizyonda alaycı ve sessiz biçimde G. Marchais'nin arkasına doğru kaydıkları görülen, bu birkaç „gölgedeki adam“ tarafından İktidarın ve Ha­kikat'ın tümüyle elde tutulduğunun itirafıdır. Alaycı, çünkü, onlar, olacakları biliyorlardı. Sessiz, çünkü sessizlik kollektif yönetim ant­laşmasını mühürler, sağlamlaştırır. Sessiz: İktidara ve bilgiye sahip olunduğunda susulabilir. Sessizlik gerçekten insanları ayıran parmaklıktır: Bir yanda, iktidara ve bilgiye sahip oldukları için, insanlara karşı sessizlik­le davrananlar; öte yandaysa, ne bilgi ne de iktidarları olmasın diye, sessizlik içinde bıra­kılanlar. „Gölgedeki bu adamlar“ işlevleriyle o kadar özdeşleşmişlerdi ki, bu birsamsı mizansenin kimi kişileri ürkütebileceğini de­ğil yalnızca, ama emekçilerin saygınlığına, özgürlük anlayışına ve düşünce inceliğine aykırı düşeceği gibi bir önsezi bile edinemedi­ler... Hiç kimse bu „sahne“ nin, bu           „ mizansen“ in bir raslantı olduğuna inanmaya ce­saret edemeyecek: Yönetimin, emekçileri ve militanları yönetmede ulaştığı sinizm ve bi­linçsizlik noktasının şaşılacak belirtisidir.

Bu ancak, militanlara egemen olma, onla­rı denetleme ve yönetme makinası, yarattığı eserlerinde kendi özgül ve kendisi için yeri alınamaz sonucu olarak, gerçek anlamda, ürettiği militan tipinde bu kadar iyi görülebi­lir. Ekmek parası karşılığında koşulsuz bağ­lılığı zorunlu tutan partiye tunçtan bir yasayla perçinlenmiş, hayat boyu aslî üye. Çünkü aslî işe alınan, bu ekmek parasından vazge­çemez (çoklukla, gençlikten ya da UEC'den -Komünist Öğrenciler Birliği- alınmıştır); ya hiçbir zaman bir işi olmamıştır, ya da bu işin pratiğini kaybetmiştir. Ve çoğu zaman burda, kitlelerle gerçek bir temas bile kura­maz, çünkü bütün zamanını onları denetle­mekle geçirir. Yirmi ya da otuz yıldan beri, işçi durumuyla az çok „sorumlu“ bir memurlaşmış aydın durumunu değiş - tokuş ettik­ten sonra seçmen kartına „metalurji işçisi“, „posta memuru“, „toprak düzeltmede çalışan işçi“ v.b. yazmak ne güzel bir avuntu ve yutturmacadır! Bu çoklukla, daha yukardaki ik­tidarın ödünlemelerinin bulunmadığı aşağı durumlarda, ancak partinin akılsızlığına bütün güçleriyle yüceltilmiş bir boyun eğmeyle, -aslî üye bunu yakından görebilir- ama susmak ya da umutsuzca boyun eğmek ko­şuluyla, yaşanabilen ve dayanılabilen bir dramdır. Konformizm ya da gereklilik nede­niyle, sadık ve uysal olmak, işte, kayıtsız şartsız bir meczup olmadığında, aslî üyeye ka­lan bütün özgürlük: Hiçbir şey.

Devlet ve    „makina“  sözkonusu olduğuna göre, ideolojiden de konuşmak gerekir. Çün­kü bir partinin birliğini „çimentolamak“ (Gramsci) için bir ideoloji gerekir.

Bir yandan bu ideoloji militanların yönetic­ilerine karşı duydukları heyecanlandırıcı güv­ene dayanır; militanlar gözünde yöneticiler, ulusal ve uluslararası devrimci geleneğin mirasçısı oları partinin birlik ve iradesini cisimleştirirler. Ve bu güvenin arkasında, bir sınıf bağı vardır genellikle; bu bağ emekçilerde hem tecrit edilmişliğin sonu, sömürüde kinden bambaşka bir biçimde mücadele birlikte olmanın sıcaklığı; kardeşlik, işçi sınıfının mü­cadelelerinin kazanımı olarak partinin var­oluşundan, kendileri gibi emekçiler tarafından yöneltilmesinden duyulan gurur; bu sınıf yö­netiminin doğurduğu sağlam güvenler v.b. biçimde kendini dile getirir.

Ama bu güvenin bütün tarihi gözardı eden ve yönetimin militanlar yerine düşünmesini beklemeye kadar varan, eksiksiz ve eleştirisiz katılımla dile gelen, yolundan sapmış biçim­leri de var: Bu vazgeçme partide, tek bir refleks edinen kör sekterler kategorisini ya­ratır: Bütün fedakârlıklarını, bütün tutkularını yönetimin ve yönetimin bütün alanlardaki sa­vunmasının hizmetine vermek („Parti -yani Yönetim- her zaman haklıdır“). Bu kör gü­ven türü doğal olarak, bütün nankör görev­ler için olduğu kadar bütün sorumluluklar i­çin de elverişlidir. Yönetim bu türden güven­leri cömertçe kullanır, böylelikle söz dinleme­lerini ödüllendirir ama gerçekte en dar tutu­culuğu teşvik eder.

Bir başka yanda ve ötekine bağlı olarak, bu güvenin yönetim ve memurları tarafından ustaca oluşturulmuş ve biçimlendirilmiş bir ideoloji ile sömürülmesi var.

Bu parti ideolojisinin işlevi, partinin birli­ğiyle partinin yönetimini, ve bu yönetimin saptadığı çizgiyi özdeşleştirmektir. Sanılaca­ğının tersine, hiçbir kendiliğindenliği yoktur. Bu tam da partinin pratiğe uygun düşen ve bu pratiği doğrulayan ideolojidir.

Burada, partide olup biteni anlamak için belirleyici bir noktada bulunuyoruz.

Marksist gelenek ve teoride, ne partinin birliği ne de partinin kendisi kendinde bir e­rek değildir. Parti işçi sınıfı mücadelesinin geçici örgütüdür. Bu sınıf mücadelesine hiz­met etmek için vardır ancak ve birliği de an­cak eylemine hizmet etmesi için gerekir. İşte bunun içindir ki partinin ideolojisinin partinin birliğine „çimentolaşmaya“ yaradığı fikrinde kalınamaz: Bu işlev bize, bu ideolojinin do­ğası ve bu birliğin işlevi üzerine hiçbir bilgi vermiyor:

Eğer parti donmuş ve katılaşmışsa, birliğinde hiçbir çatlak bulunmayacak, ama bi­çimsel ve yararsız olacaktır ve parti „çimentolaşmış“, yani donmuş ve katılaşmış bir ideoloji tarafından felce uğratılmış olacaktır. Eğer parti canlıysa, birliği çelişkili olacaktır ve parti de, çelişkili ama açık ve verimli olması gereken canlı bir ideoloji tarafından birleşmiş olacaktır. Oysa bir partiyi ne canlı kı­lar? Sınıf mücadelelerinde yaşayan büyük eğilimlerde: Ya aşırı-sömürüyü ya da sömü­rülenlerin kurtuluşuna doğru olan eğilimlerle, kitlelerle mücadeleleriyle, buluşlarıyla, so­runlarıyla olan canlı ilişkisi.

Partinin ideolojisi sorununun özellikle karmaşık bir sorun olduğu hemen görülüyor. Çünkü yalnızca militanların güvenini, yalnızca partinin (az çok biçimsel) birliğini değil, ama hepsinin üstünde partinin kitleler­le olan ilişkisini ortaya getirir. Ve bu ilişki çifte bir biçim alır: Partinin siyasal pratiği­nin biçimi, kitlelerin mücadelesini örgütleme ve yönlendirme eyleminde ve yönteminde kullandığı üslûp; ve siyasal pratiğin deneyle­ri üzerine düşünmek ve onları sınıf mücade­lesinin çelişkili eğilimleri perspektifine yer­leştirmek için vazgeçilmez olan partinin teorisinin biçimi.

Resmi Yavanlıklar Çağı

Partinin ideolojisi, partinin birliğinin, kit­lelerle ve teoriyle olan ilişkisinin durumunun denenebileceği bir özet gibidir.

Fransız partisinde Marksist teorinin ne kadar acınılacak durumda olduğunu yeniden söylemeye gerek var mı? Parti, teoriden söz edildiğini duymak istemeyen eski Fransız iş­çi geleneğinin mirasçısı olmakla kalmadı, ama Maurice Thorez'in savaştan önceki övü­lesi teorik çabalarından sonra, Stalinist ka­dırgaya yükleme yaptı ve bunu kadırgaya kendinden bir şeyler de katarak, resmî ya­vanlıklar, Marksist teoriyi, uluslararası devlet dogması, evrimci bir pozitivizm ve diya­lektik maddeciliği de „bilimlerin bilimi“ haline getiren resmî yavanlıklar çağına girdi.

Partide hiç de canlı olmayan Marksist teori bu gönüllü kulluktan mutlu bir biçimde çıkmadı. Ve SSCB'de resmî olarak üretilen her şeyin Marksist teoriyi soluk alamaz duruma getirmekten başka sonucu olmadığı gibi, Fransa'da yirmi yıldan beri Sovyetlerin üretimleri üzerine “ufak-tefek işler görmek“ için özenle çalışanlar da bizde Marksist teoriden geriye kalmış olanı da öldürmeye katkıda bulundular: Parti okullarının programlarına başvurmak yeter: İçinde bulunduklar durumu, aramakta ve kendi kendilerine düşünmekteki cesaretlerine borçlu olan birkaç ender özgün kişi, dışında Parti içinde Mark­sist teorinin en aşağı noktasına ulaştık. Marksist teori ortadan kayboldu.

Ve parti yönetiminin bundan kaygılandı­ğını düşündürten hiçbir şey de yok. Marksizmin bütün dünyada bunalımda olması, yönetimi ortak program yıllarındaki iktisadî bunalımın dünya gerçekliği karşısın­daki kadar umursamaz bırakıyor. Marksiz­min bunalımının Fransa'da, Komünist Parti içinde Marksist teorinin gözden kaybolması biçimini alması onu kaygısız bırakıyor. Mark­sist teorinin terkedilmesi teorik körlük, yani siyasal körlük anlamına gelir kesinlikle (çün­kü teori açıkça siyasaldır). Birkaç yıldan be­ri 19 Mart'a gelinceye kadar bunun deneyi­ni yaptık. Yönetimin bu yakınlaştırmayı ya­pacağına inanıyor musunuz?

Yönetim kolayca kendini avuttu. Çünkü partinin bir „teorisi“ ve kendine ait bir „te­orisi“ var: TDK (Tekelci Devlet Kapitalizmi) adı verilen „teori“, Sovyetlerin tekelci Dev­let Kapitalizmi teorisinin (sermayenin değer kaybetmesi -aşırı birikim üzerine Boccara­cı görüşlerle süslü) Fransız versiyonudur. Öyle bir (teorik) önemi vardır ki, Marx'ın “eleştirisi”ni yaptığı bir disiplin için anlamı ağır olan, Ekonomi Politik El Kitabı (Manuel d'Economie Politique) adı altırıda yayımlan­dı. İtalyan partisi gibi, büyük kardeş partiler tarafından pek az değer verilmiş ya da hat­tâ açıkça kınanmış olsun, önemi yok: Bu bizim teorimizdir. Bunun kanıtı da, yönetimi­mizin emriyle, aynı düşüncede olmayanlardan gerektiğinde elbette temizlenmiş olan “merkez komitesine bağlı“ iktisat seksiyonu­muz tarafından imâl edilmiştir.

Emir üzerine yapılan bir teori! Neden ol­masın, en sonunda? Sipariş üzerine gerçek­leştirilen ne kadar çok büyük müzik eseri var! Hem sonra, Elkitabı'ndaki her şey ya­rarsız da değil. Ama bütününde, bu dev ça­lışma savunma niteliğindeydi, yani „iktisadî“ kanıtlanmasından önce siyasal biçiminde za­ten varolan bir sonucu tanıtlamalıydı.Kısa­cası, ortak programın anti-tekelci siyasetini, teorik güvencesi olarak, TDK'ne dayamak sözkonusuydu.

Bu çalışmanın en önemli iki sonucu bilinir: 1) Tekelci yoğunlaşmanın Devlet'e sız­dığı, Devlet'le birlikte “tek bir mekanizma“ oluşturduğu bir evreye, „sosyalizmin giriş odası“ olan bir evreye girdik; 2) Fransa'ya bir “avuç tekelci“ ile onların uşakları ege­mendir.

Bu iki tezin siyasal sonuçları açıktır: 1) Sosyalizmin giriş odası ve “tek bir Devlet Tekeller mekanizması”, Devlet sorununu değiştiriyor. Devlet eğilimsel olarak, kendisini halk iktidarı tarafından doğrudan doğruya kullanılabilir kılacak bir biçim alıyor, öyleyse onu „yıkmak” sözkonusu değil artık, ve bu akıl yürütmenin ufkunda daha şimdiden pro­letarya diktatörlüğünün „terk edilmesi“ gö­rünüyor;

2) Eğer Devlet nerdeyse hazırsa, güç­ler de burda, onu işgal etmeye nerdeyse ha­zırdırlar, çünkü bu “tekelciler avucu“nun karşısında tekellerin kurbanı olan bütün Fransa var. Küçük bir klik (daha sonradan altı yüz bin „büyük burjuva“ya yayılmış) dışında, tekellerin kaldırılması bütün Fransız­ların nesnel çıkarıdır.

Bu nesnel çıkar nosyonunun kendisi, çı­kar teorisinin içine düşmüş olan Helvetius ile Holbach'ın bile düşünmeye cesaret edemediği küçük bir teorik-siyasal harikadır. Nesnel çıkarla gerçekleşmesini birbirinden ne ayırır? Yalnızca bilinç. Tutucu Marksist­ler olarak, bunun sınıf mücadelesi gibi bir şeyden geçerek gerçekleşebileceğini düşünüyorduk. Oysa hayır, yalnızca bilinçten geçebiliyormuş. Öyleyse, bilinci uyandırmak ye­ter! Herkesin bildiği gibi, Kautsky'den beri, bilinç, içerden gelmediğine göre, dışarıdan gelir! Öyleyse dışarıdan, propaganda, kitle iletişim araçları, basın darbeleriyle bilinci uyandırmaya, yeniden uyandırmaya çalışılacak : “Sizi sömüren bir avuç tekelciye kar­şı mücadele etmek sizin nesnel çıkarınız­dır: Bunun bilincine varın ve buna göre ha­reket edin!” Başarıdan kuşkulanmak için hiçbir neden yok : Hem nesnel çıkarın mutlak kudretinden, hem de bilinç üzerine fikirlerin mutlak kudretinden kuşkulu musunuz yoksa? Ne de bayağı bir maddecisiniz öyle!

Partide Marksist teoriye tanınan kader sonuçlarını tüketmiş değil. O halde, her kim ki Marksist teorinin terkedilmesini söyler, ay­nı anda somut analizin de terkedilmesini söy­ler. Bu iddia, Marksist teoriye ilişkin soyut bir fikre sahip olan ve bu nedenle onu, gö­nüllü olarak, somut analiz fikrinin karşısına koyan kimilerine tuhaf gelecektir. Oysa, Marx ve Lenin için („Marksizmin canlı ruhu somut bir durumun somut analizidir,“) bu iki fikir aynı şeydir, değişen şey yalnızca nes­nenin ölçeğidir.

Oysa somut analiz zorunluluğu bütün Marksist geleneğe damga vurmuştur. Bu zorunluluk siyasal bir gerekliliğe denk düşer.

Verili durumun sınıf etkilerinin ya da ilişkilerinin karmaşıklığı içinde ele alınan bütün ögelerin somut analizi en yüklü anlamıyla; gerçeğin (hep sürprizler, “yeni“ 'bir şey kapsayan) bulunması ve aynı zamanda da mü­cadele hedeflerine ulaşmak için izlenmesi gereken çizginin belirlenmesi'dir.

Oysa bu son derece önemli pratikte partide ortadan kayboldu. Savaştan önce Ma­urice Thorez'in Fransa'daki sınıf ilişkileri üzerine somut analizler sunmaya hâlâ cesa­reti vardı. Savaştan sonra, bu gelenek yavaş yavaş kayboldu. Partinin yirminci, yirmi bi­rinci kongrelerinde Fransa'daki sınıf ilişkile­ri üzerine hiçbir şey yok. Nedeni anlaşılı­yor: Yönetimin „kendi“, TDK teorisi vardı Ona göre bu, gerçek bir teori olduğu için, somut analiz yerini peşinen tutuyordu. „So­mutlaştırmak“ istendiğinde, bu teoriyi herhangi bir şeye yukardan uygulamak yetecek­tir. Parti bunda da Marksizmin Stalinci dog­matik/spekülatif yorumuna ilişkin eski bir ge­leneği yeniden buluyordu: Somut doğru, te­ori uygulandığındadır, teoriyse doğruların doğrusudur ve somut analiz, sonunda, ge­reksiz hale gelir, çünkü ancak uygulanmış doğrudur. Daha yüksek bir doğrunun „uygu­lanması“ olarak somut doğru taslağı, II. En­ternasyonal döneminde siyasal yıkımlar yap­mıştı. Bu yıkımlar Stalin döneminde yenilen­di ve Fransız partisine de zarar verdi. So­mut analizi teorinin uygulanması olarak ta­sarlamak, dalgın olunmadıkça, sipariş üzeri­ne bir “teori” imal etmenin doğuracağı etki­lerden de daha vahim, kesin siyasal çıkmaz­lara girmektir.

„Durdurucu Engel”

Ulusal tarihimizde aydınlatıcı bir örnek var: „Durdurucu engel“dir bu örnek. Birkaç yıl' önce, kısmi seçimlerde partinin ezilip geçilmesini anlatmak için bir federal sekreter bu şaşırtıcı kelimeyi kullandı. Uzun zaman­dan beri partinin daha öteye gitmeksizin, oyların % 20-21'i çevresinde „döndüğü”, ya­ni tıkanmış olduğu bilinirse, gündemdeki eski sorunun hâlâ değişmediği de anlaşılır. Tarihî „durdurucu engel”inin düzeyini 0,8 pu­anla (imkân daha da azalmış) aştı bile bu kez. Ama bunu kim ciddîye alıp, olayı ana­liz etti? Şu basit soruyu bile kim sormaya kalktı: Bu ezilmenin sınıfsal ideolojik, top­lumsal, iktisadî nedenleri nelerdir, gerçek sı­nırları nelerdir? Kısacası bugünkü Fransa'da partinin sınıfsal siyasal durumunun somut analizini kim yaptı?.

Bu sorunun cevabına, bu noktada tü­müyle suskun olan; ama kimilerinin zaten denediği gibi, “uygulama“nın yeterli olacağı TDK „teorisi“ içinde... yönetim sahipti. Yönetim soruyu hiçbir zaman somut analiz te­rimleriyle sormadı. Bu pek çok yersiz ger­çekliği bulmak olacaktı: İlk olarak, “durdu­rucu engel“in, inanılmak istendiği gibi, her şeyden önce küçük-burjuvazi de değil, ama işçi sınıfının kendisinde yer aldığını bulmak olacaktı. İşçi sınıfı partiye ancak oylarının % 33'ünü verdi, % 30'unu SP'ye % 20'sini sağa; geriye kalanı da seçimlere katılmadı ve bütün siyasetin kabaca reddedilmesine (Fransa'daki anarko-sendikalist gelenek) yö­neldi. Georges Marchais'nin üç yıl önceki kesin bildirisi düşünüldüğünde ne de kötü bir ders: “İşçi sınıfı siyasal birliğini gerçek­leştirdi“. (Solun birliğinden söz etmek isti­yordu!) Oysa, kazanılmış olmak bir yana, iş­çi sınıfının siyasal birliği önümüzde duran bir hedeftir.

Çünkü hatırlamak gerekir ki, tıpkı öteki sınıflar gibi, işçi sınıfı da ne tektir, ne bir bü­tündür; ne de herhangi bir mucize tarafından iç çelişkilerinden arınmıştır. Bütün üretici emekçileri etkileyen sömürüden de pa­yını alır. (küçük-burjuvazi ve köylülüğü etki­leyen sömürüden onu ayıran da budur), ama çalışma ve hayat koşulları, onu kuşatan bur­juva hegemonyası, üretim yoğunlaşmasına ve mücadelelerin tarihî sonuçlarına göre değişir; siyasal tepkilerinin farklılığını ve sınıf bilincinin eşitsizliğini açıklayan da budur.

Partinin yönetimi teoriyi ve somut ana­lizi hor görür: Bu durumun kendisini bir çık­maza sokması onu ilgilendirmez, çünkü ne olursa olsun durumun incelenmesinin denetimini elinde tutmaktadır. Seçim sonuçlarını “kılı kırk yararcasına“ incelendiğinde, seçim sosyolojisinden v.b. başka, sonuçlardan emin olunabilir: Militanlarda ve emekçilerde „yeterince bilinç“, “fikirlerimizi anlatmak için yeterince çaba yok“. Çizgi dokunulmaz ve Fransa halkının „nesnel çıkarı“ ile saptanmış olduğundan, yalnızca bilinç ve çaba ile değişebilir, değil mi. Ne olursa olsun, somut gerçeklik ve gerçekliğin somut analizi değil, uygulamalarıyla yönetimin, partinin iç gerçek­liğine ilişkin yaptığı betimlemenin ve onun doğurduğu gözle görülebilir etkilerin de „dur­durucu engel“de katkıları olmadığını söylemeye kim cesaret edebilir? Yönetim 22. Kon­gre ile birlikte, kendisini geçmişin kötü anı­larından yıkayan bir gençlik banyosuna gir­diğini sanabilir, insanların belleği sağlamdır ve bu kez anti-Komünizm şantajı da iyice bitti artık! İster hoşa gitsin, ister gitmesin, mülkiyet ve özgürlük mitine dayalı ideolojisine, bu ideolojisini elinden alan bir dünyada, sıkı sıkıya sarılan şehir ve kır küçük burjuvazisi, özgürlük ve mülkiyet üzerine yepyeni vaatler­le gelen Komünistleri gördüğünde konuşma­larını bırakır, ama gene aynı şekilde düşün­meyi sürdürür. Sen istediğin kadar konuş! Kulaklar adı verilen dik kafalı köylülerin sür­güne gönderilmesini, kıyımını, orta sınıfların ezilmesini, Gulag ve Stalin'in ölümünden yirmi beş yıl sonra bile hâlâ süren baskıyı ken­disiyle birlikte sürükledikçe ve güvence olarak da, bir sağlamanın yapılabileceği biricik alanda, partinin iç uygulamaları alanında, hemen yalanlanan sözler sundukça, istenildiği kadar Stalin'in anısı saklansın ve Ekim Devrimi'nin mirasçısı olunsun... “durdurucu engel“in partiden de ileri geldiği anlaşılır.

Yönetim Kendi Rekorlarını Kırıyor

Bu sorun üstünde, yönetimin kendi rekorlarını kırdığı söylenmelidir. Yönetmekte olmadığı ve hiçbir zaman da yönetmediği bir ülke için özgürlükten, demokrasiden, değişiklikten yüksek sesle söz eden bir yönetimin sözlerine inanacak kadar aptal oldukla­rı sanılıyor insanların. Bu koşullarda, bunun kanıtı nerede olabilir ki! Ah! Georges Marc­hais'nin müthiş sözü : „Fransız Komünistleri hiçbir zaman özgürlüklere el uzatmadılar”... ama Fransızlar hep şunu düşündüler „Elbette; ama hiçbir zaman bunu yapabile­cek durumda da olmadılar!” Ama buna kar­şılık, bu halkın belleğinin, Fransız partisinin yönetiminin insanları, saygınlıklarını lekele­mek için her parçası icad edilmiş suçlamala­rın alçaklığı ile nasıl bir doğruluk ve özgür­lük tiksintisiyle, ahlakî olarak parçalayıp ezdiğini hatırlayamayacak kadar güçsüz mü olduğu sanılıyor gerçekten : Fransa’da ger­çek „Moskova davaları“, hiç olmazsa son karar açısından, yapılmadı; ama bir insan, kendisine bir „polis”, bir „hain“ ya da bir „dolandırıcı” olduğu suçlamasıyla eziyet ede­rek de, bütün eski mücadele yoldaşlarını onu oybirliğiyle suçlamaya, geçmişlerinden vazgeçmeye, kaçmaya, karaçalmaya zorlayarak da namussuzca öldürebilir. Bunlar 1948 ile 1965 arasında Fransa'da oluyordu. Komünist Parti iktidarda değildi. „Fransızların özgürl­üklerine el kaldırmadı“, yalnızca kendi yö­netiminin sorumlu bulunduğu bu iğrenç şey­leri onarmak ya da onlardan pişmanlık duymak, hatırlatmak için tek bir söz bile söylememesinin nedeni şüphesiz budur.

Partinin yönetiminin somut analizi sev­mediği anlaşılıyor. Somut analiz titiz ve verimlidir: Ama affetmez. Ve teoriyi harekete geçirdiği için, partinin teoriyi sevmediği anla­şılıyor: Teori canlı olduğunda, titiz ve ve­rimlidir, ama, o da, affetmez.

Partinin ideolojisi üzerine bir fikir edinm­ek için bütün bu tedbirleri almak gerekiyor­. Militanların güvenine ve bu güvenin yöne­tim tarafından sömürülmesine- kök salmış olan, keyfi ama önceden konulmuş bir siyasal ­çizgiye hizmet etmek için ölçülere uygun olarak dikilmiş bir „teori“ye yaslanan, gerçek ­teoriden ve somut durumun analizinden tiksinen partinin ideolojisi gerçekten de şu karikatüre indirgenir: Yalnızca insanlara komuta etmek iktidarını değil, tek başına saptadı­ğı bir „çizgi“ye göre, doğruya da komu­ta etme iktidarını elinde tutan bir yönetim çevresinde; ne pahasına olursa olsun, partinin birliğini “çimentolamak“...

İdeoloji, teori, analiz böylece militanları kendileri dışında saptanmış uygulamalara ve çizgiye “özgürce“ katılmalarına inandırmak için yönetilme araçlarına, aygıtlarına  indirgenmişti. Bu pratiğin pragmatizmi Marksist geleneğin en değerli yanına, militanların ideolojisinin,      militanların        katıldıkları         mü­cadelenin kökenlerine ve hedeflerine kadar genişletilmesi için, canlı analizin ve teorinin verimli zorunluluklarına çarpar ve ters dü­şer. Bütün bu soruların ardında, sözkonusu olan şey: Teori, analiz, ideoloji, kısacası si­yasal pratiği yoluyla partinin kitlelerle olan ilişkisi.

İktidardaki ya da iktidar için mücadele eden sınıflar kadar siyasal pratik biçimleri olduğunu göstermek için biraz tarihî bilinç yeter. Her biri kendi mücadelesinin gerekle­rine ve çıkarlarına en uygun düşen pratiğe göre yönetir ya da mücadele eder.

Örneğin, teorisyenleri ve tarihi sayesin­de, burjuva siyasal pratiğinin özelliğinin ken­di egemenliğini başkaları tarafından sağlamak olduğunu ileri sürebiliriz. Gramsci gör­medi desek, bu daha Machiavelli'de bile ger­çek zaten, bütün burjuva devrimlerinin, ak­tif ya da „pasif“, devamı için de gerçektir: Burjuvazi bunları kendi sömürülenleriyle, pleblerle, köylülerle, proleterlerle, sömürülenlerle ve müttefikleriyle gerçekleştirmeyi bil­di. Onları iktidâr dönemecinde beklemek, kanlar içinde öldürmek ya da barışçı yoldan boyun eğdirmek ve kendi zaferiyle onların bozgununun meyvalarına kendi yararına el koymak için güçlerinin boşalmasına izin ver­mesini bildi her zaman.

Bu burjuva siyasal pratiğine karşı, Marksist gelenek her zaman bir başka tez savun­du: Proletarya “kendi kendini kurtarmalıdır“, kendi dışında ne başka bir sınıfa ne de başka bir kurtarıcıya güvenebilir, yalnızca kendi örgütlenmesinin gücüne güvenebilir. Başka seçimi yoktur, kullanacağı sömürü­lenler yoktur. Ve, zorunluluk nedeniyle, da­yanıklı ittifaklar kurması gerekeceği için, müttefiklerine karşı başkaları gibi, dilediğin­ce egemen olabileceği, kaderlerini elinde tut­tuğu güçler gibi değil: Ama, tarihî kişiliğe saygı beslemesi gereken; gerçek eşiti gibi davranmalıdır.

Kendisinin de buna karşılık burjuva siyasal pratiğinin ideolojik tuzağına düşme tehlikesiyle çok ciddî olarak tehdit edilebileceğini bilir: ya sınıf işbirliğine boyun eğip nesnel olarak burjuvazinin hizmetine gire­rek (Bkz. Sosyal demokrasi) ya da kendi bağımsızlığı yanılsaması altında, kendi bağrında burjuva siyasal pratiğini yeniden-ürete­rek: İki ihtimal birlikte de olabilir.

Kendi bağrında burjuva siyasal pratiği yeniden-üretmek nedir öyleyse? En katıksız burjuva üslupla yönetimin kendi siyasetini yaptırdığı kitlelere ve militanlara karşı baş­kaları gibi davranmaktır. Yönetimle militan­lar ayrılığını ve partiyle kitleler ayrılığını ken­diliğinden üreten, partinin bütün iç mekanizmasını „işlemeye“ bırakmak yeter. Bu du­rumda yönetim bu ayrılığı siyasetinin yararı için kullanır: Yönetimi militanlardan, partiyi de kitlelerden ayırarak işlediği ölçüde, kendi siyasal pratiği burjuva siyasal pratiğini ye­niden üretmeye yönelir.

Her Şey Yukardan Yapıldı

1972'deki çizgiye ve „gerçekleşmesi“ne ilişkin olarak tekrar tekrar yapabildiğimiz gözlemlerin anlamı budur: Ayrılığın, ve elbette ki kitlelerin de uzağında tutulmuş mi­litanlar gözönüne alınmaksızın, her şey yu­kardan yapıldı. Yönetimin büyük manevrala­rında kitlelerin ve militanların yönetilmesi, burjuva pratiğinde olduğu gibi, doğal olarak teoriden tiksinme ile, en kaba pragmatizm ile katmerlenir. Militanlara ve kitlelere karşı beslenen tiksinmenin, her zaman somut ana­lize ve teoriye karşı beslenen tiksinmeyle bir­likte gittiği, yani karşıtlarıyla birlikte gittiği o kadar gerçek ki : Gerçeğin pragmatizmi ve otoritarizmi (Başarılı olan gerçektir) 1972'­den; özellikle de Eylül 1977’den beri bütün olup bitenler, şu klasik tezin sağlanmasın­dan başka bir şey değildi: Bir işçi partisi si­yasal pratiğinin sınıfsal bağımsızlığının ilke­lerini terk etme eğiliminde olduğunda, ken­di bağrında, kendiliğinden ve zorunlu olarak, burjuva siyasal pratiğini yeniden-üretmeye yönelir. Bunun sonuçları bilinir: Gülünç bir sayısal küçük „durdurucu engel“; ama sol için eksik kalan % 1 ya da 2 oyda bütün bir dünya vardı!

Partide, üstelik Stalinist gelenek temelinde, teorinin yöneticilerinin „mülkiyeti“ olması (ve aynı düşüncede olmayanlar, bunun kendilerine neye malolacağını bugün bile varsın öğrensinler), teorinin bu “mülkiyeti“­nin ve Doğru'nun başka „mülkiyetleri“nin, militanların ve kitlelerin kendilerinin mülki­yetlerini gizlemesi, bireysel terimlerle değil, sistem terimleriyle yorumlanmalıdır: Bireyle­rin üslubu değişir, örneğin, yöneticilerimizin Stalinizmi “hümanist“ oldu, kimileri çok „açık“ bile olabilir. Önemli olan bu değildir. Önemli olan, partinin bağrında burjuva siyasal pratiğe doğru olan eğilim diye az önce belirtilen her şeyin bir sistemin içinde yerle­rini bulan bireylerden bağımsız olarak, ama bu bireyleri neyseler onu olmak zorunda bı­rakan: Sistemin parçası olan ve sisteme hapsolan; tek başına işleyen bir sistemin işi olmasıdır. Partinin otoriteyle, yukardan, işle­diği söylendiğinde, otoriteyi kişisel bir tutku gibi şu belirli yöneticide değil, ama aygıtın makinası'nda aramak gerekir; bu aygıtın bütün düzeylerde „sorumluluk“, otoriteye uy­gun davranışlar ve bunların sıkıntılarını sal­gılar: Otomatik bir sır, şüphe, güvensizlik ve kurnazlık aygıtı.

Ve aygıtın makinasının ardında aramak gerekir kısacası: Yöneticilerle militanlar ara­sına zorla konulmuş uzaklıkta, partiyle halk kitleleri arasına zorla konulmuş uzaklıkta.

Belirleyici Sorun: Kitlelerle İlişki

Bu nedenle parti üstünde durmakla, hat­tâ siyasal pratiğin karakterleri üstünde durmakla da yetinilemez: Partinin geniş kitle­lerle olan siyasal ilişkisinden, yani siyasal çizgiden ve siyasal çizgideki belirleyici so­rundan, ittifaklar sorunundan söz etmek gerekir.

Bir partinin ve bir çizginin olması: İşçi sınıfının sınıf olarak örgütlenmesine yardım etmek için, sınıf mücadelesini örgütlemek                                                          aynı şeydir bu, kaçınılmazdır. Oysa, partiyi parti olarak yetiştirmemek gerektiği gibi, işçi sınıfını da işçi sınıfı olarak örgütlememek gerekir. Tecrit edilmişliğe düşmek olacaktır bu : İşçi sınıfı, sömürülen ya da ezilen geniş emekçi kitleleri arasında kitlelerin örgütlenmeye ve bütün sömürülenlere yol göstermeye en yetenekli kesimi olarak vardır.

Marksist gelenek, geniş kitlelerin eyle­minin belirleyici olduğunu ve işçi sınıfının eylemini bu belirlenmeye göre tasarlamak gerektiğini kabul eder. Devrimci öneme sa­hip tarihî girişkenlikler (inisiyatifler) geniş kitlelerden gelir: Komün'ün icad edilmesi, 1936'daki fabrika işgalleri, 1944-1945'deki Kurtuluş komitelerinin halk zaferi, Fransa'da inanılmaz Mayıs 1968 sürprizi v.b. Ve bir par­ti üzerine yargı, öncelikle halk kitlelerinin girişkenliklerine ve ihtiyaçlarına dikkat edebil­me yeteneğine göre yürütülür.

Kesinlikle belirleyici olan bu kitlelerle sı­kı ilişki sorununda, parti tavır almayı bildi o zaman (Direniş'de). Tarihinin bir eğilimidir bu. Ama kendini sürekli tekrarlayan ve güç­lendiren ters eğilim de var: Aygıt tarafından denetlenmeyen her şeyin karşısında, kurulu düzeni ve inançları huzursuz edebilecek ye­ni biçimler karşısında reddetme refleksi. Ör­neğin Mayıs 1968: Parti küçük burjuva ve öğrenci kitlelerden kendini bile bile ayırdı, çünkü onları denetlemiyordu! Genellikle yu­kardan, “teorisi“nden ya da aygıtından kal­karak denetlemediği şeye karşı olan içgüdü­sel korku partiyi, harekete geçmeye karar verdiğinde her zaman epey gecikmiş olarak yola çıkartıyor. Önce kitlelere kulak vermesi gerektiği halde, olacaklara ilişkin gerçeği, önceden, evrak çantalarında elinde tutmu­yor gene de. Marx şunu söylüyordu: “Bilinç her zaman gecikir“. Parti yönetimi, alaylı ya­nından şüphe duymaksızın, bu ilkeyi kelime­si kelimesine şaşmadan uyguluyor! Bilinçli olduğuna emindir, çünkü gecikmiştir.

Partinin kitlelerle sürdürdüğü ilişkilere göre (canlı, açık, dikkatli ilişkiler ya da ter­sine güvensizlik, kulak vermeme ve gecikme ilişkileri), partinin çizgisi farklı biçimde tasarlanacaktır: Doğru olduğu gibi geniş ve esnek, ya da tersine, soyutta doğru olsa bil­e, otoriter ve dar. Her devrimci çizginin merk­ezi sorunu üzerine, ittifaklar sorunu üzerin­e bir yargı verilebilir böylece.

1848'in Komünist Manifesto'sundan be­ri bütün Marksist gelenek, ittifakların gerek­tiğini savundu, İşçi sınıfı ,tek başına yenemez, mücadelesi bir “cenaze solo“su (Marx) olur.

Ama ittifak var, ittifak var: Ve bu nokta­da iki sınır-anlayış çatışır İttifaklar ya seçmenlerinin “mülk sahibi“ olarak kabul edilen siyasal örgütleri arasında yapılan antlaşma terimleriyle tasarlanır ya da etkisini yay­mak için işçi sınıfının örgütlenmiş kesiminin sürdürdüğü mücadele terimleriyle tasarlanır.

Birinci durumda, hukukî ve seçim kazan­maya yönelik bir anlayışı vurgulamak sözkonusudur: „Zirve“de yapılan bir anlaşmayla karara bağlanan, „solun birliği“ böyle olmuş­tu. İkinci durumda, çoğulculuğa saygı göste­ren ve “zirve“de yapılmış hukukî bir anlaş­mayı da kapsayabilen ve kendine duyulan ilgiyi yaymak ve küçük-burjuvazi ile her şey­den önce işçi sınıfı içinde daha geniş konum­lar elde etmesi için, partiyi doğrudan doğru­ya kitle mücadelesine sokan bir anlayış söz­konusudur. Sonuç olarak, sorun öncelik so­runudur: Ya anlaşmanın önceliği ya da mü­cadelenin önceliği.

Yönetim şüphesiz „birlik bir mücadele­dir“ diye açıklamada bulundu, ama 1934-1936'da Halk Cephesi perspektifi içinde alınan konumun tersine, yönetim halk komite­lerinin kurulmasına karşı çıktığında, biçimsel olarak doğru olan bu sloganın ne anlamı ola­bileceği sorulabilir. Gerçekten de yönetim, birliğin gerçek temellerini sağlamak için ya­pılacak; kitleler içinde mücadele'nin yerine, ortak programa bağlılık örtüsü altında, ör­gütler arasında mücadeleyi koydu. Birlikten yana seçimciliğin („Sağ oportünizmin) yerine bir partinin bir başka parti üstündeki ege­menliğini gerçek bir hegemonya, halk için­de „işçi sınıfının yönetici bir etkisi“ olarak göstermek isteyen, sekter bir seçimciliği koy­du. Ama bu hep -ve her zamankinden daha çok- seçimcilikti, yani sağ oportünizmdi. Eylül'deki dramlaştırmadan bu yana („Her şey bize bağlı!“ l'Humanité Bayramı'nda Ge­orges Marchais) yönetim kitlelere çağrıda bulunmaya kadar, şu şaşırtıcı formüle kadar vardı: “Seçimlerin ilk turunu, Komünistlere destek ve iyi bir ortak programın güncelleş­tirilmesi için dev bir “ulusal dilekçe“ haline getirmek!

Hayal Kuracak Hiçbir Şey Yok

1972'den 1977’e kadar, tabanın girişken­liklerini ve kafa ve kol emekçilerinin birliği­nin biçimlerini uyarmak, ya da geliştirmek için hiçbir şey yapılmadığı bilindiğinde, hayal kurulamaz. Dahası: Halk Komiteleri için getirilen her öneri, „yönlendirme“deki tehlikeler adına geriye çevrilmişti. Ve işte yıllar boyunca bu yöndeki girişkenliği kırdıktan sonra, kitlelere en sonunda bu yolda bir çağ­rı yapılıyordu. „Yönlendirilmemek“ için, kit­leler yönlendiriliyordu yalnızca. Ve parti yö­netiminin son anda yaptığı çağrıyla kitlele­rin, birdenbire, harekete geçmeleri ve yurt­taş olarak verdikleri oylarını parti tarafından solun birliğinin bağrında sürdürülen „muhabe­re“yi desteklemek için „dilekçe“ye dönüştür­meleri istendi!

Yönetimler arasında antlaşma ile birlik anlayışı seçildiğinde ve antlaşmaya, son da­kikada, mücadeleyi yazmak isteyerek, yarattığı sonuçları umutsuzca yakalamaya çalışıldığında bunlar başa gelir: Seçimciliğin dı­şına çıkılmaz, tersine daha da ağırlaştırılır; ve gerektiğinde özenle mücadelenin dışında tutulan kitlelerin harekete geçmesi yolunda­ki bir çağrıyla karışıklık artırılır. Oysa bu bir­lik siyasetini, kitle ve mücadele siyaseti ola­rak tasarlamak mümkündü: „Zirve“ de imza­lanan antlaşmayı tabandaki birliğe yönelen bir mücadeleye bağlayan ve partinin kendi­ne duyulan ilgiyi “durdurucu engel”den öte­lere kadar yayabileceği bir halk birliği siyaseti gibi. Bu durumda, antlaşma hemen mü­cadele içine yerleştirilmiş olacaktı ve kitlele­rin birliğe yönelen mücadelesine öncelik ver­mek için hareket edilecekti. Manevralarda ve yönlendirmelerde yer almak için kitlelere güvenilecekti ve onları yönlendirmeye son verilecekti, yani halk birliğine, yönelik bir iş­çi ve halk siyasetinin koşullarını yaratmak için, kitlelere karşı gerçekten de burjuva bir pratiğin nesnesi olarak davranılmayacaktı.

Yönetimin kitlelere karşı duyduğu derin, dayanaklı ve yerleşmiş güvensizliği partinin bu kurtarıcı seçmeyi yapmasını yasakladı. Parti, birliğin „zirve“den yönetildiği bir antlaşma siyasetine geri çekildi. 1973-1975 yıl­larının dev emekçi kortejlerinden kendiliğin­den fışkıran „halk birliği“ sloganını, parti ger­çekten duymak istemedi. Macera korkusuna bürünmüş olan riziko korkusu ya da en so­nunda, yalnızca alışmışlık (Bir aygıtın kendine itiraf ettiği, nedenlerin neler olduklarını öğrenebilirseniz öğrenin!) Yönetim korunmasına çekiliyormuş gibi eski alışkanlıklarına çekildi. Sol kaybetti: Gök ne olursa olsun, kale dokunulmazcasına varlığını sürdürür her zaman.

Duvarlarıyla Kendini Hapseden Parti

Parti'ye ilişkin olarak söylenen her şey, eksiksiz olmak ve anlaşılmak için, partiyi dı­şardan görmeye de imkân vermelidir: Kendi aygıtı, pratikleri, anlayışları, çizgisi içinde değil yalnızca ama Fransa'daki durumun dış yanında da. Burada bütünüyle özel bir ko­numda bulunduğunu belirtmek gerekir.

Kitleler karşısındaki güvensizliği ve ken­di üzerine kapanışıyla, partinin Fransız top­lumu içinde, „suda bir balık gibi“ olmak yerine, kalede bir garnizon gibi olduğunu belirtmek gerekir.

Kale sağlamdır ve varlığını sürdürür, do­ğaldır bu; ama bu bir kalenin sürekliliğiyse Marx'ı olduğu kadar Vauban'ı da okumalı.

Machiavelli bir kale yapıp, içine sakla­nanın, kendini duvarlarıyla hapsettiğini söylü­yordu: Yalnızca savaş için değil, siyaset için de kaydedilmiştir.

III. Enternasyonal'in ilk yılları boyunca kalenin belki de (incelemek gerekir bunu) varolma nedenleri olduysa da, parti bu kaleye karşı bugün bir sığınak gibi değil, ama bir dayanak noktası gibi davranmalıdır: Diren­me hareketi boyunca ve siyasetinin hareket halindeki kitlelere geniş biçimde açıldığı („Bakanlarımız yok, ama kitlelerin bakanlığı­na sahibiz!“ Maurice Thörez) 1934-1936'da yaptığı işte buydu. Devrimciler için bir kale­nin, güçlerini kitleler içinde harcamak için içinden çıkıldığında varolma nedeni vardır an­cak. Olaylardan çekinmemek gerek: 1978 Mart bozgunu, kalesine çekilmiş olan ve „kaybolmak“, yani kitlelerde kendini yeniden bulmak için kalesinden çıkmayı reddeden partinin işleyişiyle bir bütün oluşturan bir si­yasal pratik ve bir siyasal çizginin bozgunu­dur.

Partinin Fransız toplumunda, bir kale görünümü alması, işte tuhâf kaçan bir şey. Çün­kü gerçekten de, bir kapanma sözkonusudur: İşçi sınıfının yalnızca üçte biri üzerine bir kapanma, kitleler karşısında koruyucu bir kapanma, sistemli gecikmeye kadar varan, olaylar karşısında kapanma. Ve yönetim ge­rekliliği erdem haline getirmenin yolunu, doğ­rulama olmaksızın uyguladığı bu kapanmayı siyasal güç; ihtiyat, hattâ öngörü göstergesi olarak sunmanın yolunu bulur! Öngörü Fransız toplumunda partinin tecrit edilmişli­ğinden başka bir yere yaramayan -partiye katılanların sayısının artması bu tecrit edilmişliğini kırmaksızın- bu kapanmanın nesnel anlamına karşı kendini kör etmektir öy­leyse bu. Partinin tecrit edilmişliği, partiyi son derece ilgilendirmesi gereken bu sorun belirtildiğinde, yönetim hemen burjuvaziyi ve derin anti-Komünizmini suçlar: Ve küçük ka­zançlar da olmadığı için, bu tecrit edilmişlik­te bir doğrulanma görür yalnızca: Parti „öte­kiler gibi“ değil.

Parti ve dönüşümü sorunu tam da, bü­tün Komünistlerin kaygılarının yüreğindedir. Eğer değişmesi gerekirse, „ötekiler gibi bir parti“ olması gerekmez mi? Ve eğer „öteki­ler gibi bir parti“ olmazsa, nasıl dönüşebilir? Burada ortada olan sorun, partinin tecrit edil­mişliğinin sonu sorunudur, ya da, benzetme­mize yeniden dönersek, kaleden çıkma so­rundur.

Partiyi burada ciddî bir oportünist tehli­ke tehdit eder. Çünkü „kaleden çıkmanın” iki biçimi vardır. Kaleden, olduğu yerde kalarak, devrimci geleneği tasfiye ederek ve par­tiyi, şimdi olduğu biçimde, bugünkü kapan­ması içinde, „ötekiler gibi“ bir partiye, yani biçimsel olarak liberal bir partiye dönüştüre­rek çıkılabilir. Ama kaleden bambaşka bir biçimde de çıkılabilir: Kitlelerin hareketine kararlı biçimde katılmak için kaleyi terkede­rek, kapanmayı başından atarak, partinin et­ki alanını mücadele yoluyla yayarak ve kit­lelere karşı açık olan bu mücadelede de, kit­lelerden gelen hayatı partiye vererek partiyi dönüştürmenin gerçek nedenlerini bularak çıkılabilir.

Bu ikinci yolda, partinin „ötekiler gibi bir parti“, iç kurallarını burjuva partilerden alan bir parti olması sözkonusu olamaz. Par­ti kendi iç kurallarını, devrimci tarihî deneyin en iyi yanını alıkoyarak, kendi kitle pratiğin­den ve militanlarının deney, ve analizlerinden kalkarak icad etmelidir. Kelimeleri kurcala­mıyorum, olgulardan söz ediyorum. Militanların kafalarında zaten uzun uzun düşündük­leri somut önerilerin zenginliği karşısında, militanlar en sonunda kendileri dile getirebildiklerinde, şaşılacaktır. Ve partinin halk ve işçi tabanlarında, “artık süremeyecek olan şeyi“ değiştirmek ve partinin sınıfsal bağımsızlığını, özerkliğini, düşünme, tartışma ve eylemde gerçek özgürlük isteğini koruyacak yeni, görülmemiş biçimler yaratmak için ,yeterince güç, irade ve açıklık vardır.

Bir Halk Birliği Çizgisi

Bugün partiye karşı bütün burjuva propagandayı harekete geçiren temaya, demok­ratik merkeziyetçiliğe ilişkin bir söz söyle­mekse sorun, militanların tuzağa düşmeyece­ği açıktır. Bu ilkeyi savunacaklardır; ama bu­nu, tüzüklere karşı bir fetişizm ya da geçmiş olarak geçmişe bağlılık nedeniyle değil, bir partinin, „ötekiler gibi“ olmamak için, ötekilerden başka kurallara, burjuva hukukla iliş­kisi olmayan ve ondan daha zengin bir öz­gürlüğe ihtiyaç duyduğunu bildikleri için. Ve, eğer parti canlıysa Komünist olsun ya da ol­masınlar, burjuva demokrasisi uzmanların­dan öğüt almadan, partinin kitlelerle birlik­te bu özgürlüğün yeni biçimlerini icad ede­ceğini bilirler.

Bizse, bu analizden gelecek için çalış­ma ve mücadele sonuçları çıkarabiliriz: Bu sonuçları bir sıralama düzeniyle savunuyo­rum, ama bu sıralama ne hiçbir önceliği ne de hiçbir bağımlılığı içermez. Bu tedbirlerin hepsi birbirine dayanır ve aynı zamanda bü­tün alanlarda çalışmaya koyulmalıyız. Ne pa­hasına olursa olsun, gerçekten bize şunlar gerekir:

1) Hayata kavuşturulmuş bir Marksist teori. Onaylanmış formüllerle soysuzlaştırıl­mış ve dondurulmuş değil ama açık, eleşti­rel ve kesinlikli bir teori. Komünist hareket­teki bugünkü krizin bağrından, halkın mücadelelerinin pratiği ve somut analiz pratiği ile kurtarılmış bir Marksist teori. Toplumsal dönüşümleri ve kitlelerin girişkenliklerini başından savan bir teori değil, ama tersine onları göğüsleyen, içlerine giren ve onlardan beslenen bir teori;

2) Partinin iç örgütlenmesinin ve işleyiş tarzının derin bir eleştirisi ve reformu. Partinin tabanı tarafından başlatılan büyük tartışma partiyi, demokratik merkeziyetçili­ğin bugünkü kurallarının ve bunların siyasal sonuçlarının somut bir analizine yöneltmeli­dir. Demokratik merkeziyetçilikten vazgeçmek değil, ama onu devrimci bir kitle parti­sinin hizmetine koymak için, burjuvazi kar­şısında bu partinin bağımsızlık ve özgüllü­ğünü korumak için, yenileştirmek ve dönüş­türmek sözkonusudur.

3) Burjuva sınıfın mücadelelerini, bu mü­cadeleye karşı koymak için, hedeflerini, yön değiştirmelerini ve manevralarını anlamaya; işçi sınıfı içinde olduğu gibi, köy ve şehir kü­çük-burjuvazisi içinde de olan çelişkilerin ve bölünmenin somut nedenlerini kavramaya; son olarak da, bu sınıf ilişkileri içinde parti­lerin, özellikle KP'nin ve SP'nin, en güçlü an­lamda, doğasını ve yerine bitmeye imkan ve­ren Fransa'daki sınıfsal durumun somut bir analizi.

4) Zirvede yapılan antlaşmalarla, par­tinin tabandaki mücadelesinin gelişmesini birbirine bağlayan, bütün işçi ve halk güç­lerinin bir ittifak siyasetinin tanımlanması: Kitlelerin etkin biçimde harekete geçirilmesi ve girişkenliklerinin özgür gelişmesi için, re­formize ve sektarizme yer vermeyen, bir halk birliği çizgisi.

Burada da yalnızca ilkelerini verdiğim, bu koşullar altında, parti değişebilir, geçmi­şinden miras aldığı bütün engellerden çıka­bilir, yanlışlarını ve başarısızlıklarını affetti­rebilir ve zaferleri için halk kitlelerinin toplanmasına yardım edebilir.

 

Çeviren: Yusuf Alp

Kaynak: Birikim, 40-41, s. 72-91.

 

 

 

© 2006