Anasayfa
|
Freud ve Lacan*
Louis Althusser
Önnot
Açıkça
söyleyelim şunu: Bugün, Freud'un gerçekleştirmiş olduğu
devrimci buluşu kavramak; yalnızca varlığını kabul
etmek değil de, anlamını da bilmek isteyen kimse, bizi
Freud'dan ayıran ideolojik
önyargıların uçsuz bucaksız alanını aşıp
geçmek için eleştirel ve kuramsal büyük
çabalar harcamak zorundadır. Çünkü, ilerde görüleceği gibi
Freud'un buluşu, özleri bakımından kendisine yabancı
bilgi dallarına (biyoloji, ruhbilim, toplumbilim, felsefe)
indirgenmekle yetinilmemiş; birçok
psikanalizci (özellikle Amerikan okuluna bağlı olanlar), bu revizyonizmin suçortağı
olmakla kalmamış; dahası, bu revizyonizmin
kendisi, psikanalizi konu edinen ve ona gadreden olağanüstü sömürüye
nesnel olarak hizmet de etmiştir. Bundan ötürü, bir zamanlar (1948'de)
Fransız Markacıları, bu sömürünün, ideolojik mücadelede, Marksçılığa karşı bir
kanıt; bilinçleri yıldırmak ve şaşırtmak için
pratik bir araç olarak kullanıldığını boşuna
söylememişlerdi.
Ne
var ki bugün, sözü geçen Markacıların, iç yüzünü açığa
çıkardıkları bu ideolojinin, dolaylı ya da dolaysız olarak özel bir biçimde
kurbanı olduklarını söyleyebiliriz. Bunun nedeni,
Fransız Marksçılarının, bu
ideolojiyi, Freud'un devrimci buluşu' ile
karıştırmaları ve böylece pratikte, düşmanın
dayanak noktalarını olduğu gibi kabullenmeleri, onun özel
durumunu benimsemeleri ve düşmanın kendilerine kabul
ettirdiği imgede, psikanalizin kalp gerçekliğini
algılamalarıdır. Marksçılık
ile psikanaliz arasındaki ilişkilerin bütün tarihi, özü
bakımından, bu karışıklığa ve
sahteciliğe dayanır.
Bu
durumdan sıyrılmanın çok güç olduğunu, bu ideolojinin
yerine getirdiği işlevden anlayabiliriz. Gerçekten de bu durumda,
«egemen» fikirler, «egemenlik altına alma» rolünü kusursuz bir biçimde
oynamışlar, bu fikirlerle savaşmak isteyenlere, onlar
farkına varmaksızın kendilerini kabul ettirmişlerdi.
Aynı güçlüğü, bu sömürüyü olanaklı kılan psikanalitik revizyonizmin varlığıyla
da açıklıyoruz: Gerçekten de, ideoloji derekesine
düşüş, psikanalizin, biyolojiciliğe, ruhbilimciliğe ve toplumbilimciliğe1 düşmesiyle
başlamıştır.
Bu revizyonizmin, yetkesini (otoritesini), yeni bir
buluş yapan herkes gibi bu buluşunu, o gün el altında
bulunan ve bundan ötürü başka amaçlar için kurulmuş olan kuramsal
kavramlar içinde düşünmek zorunda kalan Freud'un (Marx
da, buluşunu, belli birtakım Hegelci
kavramlar içinde düşünmek zorunda kalmamış mıydı?)
bazı karanlık kavramlarına dayandırdığını
da kolayca görüyoruz. Yeni bilimlerin tarihinden biraz haberi olan ve bir
buluşu, ilk ortaya çıktığında dile getiren, ama
bilgilerin ilerleyişiyle battallaşarak daha sonra maskeleyen
kavramlarda, bu bulusun ve nesnesinin indirgenmez yanını
saptayıp ayırt etme kaygısında olan bir kimseyi
şaşırtacak bir şey yoktur burada.
Demek
ki bugün, Freud'a dönüş, şunların yapılmasını
gerekli kılıyor:
1. Freud'un, gericiliğin elinde
sömürülmesinin ideolojik kabuğunu kaba bir şaşırtmaca
olarak bir yana atmakla yetinmemek;
2. Psikanalitik
revizyonizmin şu ya
da bu ölçüde bilimsel bilgi dallarının büyüleyici etkisiyle
desteklenen daha ince anlam karışıklıklarına
düşmekten de kaçınmak;
3. Ve nihayet, Freud'un
kullandığı kavramlarda, bu kavramlar ile
taşıdıkları düşünce içeriği arasındaki
gerçek epistemolojik ilişki’yi bulup tanımak ve tanımlamak
için ciddi bir tarihsel-kuramsal eleştiri çabasına girişmek.
Fransa'da,
Lacan'ın pratikte
başlattığı bu üç katlı ideolojik eleştiri
(1., 2.) ve epistemolojik aydınlatma çalışması (3.)
yapılmaksızın, Freud'un buluşu, özgüllüğü içinde,
ulaşamadığımız bir şey olarak
kalacaktır. Freud'un gerici ideolojik sömürülüşünü reddetsek de;
biyolojik-ruhbilimsel-toplumbilimsel revizyonizmin
çeşitli türlerini, şu ya da bu ölçüde
bilinçsizce benimsesek de, bize sunulmuş olanı Freud'un kendisi
sanarak kabul etmek zorunda kalışımız, daha da
sakıncalı olacaktır. Her iki durumda da, ideolojik sömürünün
ve kuramsal revizyonizmin belirtik ya da örtük kategorilerinin, farklı düzeylerde
tutsağı olmaktan kurtulamayacağız. Marx'ın
düşüncesinin, düşmanları tarafından nasıl
çarpıtıldığını bilen Marksçılar,
Freud'un da kendi bakımından, basına benzer şeylerin
geldiğini ve gerçek bir
«Freud'a dönüş» ün kuramsal önemini kavrayabilirler.
Böylesine
önemli bir sorunu irdelemek isteyen bu denli kısa bir
yazının, ele aldığı soruna hıyanet etmek
istemiyorsa, esasla yetinmek; bu nesneyi aydınlatmanın
kaçınılmaz önkoşulu olan şeyi yaparak, yani bir ilk tanımını
vermek için psikanalizin nesnesini, bu nesnenin saptanmasını sağlayan
kavramların içine oturtmakla sınırlı kalmak zorunda
olduğunu da kabul edeceklerdir sanırım. Bundan ötürü, bu
kavramları, kaba bir vülgarizasyon
açımlamasıyla bayağılaştırmayarak ve çok daha
uzun bir yazıyı gerektirecek gerçek bir çözümlemeden geçirerek
geliştirmeye de kalkışmayarak, her bilimsel bilgi
dalında olduğu gibi elden geldiğince şaşmaz bir
biçimde ortaya koymak gerektiğini de kabul edeceklerdir.
Herkesin
yapabileceği bir ciddi Freud ve Lacan
incelemesi, bu kavramların değerini doğru olarak saptayabilecek
ve şimdiden zengin sonuçlar ve vaatlerle yüklü bu kuramsal
düşünüm [réflexion] alanında
askıda kalmış sorunların tanımlanması
olanağını yaratacaktır.
*
Dostlarım,
Lacan'dan üç satırla söz ettiğim için
haklı olarak sitem ettiler bana2:
Hakkında söylediklerime oranla onun üzerinde çok fazla
konuştuğumu, çıkardığım sonuçlar
bakımından da çok az şey söylediğimi ileri sürdüler.
Hem yaptığım anıştırmayı (telmihi) hem
de nesnesini haklı çıkarmam için birkaç söz söylememi istediler.
İşte, bir kitabın yazılmasını gerektiren
konuda birkaç söz.
Batı
Aklı'nın tarihinde, doğumlar söz konusu olunca, büyük
titizlik gösterilmiş, öngörüyle davranılmış, bütün
önlemler alınmış ve uyarılar
yapılmıştır. Doğumöncesi
tedavi kurumlaşmıştır. Bir yeni bilim
doğduğunda, aile çevresi, şaşkınlığa
kapılmak, sevinip kutlamak ve vaftiz etmek için hazır ve
nazırdır. Terk edilmiş bile olsa her çocuk, bir babanın
oğlu sayılmıştır eskiden beri ve bir harika çocuk
söz konusu olduğunda, babalar, anneden ve ona duyulması gereken
saygıdan ötürü birbirinin boğazına
sarılmamışlardır. Ağzına kadar dolu
dünyamızda, doğum için bir yer ayrılmıştır,
doğum tahmininin bile ayrılmış bir yeri vardır:
«beklentiler» .
Benim
bildiğim kadarıyla, XIX. yüzyılda,
beklenmeyen iki ya da üç çocuk doğdu: Marx, Nietzsche ve Freud.
Bunlar, törelere, ilkelere, ahlaka ve terbiyeye aykırı düşme
anlamında «doğal» [gayri meşru! çocuklardı; çünkü
doğa, ayak altına alınmış kural,
evlenmemiş-anne ve meşru babanın yokluğuydu.
Babasız bir çocuğa, bunu çok ağır ödetirdi Batı
Aklı. Marx, Nietzsche
ve Freud, ayakta kalabilmenin kimi zaman çok korkunç olan ceremesini
çektiler: karşılığını, her şeyin
dışına atılmakla, mahkum edilmekle,
aşağılanmakla, sefalet çekmekle, açlıkla ve ölümle.ya da çıldırarak ödediler. Yalnızca onlardan
söz ediyorum ben (ölüm kararlarını renkler, sesler ya da şiir dünyasında tadan ve yaşayan
öteki lanetlenmişlerden de söz edilebilir). Yalnızca onlardan söz
ediyorum çünkü onlar, bilimlerin ve eleştirinin doğuşu
oldular.
Freud'un,
yoksulluğu, karaçalmaları ve eza
cefayı tatmış; yüzyılın bütün
aşağılamalarına, onları yorumlamaktan da geri
kalmayıp dayanacak kadar sağlam yürekli bir kimse olması;
evet işte bu, dehasının belli birtakım
sınırları ve çıkmazları ile ilişkisiz
değildir belki de. Ama, irdelenmesinin henüz zamanı gelmemiş
olduğundan kuşku duyamayacağımız bu konuyu bir
yana bırakalım. Freud'un, çağı içindeki
yalnızlığını ele alalım yalnızca.
İnsan olarak yalnızlığından söz etmiyorum Freud'un
(yoksulluğu tattığı halde hocaları ve
dostları vardı onun), kuramsal yalnızlığından
söz ediyorum. Gerçekten de, pratiğinde her gün
karşısına çıkan olağanüstü buluşu, bir
tutarlı soyut kavramlar sistemi olarak düşünmek, yani dile
getirmek istediğinde, kuramsal öncüler ve kuranı alanında
ustalar bulmak için ne kadar didinse, çabası boşa
çıkıyordu. Freud şu kuramsal durumun acısını
çekmek ve bu durumu yoluna koymak zorundaydı: Kendisinin babası
olmak; buluşlarını koyacağı kuramsal alanı
kendi zanaatkar elleriyle açmak, sağdan soldan ödünç alınan
ipliklerle, insanların, uyudukları zaman bile konuştuğu
için dilsiz dedikleri bilinçdışının bereketli
balığını kör deneyimin [tecrübenin) derinliklerinde
yakalamayı sağlayacak büyük ağı örmek.
Kant'ın
terimleriyle şöyle diyebiliriz: Freud buluşunu ve pratiğini,
ithal edilmiş kavramlarla; o çağda egemen olan termodinamik
fiziğinden, çağının ekonomi-politiğinden ve
biyolojisinden ödünç aldığı kavramlarla düşünmek
zorunda kalmıştı. Arkasında yasal bir miras yoktu:
Elinin altında ise, kısıtlandığı yerde bile
kendini gösteren bir bilinç sorunsalının damgasını
taşıdıkları için belki de verimli değil
köstekleyici olan bir kavramlar (bilinç, önbilinç,
bilinçdışı, vs.) yığını vardı
yalnızca. Öncü diye birkaç yazarı sayabilirdi ancak: Sophokles, Shakespeare, Moliere, Goethe.. ya da atasözleri,
vs. Kuramsal olarak Freud, işini tek başına kurup yürüttü; o
günkü bilimlerden ödünç alınan, ithal edilen kavramların
koruyuculuğu altında ve bu kavramların devindiği
ideolojik dünyanın sınırları içinde kendi
kavramlarını; «yerli mamulâtı»
kavramlarını üretti. Bize işte böyle geldi Freud. Yani, kimi
zaman açık anlamlı, kimi zaman karanlık, çoğunlukla
bilmece gibi ve çelişik, sorunlu ve çoğu ilk bakışta
bize battal, içeriğine aykırı, aşılmış
gibi görünen kavramlarla donatılmış bir yığın
metin olarak. Gerçekten de bugün, şu içeriğin
varlığından; yani, psikanaliz pratiğinden, verdiği
sonuçtan kuşku duymuyoruz.
Freud'un
bizim için ne tür bir nesne olduğunu özetleyelim öyleyse:
1.
Bir pratik (psikanaliz tedavisi). 2. Kuramsal görünümlü soyut bir
açıklamaya yol açan bir teknik
(tedavinin yöntemi). 3. Pratik ve teknik ile ilişkili olan bir
kuram. Bu pratik (1), teknik (2) ve kuramsal organik bütün, her çeşit
bilimsel bilgi dalının yapısını
hatırlatıyor bize. Biçimsel olarak Freud'un bize verdiği,
bir bilimin yapısını kendinde taşımaktadır.
Ama yalnızca biçimsel olarak sahiptir bu yapıya. Çünkü, Freud'un
kavramsal terminolojisinin güçlükleri,
kavramlar ile içerikleri arasında kimi zaman elle
tutulurcasına fark edilen oransızlık, şu soruyu
sormamıza yol açıyor: Bu pratik-teknik-kuramsal organik öbek,
bilimsel düzeyde, gerçekten yerine oturmuş ve temellenmiş midir?
Başka bir deyişle, kuram, bilimsel anlamda bir kuram
mıdır gerçekten? Yoksa tam tersine, pratiğin (tedavinin)
basit bir yer değiştirmesinden başka şey değil
midir? Kuramsal dış görünüşünün (bunu, Freud'un
saygıdeğer, ama beyhude iddialarına borçluyuz) altında
psikanalizin, her zaman değil de kimi zaman sonuç veren basit bir
pratik; teknik (psikanaliz yönteminin kuralları) olarak
genişletilmiş, ama kuramdan yoksun ya
da en azından gerçek kuramdan yoksun basit bir pratik olduğu;
kuram dediği şeyin, pratiğinin kurallarını
yansıtan kör teknik kavramlardan; kuramsız basit bir teknikten
başka şey olmadığı ve yine psikanalizin belki de
düpedüz bir büyü olduğu; ve bütün büyüler gibi, yaydığı
etki ve hayranlık sayesinde; bir toplumsal gereksinime ya da talebe hizmet eden ve böylece,
varlığını haklı çıkarabilecek biricik temeli,
gerçek temeli oluşturan kendi etkileri .ve duyurduğu
saygılar sayesinde başarıya ulaştığı
hakkındaki yaygın düşünce, işte buradan
kaynaklanmaktadır. Öyle ki, Levi-Strauss, psikanaliz olarak görülebilecek bu büyünün, bu
toplumsal pratiğin kuramını, Freud'un atası olarak şaman'ı göstererek ortaya koyabilirdi.
Psikanaliz, yarı suskun bir kurama gebe bir pratik midir? Modern
zamanların toplumsal büyüsünden başka şey
olmadığı için gurur duyan ya da
utanan bir pratik midir? Evet, nedir psikanaliz? Lacan'ın
ilk söylediği şu: Freud, ilke olarak, bir bilim kurdu. Bu yeni
bilim, yeni bir nesnenin yani bilinçdışının bilimidir.
Kesin
ve açık bir ileri sürüş söz konusu burada. Öz nesnesinin bilimi
olduğuna göre, psikanaliz gerçekten bir bilimdir ve aynı zamanda,
bütün öteki bilimlerin yapısı uyarınca da bir bilimdir
(olmalıdır]. Yani özgül bir pratik içinde, nesnesinin bilgisini
ve dönüşüme uğratılmasını olanaklı kılan
bir kurama ve tekniğe (yönteme) sahip olmalıdır. Her
kurulmuş gerçek bilimde görüldüğü gibi pratik, bilimin mutlak bir
öğesi değil, kuramsal olarak bağımlı bir
uğrağıdır ve bu uğrakta, yöntem haline gelmiş
kuram (teknik), kendi öz nesnesiyle (bilinçdışı), kuramsal
(bilgi) ya da pratik (tedavi) ilişki içine
girer.
Bu
tez doğruysa, itiraf edilen hastalık ile profesyonel
gizliliğin öznellikler-arasına ilişkin
karşılıklı kutsal vaatlerde bulundukları zemini
oluşturan ve güven duygusuyla donanmış olan çiftin [hasta ve
psikanalizci] mahremiyetine girmek için can atan yorumcuların ve
filozofların bütün dikkatlerini çevirdikleri psikanaliz pratiği
(tedavi), psikanalizin sırlarını değil;
gerçekliğinin ancak bir bölümünü, pratikte var olan bölümünü elinde
tutuyor demektir; yani, kuramsal sırlarını elinde tutmuyor
demektir. Bu tez doğruysa, teknik ve yöntem de, psikanalizin
sırlarını elinde tutmuyor ya da
ancak, her yöntem gibi pratikten değil ama kuramdan
aldığı yetkiyle [kuramı temsil ettiği ölçüde!
elinde tutuyor demektir. Her bilimsel bilgi dalında olduğu gibi,
bu sırları elinde tutan yalnızca kuramdır.
Freud,
bir kuramcı olduğunu kitaplarında belki yüz kere
söylemiş; bilimsellik bakımından, psikanalizi Galileo'dan
kaynaklanan fizikle karşılaştırmış;
psikanaliz pratiğinin (tedavi) ve tekniğinin (psikanaliz
yöntemi), yalnızca, bilimsel bir kuram üzerinde temellenmesinden ötürü
haslık taşıdıklarını tekrarlayıp
durmuştur. Hatta, verimli bir pratiğin ve tekniğin bile,
bilimsel sıfatını hak edebilmesi için, bir kuramın,
pratik ve tekniğe, yalnızca lafta değil kesin bir temellendirmeyle bu hakkı vermesinin
gerektiğini her zaman söylemiştir.
Lacan'ın ilk sözü,
Freud'un bu söylediklerini harfi harfine kabullenmekten ve onlardan sonuç
çıkarmaktan başka şey değildir. Yani, teknik ve pratik
gibi bütün öteki uğrakların da yasal bir biçimde içinden
türedikleri kuramı aramak, ayırt etmek ve saptamak için Freud'a
dönmek söz konusudur burada.
Freud'a
dönmek! Kaynaklara yönelen bu yeni dönüşün gereği ne? Lacan, Husserl'in Galileo ya da Thales'e döndüğü
gibi bir doğuşu, tam doğum anında yakalamak için
dönmüyor Freud'a. Yani, toprak yüzüne fışkıran her kaynak
gibi, ancak doğum anında, doğuşunun
katışıksız anında; bilim-olmayandan bilime götüren
katışıksız geçişte
aranan felsefi-dinsel katışıksızlık
önyargısını gerçekleştirmek [yerine getirmek,
gerçeklemek) için dönmüyor Freud'a. Lacan için bu
geçiş, katışıksız
değildir; henüz katı-şıklıdır:
katışıksızlık, bu geçişten
sonra gerçekleşir ve henüz «çamurlu» olan geçişte
bulunmaz (saydammış, yani masummuş gibi görünmeye
çalışan yeni doğmuş suda, geçmişinin çamuru,
asıltı halindedir). Freud'a dönmek, Freud'un kendisinde iyice yerine
oturmuş, temellenmiş, pekişmiş kurama,
olgunlaşmış, düşünülmüş,
dayandırılmış, doğrulanmış kurama,
yuvasını kurmak, yöntemini ortaya koymak pratiğini türetmek
için yaşamın içine yerleşmiş (pratik yaşam da
dahil olmak üzere) ve hayli gelişmiş kurama dönmek demektir.
Freud'a dönüş, Freud'un doğumuna bir dönüş değildir;
olgunluğuna bir dönüştür. Freud'un gençliği,
henüz-bilim-olmayandan bilime
ulaştıran o heyecan verici geçiş
(İsteri Üzerine İncelemeler'e —1895—
kadar süren ve Charcot, Bernheim,
Breuer'le olan ilişkilerini kapsayan dönem),
bizi ilgilendirebilir kuşkusuz; ama tamamen başka bir
açıdan; yani, bir bilimin arkeolojisinin bir örneği ya da olgunluğun kendisinin ve ortaya
çıkışının zamanını iyice saptamayı
sağlayan bir belirti, yani olgunlaşmamışlığın
olumsuz belirtisi olarak ilgimizi çekebilir. Bir bilimin gençliği,
olgunluk çağıdır onun; yaşadığı
Önyargıların yaşını edindiğinden bu
çağdan önce yaşlanmıştır ve tıpkı,
önyargıları ve bundan ötürü ana-babasının
yaşını yaşayan çocuğa benzer.
Genç
ve dolayısıyla olgun bir kuramın, çocukluğa, yani
büyüklerinin ve onların çocuklarının önyargılarına
düşebileceğini [dönebileceğini] tüm psikanaliz tarihi
kanıtlamaktadır. Lacan'ın ilan
ettiği Freud'a dönüşün derin anlamı buradadır
işte. Freud' un kuramının olgunluğuna; çocukluğuna
değil de, gerçek gençliği olan olgunluk çağına,
dönebilmemiz için, Freud'a dönmemiz gereklidir. Kuramsal çocukçalığı; çağdaş
psikanalizin büyük bir bölümüne ve özellikle Amerikan psikanalizine iyice
yararlandıkları avantajlar sağlayan terk edişlere yol
açan çocukluğa düşmeyi aşıp geçerek
Freud'a dönmemiz gereklidir.
Bu
çocukluğa düşüşün, fenomenologların
hemen anlayacağa bir adı vardır: ruhbilimcilik; ya da Marksçıların
çok kolayca anlayacağı bir başka adı vardır:
pragmacılık. Psikanalizin çağdaş tarihi, Lacan'ın yargısını
doğrulamaktadır. Batı aklı (bilimsel akıl kadar,
hukuksal, dinsel, ahlaksal ve siyasal akıl da), yıllarca süren
küçümseme ve aşağılamadan (başarı
sağlanamayınca her zaman el altında olan araçlardır
bunlar) sonra, psikanaliz ile barış içinde yanyana
yaşama anlaşmasına, psikanalizi, kendi bilimlerine ve
mitoslarına; davranışçı (Dalbiez)
ya da fenomonolojik (Merleau-Ponty) ya da varoluşçu
(Sartre) ruhbilime; şu ya da bu ölçüde Jackson'cu bionörolojiye
(Ey); «kültüralist» ya
da «antropolojik» tipten «sosyoloji»ye (ABD'de egemendir: Kardiner, M. Mead, vs.) ve
felsefeye (bkz. Sartre'ın «varoluşsal
psikanalizi», Binswanger!in «Daseinsanalyse»i.
vs.) katmak koşuluyla rıza gösterdi ancak. Kuramsal ghetto'larından nihayet dışarı
çıkabildikleri; ruhbilimin, nörolojinin, psikiyatrinin,
tıbbın, sosyolojinin, antropolojinin ve felsefenin
oluşturduğu büyük ailenin tüm haklara sahip bir üyesi olarak
«benimsendikleri» için çok sevinçli ve mutlu olan psikanalistler, bu karman
çormanlığı; hayali bağlara
dayanan ama aslında gerçek iktidarlarla kurulmuş olan uyuşma
ittifakları pahasına resmen bir bilgi dalı olarak kabul
edilen psikanalizin bu mitoslaştırılmasını
onaylamaktan geri kalmadılar. Bu psikanalistler pratik
başarılarının üzerine, onyıllar
süren aşağılanmalardan ve sürgünlerden sonra nihayet, adam
yerine konma; bilim, tıp ve felsefe dünyasında adlarını
geçirebilme hakkını sağlayan bu «kuramsal» kabullenilmenin
etiketini yapıştırarak büyük mutluluk duydular. Bu
psikanalistler, bu dünyanın şan ve şerefini,
aşağılamalarına yeğ tutarak, en sonunda, kendi
söylediklerine geldiğine inanmışlar (oysa şan ve
şerefe kapılarak bu dünyanın söylediklerine, en sonunda, psikanalistlerin
kendileri geliyorlardı) ve böylece bu ittifakın kuşkulu
yanından işkillenmemişlerdi.
Bu
psikanalistler, bir bilimin bilim olabilmesi için kendisinin öz nesnesine
(kendisinin ve yalnızca kendisinin olan bir nesneye) sahip olma
konusunda tam anlamıyla hak iddia edebilmesi gerektiğini; bir
başka bilimin, ödünç verdiği, elden
çıkardığı, terk ettiği bir nesnenin zar zor yeten
bir parçasına; patron karnını doyurduktan sonra geri kalanla
mutfakta keyfince yiyecek bir şeyler hazırlar gibi nesne
artıklarına, bu nesnenin «yanları»ndan
birine, sahip olma konusunda hak iddia etmenin yetmeyeceğini
unutuyorlardı. Gerçekten de, psikanalizin tümü, çocukluğun ilk
yıllarının davranışçı ya
da Pavlovcu «koşullanmaları» ndan başka bir şey değilse; Freud
tarafından oral, anal ve jenital,
örtüklük ve ergenlik terimleri ile belirtilen aşamaların
diyalektiğine indirgenebiliyorsa; ve nihayet Hegelci
çatışmanın, fenomenolojik öteki-için'in ya da Heideggerci varlığın «uçurumu»nun köksel deneyinden [yaşanmasından]
başka şey değilse; eğer bütün psikanaliz, nörolojinin,
biyolojinin, ruhbilimin, antropolojinin ve felsefenin
artıklarının hale yola sokulmasıysa, psikanalizi bu
bilgi dallarından gerektiği gibi ayıran
ve onu tam anlamıyla bir bilim haline getiren kendi özgül nesnesi
olarak ne kalmaktadır geriye?3 Lacan,
işte burada, psikanalizin kuramsal yorumlarının büyük bir
bölümünü bugün egemenliğinde tutan bu «indirgemelere» ve sapmalara
karşı yine psikanalizin indirgenmezliğini, onun, nesnesinin
indirgenmezliği'nden başka şey olmayan indirgenmezliğini
savunmak için işe karışır. Bu savunmayı yapabilmek
için, yukarda saydığım bilgi dallarının doymak
bilmez konukseverliğinin bütün saldırılarını
püskürtecek olağanüstü bir külyutmazlık
ve ayakdiremenin gerekli olduğundan
kuşku duyamayız. Yeni ve özel bir bilimin ortaya
çıkmasının yarattığı güvenlik (kuramsal,
ahlaksal, toplumsal ekonomik) gereksinimini, yani dengelerini ve
huzurlarını kaybetme tehdidi altında kalan meslek
kuruluşlarının (ki bunların statüsü
kaynaşmış biçimde bilimsel-mesleki-hukuksal-ekonomiktir)
tedirginliğini; bu yeni bilimin, herkesi, yalnızca kendi bilgi
dalı üzerinde değil, bu dala inanmasına yol açan nedenler
üzerinde de düşünmeye, yani onlardan kuşku duymaya
zorladığını; pek inanılmasa bile böyle bir bilimin
ortaya çıkışının mevcut sınırları
bozma ve bundan ötürü de çeşitli bilim dallarının statu-quo'sunu
değişikliğe uğratma tehlikesini
yarattığını bir kez bile görmüş olan bir kimse,
kuşku duyamaz bundan. Gözünü dört açmaksızın ve
suçlamaksızın yaşayamayan ve ayakta kalamayan Lacan’ın dilindeki gemlenmiş tutku ve tutkulu
gerilim, buradan kaynaklanmaktadır. Tehdit altındaki
yapıların ve meslek kuruluşlarının ezici gücü
dolayısıyla, daha önce vurmak ve en azından, vuruşlara
maruz kalmadan önce vuruyor gibi görünerek düşmanı,
vuruşlarıyla kendisini ezmekten caydıran bir
kuşatılmış öncünün dilidir bu. Lacan’ın,
bilimsel girişimine tepeden tırnağa yabancı
filozofların (Hegel, Heidegger)
sağladığı güvenliğe, saygılı
davranmaları için bazılarının suratlarına
fırlatılan korkutucu tanıklar ya
da bazılarına güven vermek ve hocalık etmek için, düşüncesinin
doğal bir müttefiki olabilecek bir nesnelliğin
tanıkları olarak çoğunlukla paradoksal bir biçimde baş
vurması da bundan ötürüdür. Bu baş vurmanın, yalnızca
doktorlara yönelik olan içerden bir söylemi temellendirmek
için gerekli olduğu aşağı yukarı kesindir ve bunu
kökten suçlamak için genellikle tıp öğreniminin kuramsal
zayıflığından da, en iyi hekimlerin kuram
bakımından çektikleri yoksunluktan da habersiz olmak gerekir.
Bazılarının gözünde Lacan’ın
(tepeden tırnağa «Parizyen» bir
büyülenmeyi olduğu kadar bir gerçek iletişimin törensel
yanını da oluşturabilecek davranışların;
susmanın ve ağır başlılığın yer
aldığı içrek bir tapınışın baş
rahibi, «Obabaşı», «Psikanaliz'in Gongorası»4
olan Lacan’ın) bütün etkisini ve büyüsünü;
bazılarının gözünde ise, (bunlar, özellikle bilginler ve
filozoflardır), «göz boyamacı» yanını,
acayipliğini ve «içrekliği»ni
oluşturan dilinden söz ettiğime göre, bu dilin, Lacan’ın pedagojik görevi ile ilişkili
olduğunu belirtmeliyim. Gerçekten de, bilinçdışı
kuramını, psikanaliz yapan ya da
psikanalizden geçen hekimlere öğretmek durumunda olan Lacan, konuşmasındaki ustalıklarla,
herkesin bildiği gibi en derin özünde «witz»,
cinas, başarılı ya da
başarısız eğretilemeden başka şey olmayan
bilinçdışı dilinin pandomime
dayanan eşdeğerlisini, yani ister psikanalizci ister
psikanalizden geçen olsunlar, onlara, yaşamış oldukları
deneyin eşdeğerlisini vermektedir.
Bu
dilin ideolojik ve eğitsel koşullarını kavramak (yani,
tarihsel ve kuramsal dışsallıktan onun pedagojik
«içselliğini» ayıran mesafeyi
görebilmek), nesnel anlamını ve kapsamını ayırt
edebilmek ve benimsediği amacı bilip tanımak için
yeterlidir. Bu amaç, tüm nesnesini oluşturan
bilinçdışını ve onun «yasaları» m bugün elden
geldiğince sağlam ve tutarlı bir biçimde tanımlayarak Freud'un
buluşuna, layık olduğu kuramsal kavramları
sağlamaktır.
II
Psikanalizin
nesnesi nedir? Bu nesne, psikanaliz tekniğinin tedavi pratiğinde
ele aldığı şeydir; yani, tedavinin kendisi
değildir; önüne gelen fenornenolojinin ya da ahlakın, aradığını kolayca
bulduğu o sözde ikili durum da değildir. Bu nesne, doğumdan Oidipus'un ortadan kaldırılmasına kadar
süren ve bir kadın ile bir erkekten türeyen hayvan yavrusunu, bir
insan yavrusuna dönüştüren olağanüstü serüvenin, canlı
kalmış yetişkinde süregiden “etkileri”
dir.
İnsanın
yavrulamasının dünyaya getirdiği küçük biyolojik
varlığın insanlaşmasının «etkileri»nden biri: psikanalizin, bildiğimiz
bilinçdışı adını taşıyan nesnesi,
işte burada, tam yerindedir.
Bu
küçük biyolojik varlığın canlı kalması [yaşayakalması] ve hem de, kurt ya da ayı yavrusu haline gelmiş bir
«kurt-çocuk» (XVIII. yüzyılda prens
saraylarında gösteriliyordu bunlar) olarak değil de, insan
yavrusu olarak (yani çoğu insansal nitelik taşıyan;
insanlaşmadaki başarısızlığın
cezası olan bütün çocukluk ölümlerinin hepsini atlatarak) ayakta
kalması, bütün yetişkin insanların geçirmek zorunda
kaldıkları bir sınavdır ve bu insanlar, hiçbir zaman bellekyitimine uğramadan ve
varlıklarının derinliklerinde, yani en
bağırıp çağıran kesiminde, insan dişinden
başka bir ötedünyası bulunmayan çifte
ama yine de tek, bilinçdışı ama yine de sözsel bir söylemle,
yani «İmleyen Zincir» in alanıyla
karşılaşırız. De Saussure'ün
ve ondan kaynaklanan dilbilimin en önemli edinçleri de işte böylece,
öznenin sözsel söyleminin olduğu kadar
bilinçdışının söyleminin sürecini ve bunların
arasındaki ilişkiyi, yani ilişkilerine özdeş olan
ilişki yokluğunu; kısacası çift kat edilmelerini ve
yerlerinden oynatılmalarını kavramada, hak ettiği yeri
almağa başladı. Ayrıca,
bilinçdışının, bütün felsefi-idealist yorumlanımları;
bilinçdışının ikincil bilinç, kötü niyet [bilmezlenme]
(Sartre), geçerliği olmayan bir yapının kanserli
kalıntısı ya da anlam-olmayan
olarak yorumlanması (Merleau-Ponty); yine bilinçdışının
biyolojik temelli bir en ilk «İd» (Jung)
olarak yapılmış bütün yorumlarının gerçek yüzü
ortaya çıkıyordu; yani bunların bir kuram
başlangıcı değil de hükümsüz «kuramlar», ideolojik
yanlış anlamalar olduğu görülüyordu.
Bundan
sonra yapılması gereken (kaba bir şemacılık
yapmaya mecburum; bu kadar kısa bir yazıda nasıl
kaçınabilirim bundan?), psikanaliz yorumu pratiğinde
karşılaşılan Dilin biçimsel [formel]
yapısının ve «mekanizmaları»nın
bu önceliği'nin taşıdığı anlamı, bu
pratiğin temeline olan ilişkisinde tanımlamaktı;
nesnesini, yani insanın hayvan yavrusunu, erkek ya
da kadına dönüştüren mecburi «insanlaştırmadan» geçip de sağ kalanlarda hâlâ görülen «etkileri»
tanımlamaktı. Bu soruna cevap vermek için psikanaliz
pratiğinin biricik nesnesi ve aracı olan Dil olgusunun
önceliğinden söz etmek yetmez. Tedavide ortaya çıkan her şey
(susma, ritimleri ve duraklamaları da dahil), Dilde ve Dille ortaya
çıkar. Ama tedavide, psikanaliz pratiğinin hem ilk maddesi hem de
etkilerinin üretilmesinin aracı (Lacan buna,
«boş sözden», «dolu söze» geçiş der)
olarak Dilin olgusal rolünün, niçin ve nasıl, ancak nesnesinde (ki bu
nesne son kertede hem bu pratiği hem de tekniği temellendirir) ilkece temellenmiş olduğu
içindir ki, somut olarak (fiilen) psikanaliz pratiğinde de
temellenebildiğini ve burada bir bilim söz konusu olduğuna göre
de, nesnesinin kuramında temellenebildiğini ilkece göstermek
gerekir.
Lacan'ın
yapıtının en özgün yanı, buluşu; hiç kuşkusuz
burada yatar. En sınır durumunda tam anlamıyla
katışıksız biyolojik olan varlıktan insansal varlığa
(insan çocuğu) geçişin, Kültür Yasası diye
adlandıracağım Düzen Yasası içinde
gerçekleştiğini ve bu Düzen Yasasının, biçimsel [formel] özü bakımından Dilin düzeni ile
karıştığını gösterdi Lacan.
İlk bakışta bilmece gibi gelen bu formülden ne
anlamamız gerekir? İlkin şunu anlamalıyız: Bu
geçişin bütünü, geri dönüşlü ve yinelemeli bir Dil biçimi içinde,
tedavi durumundaki yetişkinin ya da
çocuğun Dilinde belirtilmiş olarak; bütün insan düzeninin, yani
her insan rolünün içine yerleştiği ve sunulduğu [verildiği]
Dil yasasında belirtilmiş, belirlenmiş, yeri
saptanmış olarak kavranabilir ancak. Daha sonra da şunu
anlamalıyız: Tedavi dilinin bu belirlemesinde, düzenin, bu geçişteki; Kültür Yasasının
insanlaştırmadaki mutlak etkililiğinin hâlâ yinelenen, sürüp
giden varlığı [bulunuşu] kendini göstermektedir.
Bunu
birkaç sözcükle açıklamak için, sözünü ettiğimiz geçisin iki
büyük uğrağına değineceğim. 1) Oidipus
öncesi, ikili bağıntı uğrağı. Bu uğrakta
çocuk, yalnızca bir ikinci-benlikle; yaşamını ortaya
çıkışı (da!) ve ortada bulunmayışı (fort!)5 ile kesintilere uğratan
annesiyle ilgilendiği için bu ikili bağıntıyı,
benliğin imgelemsel büyülenişi kipi içinde yaşar ve bu
durumda çocuk kendisi, ilk narkisçe [narcissique] özdeşleşme içinde şu
başkası, herhangi bir başkası, her başkası,
bütün başkalardır; ve ne başkası ne de kendisi
karşısında, üçüncü kişinin nesnelleştirici
mesafesini alamaz; 2) Oidipus
uğrağı. Bu uğrakta, üçüncü kişi (baba) ortaya
çıktığı, bütünü altüst edip büyülenmeleri bozarak ikili
büyülenmenin sağladığı imgelemsel doyumun içine bir
yabancı gibi girdiğinde, ikili yapı üzerinde bir üçlü
yapı oluşur ve bu, çocuğu, Lacan'ın
Simgesel Düzen dediği şeyin içine sokar; yani, ben, sen o
demesini sağlayacak ve böylece bu küçük yavruya, yetişkin üçüncü
kişilerin dünyasında kendini bir insan çocuğu olarak
konumlama olanağım yerecek olan nesnelleştirici Dilin düzeni
içine sokar.
Demek
ki iki büyük uğrak söz konusu: 1) (Oidipus-öncesi)
İmgeselin uğrağı; 2) Simgeselin uğrağı (Oidipus çözüme ulaşmıştır) ya da başka bir deyişle, simgesel
kullanılışı içinde tanınmış ama henüz
bilgisi edinilmemiş nesnelliğin uğrağı
(nesnelliğin bilgisi bambaşka bir «dönem»de ve başka bir
pratikte ortaya çıkar). Lacan'ın
aydınlattığı çok önemli nokta da şudur: Bu iki
uğrak, bir tek Yasanın, Simgeselin Yasası'nın
egemenliğindedir. Biraz yukarda, daha kolay anlaşılsın
diye, simgeselden önce geldiğini, ondan ayrı olduğunu
söylediğim imgelemsel uğrak (yani küçük çocuğun, simgesel
bağıntı olduğunu; bir insan yavrusunun bir insan annesi
ile bağıntısı olarak tanımadığı ve
yalnızca bir insanla -anne- dolayımsız
bağıntısını yaşadığı bu ilk
an) da kendi diyalektiğinde, Simgesel Düzenin diyalektiği
tarafından; yani insansal Düzenin, insansal normun (kuralın)
diyalektiği tarafından damgalanmış, yapılaştırılmıştır
(beslenme ve temiz tutmanın zamansal ritimlerinin;
davranışların, somut tanıma tavırlarının
normları; kabullenmeler, reddetmeler, çocuğa evet ya da hayır demeler, verici ya
da yoksun bırakıcı belirlemeler yapan Yasanın ve Hak
Düzeninin kullandığı bozuk paradan, ampirik kipliklerden
başka şey değildir) ve bu, imleyenin Düzeni altında,
yani Dilin düzenine biçimsel olarak özdeş bir Düzen içinde gerçekleşmektedir6.
Lacan, Freud'un yüzeysel ya da güdümlendirilmiş
biçimde okunmasının bize, mutlu ve yasasız çocukluk, «çok
şekilli sapıklık» m cenneti, insan vücudunun belli
bölümlerine, hayati önem taşıyan yerlere (oral,
anal, jenital)7 bağlı ve
yalnızca biyolojik yanı ağır basan dönemlerle
vurgulanmış bir tür doğa durumu gibi kavram ve bilgilerden
başka bir şey vermediği yerde; doğacak her insan
yavrusunu daha doğumundan önce bekleyen ve ilk
ağlayışıyla birlikte onu ele geçiren ve böylece ona hem
yerini hem rolünü veren, yani belirlenmiş yazgısını
yükleyen Düzenin, Yasanın etkililiğinin bulunduğunu ileri
sürer ve gösterir. İnsan yavrusunun aşıp geçtiği
bütün dönemler, insansal verme [atfetme], iletişim ve
iletişimsizlik kuralının, Yasanın yönetimi
altındadır; bu yavrunun «doyumları» da, herkes
tarafından ve özellikle bilmeyenler tarafından bilinmesi zorunlu
olan, ama herkes tarafından ve özellikle kendisine en fazla
bağlı olanlar tarafından yolundan saptırılabilen ya da çiğnenebilen Yasanın, yani insansal
Yasanın silinmez ve kurucu damgasını taşır. Bundan
ötürü, çocukluk çağının bütün örselenmelerini (traumatisme'lerini) yalnızca biyolojik «boşa
çıkmalarsın [duyumsuzluğa uğramaların] dengesine
indirgemek ilkece yanlıştır; çünkü, onlara ilişkin olan
Yasa, bir Yasa olarak bütün içerikleri soyutlar; Yasa olarak yalnızca,
bu soyutlamada ve bu soyutlamayla varoluşur ve insan yavrusu bu
kurala, ilk soluk alışında boyun eğer ve edinir onu8. Bu, yaşayan bir baba
olmadığı zaman bile Babanın (ki Yasadır) resmi
varlığının [bulunmaklığının]
ve bundan ötürü de insansal imleyenin Düzeninin, yani Kültür
Yasasının başlangıcıdır ve her zaman
başlangıcı olmuştur; her söylemin mutlak önkoşulu
olan söylemdir bu; her sözsel söylemde yukarda var olan [bulunan], yani
derinlerde bulunmayan söylemdir; Başkasının (Ötekinin) söylemidir,
bu Düzenin ta kendisi olan büyük Üçüncükişinin
söylemidir; bilinçdışının söylemidir. Her insan
varlığında, bu varlığın özel söyleminin kendi
öz yerini aradığı, arayıp
ıskaladığı, ıskalarken, kendi imgelemsel
büyülenmelerinin zorlayışında, sahteciliğinde
suç-ortaklığında ve yadsıyışında, kendi
öz yerini; demirleme yerine kendini bağlayan öz demirini bulduğu
mutlak yerdir.
Öyle
ki, Oidipus döneminde, belli bir cinsiyet
taşıyan çocuk, imgelemsel fantasmalarını, Simgeselin
sınavından geçirerek cinsiyet taşıyan insan çocuğu
(erkek, kadın) haline gelir ve her şey «yolunda giderse» ne ise o
olur ve o olmayı kabullenir en sonunda; yetişkinler
dünyasında çocuk haklarına sahip olan ve her çocuk gibi günün
birinde tıpkı «babası gibi», yani bir karısı
(yalnızca bir annesi değil) olan bir erkek insan kişisi ya da tıpkı «annesi gibi», yani bir
kocası (yalnızca bir babası değil) olan bir dişi
insan kişisi olmanın bütün hakkını edinen oğlan ya da kız çocuğu haline gelir ve bunu öylece
kabullenir. İnsan çocukluğuna yönelen uzun cebri yürüyüşün
hedefinden başka şey değildir bu.
Bu
en son dramın daha önceden biçimlenmiş bir dil malzemesi içinde
oynanması ve bu dilin, Oidipus evresinde,
Babanın simgesi [remzi], hakkın simgesi, Yasanın simgesi,
her tür Hakkın fantasmasal imgesi olan phallus
imlemi çevresinde merkezlenmesi ve düzenlenmesi; evet bu düzenlenme,
şaşırtıcı ve keyfi bir şey olarak
görünebilir, ama bütün psikanalizciler, bir deney olgusu olduğuna
tanıklık ederler bunun.
Oidipus'un son
aşaması, yani «iğdiş edilme», bu konuda bir fikir
verebilir bize. Oğlan çocuğu, iğdiş edilmenin trajik ve
yararlı durumunu yaşayıp çözüme ulaştırarak
babası gibi aynı Hakka (phallus'a) ve
özellikle babasının annesi üzerindeki Hakkına (ki annesinin,
hem oğlan çocuk için anne hem de baba için karı olarak bir çifte
kullanımın hoşgörülrnez durumu
içinde bulunduğu ortaya çıkmıştır) sahip
olmamayı kabullenir; ama, babasıyla aynı hakka sahip
olmadığını kabullenerek de, daha sonraları,
yetişkin olduğu zaman günün birinde, gerekli «araçlar»dan yoksun
olduğu için o gün kendisine verilmemiş olan hakka sahip olma
güvencesini kazanmış olur. Oğlan çocuğunun, çok «uslu»,
davranıp büyümesini bilirse, büyüyecek olan bir ufak hakkı
vardır yalnızca. Öte yandan, küçük kız çocuğu da,
iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp
yüklenerek annesinin sahip olduğu aynı hakka sahip olmamayı
kabullenir; demek ki, kadın olduğu halde ve kadın
olmasından ötürü annesinde o (phallus)
olmadığı için babasının sahip olduğu
aynı hakka (phallus) sahip
olmadığını ve aynı zamanda annesinin sahip
olduğu hakka da sahip olmadığını, yani henüz
annesi gibi bir kadın olmadığını katmerli olarak
kabullenir. Ama buna karşılık ufak hakkını elde
eder. Yani küçük kız hakkını ve Düzen Yasasını
kabullenerek; yani gerektiğinde yasayı saptırmak için çok
uslu davranmaksızın ama bu yasaya yine de boyun eğerek
büyümesini bilirse, büyük bir hakkın kendisine
tanınacağı vaadini almış [kazanmış]
olur.
İster
İmgelemselin ikili büyülenme uğrağı (1), ister simgesel
Düzenin (2) içine yerleştirilmenin yaşanan tanınması (Oidipus) uğrağı olsun, her iki durumda
da, geçişin bütün diyalektiği, enderin özünde, biçimsel [formel] yasalarını, yani biçimsel
kavramını dilbilimin verdiği insansal Düzenin, Simgeselin
mührüyle damgalanmıştır.
Böylece,
psikanaliz kuramı, her bilimi, katışıksız bir
soyut kurgu [spekülasyon] değil de bir bilim yapan şeyi sunuyor
bize; yani nesnesinin biçimsel özünün tanımını, somut
nesnelerine yönelik herhangi bir pratik ve teknik uygulamanın
olanağının koşulunu veriyor. Böylece, psikanaliz
kuramı, Politzer'in, bu bilimden, «somutun»
bilimi; gerçek «somut ruhbilim» olmasını isteyip (psikanalizin
devrimci kapsamını Fransa'da ilk kavrayan Politzer'dir),
bilinçdışı, Oidipus kompleksi,
iğdiş edilme kompleksi, vs., gibi soyutlamalarından
dolayı sitemlerde bulunurken bir örneğini verdiği klasik
idealist çatışkılardan [antinomilerden]
sıyrılabilir. Politzer, psikanaliz,
soyut ve metafizik bir ruhbilimde yabancılaşmış «somut»
tan başka şey olmayan bu soyutlamalara takılıp
kalırsa, nasıl olur da, olmak istediği ve olabileceği
somutun bilimi olduğunu iddia edebilir? diyordu. Oysa gerçekte, hiçbir
bilim soyutlamadan vazgeçemez; hiçbir bilim, «pratik»inde (dikkat edelim:
bilimin kuramsal pratiği değil, ama somut uygulanımının
pratiğidir bu) bireysel «dramlar»dan yani tekil ve benzeri olmayan
çeşitlenmelerden başka şeyle uğraşmasa bile
vazgeçmez soyutlamadan. Lacan'ın Freud'dan geçerek düşündüğü (Lacan,
bilimselliğimizin; var olabilecek biricik bilimselliğin biçimini
kazandırdığı Freud'un kavramlarından başka
şey düşünmez) psikanaliz «soyutlamaları», nesnelerinin
kavramları olarak kendilerinde soyutlanmalarının zorunluğunun belirtisini, ölçüsünü ve temelini
taşıdıkları; yani «somut»a olan ilişkilerinin
(oranlarının) ölçüsünü ve dolayısıyla yaygın
olarak psikanaliz pratiği (tedavi) diye adlandırılan uygulananlarının
somutuna olan öz ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü
taşıdıkları ölçüde nesnelerinin halis bilimsel
kavramlarıdırlar.
Demek
ki Oidipus evresi, yalnızca bilinçten ve
sözden (konuşmadan) yoksun gizli bir «anlam» taşımaz; bu
evre, «anlamı ters tepkilendirilerek»
yeniden yapılaştırılabilen ya
da aşılabilen ve geçmişin derinliklerine gömülü olan bir
yapı değildir; Oidipus [kompleksi],
insanlığa, istemeden ve zorla her aday olana, Kültür Yasası
tarafından zorla kabul ettirilen dramatik yapıdır, «tiyatro
mekanizmasıdır»9. Eşiğine ulaşıp
kendisini yaşayan ve daha sonra canlı kalabilen her birey için,
üzerinde varoluştuğu somut çeşitlenmelerin yalnızca
olabilirliğini değil, zorunluluğunu da kendinde içeren [taşıyan]
bir yapıdır. Bu somut çeşitlemelerde varoluşan bir
yapıdır. Psikanaliz, uygulanımında,
pratiği diye adlandırılan şeyde (tedavide), bu çeşitlenmelerin
somut «etkileri»10
üzerinde çalışır; yani Oidipus geçişinin daha önceden varoluşundaki, şu
ya da bu birey tarafından
yaklaşılışındaki,
aşılışındaki, kısmen
ıskalanışındaki ya da sıyrılınışındaki özgül ve
mutlak olarak tekil bağsallığın
[düğümselliğin] kipliğini ele alır. Bu
çeşitlenmeler, değişmez Oidipus
yapısından kalkılarak özce düşünülebilir ve
belirlenebilirler; bunun nedeni, sözünü
ettiğimiz bu geçişin tümünün, ilk
başlangıçlardaki büyülenmeden bu yana, en «normal»
biçimlerinde olduğu gibi en aşırı «sapınç» biçimlerinde de, Simgeselin Yasası altında, Simgesele
ulaşmanın en son biçimi olan bu yapının Yasası
tarafından damgalanmış olmasıdır. Bu kısa
irdelemelerin, bir özet ve şema olarak görünmekle kalmayıp öyle
de olduklarını; bu
yazıda sözü edilen ve ileri sürülen birçok kavramın, haklı
çıkarılmak ve temellendirilmek
için enine boyuna geliştirilmesi gerektiğini biliyorum.
Bu kavramlar, temelleri ve onlara dayanaklık eden kavramlar öbeği
ile olan ilişkileri
[oranlan]
bakımından
aydınlatılıp
açıklansalar;
Freud'un çözümlemelerinin
kesin ve açık anlamıyla ilişki haline getirilseler bile,
sorunlar ortaya koymaktan geri kalmazlar ve bunlar yalnızca kavramsal
oluşturmaların, tanımların ve aydınlatmaların
sorunları değil,
irdelediğimiz
kuramsallaştırma
çabasının
gelişmesinden zorunlu
olarak doğmuş gerçek
yeni sorunlardır. Örneğin, bilinçdışının varolmaklığının ve
kavranabilirliğinin
mutlak önkoşulu olan Dilin biçimsel yapısı ile,
akrabalığın somut yapıları ve nihayet
akrabalık yapılarında içerilmiş
özgül işlevlerin yaşandığı [algılandığı] ideolojik somut oluşumlar (babalık, analık, çocukluk),
arasındaki ilişki, tutarlı ve mantıksal olarak
nasıl düşünülebilir? Bu sonuncu yapıların
(akrabalık, ideoloji), tarihsel
çeşitlenmelerinin, Freud'un bir başına ele
aldığı [yalıttığı] örneklerin şu ya
da bu yanını, elle tutulur biçimde değişikliğe
uğratabileceği düşünülebilir mi? Bir başka soru daha:
Akılsallığı içinde düşünülen Freud'un buluşu,
nesnesinin ve bulunduğu yerin tanımlanmasıyla, kendisini
ayırt ettiği bilgi dallarında (ruhbilim, ruhbilimseltoplumbilim
ve toplumbilim gibi) yankılar [etkiler] uyandırabilir ve bu
bilimlerin nesnelerinin statüsü (ki bu kimi zaman sorunsal bir statüdür)
konusunda sorular ortaya atılmasına yol açabilir mi? Birçok soru
arasından sonuncu olarak şunu seçelim: Psikanaliz kuramı
ile, l'inci olarak bu kuramın ortaya
çıkışının tarihsel koşulları ve 2'nci
olarak da, uygulananının toplumsal koşulları
arasında bulunan ilişkiler nelerdir?
l'inci olarak: Psikanaliz
kuramının hem kurucusu, hem de bir numaralı Psikanaliz
uygulayıcısı, Psikanalizden geçmiş kişi,
babaların babası olarak, kendisine dayandıklarını
söyleyen Psikanaliz uygulamacılarının uzun soy zincirinin
başlatıcısı niteliklerini taşıyabilen Freud
kimdi? 2'nci olarak; Hem Freudçu kuramı ve
Freud'a dayanan didaktik geleneği dünyanın en doğal
şeyiymiş gibi benimseyiveren, hem de mesleklerini icra ettikleri
ekonomik ve toplumsal koşulları (tıp meslek kuruluşuna
—loncasına— sıkı sıkıya bağlı
«dernekleri»nin toplumsal statüsünü)
kabulleniveren psikanalizciler kimlerdir? Psikanalizin
yapılmasının (icra edilmesinin) tarihsel kökenleri ve
ekonomik-toplum-sal koşulları, psikanaliz kuramı ve
tekniği üzerinde ne ölçüde yankılanmakta ve etkili
olmaktadır? Gerçeklerin çok açık bir biçimde ortaya
koyduklarına göre, Psikanalizcilerin bu sorunlar konusundaki kuramsal
susuşları, psikanaliz dünyasında bu sorunlara yönelmiş
bastırma; içerikleri bakımından hem psikanaliz
kuramını hem de tekniğini özellikle ne ölçüde
etkilemektedir? Öncesizsonrasız
«psikanalizin sonu» sorusu, başka nedenlerin yanı sıra, bu
bastırma ile; yani, psikanalizin epistemolojik tarihinden ve
psikanaliz dünyasının toplumsal ve (ideolojik) tarihinden
kaynaklanan bu sorunların düşünülmemiş-olmaklığı'
ndan kaynaklanmamakta mıdır?
Şu
anda bir yığın araştırma alanı oluşturan
bir yığın gerçekten çözülmemiş sorun var ortada.
Yakın bir gelecekte, bazı kavramların, bu sınavdan,
dönüşüme uğrayarak çıkacaklarını söyleyebiliriz.
Derine
inersek, bu sınavın, Freud'un, kendi alanında;
«insanoğlu» nün, insan «öznesi»nin belli bir
geleneksel, hukuksal, ahlaksal, felsefi, yani sözün kısası
ideolojik imgesini tâbi tuttuğu sınav olduğunu görürüz.
Freud, buluşunun eleştiriyle karşılanmasını, Copernicus'un gerçekleştirdiği devrimle
boşuna karşılaştırmamıştı kimi
zaman. Copernicus'tan beri,
yeryuvarlağı-mn, evrenin «merkezi»
olmadığını biliyoruz. Marx'tan
beri, insan öznesinin, ekonomik, siyasal ya da
felsefi ben'in, tarihin «merkezi» olmadığını biliyoruz.
Hatta, Aydınlanma Felsefesi'ne ve Hegel'e
karşı, tarihin bir «merkezi» olmadığını; ama
tarihin yalnızca ideolojik yanlış-bilişten başka
hiçbir şeyden kaynaklanmayan zorunlu «merkez» den yoksun bir yapı
olduğunu da biliyoruz. Freud ise bize, gerçek öznenin, tekil özünde
bireyin; «ben» de, «bilinç»te ya
da «varoluş»ta (ister kendisi içinin, ister öz bedenin ya da ister «davranış»in varoluşu olsun)
merkezini bulan bir ego biçimine bürünmüş
olmadığını; insan öznesinin, «ben» in imgelemsel yanlışbilisinden, yani, içinde kendisini
«tanıdığı» ideolojik oluşumlardan başka bir
şeyden kaynaklanmayan «merkez» den yoksun bir yapı
tarafından merkezsizleştirildiğiııi
ve kurulduğunu açıklıyor ve gösteriyor.
Böylece,
ideoloji üzerinde yapılacak her araştırmayı temelden
ilgilendiren şeyi, yani yanlışbilişin
(tanımayışın) yapısını'ı
daha iyi biçimde kavramamızı belki de bir gün sağlayacak
olan yollardan biri önümüzde açılmış bulunuyor
kuşkusuz.
Notlar
(1) Gerçekleri, yalnızca biyolojiye, ruhbilime, toplumbilime indirgeyerek
tek
yanlı bir biçimde açıklamaya kalkışan
anlayışlar söz konusu burada.
(Ç.N.)
(2) Revue de l'Enseignement philosopiqe,
Haziran - Temmuz 1963, «Philosophie et Sciences Humaines», s. 7 ve
11, not 14: «Marx,
kuramını, "homo economicus' mitosunu bir
yana atarak kurdu, Freud,
kuramını ‘homo psychologicus’
mitosunu bir yana atarak kurdu. Lacan, Freud’un
özgürleştirici kopuşunu gördü ve kavradı. Onu harfi harfine
alarak ve ödün vermeden öz
vargılarına ulaşması konusunda zorlayarak tam
anlamıyla kavradı. Herkes gibi, Lacan
da ayrıntılarda, hatta felsefi kerterizlerinde yanılabilir:
Ama esası borçluyuz ona.
(3) En tehlikeli girişimler,
felsefe (ki bütün psikanalizi, tedavinin ikili deneyimine hemencecik
indirger ve orada, fenomenolojik öznelliklerarasının,
tasarı-varoluşun ve daha genel olarak kişilikçiliğin
temalarını “doğrulayacak” şeyler bulur);
başına iş açmıyormuş gibi görünen psikanaliz
kategorilerinden çoğunu bir “özne”nin öznitelikleri gibi görerek
kendine katan ruhbilim ve nihayet ruhbilimin yardımına
koşarak, “özne”nin bir “üstben”le ona
tekabül eden kategorileri edinebilmesi için “içleştirilmesi” yeterli
olan nesnel içeriği, yani “gerçeklik ilkesi” için gerekli olan nesnel
içeriği (toplumsal ve ailesel buyruklar) veren sosyoloji
tarafından yapılmıştır. Böylece, ruhbilime ya da toplumbilime boyun eğen psikanaliz,
çoğunlukla “heyecanlar” ya da “duygunluk”
bakımından çevreye yeniden uymayı sağlayan bir teknik;
“bağıntısal işlev”in bir yeniden eğitimden
geçirilmesi durumuna düşmüştür ve bütün bunların,
psikanalizin gerçek nesnesiyle hiçbir ilgisi yoktur; ama bütün bunlar,
çağdaş dünyada güçlü ve üstelik tam anlamıyla
yönlendirilmiş bir talebe cevap vermektedir. Psikanaliz, işte bu
yola saptırılarak kültürde, yani modern ideolojide günlük bir
tüketim metası haline getirilmiştir.
(4) Yapmacık ve süslü bir üslupla
yazan ünlü İspanyol şairi (XVI.
yüzyıl). (ç.n.)
(5) Bunlar, Freud’un ün
kazandırdığı Almanca iki deyimdir. Freud’un
gözlemlediği bir küçük çocuk, annesini “temsil” eden herhangi bir
nesneyle oynarken bu deyimlerle (“geldi!”, “gitti!”) onun ortaya
çıkışını ve gözden kayboluşunu belirtiyordu.
Nesne bir makaraydı.
(6) Biçimsel olarak: Çünkü ilk biçimini ve ilk sunuluşunu
Dilin sağladığı Kültür Yasası, dilden daha fazla
bir şeydir; bu Yasanın içeriği gerçek akrabalık
yapıları ve belirli ideolojik oluşumlardır.; bu
yapılara bağlı kimseler işlevlerini yine bu yapılar
içinde yerine getirirler. Batı ailesinin babaerkil
ve dıştanevlenmeli (akrabalık
yapısı) olduğunu bilmek yetmez;
karı-kocalığı, babalığı, anneliği,
çocukluğu yöneten ideolojik oluşumları da aydınlatmak;
bugünkü dünyamızda, “karı-koca olmak”, “baba olmak”, “anne
olmak”, “çocuk olmak” nedir sorularına cevap getirmek gerekir. Bu
özgül ideolojik oluşumlar üzerinde daha birçok araştırma
yapılması gerekir. Tarihsel maddeciliğe düşen bir
iştir bu.
(7) Belli bir nöro-biyoloji
ve belli bir ruhbilim, Fredu’da, bir
“aşamalar” kuramı bularak çok memnun oldu ve bunu, hiç
duraksamadan doğrudan doğruya ve tüketici biçimde nöro-biyolojik ya da biyo-nöro-ruhbilimsel bir
“aşamasal olgunlaşma” kuramı haline getirdi ve bunu da nöro-biyolojik olgunlaşmaya, mekanik bir biçimde
bir “öz” rolü yükleyerek ve Freudcu “aşamalar”ı
da onun düpedüz “fenomenleri” olarak ele alıp gerçekleştirdi. Bu
perspektif, eski mekanist paralelizmin bir
tekrarından başka bir şey değildi. Özellikle Wallon’un izleyicilerine yöneltilmişti bu; çünkü Wallon’un kendisi, Freud’un hiç farkına
varmamıştı.
(8) Bu biçimsel koşulun
karşısına, Freud’un, bilinçdışının
“içeriği”ni düşünürken kullandığı kavramların
(libido, içtepiler, istek) biyolojik görünüşü çıkarılacak
olursa, aynı biçimsel koşulun kuramsal önemini ve
kapsayıcılığını kavrayamama ve bu konuda
yanılma tehlikesi doğar. Örnek olarak Freud’un rüya, “dilekgerçekleşimidir” (Wünscherfüllung)
sözünü verelim. Lacan da bu anlamda, insanı,
bilinçdışı “isteğinin Diline” yeniden yöneltmeyi ister.
Ne var ki biyolojik gibi görünen bu kavramlar, gerçek anlamlarını
bu biçimsel koşuldan alırlar; bu anlam, ancak bu koşul
sayesinde, verilebilir (atfedilebilir) ve düşünülebilir; bir tedavi
tekniği belirlenebilir ve uygulanabilir. Bilinçdışının
temel kategorisi olan istek, kendi özgüllüğü içinde, ancak insan
öznesinin bilinçdışının söyleminin tekil [benzersiz]
anlamı olarak kavranabilir. Bu anlam ise
bilinçdışının söylemini oluşturan imleyici
zincirin “oynunda” [işleyişinde,
deviniminde] ve “oynuyla” ortaya çıkar.
Böylece “istek”, insansal oluşu [gelişmeyi] yöneten yapıyla
damgalanmıştır. Böyle olması bakımından
istek, biyolojik öz taşıyan organik “gereksinim”den kökçe
ayrılır. Organik gereksinim ile bilinçdışı istek
arasında, öz sürekliliği yoktur. İstek, çok yanlı
varlığında (“var olamayışında” diyor Lacan), ona damgasını vuran ve onu
çarelerinde olduğu gibi hayal kırıklıklarında da
yersiz yurtsuzluğa, bastırmanın varoluşuna
(yaşamına) mecbur eden Düzenin yapısı tarafından
belirlenmiştir. Organik gereksinimden hareket ederek isteğin
özgül gerçekliğine ulaşılmadığı gibi;
biyolojik varlıktan [yaşamdan] kalkarak da tarihsel
varlığın özgül varlığına
ulaşılamaz. Bunun tersine, tarihsel varlığını,
bir katışıksız biyolojik varlıktan ayırt
ederek insanın tarihsel varlığının özgüllüğünü
(bunun içinde insanın “gereksinimleri” ve demografik olaylar gibi
katışıksız biyolojik belirlenimler de vardır)
tanımlamamızı nasıl tarihin kategorileri olanaklı
kılıyorsa; aynı biçimde, isteğin gerçek
anlamını kavrayıp belirlememizi de onu taşıyan (bu
tıplı, biyolojik varlığın tarihsel
varlığı taşıması, ona temellik etmesi
gibidir), ama ne kuran ne de belirleyen biyolojik gerçekliklerden
ayırt ederek bilinçdışının temel kategorileri
olanaklı kılar.
(9) Freud’u (“ein
anderes Schauspiel… Schauplatz”) yineleyen Lacan’ın
kullandığı deyim (“machine”)
[dilimizde mekanizma daha uygun düştüğünü düşündük].
“Dram”dan söz eden Politzer’den, tiyatrodan,
sahneden , sahneye koymadan, sahne araçlarından, tiyatro türünden,
sahneye koyandan, vs., söz eden Freud ve Lacan
arasında kendisini tiyatro sanan seyirci ile tiyatro arasındaki
kadar mesafe vardır.
(10) “Etki” terimi, klasik bir nedensellik
kuramı bağlamında anlaşılırsa [düşümülürse], bu terimle nedenin etkideki
(sonuçtaki) somut varlığı [bulunuşu]
kavranmış [düşünülmüş] olur (bkz.
Spinoza)
(*)
Köşeli ayraç içindekiler bizim
eklemelerimizdir. (Ç.N.)
Çeviren: Selâhattin Hilâv
|
|