Anasayfa
|
(A)sosyal psikoloji:
Carla’nın hikayesi ve kurtuluş yolları
Ersin
Aslıtürk
13
Aralık 2004
Kuzey
Amerikalı ortalama bir sosyal psikoloji kitabını okumak bir çok insan için
sıkıntı verici bir şeydir. Genelde bu kitapların içinde insanların
tutumlarını nasıl edindiklerinden, toplumsal algı süreçlerine, diğer
insanlarla olan etkileşimlerine, nasıl ikna olduklarından nasıl sürüye
katıldıklarına kadar bir çok husus yer alır. Hatta karşılıklı insan
“gruplarının” ilişkilerinin doğası da tarif edilir bu kitaplarda (ör:
Brewer ve Crano, 1994). Fakat sosyolojiye, felsefeye ve siyasete meraklı
bir okuyucuda her zaman rahatsızlık yaratan bir tat vardır bu okumalarda.
“Nerede toplumsallık?” diye sorar tabii insan. Toplumsal ve insanları
bütünleyen kavramlar ya geçiştirilmiş ya da sırf bir değişken ve bir gözlem
nesnesi olarak diğer bazı kavramlar gibi sıradanlaştırılarak ele
alınmıştır.
Sosyal
psikolojinin metinlerine yansıyan bu niteliğinin arkasında şüphesiz en
geniş anlamıyla tarihsel nedenler bulunmaktadır. Bu tarihsellilik sosyal
psikolojideki “birey” algısını, kişi ve kişilik algısını, “deneyerek
doğrulama” mantığını, amprisizmi, mekanik “özneyle” kurulmuş absürd bir
takım araştırmaları beraberinde getirmiştir. Bu hastalığı ortaya koyabilmek
için yazının sınırları elverdiği ölçüde önce sosyal psikolojik bilginin
fena durumuna dair bir kaç örnekle başlayıp, sosyal psikolojinin tarihine,
egemen bilimsel paradigmanın sorunlarına, birey algısına, sosyal
psikolojinin bilimselliğine ve sosyal psikolojinin sosyolojisine değinmeye
çalışacağım. Daha sonra postmodernizme, niteliksel çalışmaların öneminden
bahsedip, Marksizm’in yarattığı olanakları açmaya çalışacağım. Son olarak
tabii ki Türkiye’ye dair düşünmeye çalışacağım.
Sosyal psikolojiyi
okumak
Sosyal
psikolojik bilginin doğası, üretimi ve tüketimi en genel anlamıyla
kapitalizmin ideolojik bağlamında oluşur. Zaten sosyal psikoloji kendi
ideolojik doğasını açık açık ve cömertçe sergilemekten kaçınmıyor. Sosyal
psikoloji kitaplarının konu ve kavram indekslerine bakıldığında ideoloji
gibi sosyolojinin en önemli kavramlarından birisi zaten bulunmaz. İsçi
sınıfı tabii ki yoktur ama sosyal sınıf ya sosyo-ekonomik statü kavramı da
çoğu zaman bir araştırmanın içinde sıradan bir değişken olarak
geçiştirilmiştir. Böyle bir şeyi ifade edecek olan psikoloji öğrencilerine
hocalarının verecekleri cevap da söyle bir şey olur: “Bozuk plak gibi
yıllardır ayni şeyi söylüyorsunuz, önce bir bunu öğren ondan sonra
eleştirirsin…” Peki bizler neler öğreniriz sosyal psikoloji kitaplarından?
Cem Yılmaz’ın “bir tat, bir doku” dediği anlamda, nasıl bir tat alırız?
Sosyal
psikoloji kitapları Amerikalı laboratuar “deneklerinin”[1]
(subjects) yaşantı biçimini, içine düştükleri çelişkili durumları tarif
eder. İnsanin aklına meşhur “Friends” dizisindeki gençlerin hayati gelir.
Toplumsal sorunlar, dünyanın fena hali bir yana, Amerika bir yana. Zira
sosyal psikolojinin uzun zamandır temel ilgi odağı insanin içsel-bilişsel
(intrapersonal-cognitive) süreçleridir. Diğer yandan başka insanların da
içsel süreçleri bulunmaktadır. Bu durumda sosyal psikoloji bu insanlar
arasında basitçe bir karşıtlık kurgulamaktadır. Misal olarak, bir Amerikalı
hapse düşerse, sosyal psikolojiye göre oyun teorisinin paradigmaları ile
düşünmesi uygundur. Bu oyunun iki tarafı bulunmaktadır. Eğer birinci kişi
arkadaşına güvenir ve sessiz kalırsa, ve arkadaşı da onunla dayanışma
içinde ayni şekilde sessiz kalırsa ikisi de 6’sar ay yatıp çıkarlar. Ama
böyle bir dünyada insanlara güvenmek zor olabilir; arkadaşının sucu onun
üzerine atması durumunda birinci kişi 20 yıl içerde yatabilir. İnsanların
arasındaki ilişkinin bu hali alttan alta karşılıklı hesapçılığı ya da
gerçek hayatta görmekte zorlanacağınız biçimlerle bir tur rasyonel zihin
tarifini barındırır. Bunu söylerken insanların rasyonel olmadıklarını
savunuyor değilim ama altta yatan vurgu çok acık: “Basının çaresine bak,
dünya kotu, kolla kendini…” Ya da “insanların çıkarcılığı ve bencilliği
evrenseldir” vs.
Buna
benzer bir şekilde insan davranışlarının rasyonel temellerini resmetmek
için insanin aklını zorlayan baksa örnekler bulmak da mümkün: Bakın, Carla
Cumartesi günleri patenle kaymaya bayılmaktadır, ama Tommy’i orada görmek
istememektedir. Eğer Tommy de oraya kaymaya gelirse ve Carla da giderse,
Carla'nin –85 puanı olacak (nasıl olacaksa) ve sıfırın altına inecektir! Ama
buna karşılık karla evde çalışarak zaman geçirebilir ve bu ona +20’de
tutar. Eğer Tommy kaymaya gitmez de, Carla giderse, bu Carla’yı +75 puan
gibi süper bir noktaya çıkaracaktır. Tommy’nin kaymaya gitmemesine rağmen
eğer Carla da gitmeyip evde çalışırsa sadece +5 puanı olacaktır[2]…
Uzatmaya gerek yok, bunlar bir üniversite kitabinin içerisinde yer alıyor
(Brewer & Crano, 1994, s. 242-243) ve psikolog olmaya çalısan insanlar
bunları da okuyorlar. Eğer bu insanın bilgi dağarcığına bir katmıyorsa,
cidden ne işe yarıyor?
İlginç
bir örnek de gruplar arası ilişkilere dair. Muzafer Sherif’in meşhur
gruplar arası çatışma ve dayanışma üzerine yaptığı alan çalışmaları daha
çok gruplarüstü hedeflerin mucizevi birleştiriciliği üzerinden, mutlu sonla
tarif edilir. Oysa Sherif’in kimi deneyleri her vakit bu sonuçları vermez
ve o çalışmaları da sosyal psikoloji kitaplarına aktarılmaz (Cherry, 1995).
“Nice person” (hoş-cazip kişi) ve onun arkadaşları ile ilgilenen sosyal
psikoloji (Moscovici’den aktaran Ian Lubek, 1997) onların diğer gruplara
mutlu bir sona ulaşmalarını da sağlıyor. Son bir örnek daha vermek
gerekirse, mesela sosyal psikoloji literatüründe agresyon kavramı son
derece dar bir çerçevede ele alınmakta ve “kavga eden iki adama”
indirgenmektedir. Doğal olarak araştırmalarda kadınlar kullanılmamakta,
agresyonun siyasal-toplumsal ve antropolojik temelleri göz ardı
edilmektedir (Lubek, 1997). Bu esnada dünyada askeri ve etnik katliamlar
devam etmekte, kadınlar kitlesel olarak tecavüze uğramakta ve hatta
öldürülmektedir. Diğer yandan, sosyal psikolojinin agresyon kavramı git
gide homojenleşen ve steril deney ortamlarına sabitlenen, bir kaç kişinin
arasında gecen bir hususa dönüşmektedir, tabii ki bilimsel olmak adına. Daha
fazla örnekler verilebilir ama kısaca sorun sosyal psikolojinin gayet
güdük, miyop bir disiplin olmasında düğümlenmektedir[i].
Sorunlar: Kral çıplak
ve çirkin
Tarihsel arka plan
Bu
durumda, sosyal psikolojinin bu derece sığ bir disiplin olmasının
arkasındaki kimi tarihsel nedenlere değinmek bir zorunluluk[3]. Sosyal
psikolojinin tarihini doğal olarak psikolojinin tarihi içerisinde
değerlendirmek ve evrensel birey algısının aydınlanma tarihi ile ilişkisini
ortaya koymak gerekiyor. Sosyal psikolojinin görgül (ampirik) bir alan
olması ve doğa bilimi olarak evirilmesi, insani özneyi evrensel ve natürel
bir varlık olarak görmesi, nesnel ölçümlerle insan zihnini ve ilişkilerini
keşfetmeye çalışmasının arkasında yaklaşık iki yüz yıllık bir geçmiş var
(eleştirel bir giriş için bkz. Collier, Minton ve Reynolds, 1991).
Her
ne kadar sosyal psikolojik bilginin kaynakları felsefe tarihinin uzandığı
noktalara kadar gidebilse de, modern bir olgu olarak sosyal psikoloji Kuzey
Amerika’daki kısa tarihinin köklerini 19.yy Avrupa psikolojisinde bulan bir
deneyselci paradigmaya borçludur. 19.yy Batılı ülkelerde sanayileşmenin
hızla geliştiği, toplumsal dönüşümlerin büyük bir hız kazandığı yüzyıl. Bunların
yanında toplumsal teoride İngiltere, Darwin’nin doğal secilim üzerinden
organizmik bakış acısını geliştirmesine tanık olmuştur. Burada asil önemli
olan ise Spencer’in Darwin’in doğal secilim teorisini sosyal seçilim
kuramına doğru genişletmesidir. Spencer’a göre doğal şartlar, giderek
gelişen toplum ve tarih üzerinde etkili olmuş ve “doğal kanunlar” toplumsal
evrimi şekillendirmiştir. İnsanların eylemleri ve iradeleri ise bu süreçte
belirleyici olamaz, çünkü onlar sadece kendi hayatları üzerinde etkili
olabilirler ve toplumsal evrim ise kendi “doğal” yasalarıyla ilerler. Bu
insani ilişkilerin oldukça bireyci bir şekilde algılandığı bir toplum
anlayışı ortaya koymaktadır. Spencer’in bu görüşleri İngiltere’de bilimsel
çevrelerde o kadar da popülerlik kazanamamıştır.
Diğer
yandan İngiltere’de Darwin’nin kuzeni Galton görgül yöntemlerle öjeniye
alan açmıştır. Galton zihinsel özelliklerin de fiziksel özellikler gibi
genler yoluyla aktarıldığını savunmuş, hatta buna bir örnek olarak ta
“şöhret”in kimi ailelerde yaygın (kendisininki de dahil), kimilerinde
yaygın olmadığını göstermiştir. Yani “şöhret” genetik olarak aile içinde
erkekler arasında aktarılmaktadır. Galton “zeka” olcum testleri
geliştirmiş, beyaz ırkın üstünlüğünü savunmuş, toplumsal sınıflar
arasındaki farkların da doğuştan gelen farklar yoluyla oluştuğunu
savunmuştur[4].
Bütün
bunlarla tutarlı bir şekilde, William McDougall yine organizmik bir bakış
açısıyla “sosyal içgüdüler” üzerinden bir sosyal psikoloji tarif etmiştir. Bu
içgüdüler eslik eden kimi duygularla da tanımlanmıştır: Bunlar kaçış
(korku), iğrenme, merak, kavgacılık, kendini aşağılama (negatif duygular),
iddialı olma (pozitif duygular) ve ana-babalık (şefkat) içgüdüleridir. Daha
sonra Amerika’ya gelen McDougall, kendi sosyal psikolojik anlayışını ırkçı
düşüncelerin yaygın olduğu 1908 yılında ırkçılıktan uzak tutmuş olmasına
rağmen, 1921’de öjeni ile ilişkilendirmiştir. Fakat bu yıllarda
Amerika’daki ekonomik ilerlemeci düşünceler ve bireyselliğe olan vurgu;
psikolojide davranışçılığın gelişmesi; Floyd Allport’un içgüdü kuramını
eleştirmesi, öjeniyle ilişkilendirilmiş sosyal içgüdüler kuramını iyice
gündemden düşürmüştür.
Bunlar
kapitalizmin ruhuna uygun bir dünya görüsü yaratırken, Fransa’da Compte
pozitivizmin temellerini atmış, Durkheim donemin ruhunun aksine bireyi
toplumsal faktörlerin ışığında ele almış, Tarde ve özellikle Le Bon da
kalabalıkların davranışlarını (ör: Paris Komünü) irrasyonel ve
bilinçdışından kaynaklanan nedenlerle açıklamıştır (Le Bon’un Kalabalık
isimli çalışması ilk 1895’te yayınlanır). 19. yy. boyunca Fransa toplumsal
hareketlerin hakim olduğu büyük siyasal çalkantılardan geçerken, ardından
gelişen Le Bon’un “kalabalıklar psikolojisi” bu hareketlerin kendi
kimliğini kalabalık içinde kaybeden veya hipnotize olan insanlar tarafından
oluşturulduğunu; insanların tek başlarınayken ortaya çıkmayan
özelliklerinin kalabalık içinde ortaya çıktığını söylemiştir.
Almanya
ise (18.yy’da) Herder’in bireyin oluşumunu açıklamadaki tarihsel, toplumsal
ve dilsel noktalara referans vermesine; insan bilincine ve toplumsal
gelişime diyalektik bir yöntemle eğilen Hegel’e; tabii ki Marx’in yine
diyalektik üzerinden bireyi toplumsallığı içerisinde tanımlamasına; son
olarak da Wundt’un deneysel-doğal ve diğer yandan da oldukça sosyal bir
sosyal psikolojiyi (Farr, 1996) geliştirmesine tanık olmuştur[5].
Amerika’ya gelince, bu dönemde Spencer’in sosyal Darwinizm'i İngiltere’de
olduğundan daha fazla ilgi görmektedir[6]. Asil önemlisi ise
Amerikan pragmatiklerinin, Peirce, William James, John Dewey ve George Herbert
Mead’in ortaya çıkısıdır. Pragmatizm rasyonel bir birey tarif eden, fakat
dilin düşünceyi yaratmadaki önemini ihmal etmeyen ve döneminin içerisinde
ilerici, örneğin laissez faire doktrinine karşı çıkan bir felsefi bakışı
ortaya koyuyordu.
1900’lerin
başında Kuzey Amerika birisi Ross tarafından Fransız toplumsal kuram
geleneğine yaslanan ve psikososyolojik bir içeriği olan, diğeri de
McDaugall’ın psikolojik-organizmik bir sosyal psikolojiyi sosyal
içgüdülerle tanımladığı iki sosyal psikoloji giriş kitabına tanık olur. 1908
ve 1929 yılları arasında psikolojinin alt alanı olarak sosyal psikoloji
kitaplarında en çok referans verilen isimler arasında McDougall, William
James, Floyd Allport ve hatta dördüncü olarak Darwin vardır. Bunların
arasında Amerikan bireyciliğine katkısı en tartışılmaz olanı Floyd
Allport’dur. Allport örneğin 1924 yılında yayınladığı metninde tarihsel bir
not düşmüş ve “sosyal psikoloji bireyin psikolojisiyle zıtlık içerisinde
yerleştirilmemelidir; sosyal psikoloji birey psikolojisinin bir parçasıdır”
(Allport, 1924, vurgu orijinal) seklinde bir yargıda bulunmuştur.
Bu
noktadan sonra sosyal psikoloji bireyci ama ayni zamanda davranışçı
öğretinin geliştiği, deneysel paradigmanın daha da önem kazandığı bir
doneme giriyor. Watson artık psikolojinin yeni hedefinin “davranışın
tahmini ve kontrolü” olduğunu belirtiyordu. açık davranışların
niceliklendirilebilirliği ölçüm ve deney imkanları sağlamış ve “sosyal
kontrol” yoluyla toplumsal alanda her şeyin başarılabileceği düşüncesine
yol açmıştı. Artık insan davranışlarını değerlendirmek bir masanın
kenarının uzunluğunu ölçmek gibi bir şey olmaya başlamıştı ve bu “gerçek
bilim” olarak algılanıyordu. Bu esnada Floyd Allport’un kardeşi Gordon
Allport da deneyselci paradigmayı desteklemiş ve modern sosyal psikolojinin
temel yöntemini belirlemesinde önemli bir etkisi olmuştur.
1930
ve 40’larda ise büyük Ekonomik Depresyon’un, İspanya İç Savaşı’nın,
Hitler'in Almanya’daki tehlikeli yükselişinin etkisiyle deneysel
araştırmalar biraz geriye çekilmiş, Kurt Lewin’in toplumsal sorunlara
odaklanan grup dinamikleri ve alan teorisi üzerine kurduğu çalışmaları
dikkat çekmeye başlamıştır. Bu yıllar Marksizmin Amerikan sosyal
psikolojisi üzerinde en etkili olduğu yıllardır. Muzafer Sherif’in
Toplumsal Normların Psikolojisi (1936) isimli kitabi oldukça sosyolojik ve
ilerici bir deneysel perspektif ortaya koymuş hatta ayni yıl J. F. Brown
Psikoloji ve Toplumsal Düzen isminde son derece Marksist bir sosyal
psikoloji kitabi yayınlamıştır. Ayrıca Frankfurt okulundan da Fromm
Marksizm ile psikanaliz arasında bağları sosyal psikolojik bir perspektife
yakın olacak şekilde kurmaya çalışmıştır. Diğer yandan, yine bu yıllarda
kapitalizmin ideolojisi doğrultusunda is yerinde verimliliğin artırılması
için Hawthorn (Mayo) deneyleri de gerçekleştirilmiştir.
Bütün
bunların arasında modern sosyal-bilişsel psikolojinin kurulusunda en çok
etkisi olan kişi Kurt Lewin’dir. Sosyal-biliş insanların kaotik sosyal
dünyayı zihinlerinde nasıl temsil ettikleriyle; nasıl bir takım şemalar,
kategoriler ve çıkarsamalarla onu yönetilebilir hale getirdikleriyle
ilgilenmektedir. Lewin ortaya koyduğu alan teorisi ile insan davranışını
kişinin ve çevrenin bir fonksiyonu olarak görmüş; o donem için önemli
sayılabilecek bir kavram olan psikolojik cevre kavramını ortaya koymuş;
kişinin objektif gerçekliği farklı farklı değerlendirebileceği görüsünü
savunmuştur. Lewin matematikteki topoloji kuramından etkilenerek
oluşturduğu alan teorisinde bireylerin sosyal çevrelerini semalarla
resmetmiş, bunu yaparken de vektörler (içgüdüler), kuvvetler (içgüdünün
şiddeti), sınırlar (içgüdünün nesnesinin bulunduğu sınırlar) ve bölgeler
kullanmıştır. Örneğin küçük dairelerle kişileri, büyük daire ile küçük
daireler arasındaki bölge ile de psikolojik çevreyi resmetmiştir. Bu psikolojik
cevre, fiziksel-gerçek çevrenin birebir karşılığı olmayıp, kişinin
algıladığı cevre olmaktadır. Dolayısıyla kişi sadece içsel özellikleri ile
değil, ayni zamanda kendi dışındaki algıladığı dünyayla beraber ele
alınmıştır.
Açık
davranışlardan çok davranışın altında yatan bilişsel süreçlere ve
bütünlüklere (Geştalt) deneysel yolla eğilen ve sosyal (tarihsel) sureci
değil de sadece verili (tarihsel olmayan) sosyal durumu göz önüne alan
Lewin, özellikle öğrencisi Festinger’in çalışmalarıyla deneysel bilişsel-sosyal
psikolojinin temellerini oluşmasında en önemli rolü oynamıştır. 1950’lerden
sonra, anti-komünist histeri ve soğuk savaş tehdidin de altında, Kuzey
Amerika’ya bilişsel sosyal psikoloji ve ampirik-pozitivist bir yöntemsel
yönelim hakim olmuştur. Bu halen bu topraklardaki en baskın sosyal
psikolojik yönelimdir.
Egemen
paradigma: Deneyselcilik ve bazı kişisel deneyimler
1950’ler
McCarthy’nin akademik komünistlerin üzerindeki baskısının hakim olduğu
yıllardır. Bu yıllardan itibaren bilişsel sosyal psikoloji yavaş yavaş güç
kazanmaya başlamış, daha çok insanların kafalarının içindekiler çalışılmaya
başlanmıştır. Tutumlarla ilgili çalışmalar, bilişsel çelişki teorisi, denge
teorisi, sosyal öğrenme teorisi bu yıllardan sonra serpilmiş ve açıkça
Geştalt psikolojisinin ve davranışçılığın izleri bu teorilerde hissedilir
olmuştur. Bu yıllarda yükselen bireycilik, büyüyen Amerikan ekonomisi ve
anti-komünist histeri buna toplumsal bir altyapı oluşturmuştur.
Türkiye’de
bilişsel sosyal psikoloji oldukça güçlü bir şekilde kendini
hissettirmektedir. Tamamen kişisel bir not düşmem gerekirse, bütün bu
bilişselci birikim halen Türkiye’de sosyal psikoloji lisansüstü
programlarında etkili olup, bu programlara katılan öğrencilerin entelektüel
bütünlüklerine kanımca pek de belirgin bir artı değer getirmemektedir (bir
okuma denemesi için Fiske & Taylor, 1991).
Sosyal
bilişsel psikolojinin belki de en önemli hayati sorunu kuramsızlığıdır. Yukarıda
verilen gecen yüzyıl içinde çalışılmış ve halen çalışılan mini teoriler ve
yüzlerce havada asili kalan makaleden örnekler okunduğunda kişide
bütünlüklü bir insan anlayışı bırakmamaktadır. Sosyal biliş literatürü
insanin kafasındaki şemalardan, kategorilerden, farklı benlik
konseptlerinden, bir sürü çelişki ve tutarsızlıklardan bahseder. Bunların
her birini bir araya getirip bir “Geştalt” oluşturmak ise maalesef mümkün
görünmemektedir. Yeni yeni gelişen kimi geniş teoriler ise bireyciliği
desteklemeye devam etmektedirler, çünkü laboratuar ve “nesnel bilim” meraki
yalıtık özne algısını kolayca beslemektedir.
Paralel
olarak, bireyi laboratuara sokmanın kendisi ciddi bir yapaylık getirmekte,
ve deneylerdeki ölçme ve niceliklendirme sorunu çok fena lisansüstü
tezlerin yayınlanmasına ve garip bir takım “data”nın toplanmasına neden
olmaktadır. Buna hemen bir örnek vermek isterim: Bir grup arkadaşımla
yürüttüğümüz bir deneyde gelen katılımcıya 5 dolar verip, bu paranın
dilediği kadar ki kısmini karşıdaki yine 5 doları bulunan bir başka
katılımcıya vermesini istemiştik. Kural oydu ki biz onun verdiği parayı üçe
katlayıp, karşıdaki katılımcıya veriyorduk. Tabii karşıdaki katılımcının da
bir dayanışma içerisine girip elinde bulunan hem kendisine ait hem de
gönderen katılımcıdan bizim katlayarak gönderdiğimiz paranın bir kısmını
geri yollaması bekleniyordu. Düşünün ki, tam bir güven durumunda gönderen 5
doların tamamını gönderir, biz onu üçe katlarız, 15 eder, karsıdaki
katılımcının da bu durumda kendisine ait 5 doları ile birlikte toplam 20
doları olurdu. Eğer bu ikinci katılımcı tam bir dayanışma içerisinde
girerse 10 doları geri yollar ve ilk para gönderen katılımcının güvenine
tam bir “dayanışma” ile karşılık vermiş olur. Bu esnada deneyde insanlara
kimlik kategorilerini, ve karsı tarafın kimlik kategorisinin ne olduğunu da
hatırlattık. Şimdi bu deneysel kurguyla sunu açıklamaya çalışıyorduk:
İnsanlar kendi kimlik grubundan insanlara daha fazla “güvenirler” (çok para
gönderirler) ve onlarla daha fazla “dayanışma” içerisine girerler (geriye
çok para gönderirler). Hepsi bu. “Significant” sonuçlarımız oldu[7][ii].
Deney esnasında hesap makinesi kullananları gördük, herhalde Habermas’ın
“hesapçı zihniyet” dediği rasyonaliste biçimine tanık olduk. Simdi asıl
soru su: Ne gerek vardı?[8]
Başka
toplantılarda başka deneylerin de sonuçlarını izleme şansım oldu. örneğin
pişmanlık gibi olguyu deneysel düzleme getiren ve üniversiteye is başvurusu
yapan bir arkadaşa, niçin bu olguyu on dakikalık karikatür gibi bir deneye
sıkıştırdığını; pişmanlığın iki kişinin arasında bir olay olmasına rağmen,
iki kişinin arasında bunun devinen ve değişen bir hikayesinin de olduğunu;
iki kişinin ifadelerine eğilen niteliksel bir çalışmanın daha uygun
olabileceğini ifade etmeye çalıştım. Cevabi basitti: “Niteliksel bir
çalışmayla mezun olmak zor” dedi[9]… Kuzey Amerika psikolog doktorları
su gibi mezun ediyor, buna araç olan şey ise Newtoncu mantıkla çalışılan,
rakamlara dökülen, istatistiğe boğulmuş bir “bilgi” toplama sureci. Son bir
örneği de yine bir is başvurunda bulunan arkadaşın sunusundan verelim. Bu
arkadaş hızlı master-doktora bitişik programların birinden yeni çıkmış
birisiydi ve çalıştığı konunun baslığı suydu: “Medya imajları kadınların
yeme davranışını etkiliyor mu?” Doğal olarak kafamızda bir “evet” ile
gittik sunuşa. Tahmin edileceği gibi, deneysel kontrolün ve kimi hoş
istatistik analizlerin dışında çok bir şey yoktu sunuşta, zaman geçirdik,
geldik (bu hususlara dair, kimilerinin 2004 Türk Psikoloji Kongresi’nden
hatırlayacağı müstehcen bir hikayeyi ve onun düşündürdüklerini de yazının
sonundaki notlarda bulabilirsiniz[iii]).
Deneysel
sosyal psikolojinin sıkıntılarını tartıştıkları bir makalede, Stam, Radtke
ve Lubek (2000) bu paradigmanın kendi kendine asmaya çalıştığı dört temel
sorundan bahsederler. Bunların arasında örneğin deneyi yapan kişinin
bilimsel olmak adına oldukça rasyonel olması gerektiği düşüncesiyle
sezgisel ve “artistik” olması gerektiği düşüncesi kimi tartışmalara yol
açmıştır. çünkü deneyi yapan kişinin gerekli olan “artistik” becerilerini
ya da manipulasyonlarını makalelerin “yöntem” bölümlerinde rapor etmek
oldukça zor bir is. Diğer bir sıkıntı örneğin bilimsel olmak adına deney
yapmak durumunda olmakla bu durumun getirdiği yapaylıktan dolayı özür
dilemek durumunda olmak. Bir başka sıkıntı da araştırmalara katılan
“deneklerin” uyumlu ama el altından araştırmacıya yalan yanlış bilgiler
veren kişiler olma ihtimali üzerine: Örneğin “denek” deneyi anlamamış
olabilir ama anlamış gibi yapabilir; gerçekten deney hakkında ne
hissettiklerini saklayabilir; anketleri hızla cevaplayabilir vs. Son olarak
deney yaparken araştırmacı dengeli ve olculu bir kişi olmak zorundadır ama
deney çoğu zaman içinde bir “oyun” düzeneği barındırmaktadır bu da “komik”
bir hava yarattığından ortaya bir ciddiyet sorunu çıkarmaktadır. İşte bütün
bu sıkıntılar deneysel sosyal psikolojinin yöntem kitaplarında ve el
kitaplarının yöntem bölümlerinde tartışılmıştır. Deneysel sosyal
psikolojinin bu o kadar da bilinmeyen bu mini iç “krizi”nin en çok da
Aronson ve Carlsmith’in 1968’deki metninde kendini gösterdiği belirtiliyor
(Stam, Radtke ve Lubek, 2000).
Sosyal
psikolojinin bilimselliği tartışılır (p<.05) 1970’lerin basında
“post-McCarthy-doğru” sosyal psikoloji (Lubek & Apfelbaum, 2000)
bunalıma girer. Aslında Amerika da bu süreçte bunalıma girmektedir. Vietnam
savaşının acı sonuçları, 60’larin sonundan itibaren yükselen savaş karşıtı
hareketlenmeler, Ortadoğu'daki gelişmeler, petrol krizi ve ekonomik
büyümenin ilelebet süremeyeceğine dair düşüncelerin yaygınlaşması ve
Watergate skandalı siyasal atmosferi 70’ler boyunca germiştir. Buna paralel
olarak sosyal alanda “kendini gerçekleştirme” kültürünün insanlarda
yarattığı narsistik sorunlar, self-help kitaplarının ortaya çıkması, ve
giderek artan bütün bir topluluk olma ihtiyacı kendini bu donemde gösterdi.
Bütün ekonomik-politik-kültürel-insansal sarsıntılar sosyal psikolojinin de
kendini sorgulaması için önemli bir bağlam oluşturdu. Bu bağlamda bunalımı
başlatan kişi Kenneth Gergen (1973), tarihselci bir tezle bilimsellik
düşüncesinin karsına bir makale ile çıkar[10]. Bu kriz esnasında
deneysel paradigmanın yukarıdaki sorunlarının yanında, etik sorunlar ve
sosyal psikolojinin yaşamla ne derece ilişkili olduğu sorununu, alternatif
olarak diyalektik ve etnik yöntemleri, ampirik gözlemin doğası üzerine
tartışmaları, ideolojik yönelimin deşifrasyonunu ve de bilimsellik
tartışmasını getirir.
Gergen
(1973) derginin sonuna yerleştirilmiş yazısında sosyal psikolojinin fizik
bilimlerinde olduğu gibi evrensel ve genel yasalar pesinde koşmasını;
matematiksel yöntemlerle tahminde bulunmasını; ve tarihsel göreliliğin
ihmal edilmesini; tarih ustu bir sosyal psikolojik araştırma çabasını
eleştirir. Sosyal psikolojik bilginin değer yöneliminin kaçınılmaz olması
bilimsellik tezinin sarsmakta, bu da “değerlerden bağımsızlık” iddiasında
olan Festinger’in aslında tam da belirli bir değer yönelimine (bireyciliğe)
girdiğini ve nesnellik iddiasının sadece yüz maskesi olduğunu
göstermektedir örneğin. Bunun yanında sosyal psikoloji bize reçeteler
sunmakta, kendimize güvenmemizi, geniş fikirli olmamızı, başkalarının
onayından bağımsız yaşamamız gerektiğini, anal bağımlılıklarımızdan
kaçınmamızı, otoriteryan olmamamız gerektiğini öğütlemektedir. Bu
yönelimlerin bir çoğu Hitler zamanında olumlu ve gerekli nitelikler idi. Dolayısıyla
ortadaki evrensel birey algısı aslında tarihsel bir algi. Dolayısıyla
sosyal psikolojideki bir çok olgu tarihsel değişime çok duyarlı, fakat bazı
fizyolojik olgular ise doğal olarak tarihsel değişimden etkilenmeyebilirler
Gergen’e göre.
Bütün
bunlara karşılık Barry Schlenker 1974’te ayni dergide giriş yazısı olarak
bir cevap yazar ama genel ideolojik yönelimiyle beni alerjik reaksiyona
sokan bu yazı bilimsellik tezini kimi ölçülerde önemli olabilecek şekilde
savunurken, sosyal bilimlerdeki ve felsefedeki inanılmaz potansiyelin
yanından gedmez. Disiplinin varlık zeminini korumak üzere gösterdiği bir
reaksiyondur bu. Fakat Alan Elms (1975) yine içerden ama sosyal
psikolojinin hastalığının tedavisi için çok daha uygun bir bütünlük ortaya
koyar. Elms kuramsal bütünlüğün önemini ve hatta kişilik psikolojisinde
daha fazla hissedilen kuramsal emperyalizm tehlikesini (uzun bir suredir 5
faktör kuramı), yöntemsel çoğulculuğu, kültürel bağlamın değerini, en
sonunda da sosyal psikologların öz-güven sorunlarını asmaları için
kendilerine düsen sorumlulukları not eder. Bunları yaparken çok hakli
olarak Serge Moscovici, Henry Murray, Brewester Smith gibi sosyal ve
kişilik psikolojisinin en değerli isimlerine göndermelerde bulunur. Bu yazı
Amerikan Psikologlar Birliği’nin merkezi yayın organında yayınlanır.
Kısaca
burada bilimsellik tartışmasına bir yer açıp sosyal psikoloji sosyal bir
bilim olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Sosyal psikolojinin bilimsel
olup olmadığı sorusunun sosyolojinin ya da sosyal antropolojinin bilimsel
olup olmadığı sorusundan daha farklı olduğunu düşünmek biraz zor. Ancak
yazının gelişinden de anlaşılacağı gibi Kuzey Amerika bazlı, İkinci dünya
Savaşı sonrasında anti-komünist histeriyle ve bireyci bir bağlamda gelişen,
kişinin kafasının içinden dış dünyaya doğru “nedensel” zincirler kurmaya
çalışan, ilişkilere ve süreçlere odaklanmayan, sıkı bir şekilde ampirik,
deneysel, pozitivist, “data” üretmeye meraklı bu “sosyal psikoloji”yi
sosyal bilimin bir parçası olarak görmek de çok mümkün değil.
Ancak
bunu burada bırakmak istemiyorum çünkü bu sosyal psikolojinin kendi içinde
ciddi farklılaşmaları var. Genel olarak psikolojinin bütün açılımlarıyla
bilimsel olmadığı tezinin ise savunulması son derece güç bir tez olduğunu,
çünkü beden-zihin bütünlüğü düşüncesinin analitik-bilimsel-ampirik
gözlemleri gerekli kıldığı kanaatindeyim. Bu sosyal psikoloji için de
geçerli. Bunun yanında pozitif bilimlerindeki gelişmelerinde tarihsel
bağlamda ciddi dönüşümler geçirdiğini (Elms, 1975), sosyal psikolojinin de
geçirdiği dönüşümlerin tarihsel bir değeri ve önemi olduğu düşünülebilir.
Sosyal
psikolojinin tarihsel sorunları ve ideolojik yönelimlerini en açık şekilde
deşifre eden psikologlar sosyal psikolojinin bir sosyal bilim olma
özelliğini anlayabildiğim kadarıyla tartışmamaktadırlar (örnekler için
Samelson, 1974, 1986; Sampson, 1977, 1981; Sarason, 1981; Tolman, 1998). Örneğin
Franz Samelson (1974, 1986) son derece yetkin bir şekilde sosyal
psikolojinin “orijin mitini” tartışırken; ve Compteçu pozitivizmin bir siyasal
doktrin olduğunu ortaya koyarken; Compte’un toplumsal devrimlerin olmaması
ve isçi sınıfının devrimci fikirlerini bırakması için Pozitivizm’i
önerdiğini yazarken; ve Allport’un Compte’u kutlayarak liberalist
(whiggish) bir tarih yazımına giriştiğini ileri sürerken; sosyal
psikolojinin sosyal bilimsel değerini tartışmaması önemlidir. Ya da tarih
tezinin en büyük savunucusu Gergen (2001) “postmodern bir bağlamda
psikoloji bilimi” derken ve artık anaakımla bir uzlaşma arayışına girerken,
sadece kendisinin postmodernist olmasından kaynaklanan kimi
tutarsızlıklarla mi malul? Açıkça, bunlar bir gösterge sayılmayabilir ve
sosyal bilimin ne olup olmadığı sorunu gündemimizi işgal etmesi
gerekebilir. Öyle görünüyor ki bilimsellik sorunu mutlaka bütünlüklü bir
bilim felsefesi tartışması içinde yer almalı ve sosyal psikolojinin
bilimselliği diğer sosyal alanlarla beraber değerlendirilmelidir. Örneğin
sağlık ile psikoloji arasındaki bağlar psikolojinin ve sosyal psikolojinin
kimi yönlerinin ampirik-analitik düşünceye ne derece açık olması
gerektiğini göstermektedir. Fakat diğer yandan da insanin organizmik bir
varlık olmasına yapılan aşırı vurgunun da günümüzde ideolojik bir değeri
olduğunu teslim etmek gerekir. Bilim felsefesinin bu anlamda genel olarak
psikolojiyi masaya yatırması gerekmektedir.
Sosyal psikolojik
bilginin ve “sosyal psikolojiklerin” sosyolojisi
Kralın
çıplaklığını ve çirkinliğini açıklarken bir daha vurgulanması gereken en
önemli nokta Amerikalı sosyal psikolojinin bir bu haliyle bir ciddi bir
politik aktivite olduğudur. Çok önemli görülen zihinsel yükleme ve çelişki
kuramları Amerika’daki tuzu kuru orta sınıfın ya da “Carla”nin yaşamının
bir sorunudur (Israel, 1979; Sampson, 1977). Ya da Türkiye’de Kürtler
üzerine yapılan bir çalışmaya dair ortalıklarda sözü edilen trajik-komik
hikayeler boşuna olmasa gerek. Bir profesörün Kürtleri Müslüman oldukları
için bir Türk grubu olarak görmesini nasıl değerlendirelim? Kürtlüğü inkar
etme noktasına gelebilen bir cehaleti, bir sosyal psikoloji profesörünü,
neo-liberal söylem içinde bir sosyal psikoloji eğitimi almış birisi
anlayabilir, ama bu cehaleti affedemez.
Psikolojik
bilginin de bir sosyolojisi olduğunu söylemek sanırım bilgi sosyolojisi
için olağan, ama bundan yaklaşık 30 yıl önceki sosyal psikologlar için yeni
bir şeydi (Buss, 1975). Ek olarak Türkiye’de kimi sosyal psikologların çok
iyi standartlarda hayatlar sürdürdüklerini, liberalizmlerini açıktan
deklare ettiklerini ve gerektiğinde “bir Amerikali'dan daha Amerikalı”
(Gergen, Gülerce, Lock, & Misra 1996, s. 501) olduklarını ifade etmekte
yarar var. En azından biliyoruz ki önemli bir kısım sosyal psikologun
“sosyal psikolojik” birer hayatları var. Yani amerikan sosyal psikolojisi
kişisel anlam evrenlerinin ayrılmaz bir parçası. Sosyolojiden nefret eden sosyal
psikologları ağırlayan ülkemizin sosyolojisi değiştiğinde, nefretin de sona
ereceğini ve disiplinlerarasi bir sosyal psikolojinin daha da gelişeceğini
düşünüyorum.
Farklı ve/veya yeni
yönelimlerin sorunları ve sınırları
Bütün
bunlara rağmen sosyal psikolojide ihmal edilemeyecek derecede önemli bir
potansiyel bulunmaktadır. Bu potansiyel parçalara ayrılmış ampirik
araştırmalardan ziyade kuramsal yönelimlerin, geniş teorilerin varlığından
ileri gelmektedir. İyi bir kuramsal çerçeve değişik alanlardaki farklı
odakları olan çalışmaları bir araya getirip ortaya bir “Geştalt”
çıkarabilir. Odak noktası Amerika olduğu için, Avrupa’daki çalışmaları,
örneğin sosyal temsiller kuramını dışarıda bırakıyorum.
Bütünlüklü-kapsayıcı
anaakım kuramlar
Bu
yaklaşımlardan en önemli gördüğüm Kuzey Amerika bazlı iki tanesini örnek
vermek istiyorum. Bunlar bağlanma teorisi (Hazan & Shaver, 1994) ve
deneysel varoluşçuluk (Pyszczynski, Greenberg, & Solomon, 1997). Bağlanma
teorisi temel olarak psikanalitik gelenekten İngiliz John Bowlby’nin
bağlanma ve nesne ilişkileri kuramına dayanmaktadır. Bağlanma teorisi
anne-çocuk arasındaki bağlanma ilişkisine ve bununla ilişkili olarak
genellikle çiftler arasındaki ilişkilerin doğasına eğilir. Örneğin,
evrimsel adaptasyon açısından tartışılmaz bir önemi olan çocukluktaki
bağlanma sisteminin temel özelliklerinin yetişkin ilişkilerinde de
sürdüğünü gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Hazan & Shaver, 1987). Bunun
yanında “bağlanma stili” kavramı ile yürütülen araştırmalar insanların
duygularını nasıl düzenlediklerine, stresle nasıl basa çıktıklarına, ilişki
tatminine ve depresyona kadar bu çok konuda anlamlı mesajlar vermektedir
(ör: Lopez & Brennan, 2000). En önemlisi bu teori içerisinde kişi ya da
birey diğer kişilerle beraber ilişki bağlamı içerisinde
değerlendirilmektedir (ör: Pietromonaco & Barett, 2000). Her ne kadar
bu ilişki bağlamı içerisindeki kişi algısı dilsel bağlama oturmasa da, çok
daha uygun bir özne algısı sunmaktadır. Bu konuda ayrıca Amerika bazlı
sosyal psikolojinin Bolwby’nin teorisini iğdiş ettiğini yazan Avrupalı
araştırmacılar da bulunmaktadır[11].
Diğer
kuram, bağlanma teorisiyle karşılaştırıldığında daha zayıf olduğunu
düşündüğüm ama “felsefi” bir zemine oturduğu için ilgi çeken, deneysel
varoluşçuluk (Terror Management Theory). Bu kuramın üzerine oturduğu temel
varsayım şudur ki, insanlar olumlu birer varlık olmalarının bilgisiyle
yasamaya çalıştıkları su çaresiz hayatlarını anlamlandırmak zorundadırlar. Dolayısıyla
bu teori içerisinde anlam ihtiyacı ve anlamlılık duygusunun verdiği güven
hissi önemli bir yer tutmaktadır. Bu anlamlılığa ve güven hissine olan
ihtiyaç kendini en çok olum tehdidi altında hissettirmektedir. Dolayısıyla
olumlu oldukları hatırlatıldığında insanlar kendi sembolik varlık
zeminlerini ya da dünya görüşlerini aktive etmekte ve kendilerine güven
veren ne varsa harekete geçirmektedirler. Bu siyasal davranış ta olabilir,
sevgilinin yanında olmasını istemek te olabilir, bedenini süslemek te, bir
şeyler satın almak ta…(toplu sonuçlar için, Pyszczynski, Greenberg, &
Goldenberg, 2004). Bu kuram deneysel olarak göstermeyi başarmıştır ki
Bush’un tekrar seçilmesinin altında biraz da bu korku ve güvenlik ihtiyacı
bulunmaktadır (Landau ve ark, 2004). Kuramın malum sıkıntılı yani deneysel
olmak durumunda olması, hipotez bazlı araştırma surecinin içine sıkışmış
olması ve tabii bir de en kötüsü, içsel nitelikleri itibariyle 90’ların
başında gelişen neo-liberal bir tez olması. Yani ortada Sartre’ın
siyasallığından, hatta varoluşçuluk bir Humanizmadir adli denemesinden
(1948) kalıntı yok. Sadece varoluculuktaki birey vurgusunun kapitalizmin
ihtiyaçlarına göre yorumlanmış bir sekli var. O haliyle bile ilgi çekici
olabilen, çünkü gücünü Amerika’nın (Bati’nin) inkar ettiği “ölümden” alan
bir kuram[12]. Bu çerçeveye uygun şekilde Türkiye’de de örneğin
Victor Frankl’ın bazı kitapları çevrilmiş, geçtiğimiz yüzyılın en büyük
sorunlarından birisi olan varoluşsal anlam sosyal psikolojik literatüre
kazandırılmıştır.
Postmodernizm
1980’lerin
başından itibaren diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi postmodernizm
psikolojiyi ve ilk önce de sosyal psikolojiyi etkilemeye başladı. Yine
Kenneth Gergen’nin başrolde olduğu postmodernizm tartışmalarının temel
ekseninde modernist psikolojiye dair bir kaç temel eleştiri bulunuyor. Gergen’e
(1994, 2001) göre aydınlanma etkisi altındaki modern psikolojinin en önemli
vurgularından birisi bireysel bilginin ve bireyin zihninin içinin önemi. Modern
psikolojide insan zihninin sistematik araştırmayla keşfedilebileceğine dair
bir vurgu, dünyanın ve insan zihninin nesnelliğinin verili olduğu, nesnel
gözlemlerle, sebep sonuç ilişkileriyle ve dolayısıyla deneysel gözlemlerle
bu keşfin gerçekleştirilebileceğine dair bir inanç bulunmaktadır. Bu
bağlamda dil büyük harflerle yazılan “Gerçekliğin” sadece taşıyıcısıdır.
Buna
karşılık postmodernizm dilin toplumsal olarak inşa edilmiş ve hiç bir
şekilde nesnel olmayan bilgiyi taşıdığını, dolayısıyla “mahrem bir dil”in
mümkün olmadığını, “gerçeğin” insanların etkileşimi sonucu ortaya
çıktığını, dilin etkileşim içinde anlam kazandığını ve dolayısıyla “dil
oyunlarının” kaçınılmaz olduğunu iddia etmektedir (Gergen, 2001)[13].
Buna paralel olarak postmodernizmdeki birey algısı modern birey algısından
epey bir farklılık gösterir. Kaba hatlarıyla vermek gerekirse, postmodern
birey bir merkezi olmayan (decentered); imajinatif; bir özü olmayan; bir
çok alternatif hayat hikayesiyle beraber adeta bir çoklu “metin” olarak
varolan; toplumsal olarak inşa olmuş çoklu bir benlik yapısına sahip; çoğul
ilişkileri ve parçalı kimlikleri beraber yasayan; dolayısıyla parçalı
bilince sahip; teknoloji tarafından sarmalanmış; yasamı teatral bir havada
rol gereği oynayan; tercih ettiğini düşünen ama hiç bir şekilde tercih
edemeyen; silinmiş ve erimiş bir varlık (ör: eleştiriler için Dowd, 1991;
Smith, 1994). Bu tanımlara uygun şekilde Dowd (1991), postmodern donemde
sosyal psikolojinin öznesi olmayan bir bilim olmaya doğru gittiğini ileri
sürmüştür. Öznesi olmayan bir sosyal psikoloji, araştırma nesnesi olmayan
bir “bilimdir”, yani bir hiçtir.
Doğal
olarak, postmodernizme karsı ciddi modernist eleştiriler var ve öyle
görünüyor ki bu eleştiriler postmodernizmi daha “uzlaşmacı” bir zemine
çekmektedir (Friedman, 2002). Modernist eleştirilerin basında
postmodernizmin bütün değerlerin eşit olduğuna yani ahlaki göreliliğe dair
yaptığı aşırı vurgu gelmektedir. İyi toplum, iyi yaşam gibi hedefleri çokça
sorgulayan postmodernler, farklı anlam sistemleri arasındaki diyaloğu ve
dolayısıyla diyalojik bir uzlaşmayı savunuyorlar ama politik bir
paralizasyonu da yaşıyorlar (Prilleltensky, 1997). Postmodernizmle
gelişeceği düşünülen kimi potansiyellerin, mesela pragmatiklik,
kültürler-arası diyalog, ya da niteliksel çalışmaların zaten psikolojide
var olan ya da çok önceleri tartışılan hususlar olduğunu dile getirenler
bulunmaktadır. Örneğin Teo ve Febbraro (2002) psikolojinin kimi
sorunlarından örneğin romantizmi değil de modernizmi sorumlu tutmanın
kendisinin bir postmodern “yükleme hatası”[14] olduğunu,
baskının sadece dilde gizli bir şey olmadığını, toplumsal gerçekliğin bir
parçası olduğunu, ve postmodernizmin kendisiyle çelişerek Avrupa-merkezli
bir “dil oyunu” olduğunu söylüyorlar. Hatta tartışmalar esnasında
postmodernizmin bütün psikolojiyi sardığı bir hipotetik durumda
psikolojinin değişik “seslerden” oluşan bir kakofoniye dönüşebileceğini
iddia edenler bulunmaktadır. Benzer şekilde Locke (2002), “gerçeklikten
özgürleştirilecek olan psikolojinin” ölü bir fantezi dünyasından ibaret
olacağını, dolayısıyla en iyisinin postmodernizmi ihmal etmek olduğunu,
zaten sonunda postmodernizmin de kendi kendini bir fantezi dünyası
içerisinde yok edeceğini yazmıştır[15].
Bütün
bunlar postmodernizmi kurtuluşçu bir psikolojinin çerçevesinde
değerlendirdiğimizde sorunlu kılmakta ancak postmodernizmle daha da önem
kazanan niteliksel çalışmalar hakkında bizleri uyarmaktadır. Postmodernizm
entelektüel olarak uyarıcı bir etkisi olan ama en önemlisi insani varoluşun
anlatısal yanına yaptığı vurguyla önem kazanan bir akim. Fakat bir
yöntemsel yönelim olarak niteliksel çalışmalar sadece postmodern bir
çerçevede gerçekleştirilmemektedir, eleştirel-kurtuluşçu bir psikolojinin
da ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmektedir ve anlaşılan bu
eleştirel psikolojiye sırf postmodernizmin hediyesi değildir.
Niteliksel çalışmalar
Psikolojide
yaklaşık son yirmi yılda yükselen bir yöntem olarak “anlatı” bir çok acıdan
yukarıda bahsedilen bilimsel paradigmanın sıkıntıların kimilerine bir cevap
niteliği de taşımaktadır. Avrupalı ve daha koklu bir teori olduğu için
sosyal temsiller kuramını bir kenara bırakırsak, niteliksel yöntemler temel
olarak söylem ve içerik analizi, görüşme analizlerini, otobiyografik analiz
ve hayat hikayesi analizlerini içeriyor, ancak bunlarla sinirli görünmeyen
bir yöntemsel yönelim. Altında kuvvetli bir felsefi zemin (ör: Paul
Ricoeur) bulunan bu yönelimin öznellik algısı da farklı tabii ki. Pozitivist
psikoloji, yani insanların neye “sahip olduğu” ve ne “yaptığıyla” fazlaca
uğrasan ve niceliksel yöntemlerle çalışan psikoloji, insanların ne
“söylediklerini” ihmal etmekte, insanların içinde yaşadıkları ve diğer
insanlarla siyasal bir atmosferin içinde oluşturdukları anlam evrenini
görememektedir. Niteliksel çalışmalar sosyal psikolojiyi felsefe,
sosyoloji, dahası eleştirel kuramla buluşturmakta ve daha sosyal bir sosyal
psikolojinin oluşmasına bir zemin sağlamaktadır.
Ian
Parker (2004) gibi Marksist eleştirel psikologlar ise “söylem analizi”
tekniğini psikolojide ideoloji hususunu çalışmak için en önemli araç olarak
görüyorlar. Söylem analizi insanların farklı “seslerinin” ideolojik
yansımalarını düzeni teshir edecek şekilde ortaya çıkarabilecek bir araç
iken, genel olarak niteliksel analiz eleştirel ve kurtuluşçu düşünceye
önemli araçlar sağlamaktadır. Örneğin, geleneksel yöntemlerde araştırmacı
“deneklerine” yabancı iken, niteliksel araştırmalarda bu yabancılık
minimuma inmekte ve insanla, kişiyle, kişilerin biricikliğiyle, mahrem
yaşamlarıyla ve ayni zamanda kültürün ve toplumsal düzenin insan üzerindeki
etkileriyle temas sağlamaktadır. Kültürel sembolizmin sosyal psikolojik
anlatının içerisine girmesi “evrenselci” vurgunun açıklayıcı gücünü
sarsmakta ve sosyal psikolojinin kendi temellerini sorgulanmasını
getirmektedir. Niteliksel calışmalarda insan kişisel-kültürel-politik
anlamlar üreten ya da inşa eden bir özne olarak algılanmakta ve bu da
diyalektik yaklaşımlarla bir ölçüde uyumu berberinde getirmektedir. Zira
diyalektik yaklaşımlardaki toplumsal insanin toplumsal bütünlüğü içerisinde
değerlendirilmesi gerektiği tezi, sosyal inşacılıkla bir ölçüde kuramsal
bütünlük göstermektedir. Bu noktada, sorunsallaştırdığımız psikolojinin
içerisindeki kurtuluşçu canlanmalara kısaca değinmek gerekiyor.
Kurtuluşçu ve
komünüteryan sosyal psikoloji: “Sumus, ergo sum”[16]
Doğal
olarak pozitivizm ve postmodernizmle hem büyümüş hem de hastalanmış bulunan
sosyal psikolojiye verilebilecek en iyi reçetelerden birisi tarihsel ve
eleştirel bir bilim pratiğidir. Bu konuda kuramsal yaklaşımlardan kriz
döneminin tesiri ile çıkanlar diyalektik, ideoloji, bilgi sosyolojisi,
hümanizm gibi kavramların sosyal psikolojinin ve sosyal bireyin durumunu
anlamaktaki önemine işaret ederken, yeni yönelimler komünüteryan-eleştirel
bir felsefe içerisinde daha zengin bir kavram setini gündeme getirmeye
çalışmakta, örneğin açıktan küreselleşme ve yoksulluğu tartışmakta ya da
farklı kimliklerin “seslilik” sorununa ve etik problemlere el atmakta,
farklı yöntemleri bünyesine barındırmaktadır.
Okuyucunun
Marksist bir psikolojinin ana hatlarının neler olabileceğini merak
edeceğinden, bunu ortaya koymak gerekir. Ancak kanaatim odur ki psikoloji
ile uğrasan Marksistler, insanların sosyal psikolojik süreçlerine dair
doğrudan tarif eden kavramlar ve konseptler üretmektense, daha çok
Marksizm’i temel bir kuramsal (ör: Tolman, 1995) ve etik (Prilleltensky,
1997) bir çerçeve olarak görüyorlar. Yani kuramsal bazda Marksist
yaklaşımlar bir yandan oldukça ön açıcı gibi görünürken, bir yandan bu
kuramsal çerçeve içerisinde insani varoluşun çeşitli yanlarını tanımlayan
kavramların üretiminde kimi sıkıntılar var gibi görünmektedir. Örneğin,
kuramsal bir bütünlük içerisinde Amerikalı Marksist sosyal psikologlar
diyalektik bir psikoloji üzerine eğilmiş (ör: Smith, 1977) ve egemen
psikolojiyi yetkin bir şekilde eleştirmişlerdir. Fakat, örneğin diyalektik
yöntem ile, kavram yaratmak konusunda (ör: Prilleltensky & Gonick,
1996) o kadar başarılı görünmemektedirler. Dolayısıyla sürekli olgu üreten
ve kuramsal bir bütünlükten yoksun egemen psikolojinin tersi bir durum
ortaya çıkmaktadır.
Bu
konudaki Holzkamp ve Alman Eleştirel Psikolojisi’ni (Teo, 1998; Osterkamp,
1999) ve politik psikolojiyi Marksizm çerçevesinde okuyan araştırmaları
(ör: Prilleltensky & Gonick, 1996; R. J. Smith, 1985) bir kenara
ayırmak gerekiyor. Teo’nun (1998) Holzkamp yorumlarından anlaşıldığı
kadarıyla Eleştirel Psikoloji içerisinde öznellik hakkında yeni
olgular-kavramlar (ör: eylem potansiyeli gibi, Tolman, 1998) ve yaklaşımlar
da inşa edilmeye çalışılmış, ancak Holzkamp’ın “bütün psikolojiyi yeni bir
bilimsel temele” oturtmadaki “haddini bilmez” tavrı diğer eleştirel
psikologlar tarafından eleştirilmiştir[17]. Bunun yanında
Holzkamp’ın Leninist bir Marksizm’i savunarak diğer Marksistlerle
tartışmaya girmesi “sistemik bir bilim modeli” oluşturma sürecini zedelemiş
gibi görünmektedir. Bütün bunlara rağmen Alman eleştirel Psikolojisi
Marksizm’in psikoloji alanındaki en bütünlüklü projesi olmayı sürdürmekte,
günümüz psikolojisinin güdüklüğünü, ufuksuzluğunu bir ölçüde kırmaktadır.
Marksizm’in
Sosyetik yorumları, eleştirel teorinin ve dolayısıyla eleştirel
psikolojinin kaynaklarından birisi olan Frankfurt Okulu tarafından da
eleştirilmiş (ör: Marcuse, 1954)[18], hatta özellikle sosyal
psikoloji içerisinde Marksizm’in tutunamayışının nedenlerinden birisi
olarak görülmüştür (Minton, 1988). Bu konuda en çarpıcı örnek J. F. Brown
ve 1936 yılında yazdığı Psikoloji ve Toplumsal Düzen isimli kitabidir. Kitapta
açıktan ekonomik determinizmi savunan, daha doğrusu Marx’in tarihsel
materyalizmini tamamen ekonomik süreçler üzerinden okuyan Brown, üzerinde
çalıştığı insani öznelliğinin diyalektik doğasını kavramakta sıkıntı
çekmiştir. Fakat paralel olarak gelişen Frankfurt Okulu insani öznelliği
kavrarken Hegel’e, Hegelyen Marx’a, yani Marx’in ilk donem yazılarına
odaklanmış, bilinç sorununa ve bilincin diyalektiğine eğilmiş, Freud ve
Marx’i birleştirmekte çok daha basarili olmuştur.
Benzer
şekilde Muzafer Sherif, 1936 yılında doktora tezi olan Sosyal Normların
Psikolojisi’ni yayınlamış ve Frankfurt ve Geştalt okullarının açık
etkisiyle bütünlüklü Marksist nosyonlarını ortaya koymuştur. Hatta
Türkiye’den tamamen ayrıldıktan sonra, Cantril ile beraber 1947 yılında
kaleme aldığı Ego İlgileri Psikolojisi kitabında Sovyet sistemine ve
Marksizm’ine olan sempatisini hakli olarak ortaya koymuş, ancak daha sonra
Sherif bu kitabi ile pek de anılmamıştır. Günümüzde Sherif’in 1936’daki
kitabına verilen bir dolu referans ise kitabin içinde çeşitli noktalarda
gecen politik bağlamın öneminden tamamen koparılmıştır. Kavramsal bazda bir
değerlendirme yapmak gerekirse, Sovyet Marksizmi’nin kavramsal yapısı,
Frankfurt Okulu’nun ya da neo-Marksizmin kavramsal yapısıyla
karşılaştırıldığında sosyal psikolojiye daha uygun bir zemin
sağlayamamaktadır. Bu değerlendirme ise şüphesiz daha ayrıntılı bir
çalışmayı gerektirmektedir.
Sosyal
psikoloji içerisinde Marksizme olan ilgi kriz donemi ile ateşlenmiş, bu
konudaki en açık yayın ise 1984 yılında Psikoloji’de Diyalektik ve İdeoloji
ismiyle Larsen (1984) tarafından toplanmıştır. Az sayıdaki Marksist
psikologları bir araya getiren kitap bir çok acıdan önemli bir kaynak
durumundadır. Bunun dışında Tolman’in (1994) Alman eleştirel Psikolojisinin
ana hatlarını ortaya koyduğu bir kitabi ve Eleştirel Sosyal Psikoloji
(Ibanez & Iniguez, 1997) alanındaki ilk derleme de okuyucu için kaynak
teşkil etmektedir. Türkçe’de ise tartışmasız en önemli kaynak su anda
Parker ve Spears (1996) tarafından toparlanmış, Kemal Sayar’ın çevirisi
olan Psikoloji ve Toplum: Radikal Teori ve Pratik isimli kitaptır. Bütün bu
yayınlar şüphesiz ki dünyanın 80’ler sonrasında içine düştüğü politik
durumdan açıkça etkilenerek oluştular.
Kendi
içindeki gerginlikleri ne olursa olsun, psikolojinin “öznesinin” doğasına
ya da kurulusuna dair Marksizm çok önemli kuramsal araçlar sunmakta, uygun
bir eleştirel zemin sağlamaktadır. Bu kuramsal çerçeve içerisinde yapılması
gereken ise olan görgül, yorumsamalı, anlatısal ve katılımcı çalışmalar
ortaya koymak ve yeni kavramlar, olgular üretmektir. Ayrıca, Marksist bir
eleştirel psikolojinin ne derece anaakım psikoloji ile bir evlilik içerisinde
olacağı bir soru işaretidir. Kanımca tam bir kopuş ve reddi miras kolay
kolay mümkün olmayacak, ancak dönüştürücü bir psikoloji pratiği dönüşümün
ruhuna uygun bir şekilde süregelen kavramları yeniden yorumlayabilecektir. Bu
hususta Teo’nun (1999) psikolojinin üç ayrı ama birebiriyle ilişkili
fonksiyonuna dair koyduğu çerçeveyi anlamlı buluyorum. Teo (1999)
psikolojide “bilim”, “kültür” ve “eleştiri” olmak üzere üç fonksiyondan
bahsetmekte ve bilimin analitik değerlendirmeler; kültürün olguları anlamlandırma;
ve eleştirinin de psikolojik bilginin oluşumu, yeniden oluşumu ve
yapısökümü gibi fonksiyonlarının olduğunu tartışmaktadır. Bu çerçevede
üzerinden değerlendirildiğinde, eleştirel psikolojinin egemen psikolojiden
koparak varolabilmesi için kendi bilimsel ve kültürel pratiğini yaratması
gerektiğini görüyoruz. Ancak bugüne kadar bilimsel ve kültürel alanda
oluşan bilgiyi tamamen reddetmenin getirileri ve götürüleri iyi
değerlendirilmeli ve eleştirel psikolojinin nasıl bir epistemolojik yapısı
olacağı tartışılmalıdır. Bütün bunlar başka bir yazının konusu olmayı
beklemektedir.
Sonuç: Türkiye’de
eleştirel psikoloji olanakları ve toplumsal kader
Türkiye’nin
her zaman için yeniliklere ve yeni dönüşümlere gebe bir ülke olduğunu
düşünebileceğimizden, Carla’nın hayatına alternatif bir anlayış getirme
görevini, ya da Carla’yı farklı okuma yollarını da (Zeynep olarak mesela)
Türkiye’de yaratmak gerekiyor. Türkiye’de genel olarak psikolojinin ve özel
olarak sosyal psikolojinin durumunun iyileşmesi, felsefe ve sosyolojiyle
buluşması için hem psikoloji içinde hem de ayrı olarak konferanslar
düzenlenebilir, yaz okulları açılabilir ve sonunda bir yüksek lisans
programı oluşturulabilir. Güney Afrika, Avustralya gibi ülkelerde bunların
örnekleri mevcut. Bu çalışmalar için canlanmalar geçtiğimiz yaz düzenlenen
(2004) Ulusal Psikoloji Konferansı’nda Psikoloji ve İdeoloji isimli bir
panel ve eleştirel içerikli sunuşlarda çekirdek olarak kendini göstermiş ve
bu derleme ile iyi bir başlangıç yapmıştır.
Her
ne kadar komünüteryan bir psikolojik yaklaşımın avantajlarının yanında
olası sorunları bulunsa da, iddiamız odur ki kurtuluşçu komünüteryanizm
alternatifleri arasında günümüz dünyasının toplumsal ve dolayısıyla
bireysel sorunlarına en bütünlüklü biçimde yaklaşandır. Türkiye’de ve
dünyada baskı altında, etnik ve dinsel gruplar, tabii ki kadınlar,
eşcinseller, engelliler ve başkaları bulunmaktadır. Bir de bütün bunları
ortaklayan, neo-liberal ekonomik politikaların azdırdığı bir yoksulluk
olgusu ve büyük bir ahlaksızlık olarak eşitsizlik var önümüzde. Bütün
bunları aynı anda önüne koyacak olan psikoloji kurtuluşçu ve komünüteryan
tezlere gebedir.
Son
olarak eklemek gerekir ki bir sosyal bilim olarak psikolojik bilginin
üretiminde bulunan insanlar kişisel kaderleriyle toplumsal kaderi, kişisel
gelişimleriyle toplumsal gelişimi buluşturmak zorundadırlar. Bu duygu
kişisel gündemimizi meşgul etmediği surece içinde yasadığımız dünyaya
yabancılaşan bir varoluşun içerisine gireceğimizi ve bu yabancılığın er geç
insanlık tarihine bir trajedi olarak geri döneceğini ya da dönüyor olduğunu
ifade etmek isterim.
Referanslar
Allport, F. (1924). Social Psychology. Boston:
Houghton Mifflin.
Aronson, E. and Carlsmith, J. M. (1968). Experimentation in social
psychology. In G. Lindzey and E.
Aronson (Eds.), The handbook of social
psychology (2nd ed.), (Vol. 2, pp. 1–79). Reading, MA:
Addison-Wesley.
Brewer, M., & Crano, W. (1994). Social Psychology. New York: West.
Brown, J. F. (1936). Psychology and the Social Order. New York: McGraw
Hill.
Cherry, F. (1995). The 'stubborn particulars' of social psychology:
Essays on the research process. London: Routledge.
Collier, G., Minton, H.L., & Reynolds, G. (1991). Currents of
thought in American social psychology. New York: Oxford University Press.
Dowd, J. J. (1991). Social psychology in a postmodern age: A
discipline without a subject. American Sociologist, 22, 188-210.
Elms, A. C. (1975). The crisis of confidence in social psychology.
American Psychologist, 30, 967-976.
Farr, R. M. (1996). The roots of modern social psychology,
1872-1954. Oxford, UK: Blackwell.
Fiske, S. T. & Taylor, S. E. (1991). Social cognition (2nd ed.).
New York: McGraw Hill.
Friedman, H. (2002). Psychological nescience in a postmodern
context. American Psychologist, 57, 462-463.
Gergen, K. J. (1973). Social psychology as history. Journal of
Personality and Social Psychology. 26, 309-320.
Gergen, K. J. (1994). Exploring the postmodern: Perils or
potentials? 49, 412-416.
Gergen, K. J. (2001). Psychological science in a postmodern context.
American Psychologist, 56, 803-813.
Gergen, K.J., Gulerce, A., Lock, A., & Misra, G. (1996). Psychological
Science in cultural context. American Psychologist, 51, 496-503.
Hazan, C. & Shaver, P. R. (1987) Romantic love conceptualized as
a attachment process, Journal of Personality and Social Psychology, 52,
511-524.
Hazan, C., & Shaver, P. R. (1994). Attachment as an
organizational framework for research on close relationships. Psychological
Inquiry, 5, 1-22.
Ibañez,
T., & Iñiguez., L. (1997).Critical social psychology. London: Sage.
Israel, J.
(1979). From level of aspiration to dissonance (or, what the middle class
worries about). In A. R. Buss (Ed.). Psychology in social context. (pp.
239-257). New York: Irvington.
Landau, M.J., Solomon, S., Arndt, J., Greenberg, J., Pyszczynski,
T., Miller, C., Cohen, F., Ogilvie, D.M., & Cook, A. Deliver Us from
Evil: The Effects of Mortality Salience and Reminders of 9/11 on Support
for President George W. Bush (2004). Personality and Social Psychology
Bulletin, 30, 1136-1150.
Larsen, K. S. (1986). Dialectics and ideology in psychology. Norwood NJ: Ablex.
Locke, E. A. (2002). The dead end of postmodernism. American
Psychologist, 57, 458.
Lopez, F. G., & Brennan, K. A. (2000). Dynamic processes
underlying adult attachment organization: Toward an attachment theoretical
perspective on the healthy and effective self. Journal of Counseling
Psychology, 47, 283-300.
Lubek, I. (1997). Reflexively recycling social psychology. A critical
autobiographical account of an evolving critical, social psychological
analysis of social psychology. In. T. Ibañez and L. Iñiguez (Eds.).Critical
social psychology. (pp. 195-228). London: Sage.
Lubek, I., & Apfelbaum, E. (2000). A critical gaze and wistful glance at
"official" Handbook histories of social psychology: Did the
successive accounts by Gordon Allport and successors historiographically
succeed? Journal of the History of the Behavioral Sciences, 36, 319-328.
Marcuse, H. (1958/1961). Soviet Marxism: A critical analysis. New York:
Vintage.
Minton, H. L. (1988). J. F. Brown: Unsung hero or misguided prophet
in the history of political psychology? Political Psychology, 9, 165-173
Osterkamp, U. (1999). On psychology, ideology and individuals'
societal nature. Theory & Psychology, 9, 379-392.
Parker, I. (2004). This world demads our attention.
Forum: Qualitative Research. online available at
http://www.qualitative-research.net/fqs-texte/3-04/04-3-14-e.htm
Parker, I. & Spears, R. (eds). (1996). Psychology and Society:
Radical Theory and Practice. London: Pluto Press.
Pietromonaco, P. R., & Barrett, L. F. (2000). The internal
working models concept what do we really know about the self in relation to
others? Review of General Psychology, 4, 155-175.
Prilleltensky, I. (1997). Values, assumptions, and practices: Assessing the moral
implications of psychological discourse and action. American Psychologist,
47, 517-535.
Prilleltensky, I. & Gonick, L. (1994). Politics change,
oppression remains: On the psychology and politics of oppression. Political
Psychology, 17, 127-149.
Pyszczynski, T., Greenberg, J., & Goldenberg, J. L. (2004).
Freedom versus fear: On the defense, growth and expansion of the self. In
M. Leary & J. Tangney (Eds.), Handbook of self and identity (pp.
314-343). New York: Guilford Press.
Pyszczynski, T., Greenberg, J., & Solomon, S. (1997). Why do we
need what we need? A terror management perspective on the roots of human
social motivation. Psychological Inquiry, 8, 1-20.
Samelson, F. (1974). History, origin myth and ideology:
"Discovery" of social psychology. Journal for the Theory of
Social Behaviour, 4, 217-231.
Samelson, F. (1986). History, origin myth and ideology:
"Discovery" of social psychology by Auguste Comte. In K. S.
Larsen (Ed.), Dialectics and ideology in psychology (pp. 15-29). Norwood NJ: Ablex.
Sampson, E. E. (1977). Psychology and the American ideal. Journal of
Personality and Social Psychology, 35, 767-782.
Sampson, E. E. (1981). Cognitive psychology as ideology.
AmericanPsychologist, 36, 730-743.
Sarason, S. B. (1981). Psychology misdirected. New York: Free
Press.
Sartre, J. P. (1948). Existentialism and humanism. London: Eyre Methuen.
Scarr, S. (1997). Behavior-Genetic and Socialization theories of intelligence:
Truce and reconciliation. In R. J. Sternberg & E. Grigorenko (Ed.), Intelligence,
Heredity, and Environment (pp. 3-41) New York: Cambridge University Press.
Schlenker, B. R. (1974). Social psychology and science. Journal of
Personality and Social Psychology, 29, 1-15.
Sherif, M. (1936). The psychology of social norms. New York: Harper
& Brothers.
Sherif, M, Cantril, H. (1947). The Psychology of Ego-Involvements:
Social Attitudes and Identifications. New York: John
Wiley & Sons.
Smith, M. B. (1977). A dialectical social psychology? Comments on a
symposium. Personality and Social Psychology Bulletin, 3, 719-724.
Smith, M. B. (1994). Selfhood at risk: Postmodern perils and the
perils ofpostmodernism. American Psychologist, 49, 405-411.
Smith, R. J. (1985). Propositions for a marxsit theory of
personality. Human Development, 28, 10-24.
Stam, H. J. , Radtke , H. L., & Lubek, I. (2000). Strains in experimental
social psychology: A textual analysis of the development of experimentation
in social psychology. Journal of the History of the Behavioral Sciences,
36, 365-382
Teo, T. (1998). Klaus Holzkamp and the rise and decline of German
Critical Psychology. History of Psychology, 1, 235-253.
Teo, T. (1999). Functions of knowledge in psychology. New Ideas in
Psychology, 17, 1-15.
Teo, T. & Febbraro, A. (2002). Attribution errors in the
postmodern landscape.American Psychologist, 57, 458-460.
Tolman, C. W. (1994). Psychology, society, and subjectivity: An
introduction to German Critical Psychology. London:
Routledge.
Tolman, C.W. (1998). Sumus Ergo Sum: The ontology of self and how
Descartes got it wrong. In W.E. Smythe (Ed.), Toward a psychology of
persons (pp. 3–24). Mahwah, NJ: Erlbaum .
Tolman, C. W. (1995). Toward a Societal Conception of the Individual
in Social Psychology. In I. Lubek et al. (Eds.), Recent Trends in Theoretical Psychology (pp.
164-170). New York: Springer.
[1] Amerikan Psikologlar Birliği artık denek (subject) kelimesini
kullanmıyor, küçük bir gelişim olarak katılımcı (participant) kelimesini
tercih ediyor. Ancak eğer deneye bilinçli bir katılım yoksa “denek” de kullanılabiliyor.
[2] Carla bu durumda yanlış tercih yapmış oluyor. Carla’nin hayati
gördüğümüz üzere iki tercih arasında sıkışmış görünüyor, kendisi biraz daha
ilişkisel bir varlık olsaydı belki bu kadar dar bir hayata mahkum olmazdı. Ya
da Cumartesileri bir markette ya da barda gerçekten çalışmak zorunda
olsaydı böyle bir derdi de olmayacaktı. Bu durum biraz garip çünkü
gerçeklik oldukça farklı bu topraklarda.
[3] Sosyal psikolojinin tarih yazımı değişik biçimlerde
yapılabildiği için, örneğin geçmişi kutlayan tarih yazımı, şimdiki
paradigmaların geçmişte de olduğunu ileri suren tarih yazımı ve eleştirel
tarih yazımını birbirinden ayırmak gerekiyor. Benim önereceğim ve bu bolum
için kullanacağım eleştirel giriş kitabi Collier, Minton ve Reynolds’s ait
(1991), ancak Farr’ın (1996) görüşlerinden de zaman zaman aktardığımı
belirtmem gerekir. Farr’ın tarih yazımı büyük sosyal psikologları kutlamak
gibi kimi sorunlar içerse de, ortaya attığı kimi kavramları açıklayıcı
bulduğum için kullanıyorum.
[4] Galton’dan yüzyıl sonra, zekanın genetik temellerini ve
toplumsal yansımalarını tartışırken unlu gelişimci Sandra Scarr (1997),
toplumsal sınıfların yeniden ve yeniden zeka dolayımıyla kurulduğunu, zeki
olan bireylerin sınıf atlama şansı elde ettiğini ifade etmiştir. 1980’lerden
insanlık üzerine natüralist vurgular ve genetik çalışmalar tekrar
canlanmış, buna da uygun neo-liberal bir politik atmosfer eslik etmiştir.
[5] Durkheim toplumsal olguların psikolojik terimlerle
açıklanamayacağına dair iddiasını Wundt’un doğa bilimi ve sosyal bilim
ayrımına oturtarak ortaya atmıştır. Benzer bir ayrıma Dilthey ve Husserl da
gitmiştir.
[6] Herbert Spencer’ın bireyci ve sosyal Darwinist görüşleri bir süre
sonra etkisini yitirir. Graham Reynolds (tarihsel arka planı verdiğim
kitabin yazarlarından birisi) buna dair dramatik bir anısını aktarır. Reynolds
Londra’da öğrenciyken, Karl Marx’ın Highgate’deki anıtsal mezarının ve
normal boyutlarından büyük olan büstünün resmini çekmek ister, bir de bakar
ki ayağının altında bastığı fazlaca büyümüş sarmaşıklarla kaplı kalın
mermer, Herbert Spencer’in mezarıdır.
[7] “Portakal gibi geldi” diyesim geliyor. Bu mısrayı küçük İskender
bir şiirinde kullanıyor. Yer yer şiirsel bir anlatıyla eleştirel psikoloji
yazısı yazmak olmayan bir şey değil, psikoloji üzerine Marksist bir
psikolog tarafından yazılmış şiir bile var. Şiirin tamamını yazının sonuna
koyuyorum (Psychology mon amour -Psikoloji, aşkım benim).
[8] Bu derse hayatımda yazdığım en kötü ödevlerden birini verdim. Küçük
bir de hikayesi var. Üniversite içindeki bir yerde eğlence halindeyken ve
aklıma bu ödevi vermem gerektiği geldi, odama (laboratuarıma) geri gittim. Ödeve
son rötuşları yaptım, kapak bile koymadım, hoca geldi, verdim ödevi. Kapaksız
olduğunu görünce “you are baaad Ersin” dedi. “Yes I aam” dedim. Bir kaç gün
sonra elime ulasan ödev karalamalarla ve memnuniyetsizliklerle doluydu
tabii, yarım yamalaktı ödev. Memnuniyetsiz olan ise bendim aslında, çok yakışıksız
bir süreçti kotu bir deney yapmak vs. Yine de fazlasıyla yeter bir notla
geçmeyi basardım dersten. Aferin bana değil tabii ama insanin bir şeye
içsel bir şekilde motive olması için o şeyin doğası da önemli, doğal
olarak.
[9] Bu iş başvurusunu bölüm geri cevirdi, simdi bunu yazarken biraz
pişmanlık da hissediyorum o arkadaşın durumu adına…
[10] Daha sonra Kenneth Gergen postmodernizmi psikolojiye getiren ve
halen de bu doğrultuda çalışmalarını sürdüren kişi olur (ör: Gergen, 2001).
[11]
Bu konu ile ilgili olarak bkz. http://attachment.edu.ar/bio.html
[12]
Bu bahsi kapatmadan önce bir de pozitif psikolojiden bahsetmem gerekir ama
kuramsal bütünlüğü açısından pozitif psikolojinin sorunlu olduğunu,
hümanist psikolojideki kimi apolitik ve muhafazakar eğilimleri devam
ettirdiğini, dünya gerçekliğinden oldukça kopuk olduğunu söyleyip gedmek
yeterli gibi görünüyor.
[13]
Mahrem bir dilin mümkün olmadığı ve dil oyunlarının mevcudiyetine dair
iddialar aslen Wittgenstein’a ait.
[14]
Attribution error.
[15]
Postmodernizmle ilgili tartışmalar için bkz American Psychologist, sayı 50
ve 57. Bu iki sayı sadece daha önce yazılan yazılara dair yorumları ve
eleştirileri içeriyor. O yazılar için ise bkz Smith (1994), Gergen (1994,
2001).
[16]
“Varız, öyleyse varım” : Holzkamp üzerine çalışmalarıyla tanınan Charles
Tolman’in (1998) bir makalesine başlık olmuş, sosyal psikolojide
komünüteryanizmin sloganı olmaya aday olan, Kartezyen öznenin “cogito”sunu
kıran bir ifade.
[17]
Holzkamp’in haddini bilmediğine dair ifade Thomas Teo’ya (1998) ait.
[18]
Bu kitap May yayınları tarafından Türkçe’ye de çevrilmiş. Tarihi yok,
fiyatı 10 lira olduğu için 1980’lerin hemen başında çevrildiği tahmin
edilebilir.
[i]
Söze sosyal psikolojinin çok genel bir bir eleştirisini yaparak başlamak
için 13. Ulusal Psikoloji Kongresi’nde bir giriş yapmıştım, bu yazıda çok
hızlı bir giriş olacağı için dışına çıkarıyorum: “Bu konuşmayı hazırlarken
aklıma, söylemek istediğim ve söyleyebileceğim her şeyi bir solukta
söylemek ve kısa zamana sığdırmak geldi. Daha çok sosyal psikolojik
çalışmaların içerisinde olan birisi olarak, örneğin, sosyal psikolojinin
miyopluğundan bahsetmek, sosyal psikolojiye giriş kitaplarında rasyonel
tercih kuramı gibi kimi ‘absürd’lüklerin olduğunu ortaya koymak, ve zaten
deneysel sosyal psikolojinin çoğu zaman inanılmaz derecede küçük sorularla
ve küçücük teorilerle uğraştığını ve kapsayıcılıktan uzaklaştığını öne
sürmek geldi aklıma. Ya da meseleye cepheden taarruz edip Türkiye’de bazı
akademisyen psikologların, Aydan Gülerce’nin ifadesiyle, “bir Amerikalıdan
daha Amerikalı olduklarını” (Gergen, Gülerce, Lock, & Misra 1996, s.
501) söylemek, bunun da onların bilimsel aktivitelerinden toplumsal dünya
görüşlerine kadar bütün varlıklarını işgal etmiş olduğunu iddia etmek, ne
derece bireyci olduklarını vurgulamak geldi aklıma. Ya da örmeğin sosyal
psikolojinin tarih yazımının 1968’lerden sonra iyice kısırlaştığını ve
pozitivizmin daha fazla etkisi altına girdiğini söyleyebilirdim (Lubek
& Apfelbaum, 2000). Buna bir de sosyal-bilişsel literatürün 1950’lerden
beri bireyciliği körüklediğini (Sampson, 1981; Israel, 1979), bununla
ilişkili olarak 1970’lerin basında ortay çıkan sosyal psikolojinin krizinin
(Gergen, 1973) ülkemizde pek de hissedilmediğini ekleyebilirdim. Yapısal
olarak psikolojinin birey ile toplum arasında bir bütünlükten ya da
birlikten ziyade bir karşıtlık kurguladığını, bunun da bir asosyal ve tarih
dışı birey bakısıyla el ele gittiğini anlatabilirdim. Hatta kimi durumlarda
psikologların test yapma furyası ya da sosyal Darwinizm gibi acık bazı
yönelimleriyle egemen siyasal düzenin elinden tutmuş olduğunu, bunları da
erkeklerin üstünlüğü, insan mühendisliği, politik konformizm ve tabii yine
bireyciliğin takip ettiğini öne sürebilirdim (Prilleltensky, 1997). Ya da,
sosyal psikolojinin bir mit haline gelmiş Comptçu pozitivist orijinine dair
Gordon Allport’un ortaya koyduklarının Franz Samelson’un (1986) dilinden
aktarmaya çalışabilirdim…”
[ii]
Psikoloji aşkım benim
Sana
tapıyor ve seni küçümsüyorum
Bütün
her şeyi anlamayı vaat ettin
Kendi
esasını kendi körlüğünle yıkıyorsun
Psikoloji
aşkım benim
Seni
mercimek çorbasına takas ediyor ve servet için seni satın alıyorum
Kendini
ucuz heyecanlarda kaybettin
Kendini
cesur fikirlerde buluyorsun.
Psikoloji
aşkım benim
Parıltınla
kör ediliyor ve kalın kafalılığınla hissizleştiriliyorum
Hızlı-dönme
evresinde olan yıldızsın
Dünyanın
en eski mesleğinden kalmışsın
Psikoloji
askım benim
Seni
onaylıyor ve yalanlıyorum
Bütün
bilgilerin anasısın
Bütün
ahmaklığın hizmetçisisin
Psikoloji
askım benim
Ben
sensiz nerede olurdum?
Birlik nerede?
Nerede mutluluk?
-------------------------
Psychology, mon amour
I adore you and despise you,
You build a promise for all understanding,
You destroy your basis by your own blindness,
Psychology, mon amour,
I trade you for a lentil soup and purchase you for riches,
You lost yourself in cheap excitement,
You find yourself in daring inspiration.
Psychology, mon amour,
I am blinded by your glitter and blunted by your dullness,
You are the star on the fast-revolving stage,
You are the hangover from the world’s oldest profession.
Psychology, mon amour,
I confirm you and deny you,
You are the mother of all knowledge,
You are the handmaiden of all follies.
Psychology, mon amour,
Where would I be without you?
Where is unity?
Where is happiness?
-Klaus Riegel
[iii] “Olay Kanada’da gecen yıl (2003), Hamilton’da yapılan Ulusal
Psikoloji Kongresinde bir grup, hayvanlarla çalışan deneysel psikoloji lisansüstü
öğrencileri ve bir kaç da öğretim görevlisi arasında geçmektedir.
Bildiğiniz üzere böyle kongrelerde öğrenciler ve hocalar akşamları bir
araya gelir ve eğlenirler. Benim de evinde kaldığım, deney hayvanlarıyla
çalışan ve doktora öğrencisi olan arkadaşımla içmeye gittik. Oturduğumuz
masada ayrıca iki çift lisansüstü öğrenci ve bir kaç da hoca bulunuyordu.
Masadaki kadın arkadaşlardan birisinin bacağındaki dövme dikkatimi çekti ve
ne olduğunu sordum. Belli ki onun yasam felsefesini yansıtan bir şeydi.
Dövme bir yazıydı ve söyle diyordu. “Sonsuz olan hiç bir gerçekliğe inanma,
deney yap”. Bu davranışçı öğretinin babalarından birisi olarak bildiğimiz
Skinner’ın bir sözüydü. Yine belli ki deneysel alanda çalışan insanlar için
önemliydi, belki de kült olmuş bir ifadeydi.
Müstehcen hikaye aslında burada başlıyor. Benim evinde kaldığım
arkadaşım çok içmiş olduğundan olacak ki bir anda ayakta iken kendi
penisinden bahsetti. Ve, “benim çok büyük bir şeyim var, hafifmeşrep kızlar
ona bayılıyorlar” dedi. Tabii ilginç bir iddia idi bu böyle bir ortamda.
Aramızdaki bazı arkadaşlar bunu test etmek isteyebilecekti, çünkü görmek ve
ölçmek onlar için belli ki çok önemliydi. Bacağında yazıyordu hatta. Tahmin
edeceğiniz gibi iki bayan arkadaş bu iddianın gerçekliğini test etmek
istediler. Gözlemlemeden bir yorum getirmek olmazdı! Her halde hızla çıplak
hipotezlerini oluşturdular, ortalama penis boyunu düşündüler ve arkadaşımı
en sonunda tuvalete, yani “laboratuara” davet ettiler. Aslında oracıkta
soyunmasını istediler ama olmadı, e tabii laboratuar daha “kontrollü” bir
ortam. Araştırmadaki tek değişken olan penisin boyunu nasıl kontrol ettiler
bilmiyorum ama sonunda yüzlerinde hafif şaşkın bir gülümsemeyle geri
döndüler. Penisin yeterince büyük olduğunu, iddianın doğru olduğunu
bildirdiler bizlere. Tabii ben de herkes gibi bir çok şeye gülüyordum. Örneğin
bu testi yani deneyi yapan iki kadın arkadaş evliydi ve esleri de
masadaydılar. Ya da bir insanin penisiyle övünmesini biraz ilkel buluyordum
ve ataerkil düzenin insani bazen garip hallere soktuğunu falan
düşünüyordum. Bu arada küçük bir not ekleyeyim, tesadüf bu ya kongrede bir
oturumun adi “büyüklük önemlidir” idi. Yani konu cinsel mutluluktu herhalde
o oturumda. O oturumu izleyemediğim için, bu hikayeye maalesef ekleyemedim.
Ancak, bu hikaye üzerine düşününce, aklıma ilk gelen şey,
psikolojinin böyle “nesnel gerçeklik” yönelimli bir bilim olması, olgulara
pozitivist bir gözle bakması ve akademisyenlerin çoğu zaman mesleklerini
Sherif’in ifadesiyle adeta “bir teknisyen” gibi icra etmeleri. Aslında
penisin boyunu ölçmek kadar, meselenin içine oturduğu bağlamı da, penisin
tarihini de, penisin değerini de, penise yüklenen anlamları ve bu anlamları
oluşturan değişken söylemleri de düşünebiliriz. Tabii o masada insani en
çok eğlendiren şey ölçmek bence de. Bazen ben de sosyal psikolojik
deneylere katılıyor, manipülasyon yapmam gerekiyor ve olayın tiyatrosuna
gülüyorum, kuramsal literatüre de geçmiş olan bir ciddiyet sorunu yaşıyorum.
Bunu söylerken tabii ki bir yöntemsel yönelim olarak deneyselliğe tam boy
bir karşıtlığım olduğunu söyleyemem. Ya da davranışçılığın bir eleştirisini
yapacak da değilim anlattığım olay üzerinden.
Ancak şunu söylemeliyim ki yöntem kendisini ideolojik bir araç
olarak da ortaya koyuyor çoğu zaman. Varolan olguları oldukları gibi verili
olarak almak ve onları tarihsel-kültürel-toplumsal olgular olarak
görmemek-görememek sosyal psikolojinin önemli bir ideolojik işlevidir. Varolanı
kolayca kanıksayan, eleştirellikten uzak sosyal psikologlar biraz da bu
yöntemsel yönelimle yetişiyorlar. Çoğu zaman insan davranışları ve düşünsel
süreçleri üreme organlarının boyları ya da derinlikleri gibi nesnel
olmazken ve insan ayni zamanda dilsel bir varlık iken, sosyal psikolojiye
egemen olan bu paradigma ciddi bir entelektüel bunalımı işaret etmektedir. Kartezyen
özne algısı uzun zamandır insani varoluşu kavramakta yetersiz kalmaktadır. İnterdisipliner
olması gereken sosyal psikoloji azımsanmayacak bir miyopi içerisinde girmektedir.
Bu da toplumsal baskılara ve eşitsizliklere karşı savaşması gereken bir
bilim dalını düşünsel ve hatta ideolojik olarak iğdiş etmektedir. Psikoloji
çarpık bir düzene eklemlenmektedir. Dahası onun dişlilerin yağlamaktadır,
statükoyu devam ettirmektedir…”
|
|