Psychology,
mon amour: Amerikan sosyal psikolojisi üzerine sorular
Ersin
Aslıtürk,
Carleton
University, Ottawa, Kanada,
9
Haziran 2005
Sosyal
psikolojinin Kuzey Amerika’daki üretimi ve oradan bütün dünyaya ihracı hem
dünyada hem de Amerika’da önemli sorunlar yaratmaktadır. Okuyucuyla içten
bir şekilde paylaşmak istediğim şey su: Bu yazıyı ayni Eleştirel Sosyal Psikoloji isimli kitabin yazarı Phillip Vexler
(1996)1
gibi biraz da kızgınlık duygularıyla yazdım. Sosyal psikolojinin kimi açılardan
hazin durumunun farkına varmış olmak dünyada eleştirel bir tavrı olan bir
çok psikologu üzmektedir. Akademik meselelere karsı daha çok duygusal
tepkiler değil de, bilişsel tepkiler vermek gerekir, evet, ama yapıcı bir
şekilde kızma hakkımızı da saklamak istemiyorum. Okuyucunun dikkatini pek
de konuşulmayan konulara çekebilmek dileğiyle, ve (sosyal) psikolojiyi çok
seven birisi olarak, Amerikan sosyal psikolojisi üzerine ilk soruyu
soruyorum: Kızmayalım da ne yapalım?
Derslerde
öğrendiğimiz sosyal psikoloji ile yaşama bakıp, Amerika’daki orta sınıfın
bilisel çelişki gibi psikolojik dertleri üzerinden üretilmiş kavramlarla mı
düşünelim? Amerikan bireyciliğiyle bir kez daha yüzleştikten sonra,
dünyadaki bütün milletlerin o yola er geç gireceğini mi düşünelim? Görgül
verilerle ve rakamlarla yazılmış hoş bir makaleyi, başka bir hoş makale ile
kafamızda birleştiremeye çalışırken karnımıza giren ağrılar için, ağrı
kesici mi alalım? Yurt dışından ithal ettiğimiz teorilerin hipotezlerini,
yurt içinde “doğrulamaya” çalışırken, kendimizi iyi hissedelim mi? Diyelim
Taksim’de yürüyorsunuz, İngilizce eğitim veren bir üniversitenin
öğrencisisiniz, çantanızda İngilizce yazılmış son model bir sosyal
psikolojiye giriş kitabi. Çantanızın içinden değerli bir şey çalınmasın diye
sırt çantanızı önünüze alıyorsunuz, sokak çocukları para istiyor, yandaki
barda bir kaç ay önce birisini öldürmüşler, gecen hafta bir eşcinseli
bıçaklamışlar, kitabinizin içinde agresyon teorileri de var aslında, kitabi
açıp anlamlandıralım mi hayati? Çok mu dramatik oldu, çok mu şiirsel, çok
mu fazla? Pozitif psikoloji diye bir şey çıkmış, çok çekici görünüyor, ama
hayat da çok acımasız, bu çelişkiyi ne yapsak? Psikoloji bölümünü terk
edip, sosyolojiye mi geçsek? Batman’da kadınlar intihar ediyorlarmış, fazla
nevrotik olmasınlar, onlara 5 faktör kişilik envanteri verelim mi? Orada
bir de yeni deneyimlere açıklık boyutu var, bakalım mı ne kadar açıklar?
Çocukların sadece beyinlerinden ve dikkat eksikliğinden kaynaklı olduğu
düşünülen hiperaktivite sorunlarını hapla çözmeye devam edelim mi? Simdi
sosyal psikologlar postmodernizm diye bir şeyden bahsediyorlar, toplumsal
ve özellikle mikro sosyal yasam dil ile dolayımlanır diyorlar. Psikolojiye
ve yasama postmodern bir gözlükle baktığımızda, Amerika’nın Irak’ı işgalini
ve oradaki insanların psikolojik sorunlarını bir dil sorunu ya da
“postmodern duyarsızlık” olarak mı algılayalım? Postmodernizmin kendisi bir
dil oyunu olmasın ya da en azından yasam baksa şeylerle de dolayımlanıyor
olmasın!
Daha
fazla soralım, daha fazla hatırlayalım: Sosyal psikolojinin gelişiminde
19.yy’ın biyolojik yaklaşımlarının ve endüstrileşme surecinin önemli
etkilerinin olduğunu; sosyal süreçlerin doğal süreçlerin doğrudan uzantısı
olduğu seklindeki düşüncenin buradan kaynaklandığını; hatta sosyal
psikologların sosyal Darwinizmi ve öjeniyi yani soykırımı
desteklediklerini; kapitalizmin gelişmesiyle mekanik ve pozitivist bir
bakisin pekiştiğini hatırlayalım. 1924’de Floyd Allport’un “sosyal
psikoloji bireyin psikolojisiyle zıtlık içerisinde yerleştirilmemelidir; sosyal
psikoloji birey psikolojisinin bir parçasıdır” dediğini hatırlayalım.
Galton’un “zeka” olcum testleri geliştirmiş olduğunu; beyaz ırkın
üstünlüğünü savunmuş olduğunu; toplumsal sınıflar arasındaki farkların da
doğuştan gelen farklar yoluyla oluştuğunu savunduğunu; bunu Galton’dan
yaklaşık yüzyıl sonra, zekanın genetik temellerini tartışan Sandra Scarr’ın
(1997)2
izlediğini; kendisinin toplumsal sınıfların sürekli olarak kişisel zeka
dolayımıyla kurulduğunu savunduğunu; çünkü zeki olan bireylerin sınıf
atladıklarını, zeki olmayanlarında “düşük sosyo ekonomik statü”ye
atladıklarını (nasıl bir statü bu?); ve Discovery Channel’da programlar
yaptığını hatırlayalım3. Benzer şekilde
David Buss’in genetik ve evrimsel epistemolojiyi öne çıkarırken, kadınlığın
ve erkekliğin kurulusundaki toplumsal güçleri azımsadığını; erkek-kadın
münasebetlerini de neredeyse tamamen biyolojik temellerle açıkladığını
hatırlayalım. Sosyal psikolojinin 1980’lerden sonra gelişen genetik
çalışmalarıyla olan ilişkisinin ideolojik-politik bir ilişki olduğunu;
psikolojinin bir deneysel-doğa bilimi olarak evrilmiş olmasıyla tutarlı bir
tablo oluşturduğunu düşünelim.
Ya
da, 1950’lerden sonra Amerika’da toplumcu sosyal psikologların seslerinin
kısıldığını; donemin ekonomik gelişmelerine paralel olarak psikolojide
kavramsal ve yöntemsel bireyciliğin alıp basını gittiğini; nihayet
aşağılanan davranışçılığın yerini sosyal bilisel literatürün bireyciliğinin
aldığını; 1970’lere gelindiğinde artık sosyal psikolojinin içinde olduğu
siyasal atmosfer ile birlikte kaçınılmaz bir krize girdiğini; çünkü çoğu
sosyal psikolojik bulgu ve vurguların en temelde bir geçerlilik problemi
ile baş başa kaldığını hatırlayalım. Teorik olarak zayıf olan ampirik
islere imza atan araştırmacıların “yayın yap ya da mahvol” (publish or
perish) düsturuyla halen baskı altında olduklarını; bunun sosyal
psikolojinin kavramsal acıdan parça parça olmuş halini beslediğini;
80’lerden sonra bu durumun bütünlüklü teorilerle asılmaya çalışıldığını;
ama yine de sosyal psikolojinin “psychology of nice person”ı tarif etmekten
pek öteye geçemediğini hatırlayalım.
Daha
neler hatırlayalım? Sosyal psikolojinin savaş zamanında test yapma
furyasını; geçmişte uzun bir sure erkeklerin üstünlüğünü; insan
mühendisliğini; politik konformizmi; eşcinselliğin hastalık olduğu
düşüncesini; hatta pre-menstrual sendrom’un hastalık olduğu düşüncesini
savunduğunu hatırlayalım. Deney sonunda “debriefing” olarak verilen
bilginin hava kuvvetleri ile olan münasebetten kaynaklandığını
hatırlayalım. Sosyal psikologların genelde orta ve üst sınıflardan
geldiğini ve bunun araştırma süreçlerinde önemli bir yabancılaşma
yarattığını hatırlayalım. Sosyal psikoloji tarihinin de elkitaplarında güdük
bir şekilde yazıldığını; derin tarihsel ve felsefi köklerinin görmezden
gelindiğini hatırlayalım. Üniversitelerde çoğu zaman istatistik derslerinin
zorunlu olduğunu ama pek de kimsenin sosyal psikoloji tarihini zorunlu ders
olarak sunmak gibi bir arzusu olmadığını; hatta yöntem derslerinin
istatistik derslerinin ardından seçmeli olarak verildiğini; bunun da elinde
lisansüstü diplomaları olan kimi teknisyenler yetiştirmekten başka bir ise
yaramadığını; sosyal psikoloji lisansüstü öğrencilerinin içgörülerinin bu
şekilde köreltildiğini hatırlayalım.
Daha
neleri bilelim? Örneğin, davranışçı öğretinin “başarılarını” aktaran ders
kitaplarında beyaz objelerden korkmaya koşullandırılan meşhur küçük Albert
ile ilgili deneylerin büyük ölçüde
yanlış aktarıldığını; Watson’un delillerini maniple ettiğini;
araştırmalarını pazarladığını; günümüzde bu yaygın pazarlama sanatının
altında da araştırmacıların ve kimi kuruluşların maddi çıkarları olduğunu
bilelim. Diğer yandan Asch’in meşhur uyum deneylerini yaparken asıl ilgilendiği
şeyin küçük grupların faşistlerin irrasyonel baskılarına dayanabileceği
düşüncesi olduğunu; kendisinin komünist-ilerici akademisyenlerle ilişki
içinde bulunduğunu; bütün bu siyasal arka planın sosyal psikolojiye giriş
kitaplarında gizlendiğini hatırlayalım. Sherif’in gruplar ustu hedeflerin
birleştiriciliğine dair yaptığı çalışmaların her daim Hollywood
filmlerindeki gibi hoş sonuçlarla bitmediğini; ama bunların sosyal
psikolojiye giriş kitaplarına yansıtılmadığını; çünkü tarih yazımının bir “geçmişi
kutlama” seklinde ya da şimdiki zamanın akademik ideolojisini meşru kılacak
şekilde icra edildiğini bilelim. Sherif’in 1950’lerden sonra sınıf bazında
yaptığı analizleri, “gruplar” bazına çektiğini; çünkü üzerinde büyük bir
akademik ve siyasal baskı olduğunu; McCarthy döneminde bir liyakat yemini
imzalamak durumunda kaldığını da hatırlayalım.
Daha
neleri tekrarlayalım? Genel olarak psikolojinin statükonun elinden
tuttuğunu; düzenin ekmeğine yağ sürdüğünü; eşitsizlikleri
meşrulastırdığını; “izole edilmiş zihnin teorisini” ürettiğini; bolca
gereksiz ve alakasız enformasyon da ürettiğini bilelim. Psikolojik bilginin
de bir sosyolojisi ve siyaseti olduğunu; sosyal psikolojinin kısa tarihi
boyunca egemen siyasal ideolojiyi, yani şu kahrolası düzenin yaşam ideolojisini
görgül verileri ile bazen açıktan, bazen de bunu ürettiği metinlerin satir
aralarında zımnen yaptığını hatırlayalım. Bütün bunlara rağmen, halen çoğu
akademisyenin bilimsellik söylemini bir makyaj olarak kullandığını;
ürettikleri bilginin ideolojik imalarını pek de dikkate almadıklarını;
hatta çoğu sosyal psikologun sosyolojiden ve antropolojiden nefret ettiğini
hatırlayalım. Örneğin, sosyal psikolojinin diğer insani disiplinlerle
bağının gitgide zayıfla(tıl)dığını; disiplinler arası olması gereken bir
alanın soysuzlaştırıldığını hatırlayalım.
Daha
soracak, hatırlayacak, bilecek neler var? Bir sosyal psikoloji kitabini
açıp bakmak var mesela: “Bu kitap benim neye dikkatimi çekiyor, nelerdenden
dikkatimi uzaklaştırıyor” diye sormak var. Bu kitapta tarihsel görelilik
nerede diye sormak var. Bu kitabın dünyanın ve insanların sorunlarıyla
ilişkisi ne derece gerçekçi diye
sormak var. Kitabi yazanlar “nesnel gerçeklik” söylemi üzerinden bilim
üretiyorlarsa ve ortaya bu kadar soru(n) çıkıyorsa, sosyal psikolojinin
üzerine oturduğu bilgi felsefesini sorgulamak var…
Şüphesiz
ki sosyal bilimsel alanda sırf duygusal tepki göstermek veya sırf şikayetçi olmak en olgun yollar değil:
karşılıklı diyalog ve konuşma, anlamlı ve dönüştürücü üretimler en önemli
araçlar. Üstelik ilerici insanların hayattan şikayetçi olmak gibi bir
lüksleri de yoktur. Gelecekte başka bir yazıda (a)sosyal psikolojinin fena
durumu tarif etmenin çok ötesinde şeyler yazma sözü veriyor, son olarak
eleştirel psikologların sevgi ve kızgınlık duygularına tercüman olmuş bir
şiir ile bitiriyoruz.
Psikoloji,
Aşkım Benim
Psikoloji aşkım benim
Sana tapıyor ve seni küçümsüyorum
Bütün her şeyi anlamayı vaat ettin
Kendi esasını kendi körlüğünle yıkıyorsun
Psikoloji aşkım benim
Seni mercimek çorbasına takas ediyor ve servet için seni satın alıyorum
Kendini ucuz heyecanlarda kaybettin
Kendini cesur fikirlerde buluyorsun.
Psikoloji aşkım benim
Parıltınla kör oluyor ve kalın kafalılığınla hissizleşiyorum
Hızlı-dönme evresinde olan yıldızsın
Dünyanın en eski mesleğinden kalmışsın
Psikoloji askım benim
Seni onaylıyor ve yalanlıyorum
Bütün bilgilerin anasısın
Bütün ahmaklığın hizmetçisisin
Psikoloji askım benim
Ben sensiz nerede olurdum?
Birlik nerede?
Nerede mutluluk?
(Klaus Riegel, 1978)4
2. Scarr,
S. (1997). Behavior-Genetic and Socialization theories of intelligence: Truce
and reconciliation. In R. J. Sternberg & E. Grigorenko (Ed.), Intelligence, Heredity, and Environment
(pp. 3-41) New York: Cambridge University Press.
|