Anasayfa
|
Klasik Psikolojide
Çağrışım Düşüncesinin Evrimi
Sertan Batur
Hacettepe
Üniversitesi
Rosenthal ve Yudin (1980,s.84), çağrışım
kavramını “psyche’nin unsurları
arasındaki bağlantı” olarak tanımlamaktadırlar.
Onlara göre “bu unsurlardan birinin ortaya çıkması, belirli
şartlar altında, ona bağlı öteki unsurların ortaya
çıkmasına yol açar.”
Çağrışım
düşüncesi, modern psikolojinin, öğrenme ve hafıza gibi
alanlarının temel kavramlarından biridir. Bu yönüyle
çağrışım düşüncesi, düşünce tarihi boyunca
gelişimi, psikolojinin gerek felsefe içinde, gerekse ondan
bağımsız bir bilim dalı olarak gelişmesi
açısından yadsınamaz bir önem taşımaktadır.
Bu çalışma, çağrışım düşüncesinin modern
psikoloji öncesindeki evrimini ele almaktadır.
Çağrışım
düşüncesinin evrimine geçmeden önce,
başlıkta kullanılan “klasik psikoloji” ifadesinin
açıklanması yararlı olacaktır. Her ne kadar
psikolojinin kuruluşu Leipzig laboratuvarının kuruluş yılı
olan 1879 olarak kabul edilse de, şüphesiz bu dönüm noktası,
psikolojinin, Homeros ve Orfeus söylencelerinden
bu yana süregelen macerasının niteliksel bir dönüşüme
uğradığı tarihtir. Bu tarih, modern psikolojinin
kuruluşunu yansıtır. Bununla birlikte “klasik psikoloji”
terimiyle kastedilen, Sullivan’ın
(1977,s.160) da belirttiği gibi “ açık bir felsefi gelenek içinde
gelişmiş olan psikolojidir.” Sullivan’a
göre, “bu klasik psikoloji deneysel olmayan, fizyolojik olmayan,
içebakışçı verilere ya da anekdotal tipte nedensel gözlemlere dayalı ve bir
felsefi sistemin tutarlı bir parçası olarak kurulmuş olan
psikolojiydi.”
1879
sonrası modern psikoloji ise, klasik olanından çok daha
sistematik, deneysel ve fizyolojik bir çizgide ilerledi. Bu tarihle
birlikte psikoloji, felsefe içindeki gelişiminin son evresine
ulaşarak, kozasının içinden, sık kullanılan
tabirle “bağımsız bir bilim dalı” olarak
çıktı.
Bu
farklılıklardan dolayı, psikoloji tarihini, klasik psikoloji
ve modern psikoloji tarihi olarak ayırmak bu
çalışmanın yazarınca uygun görülmüştür.
Bu
çalışma, çağrışım düşüncesinin
yalnız klasik psikoloji içindeki evrimini kapsamaktadır.
Platon Ve Aristoteles
Düşünce
tarihi içinde çağrışım kavramına atıfta
bulunan ilk kişi olarak karşımıza Platon
çıkmaktadır.
Platon,
olgunluk dönemi yapıtlarından Phaidon’da,
Sokrates’in dilinden çağrışımla ilgili düşüncesini
şöyle aktarıyor :
“Birşey gören ya da
işiten ya da onu başka bir duyuyla
algılayan bir adam, o şeyden başka bir şeyi bilme
durumuna gelebilir, o şeyin yanında başka birşeyi, farklı bir bilginin nesnesi olan bir
şeyi daha düşünebilir. Böyle bir durum söz konusu olduğunda,
o adamın düşündüğü yeni nesneyi
anımsadığını ya da bu
yeni nesnenin ona anımsatıldığını söylerken,
herhalde haksız sayılmayız.“ (Platon, 1995, s. 34)
Platon’a
göre, bir maddeyi gördüğümüzde yalnızca maddeyi görmeyiz, maddenin
içinde bulunduğu yeri de görürüz. Böylece maddenin tekrar zihne
getirilmesi, onunla bir arada bulunan diğer şeylerin de zihne
gelmesine yol açar (bir aradalık
vasıtasıyla çağrışım). Ayrıca bir portre
gördüğümüzde, o portrenin orijinalini aklımıza getiririz
(benzerlik vasıtasıyla çağrışım). Böylece
benzer olan ve benzer olmayan vasıtasıyla, yeniden zihne getirme
süreci başarılabilmektedir (Taylor, 1960, s. 187).
Çağrışımların
varlığının kabulunden sonra
Platon, bu çağrışımların kökeni üzerine
tartışmaya girmektedir. Platon der ki :
“Bir
nesneyi, görme ya da işitme ya da ona ilişkin bir başka
duyu-algısına sahip olma yoluyla, duyumlama
temeli üzerinde, unutulmuş olan -o nesneye benzeyen ya da benzemeyen, ancak her durumda onunla
ilişkili olan- bu başka şeyi düşünmek olanaklı
göründüğü için, şu iki almaşıktan birinin doğru
olduğunu söyleyebilirim: ya hepimiz bu
şeyleri bilerek doğuyor ve onları yaşamımız
boyunca biliyoruz, ya da kendilerinden (birşeyler) ‘öğreniyor’ diye sözettiğimiz kişiler yalnızca daha sonra
anımsıyor olup, öğrenme anımsamadan
oluşacaktır.” (Platon, 1995, s. 40-41)
Platon
bu sorunu insan bedenine, idealar
dünyasından “düşmüş” olan ruhun, idealar
dünyasındaki yaşantısının yansımalarıyla
ve ruhun ölümsüzlüğü yolundaki kabulüyle çözme yoluna
girmektedir.
Platon,
çağrışım düşüncesine ilk temas eden kişi
olmasına karşın, çağrışımla ilgili ilk
temel ilkelerin belirlenmesi, kendi gözlemleri ve kognitif
süreçlerini değerlendiren Aristoteles tarafından
başarılmıştır. Aristoteles, De memoria
et Reminiscentia (Hafıza ve hatırlama)
adlı çalışmasında, çağrışımın,
benzer, karşıt ya da komşu olan birşeyden doğan kendi düşüncelerimizin
içinde başladığını belirtir (Sorabji,
1972, s. 54-55).
Burada,
üç çağrışımsal süreç belirlenmiştir. Nesneler,
olaylar ve insanlar, zihinde, birbirleriyle benzerlik ilişkisi içinde,
zıtlık ilişkisi içinde ya da zaman
ve mekan birlikteliği içinde oldukları zaman çağrışımlanırlar.
Aristoteles’e göre bu üç çağrışım ilkesi, özel bir
çağrışımın gücü üzerine iki diğer önemli etkiye
eklemlenirler. Bunlarda biri sıklıktır. Aristoteles’e göre,
daha büyük bir sıklıkta tekrarlanan özel bir deneyim,
hatırlamak için daha elverişlidir. Bir diğer etki ise,
kolaylıktır. Aristoteles’e göre kimi
çağrışımlar diğerlerine göre, daha kolaylıkla
biçimlenir. Böylece kimi olaylar diğerlerinden daha kolay
hatırlanabilir (Hothersall, 1995, s. 27).
Böylece
Aristoteles, çağrışımla ilgili, yüzyıllar boyunca
kabul görecek olan tespitleri yapmış bulunuyordu. Onun
koymuş olduğu bu ilkeler, modern araştırmalara da
kaynaklık yapmıştır. Aristoteles’in teorisi için,
hafıza ve öğrenme üzerine kurulmuş ilk sistematik
açıklama denemesidir.
Aristoteles’i
izleyen yıllarda, çağrışım düşüncesi üzerine
kayda değer bir çalışmaya rastlanmamaktadır.
Aristoteles’ten yüzyıllar sonra, çağrışım
düşüncesi, Aydınlanma sonrası süreçte özellikle, Britanya
felsefecileri tarafından tekrar klasik psikolojinin ilgi sahasına
dahil edilmiştir.
Aydınlanma Ve
Erken Dönem Britanya Çağrışımcılığı
İlk
Felsefe Üzerine Altıncı Meditasyon’ da
Descartes, çağrışım görüngüsünü kabul etmişti, ama
bundan sonra onun çalışmasında çağrışım,
temelde duyusal görüngülerin içine gömüldü.
Çağrışımlardan şüphe ediyordu, çünkü
çağrışımlar, karışmış (duyusal) ideaları gerektiriyordu (Sullivan,
1977, s. 161).
Aydınlanma
sonrasında çağrışım düşüncesini yeniden
masaya yatıran, Britanya Görgücü ve
Çağrışımcıları olmuştur. James Drever (1965) bu konuda ilginç bir benzetme
yapmaktadır:
“Britanya
psikolojisinin öyküsü, pek çok başka öyküde olduğu gibi üç karakterle
başlar: bir İngiliz, bir İrlandalı ve bir İskoç;
yani Locke, Berkeley ve Hume.” (Drever, 1965, s. 328)
Bu
karakterlerden John Locke’a geçmeden
önce, onun felsefesini derinden etkilemiş olan ve Britanya
Görgücülüğünün başlangıcı olarak kabul edilebilecek
olan Thomas Hobbes üzerinde durmak yerinde
olacaktır.
Hobbes ve onun Britanya
geleneğindeki ardılları için zihin bilgiyi
çağrışımlar vasıtasıyla elde etmektedir.
Çağrışımlar çoğunlukla doğa içinde mekanik
genel ilkeler çerçevesinde organize olurlar. Hobbes
için, duyuların çağrışımı, olayların
zaman ya da mekan içindeki
ardıllığı, hafıza içinde zihin tarafından
depolanan idea birimlerinin biçimlenmesi için
hazırlanmıştır. Hobbes’un
psikolojisinde motivasyonel ilke, istektir.
Eninde sonunda bir fizyolojik süreç hazzı arama ve acıdan
kaçınma tarafından yönetilir. Hobbes’a
göre, düşünce dizileri istek tarafından yönlendirilir ve
dışsal duyulara dayalıdır. Hobbes,
rüyaların duyular tarafından düzenlenmemiş düşünce
dizileri olduğunu ileri sürer. Çağrışımsal
mekanizmaların belirleyicileri, duyular tarafından düzensiz
düşünce dizilerinin içine doğru inşa edilmişlerdir (Brennan, 1991, s. 94).
Hobbes’un
düşüncelerin çağrışımı teorisi,
Aristoteles’in teorisindeki benzerlik ve zıtlık ilkelerini
kapsamaktadır. Ona göre ardıllık da
çağrışım dizilerinin temel ilkelerinden biriydi.
Ayrıca “kontrol altında olan” ve “serbest olan”
çağrışımlar arasında da bir ayrım
yapmaktaydı.
Britanya
klasik psikolojisinin kuruluşunu sağlayan ilk isimlerden biri de
şüphesiz John Locke’dur. Locke, İnsan
Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinde,
düşüncelerin çağrışımı üzerine bir bölüm ayırmıştır. Bu bölümde Locke,
öncelikle çağrışımın tasvirini vermektedir. Ona
göre:
“İdelerimizin
bir bölümü arasında doğal bir
karşılıklılık ve bağlantı vardır;
bunları özgül varlıklarına dayanan bu birlik ve
karşılıklılığa dek izleyerek birarada tutmak usumuzun görevi ve üstünlüğüdür.
Bunun dışında, idelerin, tümüyle ‘rastlantı ve
alışkanlığa’ bağlı başka bir
bağlantısı da vardır. Gerçekte hiç de yakın
olmayan ideler, kimi insanların zihinlerinde öylesine
birleşmiştir ki bunları ayırmak
olanaksızdır; bunlar herzaman yanyanadır ve birinin anlığa
gelişiyle birlikte eşi de ortaya çıkar; böyle birleşen
idelerin ikiden çok olması durumunda da bu dağılmaz
takım her zaman birlikte görünür.” ( Locke, 1996, s. 232-233)
Locke,
çağrışımla ilgili bir takım ilkeler ileri
sürmektedir. Bununla birlikte bu sürecin nasıl olduğu yolunda da
bir açıklama girişiminde bulunmaktadır. Ona göre
çağrışımlar deneyim içinde kurulurlar. Adı geçen
eserinde Locke şöyle yazıyor:
“İdelerin,
doğadan gelmeyen bu güçlü bileşimini zihin ya
istenciyle, ya da rastlantıyla kendi yapar;
bu yüzden de bu, değişik kimselerde, bunların değişik
eğilimlerine, eğitimlerine, ilgilerine vb. göre değişik
olur. Görenekler, anlıkta düşünmeye istençte karar verme ve
bedende davranış alışkanlıkları yapar; bunlar
canlılarda devinen katarlar biçimde yerleşmiş gibidir; bir
kez devime geçtiklerinde, alıştıkları
hızla, çok çiğnenerek düzelmiş ve üzerinde yürünmesi sanki
doğalmış gibi kolaylaşmış bir yoldaki gibi,
yürüyüşü sürdürürler. Biz düşünmekteyken, böylece ideler
zihnimizde üretilmiş görünür; böyle değilse bile bu, bedenin
böyle davranışlarını açıkladığı
gibi, idelerin, birkez yola girdikten sonra
alışılmış sıraya göre birbirini izlemesini
açıklamaya yarayabilir. Bir ezgiye alışmış olan
bir çalgıcı bunun bir kez zihninde başlamasının
arkasından, onun notalarının, idelerinin, hiçbir özen ve
dikkate gerek kalmadan ve düşünceleri başka yerlerde gezinirken,
parmaklarının başlamış ezgiyi
çaldığı aracın tuşları üzerindeki devimine
uygun düzenlilik içinde birbirini izlediğini görecektir. Bu idelerin
ve parmakların bu düzenli oyununun doğal nedeninin, onun canlılığının
doğal bir etkisi olup olmadığı üzerine, bu örnekte
bunun çok olası görünmesine karşın birşey
söylemeyeceğim.” (s. 233)
Locke,
ayrıca yine çağrışımlardan hareketle, bazı
şeylerin kişide benzer duygular uyandırmasını veya
bazı şeylerin kişi tarafından sevilememesini günümüzde
de geçerli olan bir takım tezlere benzer bir biçimde
savunmaktadır. Locke şöyle yazmaktadır;
“İnsanların
çoğunda, sanki doğalmış gibi güçlü işlediği
ve düzenli etkiler doğurduğu gözlemlenen duygudaşlık ve
sevemezliklerin çoğu, belki de haklı olarak buna yüklenebilir ve
bunlara böyle denmesinin sebebi budur; oysa bunların
başlangıçtaki nedeni çok güçlü bir ilk izlenimin ya da aşırı bir hoşgörü böyle
birleştirdiği iki idenin rastlantısal
bağlantısıdır; öyle ki sonradan bunlar, sanki bir tek
ideymiş gibi, bir kimsenin zihninde herzaman
birlikte bulunurlar. Sevemezliklerin hepsinin değil, bir bölümünün
böyle olduğunu söylüyorum; çünkü bunlardan bir bölümü gerçekten
doğal olup bizim özgün yapımızdan gelir ve bizimle birlikte
doğar; fakat doğal sayılanlardan büyük bölümünün dikkatli
gözlemlendiklerinde kaynakları anlaşılabilecek olan, belki
de erken yaşlarda önem verilmemiş izlenimler ya
da sebepsiz kuruntular olduğu görülür.” (s. 233-234)
Locke
böylece, düşüncelerin çağrışımının varlığını,
temelde doğuştan olmadığını ve diğer
psikolojik süreçlerde de etkili olabileceklerini ileri sürüyordu. Bununla
birlikte çağrışım üzerine geniş çaplı bir
tartışmaya girmiyordu.
Çağrışım
düşüncesinin ilerlemesinde Locke’dan sonraki
adım George Berkeley’e aittir. Berkeley, çağrışım
ilkelerinin açıklanmasına dolaylı olarak giriştiyse de,
kendi bu terimi hiç kullanmamıştır (Watson, 1963, s. 183).
Gerçekte Berkeley, çağrışıma yalnız
karmaşık ideaların
açıklanması için ele almıştı. Onun
çağrışım ilkesine göre, yalın duyusal idealar, karmaşık ideaları
biçimlemek için birleşirler. Yani karmaşık idealar, direkt olarak, yalın elemanlarına
ayrılabilirler. Ona göre karmaşık ideaların
temeli tek tek duyuların birbirine
eşlik etmesidir.
Berkeley’in
çağrışım ilkeleri algısal süreçte, çevrenin
bilgisinin edinilmesi için aktif durumdadır. Ona göre derinlik
algısı retinanın iki boyutlu görüşüne karşın,
bizim deneyimlerimizin ve algıladığımız nesneye
yaklaşıp uzaklaşmamızın sonucu olarak doğar.
Berkeley’e göre bir çağrışım, örneğin derinlik
algısının yapımında olduğu gibi, görsel
algıyla kimi deneyimlerimiz arasında biçimlenir ( Brennan, 1991,s. 97).
Berkeley
uzaklık algısının açıklanmasında da, idealar arasında “alışkısal ya da alışılmış bir
bağlantı” olduğunu ileri sürer. Ona göre gözlerin
aralarındaki açı vasıtasıyla algılanan duyumla
uzaklığın daha büyük ya da küçük
olması arasında zorunlu ya da
doğal bir bağlantı yoktur, ama bu iki tür idea arasında alışkısal ya da alışılmış bir
bağlantı gelişmiştir (Boring,
1950, s. 185).
Berkeley’e
göre, duyuların ardıllığı ideaların
kendiliğinden çağrışımının temelidir.
Ayrıca Berkeley benzerlik, nedensellik ve bir arada oluş
vasıtasıyla oluşan çağrışımlar
arasında ayrım yapmaktadır (Watson, 1963, s. 183). Böylece
Berkeley çağrışımların var olmasını
gerektiren üç koşulu, yani Aristoteles’ten sonra,
çağrışım ilkelerini de sıralamış
oluyordu.
Düşüncelerin
çağrışımı üzerinde açık olarak duran ilk isim
David Hume’dur. Hume, yalın ideaların
karmaşık ideaları biçimlendirmek
için, zihin içinde üç çağrışım yasasıyla uyumlu
olarak birleştiklerini ileri sürüyordu: benzerlik, zaman veya mekan
içinde ardıllık ve neden-sonuç ilişkisi (Hothersall,
1995, s. 65-66).
Hume’a göre, yalın idealar, aralarında kimi bağlantılar,
kimi çağrışımsal nitelikler olmadan, tek
başlarına karmaşık idealara
dönüşemezler.
Hume,
çağrışımı bir çekim, ya
da idealar arasındaki bir kuvvet olarak
görüyordu. Çağrışımsal nitelik onun için bir “hafif
kuvvet”tir (gentle force)
(Hume, 1964, s. 319;Boring,
1950, s.191; Lowry, 1971,s.28-29). Hume bu teorisiyle bir bakıma, Newton
fiziğini, insan zihnine uyguluyor ve maddeler arasındaki
ilişkiyi idealar arasında yeniden
buluyordu.
Hume,
tanımladığı çağrışım ilkeleri
içinde, nedenselliğe daha az bir önem atfetmektedir. Ona göre
nedensellik, diğer iki çağrışım biçimiyle
aynı düzeyde değildir. Nedensellik, benzerlik ve
ardıllık ilkelerinin özel birer durumuna indirgenebilir (Watson,
1963, s. 187).
Ayrıca,
Hume’a göre çağrışımsal
ilkeler zorunlu durumlardan değil, yalnız görgül
genellemelerden ibarettir (Jones, 1952, s.768).
Hobbes, Locke, Berkeley ve Hume, her ne kadar çağrışım
üzerinde duruyorlardıysa da, çağrışım ilkesi
onların felsefesinde yardımcı bir
kavramsallaştırma olarak görünmektedir. Aydınlanma
sonrasında, çağrışım ilkesinin felsefe
alanına bu yeniden girişi, yeniden inceleme konusu
yapılması, özellikle Britanya Görgücülüğünün etkisi
altındaki Adalı ve Kıtalı felsefecilerin,
çağrışım üzerinde daha bir önemle durmasının
yolunu açmıştır.
Söz
konusu felsefecilerden biri David Hartley’di. Hartley’in
teorisiyle birlikte, Britanya Görgücülüğü, Britanya
Çağrışımcılığına
evrimleşmiştir. Hartley büyük oranda
Newton metodolojisini zihin problemine uyguluyordu. Bu anlamda Hume’un temel bakışını kabul
ediyordu. Hartley, mekanistik
bir materyalizmle, duyumların moleküler sinir titreşimleriyle
ortaya çıktığını,
çağrışımında benzer bir titreşimin
doğrudan sonucu olduğunu ileri sürüyordu (Rosenthal
ve Yudin, 1980, s. 199).
Hartley,
çağrışımla ilgili tek ilke olarak bir arada oluşu
ileri sürüyordu. Bununla birlikte, iki çağrışım biçimi
tanımlıyordu. Bunlardan biri olan ardıl
çağrışım, duyuların zaman dizisi içindeki
ardıllığına, kendiliğinden (ya
da eş zamanlı) çağrışım ise, duyuların
bir arada ortaya çıkmasına bağlıydı.
Hartley için
çağrışım koşulu tekrardı. Duyular, idealar, hareketler veya titreşimler, “yeterli
zaman sayısı” ile çağrışımlanabilirlerdi
(Hartley, 1973, s.14; Boring,
1950, s.198).
Hartley, özellikle
çağdaşı olan Joseph Priestley’in
çağrışım düşüncesi üzerinde etkileyici
olmuştur. Priestley de kendi
çağrışım teorisini, tıpkı Hartley’de
olduğu gibi titreşim kavramıyla açıklama yolunu
seçmiştir.
Bu
dönemde İskoç okulu, Britanya
çağrışımcılığı üzerine bir etkinlik
kurmuştur. İskoç okulunun önemli bir temsilcisi Thomas Brown,
çağrışım yasalarıyla ilgilenmiştir. Brown
çağrışım yerine anımsatma (suggestion)
terimini kullanır. Ona göre bir idea
diğerini anımsatır, ancak aralarında maddesel bir
bağlantı sözkonusu değildir.
Brown, anımsatmanın üç yasası olarak, benzerlik,
zıtlık ve zaman-mekan yakınlığını ileri
sürer (Leahey, 1992,s. 125).
Bununla
birlikte, çeşitli durumlara bu üç yasanın uyarlanması yine Brown’nın tanımladığı ikincil
yasalar vasıtasıyla mümkündür. Bu yasalar, Brown tarafından,
orijinal duyuların göreli sürekliliği, göreli
canlılığı, göreli sıklığı, göreli
tazeliği, daha az alternatif çağrışımlarla
geçmişteki bir arada oluşu, bireylerin birincil yasaları
uyarlamasında ki yaradılıştan ileri gelen farklar,
aynı bireyde zamanın duygusal çeşitliliklerine göre
oluşan değişiklikler, bireyin durumundaki geçici
başkalaşmalar ve birincil yaşam
alışkanlıkları ve düşünceler olarak
sıralanmıştır (Murphy ve Kovack, 1972, s. 58; Watson, 1963, s.193).
Kuşkusuz
Britanya Görgücülerinin etkisi Britanya’yla sınırlı
kalmamıştır. Başta Locke olmak üzere Britanya
Görgücülerinin izinden giden, Kıta Avrupası’nda,
özellikle Fransa’da bir grup felsefeci belirdi.
Pierre Louis Moreau
de Maupertius, çağrışım ve
alışkanlık gibi görgücü terimlerle matematiksel ve
düzeneksel ilkelerdeki zorunlu bağlantının
açıklanabileceğini ileri sürüyordu (Copleston,
1989,s. 32). Bir ansiklopedist olan Etienne Bonnet de Condillac, düşüncelerin ancak bir işaret veya
sözcükle bağlandıkları zaman belirlilik
kazandığını ileri sürüyordu. Ona göre bir görgülenim bir işaret ya
da simgeyle bağlanmadığı sürece başka
düşüncelerle bir birleşme içine giremez, bu yüzden de dil, zihnin
karmaşık bileşiminin gelişimi içinde çok önemli bir
yere sahiptir.
Condillac
ayrıca, isteklerin ortaya çıkmasında da,
çağrışıma özel bir önem veriyordu. Ona göre, nahoş
bir durum yaşayan insan geçmişteki hoş bir durumu
anımsayacak olursa, o mutlu durumu yeniden kazanma gereksinimi
duyacaktır ve böylece ortaya istek çıkacaktır (Copreston, 1989, s.53). Burada
çağrışımın zıtlık ilkesi içinde ortaya
çıkması sözkonusudur.
19. Yüzyıl
Çağrışımcı Psikolojisi
Britanya
çağrışımcılığı, 19. yüzyıla
gelinirken, baba ve oğul Mill’ler ve Alexander Bain’nin etkisi
altına girdiği görülmektedir.
James
Mill’in görüşüne göre duyular idealara önderlik ediyordu.İdeaların
çağrışımına ayırdığı
klasikleşmiş bölümünde James Mill
şöyle yazıyordu:
“Düşünce
düşünceyi, idea ideayı
sürekli olarak takip eder. Eğer bizim duyularımız
uyanıksa, sürekli olarak gözden, kulaktan, dokunuştan vs. duyular
alırız; ama yalnız duyular değil. Duyulardan sonra idealar, biçimsel olarak alınmış olan
duyuların sürekli uyanıklığıdır; bu idealardan sonra diğer idealar;
ve tüm yaşamımız boyunca, duyular ve idealar
olarak adlandırılan bu iki bilinç durumu serileri
değişmez olarak sürer. Bir at görüyorum; bu bir duyudur.
Doğrudan doğruya onun binicisini düşünüyorum; bu bir ideadır. Binici ideası
bana onun ofisini düşündürüyor, o bir devlet bakanıdır; bu
başka bir ideadır. Devlet bakanı ideası bana devlet işlerini
düşündürüyor; ve ben bir politik idealar
dizisinin içine yönlendiriliyorum; akşam yemeği için
çağrıldığım zaman; bu yeni bir duyudur.” (Hothersall, 1995, s.70-71; Boring,
1950, s.223)
James
Mill’e göre çağrışımsal
hatlar iki yolla kurulabilir. Kimi duyumlar birlikte ya
da eş zamanlı olarak meydana gelir. Diğer duyumlarsa düzenli
olarak sıralı veya ardıl olarak oluşabilirler (Leahey,1992, s.144).
James
Mill çağrışım koşulu
olarak üç dayanıklılık kriteri tanımlar: süreklilik,
kesinlik ve basitlik. Mill, bunları gözlemsel
kriterler olarak koyar. Bunların dışındaysa iki
çağrışım koşulunun altını çizer:
canlılık ve sıklık (Boring,1950,
s. 224; Hothersall, 1995, s. 71). Ona göre, bu
iki koşul çağrışım
farklılıklarının temel nedeni olarak görülmelidir.
James
Mill için, çağrışımsal ilke
olarak bir arada oluş tektir. Bununla birlikte Mill,
etkin bir çağrışımsal bir ilke olarak benzerliği
reddeder.
James
Mill’in oğlu John Stuart
Mill, babasının ileri sürdüğü
“zihinsel bileşke” düşüncesinin karşısına
“zihinsel kimya” düşüncesiyle çıktı. Yani ona göre bütün,
parçaların aritmetik bir toplamından ibaret değildi. Tek tek yalın ideaların
bilgisi, karmaşık ideaların
bilgisini bize vermemektedir. Çağrışımsal
ilişkiler bu kimyasal yasa içinde ele alınmalıdır.
Çağrışım
yasalarının ele alınmasında John Stuart
Mill her ne kadar gençliğinde
babasının yolunu izlediyse de sonraları “sıklık”
ilkesini bağımsız bir yasa olarak tanıdı.
Çağrışımsal ilkeleri 1865’te benzerlik, birarada oluş, sıklık ve
ayrılmazlık olarak tanımlayarak, 1843’de
tanımlamış olduğu benzerlik, birarada
oluş ve şiddetin çağrışım ilkeleri
olduğu yolundaki kendi görüşünü de düzeltmiş oldu.
John
Stuart Mill’in
çağrışımcılığı saf psikolojik
olmayan mantıksal ve metafiziksel görüşün kapsamı içinde
ortaya çıkmıştır (Leahey, 1992,
s.146).
Britanya
çağrışımcılığının son
temsilcisi Alexander Bain
olarak kabul edilir. Bain
çağrışımcılık felsefesini sensorio-motor
fizyolojiyle, insan psikolojisine bir bütünlük kazandırmak için
birleştirmişti (Leahey, 1991, s. 49). Bain’in çağrışım teorisi temelde
iki yasaya dayanıyordu: bir arada oluş ve benzerlik. Bir arada
oluş yasası beraberindeki bir aradalığın
tekrarı, dikkat ve bireysel farklılık ilkeleriyle
ilişki içindeydi. Benzerlik ilkesini kullanırken Bain’in amacı, buluş ve zihinsel yaratımı
ifade eden “olumlu çağrışım” için psikolojik bir ölçüt
sağlamaktı.
Bain ayrıca bir
“bileşik çağrışım” dan sözetmektedir.
Onun görüşüne göre çağrışım, tüm
çağrışımsal faktörlerin işleminin bir sonucu
olarak ele alınmalıdır (Boring,
1950,s.239).
Bain’in
çalışmalarının ardından “Britanya
çağrışımcılığı” veya
“çağrışımcı psikolojisi” kapsamı altına
alınabilecek bir isimden söz etmek güçtür. Bununla birlikte,
Britanya’nın etkisi, Kıta Avrupası’nda
ve bu dönemde özellikle Almanya’da
karşılığını biraz farklılaşarak da
olsa bulmaktadır.
Bir
Alman olan Herbert Spencer,
bu dönemde “evrimci çağrışımcılık” olarak
isimlendirilen doktrinini geliştirmiştir. Spencer,
aynı cins terimler arasındaki
çağrışımların benzerlik ilkesine
dayandığını ileri sürüyordu. Bununla birlikte
çağrışımların deneyimler vasıtasıyla
kurulduğunu savunarak, birarada oluş
ilkesini de tamamen terketmiyordu. Ona göre,
çağrışımın iki koşulu, canlılık ve
tekrardı (Watson, 1963,s.293; Boring, 1950,
s. 241).
Spencer, sosyolojide olduğu
gibi psikolojide de teorisini biyolojinin kavramlarına
dayandırmaktadır. Özellikle, Darwin’in
evrim teorisinin etkisiyle Spencer,
çağrışımsal sürecin, türün gelişimi içinde,
kuşaklar arasında yığışımsal olarak
birikerek geliştiğini savunuyordu.
Spencer’in doktrini
ile birlikte, çağrışım düşüncesi klasik psikoloji
içindeki son aşamasına da ulaşmış bulunuyordu. Spencer’in ardından onun takipçisi olan Henry Lewes gibi felsefeciler geldiyse de,
çağrışım düşüncesinin gelişimine
yukarıda bakışları özetlenen, öncelleri kadar önemli
katkılarda bulunmadılar.
Sonuç
Çağrışım
düşüncesinin ilkçağ felsefecilerinde başlayıp,
Aydınlanma sonrası Avrupa felsefesinde devam eden klasik
psikoloji içindeki gelişimi, modern psikolojinin kuruluşunun
hemen öncesinde son aşamasına varmıştır.
Klasik
psikolojinin bu gelişimi, özde, modern psikolojinin ortaya
çıkışıyla ifade olunan niteliksel bir
sıçrayışın, niceliksel önceli olarak görülebilir.
Şüphesiz çağrışım düşüncesinin evrimi Spencer’la birlikte sona ermemektedir. Ancak
çağrışımın incelenmesi, modern psikolojinin
doğuşuyla birlikte, artık spekülatif felsefi olarak
değil “deneysel” olarak yapılmaktadır. Artık
çalışmalar Ebbinghaus, Pavlov gibi
araştırmacılar tarafından sürdürülmektedir. Felsefe,
elindeki bayrağı “deneysel psikolojiye” devretmiştir.
Kaynakça
Boring, E.G. (1950) A history of experimental psychology. New York: Appleton-Century-Crofts.
Brennan, J.F. (1991) History and systems of psychology.(3rd ed.) New Jersey: Prentice-Hall International.
Copleston, F. (1989)
Felsefe tarihi. Cilt 6-1. Aydınlanma. (Çeviren: Aziz
Yardımlı) İstanbul: İdea.
Drever, J. (1965) The historical background for national trends in psychology: on the non-existence of english associationism. Historical perspectives in psychology: readings’de. (ed.) V.S. Sexton, H. Misiak. Michigan: Brooks/Cole.
Drever, J. (1968) Some early associationists. Historical roots of contemporary psychology’de.(ed.) B.B. Wolman. New York: Harper and Row.
Hartley, D. (1973) Hartley’s theory of human mind. New York: Ams Press.
Hothersall, D. (1995)
History of psychology.
(3rd ed.) Ohio: Mc Graw- Hill.
Hume, D. (1964) The philosophical works. Volume 1. Darmstadt: Scientia Verlag Aalen.
Jones, W.T. (1952) A history of western philosophy. Volume 2. New
York: Harcourt, Brace and World.
Leahey, T.H. (1991) A history of modern psychology.
New Jersey: Prentice-Hall
International.
Leahey, T.H. (1992) A history of psychology: main currents in psychological thought. (3rd ed.) New Jersey: Prentice-Hall International.
Locke,
J. (1996) İnsan anlığı üzerine bir deneme. (Çeviren:
Vehbi Hacıkadiroğlu) İstanbul: Kabalcı.
Lowry, R. (1971) The evolution of psychological theory-1650 to the present.
Chicago: Atherton.
Murphy, G., Kovach,
J.K. (1972) Historical introduction
to modern psychology. (3rd ed.) New York: Harcourt, Brace Jovanovich.
Platon
(1995) Phaidon. (Çeviren: Ahmet Cevizci) Ankara: Gündoğan.
Rosenthal, M., Yudin, P. (1980) Materyalist felsefe sözlüğü.
(4.Baskı) (Çevirenler: Enver Aytekin, Aziz
Çalışlar) İstanbul: Sosyal.
Schultz, D. (1960) A history of modern psychology.
New York: Academic Press.
Sorabji, R. (1972) Aristotle on memory. London: Brown University Press.
Sullivan, J.J. (1977) Associationism: a historical review. International encyclopedia of psychiatry, pschology, psychoanalysis and neurology. Volume 2’de. (ed.) B.B. Wolman. New York: Aesculapius.
Taylor,
A.E. (1960) Plato, the man
and his work. (7th ed.) New York: Methuen.
Watson,
R.I. (1963) The great psychologists: from Aristotle to Freud. Philadephia: J.B. Lippincott.
Watson,
R.I. (1979) Basic writings
in the history of psychology. New York: Oxford University Press.
|
|