Türkiye’de Psikoloji
Tarihi Yazımı Üzerine
Sertan
Batur
Viyana
Üniversitesi, Avusturya
Dünyada ve Türkiye’de
Psikoloji Tarihi
Psikoloji
tarihi ve genel olarak teorik psikoloji Türkiye’de henüz bir araştırma
alanı olmaktan uzak bulunuyor. Konuyla ilgili çevirilerin sayısı ne yazık
ki bir elin parmaklarını geçmeyecek
kadar az. Üniversitelerin psikoloji bölümlerinde “psikoloji tarihi”
dersleri daha yeni yeni
yer bulmaya başladı. Bununla birlikte psikoloji felsefesine ilişkin pek bir
çalışma yapıldığını iddia etmek mümkün değil.
Teorik
psikolojiye gösterilen ilgi konusunda aslında Türkiye ile bir çok Avrupa
ülkesi arasında önemli bir fark bulunmuyor. Gerçi psikoloji tarihine
ilişkin dünya üzerindeki ilk çalışmaların yazımı aşağıda değinilecek
nedenlerle psikoloji tarihinin erken dönemlerine dayanır. Ama psikoloji
tarihinin bir alt-alan olarak kurumsallaşması ancak 20. yüzyılın ikinci
yarısında, özellikle de 1960’ların ortalarında mümkün olmuştur.
Psikoloji
tarihi historiyografyası
içinde sadece psikoloji tarihi için değil genel olarak bilim tarihi için de
geçerli olan iki dönem ayırt etmek mümkündür. Psikoloji tarihi yazımında
“eski” tarih diye adlandırılan birinci dönem 19. yüzyılın ortalarından
1950’li yılların ortalarına uzanır. Bu dönemin psikoloji tarihi
çalışmaları, diğer bilimler için de geçerli olduğu gibi alanın içindeki
eski araştırmacılar tarafından yürütülür. Bu araştırmacılar genellikle
artık bilimsel araştırma yapmayı bırakmış ve kendilerini çalışmış oldukları
alanın tarihine ilişkin çalışmalara vermişlerdir. Üstelik bu araştırmacılar
herhangi bir tarih formasyonuna sahip de değillerdir. “Eski” psikoloji
tarihi yazımının klasik çalışması şüphesiz E. G. Boring’in 1929’da yayınlattığı “History of Experimental Psychology” adlı eseridir. Boring’in çalışmasından da
görülebileceği gibi “eski” tarih yazımı, Thomas Leahey’in (1991, s. 34) terimiyle, “yukarıdan”
bir tarih yazımıdır. Eleştirel olmaktan çok, politik ve diplomatiktir. Temel
konusu “büyük” adamlar ve “büyük” olaylardır. Okunulabilir hikayeler
anlatır ve bunları başka tarihçilerden çok, halkın eğitimli tabakasına
sunar. Yani bir nevi “popüler tarih” anlayışını benimser.
Tarih
yazımında “yeni” dönem, psikoloji için ancak 1960’ların ortalarında
gelişebildi. Ancak tarih yazımına tümüyle bu yeni anlayışın egemen olduğunu
bugün bile söylemek mümkün değildir. Bu yeni dönemin başlıca özelliği
psikoloji tarihi yazımının bir uzmanlık alanı haline gelmesidir. Artık bu
araştırmalarda tarih formasyonu da önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemin
bir diğer özelliği de “eski” tarih anlayışı tarafından pek de dikkate değer
bulunmayan psikolojinin sosyal yapısının incelenmesidir. Burada kastedilen
sadece bilimsel topluluğun kendi iç örgütlenişi değil, aynı zamanda bu
topluluğun örgütlendiği toplumun da yaşayışıdır. Bu anlayış psikolojiyi
toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir takım “büyük adamların” yarattığı bir
bilim dalı olarak ele almamakta, onu içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel
bütün içinde tanımlamaya çalışmaktadır. Özellikle 1960’lardaki öğrenci
hareketinin ve sonrasında hızla gelişen eleştirel psikoloji akımlarının da
etkisiyle bugün modern tarih yazımı sıklıkla eleştirel ögeler barındırmaktadır.
Psikolojinin
kendi tarihine ilişkin genel ilgisizliğinin dayanak noktasını psikoloji
içindeki hakim paradigmanın belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Psikolojinin bir ‘doğa bilimi’ olduğu iddiası ve psikologların teorik değil
deneysel çalışmalarla ilgilenmesi gerektiği bütün dünyada bir çok psikolog
tarafından paylaşılan bir görüştür. Bu görüşe göre psikoloji tarihinin
araştırılması da psikologlara değil bilim tarihçilerine bırakılmalıdır.
Oysa
bu, psikolojinin kendine özgü bir takım özelliklerinden dolayı mümkün
değildir. Psikoloji tarihine yönelik ilgi salt bilim tarihi çerçevesinde
değerlendirilemez. Psikoloji tarihinin kendi tarihine bakıldığında
görülecek olan, bu konuyla ilgili çalışmaların psikolojinin bir takım
“kriz” dönemlerinde yoğunluk kazandığıdır. Örneklemek gerekirse: Psikoloji
19. yüzyıldan 20. yüzyıla girilirken bağımsız bir araştırma ve bilgi alanı
olarak komşu disiplinlerine karşı dayanabilmek ve kendi sınırlarını
belirlemek zorundaydı. Bu zorunluluk teorik psikoloji çalışmalarına olan
eğilimi güçlendirmişti. Aynı şekilde 20li
yıllar ve 30lu yılların
başında psikoloji, birbirleriyle yarış halinde çok sayıda okul ve anlayış
tarafından parçalanmak tehdidi altında bulunuyordu (Benetka, 2002, s. 12).
Yine psikolojinin “kriz”lerine dair bir diğer örnek de psikolojinin çevresel
nedenlerle yeniden yapılandırılmak ihtiyacında bulunduğu dönemlere
ilişkindir. Nazizm sonrası Almanyası
ve Avusturyası buna iyi
birer örnektir (Geuter,
1980).
Görüldüğü
üzere psikoloji tarihinin gündeme gelişi psikolojinin “kriz” dönemleriyle
bir paralellik taşımaktadır. Thomas Kuhn’un
(1976) terminolojisini metaforik
olarak kullanırsak, psikoloji tarihi “kriz” ve “devrim” dönemlerinde
gündeme gelirken, “olağan bilim” döneminde yadsınmaktadır.
Buradan
hareketle psikoloji tarihinin Türkiye’de neden genellikle gündem dışı
olduğuna dair fikir yürütmek mümkündür. Bir çok orta ve az gelişmişlikteki
ülkede de durum aynıdır: Bilimsel bilgi bu ülkelere büyük oranda dışarıdan
“ithal” edilmektedir ve yine Kuhn’un
kavramlarını kullanmak gerekirse ithal edilen “kriz”ler değil, genellikle
“ders kitapları” bilimidir. Bu nedenle “Krizler” ve “paradigma değişimleri”
çevre ülkelerde merkez ülkelerde yaptığı etkiyi yapmamakta ve bu ülkelerde
psikoloji çalışmaları sürekli ithal edilen bir “olağan bilim” durumunda
kalmaktadır.
Diğer
yandan psikoloji tarihi çalışmaları günümüzde çevre ülkelerde de önem
taşımaktadır. Bu ifadeyle yukarıda belirtilen, psikoloji tarihi
çalışmalarının yoğunluğunun psikolojinin “kriz”leri ile paralellik taşıdığı
iddiası arasında bir çelişki yoktur:
Birincisi
özellikle bilgi akışının hızlanmasıyla birlikte artık merkezlerdeki
“krizler” çevre ülkeler tarafından da çok daha şiddetli hissedilmekte,
modern tartışmalar eskiye oranla oldukça hızlı bir şekilde çevre ülkelere
dahil olabilmektedir. Üstelik kimi alanlarda çevre ülkelerden gelen
çalışmaların sayısı, hiç de merkez ülkelerdekilerden az değildir.
İkinci
olarak, çevre ülkeler de geçmişte, merkez ülkelerdeki paradigmaları
benimseyerek “kriz”leri savuşturamamış, belki bir miktar geciktirmiş, ancak
bu paradigmaların kendi ülkelerindeki sağlamalarının yapılmasında hep bir
takım sorunlarla karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda “daha ulusal” psikoloji
geleneklerinin gündeme gelmesi sözkonusudur.
Bugün kimi Arap ülkelerinde İslam ile psikolojinin bütünleştirilmelerine
yönelik bir eğilim görünmektedir (bak. Abou-Hatab,
1997). Bugün özellikle kültürler-arasılık boyutunda psikolojinin yeni bir
“kriz”inden sözedildiğini
duymak şaşırtıcı değildir. Bu “kriz” artık merkez ülkelerin sınırlarını
aşan genel bir “kriz” olarak değerlendirilmelidir. Psikoloji tarihi bilgisi
de bu “kriz”in hangi yolla aşılacağına ilişkin ipuçlarını elinde
bulundurmaktadır.
Psikoloji Tarihi
Yazımının Önemi
Psikoloji
tarihi çalışmasının neden önemli olduğuna ilişkin daha bir çok görüş ileri
sürmek mümkündür. Öncelikle bilimsel araştırmanın devamlılığına ilişkin
vurgu önemlidir. Psikolojinin metodolojik ve paradigmatik sürekliliğini ve kopuntularını,
temel kriz dönemlerini ve bu krizlerin aşılma yöntemlerini psikoloji tarihi
bilgisi ile yerli yerine oturtmak mümkün olmaktadır.
Ancak
eleştirel psikoloji adına vurgulanması gereken daha önemli bir nokta,
psikoloji tarihinin psikoloji felsefesi ile ilişkisidir. Burada söz konusu
olan yalnız psikolojinin metodolojik tercihleri değil, aynı zamanda “genel
dünya görüşündeki” değişimlerdir de. Psikoloji batı ülkelerinde daha İkinci
Dünya Savaşı öncesinde, salt akademik bir araştırma alanı olmaktan çıkarak
toplumsal yaşamda da yaygın olarak karşılık bulmaya başladı. Ancak bu süreç
özellikle savaş sonrası dönemde büyük bir ivme kazandı. Psikolojinin bu
gelişimini Lucien Goldmann’ın (1998) bu döneme
ilişkin bakış açısı ile karşılaştırmak mümkündür. Goldmann’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Avrupa kapitalizmi bir “bunalım kapitalizmi” olmaktan çıkarak bir
“düzenleme kapitalizmi” haline evrilmiştir.
Bu dönüşüm sırasında daha önceleri felsefenin tuttuğu ideolojik yeri
toplumsal bilimler tutmaya başlamıştır ve bu toplumsal bilimler “düzenleme
kapitalizminin” kurucu bir ögesi
durumuna dönüşmüştür. Nitekim psikolojinin tarihine bakıldığında yalnız
pratik uygulamaları bakımından değil, genel paradigmaları bakımından da
ideolojik etkileşimlerinin kuvvetli olduğu görünmektedir. Vurgulanması
gereken nokta çok temel felsefi tutumda psikolojinin kendi iç „bilimsel“ dinamiklerinden
daha çok, dış toplumsal ve tarihsel dinamiklere bağlı kaldığıdır. Psikoloji
tarihi çalışması bu etkileşimi gözler önüne sermesi itibarı ile, yalnız
psikolojinin ideolojik karakterini deşifre etmenin ötesinde, psikolojinin
modern kapitalist toplum içindeki kurucu rolünün görülmesini de
destekleyecektir.
Türkiye’de Psikoloji
Tarihi ve Bazı “Hatalar”
Bu
noktada, bu makalenin amacını ve sınırlarını fazlasıyla aşacak bu
tartışmayı bir yana bırakıp, Türkiye’de psikoloji tarihi çalışmalarının
bugününe gözatmakta
fayda var. Türkiye’de psikolojinin tarihine ilişkin henüz kapsamlı bir
çalışma yayınlanmamıştır, ancak bazen uluslararası bir derlemede ya da bir dergide konuyla
ilgili birşeyler yazmak
gerekmektedir. Bu türden yazıların derinlikli araştırmalardan çok, basit
tanıtıcı yazılar olmaları genel özellikleridir ve bilimsel “efsaneler” ve
“söylentiler” şu ya da
bu nedenle bu yazılar içinde kolayca yer bulabilmektedir. Üstelik her yeni
çalışma kendinden önce yazılmış aynı türden bir çalışmayı kaynak
gösterdiğinden bu efsaneler ve söylentiler yeni çalışmalarda da kendini
yeniden üretmektedir. Bu çalışmaların ortak yanı “eski” tarih yazımı adı
verilen yöntemin hakimiyetidir. Öyle ki Türkiye’de psikolojinin tarihi
neredeyse yeni bir anlayışla tümüyle yeni baştan bir kurguyu
gerektirmektedir. Aşağıda bu tarz çalışmalarda Türkiye’de psikolojinin
tarihinin yazımı sırasında sıklıkla tekrarlanan hataların en göze
çarpanları açıklanmıştır.
a) Türkiye’de
Psikolojinin Başlangıcı ve İlk Psikoloji Yayınları
Türkiye’de
psikolojinin başlangıcına ilişkin “resmi tarih” anlayışı Dr. Georg Anschütz’ün 1915 yılında Almanya’nın ünlü
“eğitim yardımı” programı kapsamında Darülfünun’a gelişini esas almaktadır.
Almanya’nın Osmanlı’daki Fransız etkisini kırmak ve özellikle aydınlar
içinde bir “nüfuz alanı” yaratmak amacıyla Darülfünun’a yardım için ilk
partide gönderdiği 15 öğretim üyesi arasında Hamburg Üniversitesinin
asistanlarından Georg Anschütz de bulunmaktadır. Anschütz
kimi kaynaklarda “profesör” olarak anılmaktadır, ancak bu, Fransızca
kaynaklı bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Nitekim 1886 doğumlu Anschütz İstanbul’a
geldiğinde sadece 29 yaşındadır. Diğer yandan Çiğdem Kağıtçıbaşı (1994) Anschütz’ün geldiği yıl olan 1915’de ilk psikoloji kitabının da
yayınlandığını ileri sürmektedir.
Türkiye’de
psikolojinin başlangıcının Anschütz’ün
İstanbul’a gelişi olarak kabul edilmesi gerektiği iddiası, aslında
Türkiye’de bugün psikoloji dünyasına egemen olan paradigmadan doğmaktadır:
Bu anlayışa göre psikoloji deneysel psikoloji ile eşitlenmekte, deneysel
olmayan psikoloji tümüyle tartışma dışı bırakılmaktadır. Anschütz’ün İstanbul’a gelişi
gerçekten de batılı anlamda bir deneysel psikolojinin Türkiye’ye girişi
olarak kabul edilebilir. En azından Anschütz’ün
çabası “ilk girişim” olarak değerlendirilebilir. Sonuçta Anschütz savaş koşullarında
öğrenci yokluğundan dolayı1
sadece
kurduğu darülmesaide faaliyet göstermiş, geride
bir tek makale (Anschütz, 1916) dışında hiçbirşey bırakmadan, kontratı devam ettiği halde,
1918’de Mondros Antlaşması gereği İstanbul’dan ayrılmış ve Nazizm döneminde
Gustav Deuchler’le
birlikte meslek hayatının en parlak günlerini yaşayacağı Almanya’ya
dönmüştür. Bu nedenle Anschütz’ün İstanbul’daki
faaliyeti deneysel psikolojinin ve bir deneysel psikoloji laboratuarının
Türkiye’ye ilk girişi olarak kabul edilebilirse de Türkiye’de psikolojinin
“kuruluşu” olarak değerlendirililebilir nitelikte
değildir.
Bununla
birlikte genel olarak psikolojinin ülkeye girişi çok daha öncelere dayanır.
Üniversitede psikolojiyle ilgili bilinen ilk ders Aziz Efendinin
Darülfünun-i Osmani’nin
1869’daki açılışından önce Ramazan ayını değerlendirmek amacıyla halka açık
olarak düzenlenen gece konferasları
arasında verdiği “Emcazi
Ekalim” dersidir
(Yıldırım, 1998, s. 94). 1908 Devriminden sonra da Babanzade Naim
Bey’in İlm-un Nefs adıyla biraz teoloji
ağırlıklı psikoloji dersleri verdiği bilinmektedir (Özbaydar, 1973, s. 219).
Psikolojiye ilişkin ilk yayının
tarihi ise belli değildir. Açık olan bir şey varsa bu da bu ilk yayının 1915’den çok daha önce
yapılmış olduğudur. Sami Kayral (1953) 1915 yılından önceye ait 11’i çeviri
29 eser, Nuri Bilgin (1988)2de 9’u çeviri 27 eser
saymaktadır. Bu eserlerin en eskisi Yusuf Kemal’in 1876’da yayınlanan
“Gayet-ül Beyan Fi
Hakikat-ül-İnsan Yahut İlm-i Ahval-i Ruh” adlı
eseridir. Yabancı dilden yapılan ilk çeviri ise 1907’de Mısır’da yayınlanan
Le Bon’un ünlü Psychologie des Foules
eserinin Abdullah Cevdet tarafından yapılmış “Ruh-ül Akvam” başlıklı bir çevirisidir. Bununla
birlikte eski yazıyla hazırlanmış psikoloji ile ilgili yayınlara yönelik
geniş kapsamlı bir araştırma yapılmadığından, psikolojiyle ilgili daha eski
bir çalışma olup olmadığı bilinmemektedir.
b) Adhémar Gelb
ve Wilhelm Peters
Dünya Savaşının kaybedilmesinden
sonra Anschütz
Almanya’ya dönmüş ve psikoloji derslerini devam ettirmek sonraki dönemde
Mustafa Şekip Tunç ve
Ali Haydar Taner’in görevi olmuştur. Ali Haydar Taner aslında bir
pedagogdur, ama 1924’e
kadar Darülfünun’da kalmış ve “deneysel psikoloji” dersi vermiştir. Mustafa
Şekip Tunç’sa felsefe
bölümü içinde psikoloji derslerine devam etmiş ve Bergsoncu bir psikoloji anlayışını
gelenekselleştirmeye çalışmıştır.
1933 yılı hem Almanya’daki hem de
Türkiye’deki öğretim üyeleri için önemli bir yıl olmuştur. Almanya’da
iktidara gelen nazi
partisi Yahudi kökenli veya Yahudilerle evli olan devlet memurlarını
görevlerinden uzaklaştırmış, böylece bir çok öğretim üyesi üniversitedeki
görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de ise aynı yıl içinde
yapılan Üniversite Reformu ile İstanbul Darülfünun’u kapatılmış ve yerine
İstanbul Üniversitesi’nin açılışı yapılmıştır.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit
Galib’in (1933, s. 315)
açıklamasına göre yeni üniversitede görev alacak öğretim görevlileri üçe
ayrılıyordu: Eski Darülfünün
hocalarından olup görevlerinden alınmayanlar, yurtdışına eğitim için
gönderilmiş olan gençler ve yabancı öğretim üyeleri.
Yabancı öğretim üyelerinin
getirilmesine aracı olan kişi, daha önce Darülfünun’u inceleyerek reformun
gereklerini bir raporla bildirmesi istenen İsviçreli Albert Malche’dı.
Malche, Zürih’te doktor Philipp Schwartz’ın yönetimi altındaki “Yurtdışındaki
Alman Öğretim Üyeleri Dayanışma Birliği” (Notgemeinschaft deutscher
Wissenschaftler im Ausland) ile temasa
geçti. Schwartz’ın iki
kez Ankara’yı ziyareti sonrasında Türkiye’ye gelecek öğretim üyeleri
belirlendi.3
Türkiye’ye gelecek ilk öğretim
üyeleri arasında psikolog yoktu. Daha sonra Adhémar Gelb’in
davet edilmesi kararlaştırıldı. Sibel Arkonaç (1995) “Almanya’dan kaçmış olan Gelb’in” daveti kabul
ettiğini ileri sürmektedir. Bu iddia Arkonaç’ın
çalışmasında hiçbir kaynağa dayandırılmamıştır. Gelb’in daveti kabul edip etmediği
bilinmemektedir. Bununla birlikte bilinen bir şey varsa, bu da, Gelb’in görevinden alındıktan
sonra Almanya’dan “kaçmayan” az sayıda öğretim üyesinden biri olduğudur. Gelb 1935’e kadar Almanya’da
kalmış, sonra İsveç’in Lund
Üniversitesi’nden aldığı misafir profesörlüğü kabul ederek oraya gitmiş,
ancak sağlığı bozulduğu için kısa süre sonra Almanya’ya dönmüş ve orada
ölmüştür (Benetka, 1997, s. 66).
Gelb’in ölümü üzerine bu kez Wilhelm Peters davet edilmiş ve bu daveti kabul eden Peters 15 Ocak 1937’de İstanbul’a gelmiş ve yeni
kurulan “Pedagoji Enstitüsü”nün yöneticiliğini üstlenmiştir. Peters’le ilgili sıkça tekrarlanan bir
hata, kendisinin Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye geldiği yolundadır. Oysa Peters Almanya’dan ayrıldıktan sonra İngiltere’ye
gitmiş, Londra’da East London Child Guidance Clinic’te çalışmaya başlamış ve
Türkiye’nin daveti üzerine buradaki görevinden ayrılarak İstanbul’a
gelmiştir.
c) Mümtaz Turhan’ın Almanya’daki
Eğitimi
Türkiye psikoloji tarihinin en
ilginç isimlerinden biri de Wilhelm
Peters’in asistanı
olarak yeni kurulan Pedagoji Enstitüsü’ne atanan Mümtaz Turhan’dır. Turhan
1928’de devlet bursuyla Almanya’ya gönderilmiş, Giessen, Frankfurt ve Berlin üniversitelerinde
okuduktan sonra, 1935’de
Frankfurt’ta psikoloji doktorasını tamamlayarak Türkiye’ye dönmüş ve
1936’da Pedagoji Enstitüsü’ne asistan olarak atanmıştır. Turhan’ın
çevresinde dolaşan bir “efsane” kendisinin gestalt psikolojisinin kurucusu Max Wertheimer’in öğrencisi olduğu ve tezini Wertheimer’in danışmanlığı
altında yazdığıdır. Bu hata yalnız Arkonaç’ın
yukarıda bahsedilen çalışmasında değil, Peters’in de içinde olduğu bir komisyonun Turhan
için dekanlığa verdiği bir referans mektubunda da geçmektedir. Oysa Wertheimer Turhan’ın Frankfurt’a geçtiği 1933 yılında
görevinden uzaklaştırılmış ve kısa süre içinde ABD’ye iltica etmiştir. Bu
koşullar altında Turhan’ın tezini Wertheimer’in
danışmanlığında yazmış olması mümkün değildir. Bununla birlikte Turhan’ın gestalt psikolojisinden
etkilendiği açıktır. Daha önceki Frankfurt oturumunda Wertheimer’le tanışmış ve hatta derslerini takip
etmiş olması da olasıdır. Bununla birlikte tezini muhtemelen Wertheimer’in görevine
getirilen Privatdozent
Dr. Wolfgang Metzger’e
vermiştir.
d) Wilhelm Peters’in
Almanya’ya “Dönüş”ü
Wilhelm Peters İstanbul
Üniversitesi’ndeki faaliyetine 1952 yılına kadar devam etmiştir. Bununla
birlikte 1948’den itibaren Peters’in
sözleşmelerinin uzatılması sürekli bir tartışma konusu haline gelmiştir.
İddialara göre Peters Türkçe
öğrenmek ya da Türk öğrenciler için ders
kitabı yazmak gibi gerekleri yerine getirmediğinden sözleşme maddelerine
aykırı davranmaktadır. Bununla birlikte 1948den
başlayarak Peters’in
sözleşmesi bir kez 2 yıllık, 3 kez de bir yıllık olarak uzatıldı. Bu
uzatmalarda genellikle sözleşme maddeleri değişmeden kalmaktaydı. Ancak
1951 sözleşmesinde değiştirilen bir madde Peters’in
İstanbul’da geçirdiği 15 yılın üstüne emekli olamadan 72 yaşında Almanya’ya
dönüşüne yol açmıştır. Bu madde önceki sözleşmelerde, Peters’in hastalık
halinde 6 aylık bir ücretli izne hakkı olduğunu bildirmekteydi. 1951 yılındaki
kontratta bu madde bu hakkın ancak Peters
“Türkiye’de” hasta olduğu taktirde geçerli olacağına dair değiştirilmiştir.
Bu madde gerekçe gösterilerek Peters,
16.08.1952’de tarihinde Frankfurt Üniversite Kliniğinde geçirdiği prostat
ameliyatı sonrasında ücretsiz izinsiz sayılmış, Peters de bunu
sözleşmeye aykırı bularak istifa etmiştir. Bundan sonra Peters Würzburg’a taşınmış ve emekli profesör
olarak (Emeritus) çalışmaya orada devam etmiştir.
Peters’in dönüş öyküsünün ayrıntıları
genellikle pek de telaffuz edilmemiş, ancak Peters’in
“Almanya’ya dönmesi”nden sıklıkla bahsedilmiştir. Oysa 1950’li yıllar
Türkiye’de hayatın her alanında olduğu gibi üniversitelerde de önemli
değişimleri getirmiş, özellikle Fullbright
burslarının da etkisiyle bu tarihten sonra akademik psikoloji dünyasında,
Avrupa deneyselciliğinin yerine Amerikan işlevselciliğinin egemenliği
başlamıştır. Peters’in dönüşü
tam da bu dönüşümlerin biraz öncesine denk gelmiştir ve bu sınırlar içinde
anlamlıdır.
Bu tezi destekleyecek bir diğer
kanıt, reformun ilk yıllarında yabancı öğretim üyelerine her türlü kolaylık
gösterilirken Peters’in
15 yıl sonra bu kadar kolay bir şekilde “gözden çıkarılması”dır.
Sonuç Yerine: Psikoloji Tarihi
Araştırmasında Başvurulması Gereken Kaynaklar
Yukarıda da ifade edildiği gibi,
“eski” anlayışla kaleme alınmış kısa tanıtıcı yazıların dışında bir
uzmanlık alanı olarak psikoloji tarihi araştırması Türkiye için oldukça
yenidir. Bugüne kadar konuyla ilgili yazılan makaleler, genel bir çerçeve
sunmakla birlikte yanıltıcı bilgiler verebilmektedirler. Peki bir psikoloji
arşivinin tutulmadığı, psikologları bir araya getiren bir kuruluşun ancak
geç bir dönemde kurulabildiği bir ülkede psikoloji tarihi araştırmaları
hangi kaynaklar üzerinden yürütülebilir?
Şüphesiz ilk başvurulacak
kaynaklardan bir tanesi araştırılan dönemin yayınları, yani birincil
kaynaklardır. Bu yayınlar yapılan çalışmaların içeriği ve niteliği hakkında
oldukça kapsamlı bilgi vermekle birlikte, araştırmaların nasıl yapıldığı, ya da araştırmaların sosyal
organizasyonlarının nasıl olduğu hakkında bazen fikir bile vermekte zayıf
kalmaktadırlar. Nitekim burada başvurulması gereken bir kaynak, araştırılan
dönemde psikoloji bölümünde hazırlanmış olan bitirme tezleridir. Bu
tezlerde, genellikle bir deneysel çalışmanın bir bölümü yapılmaktadır. Bu
çalışmaların genel toplamından çıkacak istatistiksel sonuçlar, ele alınan
dönemin hem temel araştırma konularının ve genel paradigmalarının
saptanmasında, hem de araştırmaların sosyal organizasyonlarının
anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
Yine işe yarar bir diğer kaynak
kitaplık kataloglarıdır. Kısıtlı ekonomik koşullar altında psikoloji
enstitüleri yurt dışında çıkan “her yayını” satın almak yerine, sadece
“önemli görünen” yayınları satın almayı tercih etmişlerdir. Bu yayınların
listesi ve içeriklerinin bilinmesi, araştırılan dönemde hangi yurtdışı
çalışmalardan etkilenildiğini, hangi paradigmanın hakim olduğunu anlamakta
faydalı olacaktır.
Bunların dışında en önemli
kaynaklar bürokratik kayıtlardır. Her öğretim üyesinin üniversitede bir
“özlük dosyası” tutulmaktadır. Bu dosya öğretim üyesiyle üniversite
yönetimi arasındaki tüm yazışmaları ya
da yazışmaların kopyalarını kapsamaktadır. Üstelik ayrıntılı bir kronolojik
bilgi barındırmakta, dönemin idari sorunlarının anlaşılmasında canlı
tanıkların ifadelerinden, çok daha güvenilir bir kaynak sağlamaktadır.
Satın alınan deney aletlerinin listesi için ayniyat kayıtları, yabancı
öğretim üyelerinin statüsü için diğer devlet kurumları tarafından tutulmuş
olan dosyalar da, yayınlanmamış ama zengin bir kaynak teşkil etmektedir. Bu
kaynakların kullanımında karşılaşılacak bir sorun, henüz bilimsel tarihçe
çalışmaları yeterince gelişmediğinden, sözkonusu dosyaları tutan kurumların bu tarz
çalışmalara pek de alışkın olmamalarından kaynaklı bir takım zorlukların
çıkabilmesi olasılığıdır. Bu sorun ancak bu tarz çalışmaların sıklaşması ve
yaygınlaşması ile aşılabilecek bir sorun olarak görünmektedir. Psikoloji
tarihi çalışmaları sistematikleştikçe ve akademik olarak yaygınlaşmaya
başladıkça bu tarz sorunlar da muhtemelen asgari seviyeye inecektir.
Birincil kaynakların kullanılması
sadece kısa tanıtıcı yazıların yeniden ürettiği “efsane”lerin tarih
yazımından uzaklaştırılmasını değil, aynı zamanda bu “efsane”lerin
oluşumunda etkili olan kaynakların açıklamalarının yapılmasını da olası
kılacaktır. Yukarıda sayılan örnekleri ele alırsak: Anschütz’ün Türkiye’de psikolojinin “kurucusu”
olarak anılmasında psikolojiyi “deneysel psikoloji”ye indirgeyen felsefi
tutumun, Mümtaz Turhan’ın eğitimiyle ilgili “abartılı” ifadelerin arkasında
Turhan’ın politik kimliğinin, Gelb’in
ya da Peters’in “sığınmacılık”larının ifade
edilmesinde, ya da Peters’in dönüşüyle ilgili
öykünün anılmamasında kimi ideolojik tutumların etkisi hissedilmektedir. Birincil
kaynakların kullanılması bu tarzda bilgilerin yorumlanmasında en önemli ve
güvenilir dayanak noktasını oluşturmaktadır. Sonuçta bilim tarihi
araştırması, tarihin bir “yeniden yapılandırılması”nı gerektirmektedir ve
bu yeniden yapılandırmalar yeterli kaynak olmadığı koşullarda gerçekten
oldukça farklı, yanılsatıcı yapılandırmalar olma riskini fazlasıyla
taşımaktadır.
Kaynakça
a. Kitap ve Makaleler
Abou-Hatab, F.
(1997): Psychology from Egyptian, Arab, and Islamic Perspectives Unfulfilled Hopes and Hopeful Fulfillment, European Psychologist, 2, No.
4, 356-365.
Anschütz, G. (1916): İnsanların Ahval-i Ruhiyeleri Arasındaki Ferdi Farklar
Hakkında Tetkikler, Darülfünun
Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Cilt 1, No. 5, 475-480.
Arkonaç, S. (1995): İstanbul Üniversitesi Psikoloji
Bölümü 80. Yıl, Türk Psikoloji Bülteni,
Cilt 2, 91-95.
Benetka, G. (1997): „Im Gefolge der Katastrophe...“ Psychologie im Nationalsozialismus, Paul Mecheril ve Thomas Teo (Haz.), Psychologie und Rassismus
içinde, 1997, Hamburg, S. 42-72.
Benetka, G. (2002): Denkstile der Psychologie, Viyana.
Bilgin, N. (1988): Başlangıcından
Günümüze Türk Psikoloji Bibliyografyası, İzmir.
Boring, E. G. (1950): History of experimental psychology, New
York.
Galip, R. (1933): Milli Eğitim
Bakanı Sayın Reşit Galib’in
Demeci, In: Hirş, E. (Haz.) Dünya
Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitenin Gelişmesi Cilt 1. İçinde, 1950,
İstanbul, S. 310-319.
Geuter, U. (1980): Insitutionelle und professionelle Schranken der Nachkriegsauseinandersetzungen über die Psychologie im Nationalsozialismus. Psychologie und Gesellschaftskritik, 4, No: 13-14, 5-39.
Goldmann, L. (1998): İnsan Bilimleri ve Felsefe, İstanbul.
Kağıtçıbaşı, Ç. (1994): Psychology in Turkey, International Journal of Psychology, 29(6), 729-738.
Kayral, S. (1953): Türkçe
Psikoloji Eserleri Bibliyografyası, İstanbul.
Kuhn, Th. (1976):
Die Struktur wissenschaftlicher Revolutionen,
Frankfurt.
Leahey, Th. (1991):
A History of Modern Psychology, New
Jersey.
Orhonlu, C. (1973): Edebiyat Fakültesinin Kuruluşu ve
Gelişmesi (1901-1933) Hakkında Bazı Düşünceler. Cumhuriyetin 50. Yılına
Armağan içinde, İstanbul, 1973, S.57-70.
Özbaydar, S. (1973): Cumhuriyetin İlk 50 yılında
Türkiye’de Psikoloji. Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan içinde, İstanbul,
1973, S.219-222.
Yıldırım, A. (1998): Türk
Üniversite Tarihi, Ankara.
Widmann, H. (1973): Exil und Bildungshilfe. Die deutschsprachige akademische Emigration in die Türkei nach 1933, Bern/Frankfurt.
b. Kişisel Dosyalar
Wilhelm Peters,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki Özlük Dosyası
Notlar
1. Erkek öğrencilerin çok büyük bir bölümünün silah
altına alınmasından dolayı 1915-16 öğretim yılında sadece dört, 1918-19
öğretim yılında sadece 5 öğrenci felsefe bölümünü bitirmişti. 1916-17 ve
1917-18 öğretim yılları boyunca ise kimse Edebiyat Fakültesinden mezun
olamamıştı. (Bak. Orhonlu,
1973, s. 63)
2. Bu kaynaktan beni haberdar eden ve kitabın elime geçmesini sağlayan sayın Doç.
Dr. Melek Göregenli’ye
teşekkürler
3. Görevlendirmelerin ayrıntılı hikayesi için bak. Widmann, H. (1973).
Kaynak:
Batur, S. (2003). Türkiye’de
Psikoloji Tarihi Yazımı Üzerine, Toplum
ve Bilim, 98, 255-264.
|