İdeoloji
Eleştirisi Olarak Psikoloji Tarihi
Sertan
Batur
Bu
çalışma aslında bir araya getirilmesi güç olan isimleri bir
araya getiriyor. Ancak bu bir araya getiriş bir yandan bir takım
paralelliklere parmak basmayı, bir yandan da toplumsal
eleştirinin psikoloji eleştirisiyle kesiştiği
noktaları keşfetmeyi amaçlıyor. Psikolojinin her türlü
eleştirisi, psikolojinin ne olduğu sorusuyla başlar. Böylesi
bir sorunun mutlak doğru bir yanıtı olduğunu ileri
sürmek, belirli bir bilim felsefesini ve / veya epistemolojiyi
mutlaklaştırmak anlamına gelecektir. Şurası
muhakkak ki, bu soruya verilecek yanıtlar hangi noktada
durulduğuna göre çeşitlilik gösterecektir ve her bir yanıt,
bir diğer taraftan bakıldığında temel aksiyomları
bakımından yadsınacaktır. Bu yüzden bu
çalışma hem tamamlanmış bir araştırmanın
sonucu olmaması itibariyle, hem de psikoloji eleştirisinden bir
eleştirel psikolojiye giden yolu bulma çabasına katkı olma
düşüncesiyle, eleştirel, ama bir o kadar da bilimsel açıdan
üretken bir tarzı benimsemeye çalışıyor.
Hareket
noktamız öncelikle bilimin gerçeklik olmadığı,
gerçekliğin bir kurgusu olduğu düşüncesi. Bu
çalışma da bugüne kadar kullanılan yanıltıcı
terimlerle geleneksel ya da egemen, daha doğru bir ifadeyle burjuva
psikolojisinin kendi alanıyla ilgili yaptığı kurgunun
yerine yeni bir kurguyu koymayı deniyor. Bu anlamıyla
psikolojinin eleştirisini, psikologların eleştirisi
anlamında revizyonist eleştiri anlayışının
daha da ötesine taşıyarak, psikolojinin temellerine yöneliyor.
Friedrich
Engels’in Doğanın Diyalektiği çalışması, uzun
süre, en azından “doğu”da Marksistlerin bilim
anlayışı üzerinde etkili oldu. Bu eser Sovyet psikolojisinin
ilk döneminde doğa bilimsel bir
psikoloji anlayışının temel nedeni olarak görülebilir.
Ancak hem doğayı hem de toplumu kapsayacak bir ontolojinin bugün
için ne kadar işlevsel olduğu sorulmaya değer. Bu ontolojik
arayış Batı Marksizmi adıyla bilinen Avrupalı Marx
yorumcuları arasında karşılık bulmadı.
Batı Marksizmi’nin psikolojiye yaklaşımında beliren
insan bilimsel eğilimi de buna dayandırmak mümkündür. Ancak
doğa ve topluma ortak bir ontoloji arama çabasına karşı
çıkış 20. yüzyılda yalnızca Marksistlere özgü bir
tutum değildir.
Hegelci
okulun son dönem temsilcilerinden Alexander Kojeve, “doğa diyalektik
değildir” diyordu örneğin. Nitekim doğanın belirleyen
özelliği tarihsiz oluşudur. Oysa diyalektik olan, devinen
tarihtir. Buradan hareketle Kojeve ikili bir varlık
anlayışına ulaşır. Değişmeden
kalanı ifade eden doğal varlık ve oluşu
olgusallığın reddiyle karakterize olan tarihsel varlık.
Dilthey’in
deyimiyle “doğa insana yabancıdır” ve Vico’nun
söylediği gibi, insan ancak kendi yarattığını
bilebilir: kendi tarihini. Bu noktada psikolojinin nesnesinin hangisi
olduğu sorusuyla karşı karşıyayız. Döngüsel
bir hareket içinde özünde değişmeden kalan doğal varlık
mı, yoksa oluşu bir olumsuzlama olan tarihsel varlık
mı? 20. yüzyılın başlarında bu soruyu William
Stern şöyle sormuştu: Özne psikolojisi mi, yoksa öznesiz
psikoloji mi?
Soru
basit bir yanıtla karşılanamayacak kadar karmaşık.
En azından bütün bir psikoloji tarihinin bu soru çevresinde
döndüğü düşünülürse bu durum daha da belirginlik
kazanacaktır. Tercihlerden birini seçmek bizi epistemolojik
engellerimizden kurtaracak gibi görünmüyor.
Öyleyse
biraz daha geriden dolanıp, psikolojinin özne bilimi mi, yoksa öznesiz
bir bilim mi olduğu sorusunu bir yana bırakıp,
psikolojinin bir bilim olup
olmadığını soralım.
Althusser’e
göre her bilimin kendi tarih öncesinde bir ideoloji bulunur.
İdeolojiden bilime giden yolda belirleyici olan, epistemolojik
engelleri kaldıracak olan bir kopuntudur. Bu kopuntu sorunsalı
tümüyle değiştirir ve ortaya yeni bir sorunsal koyar. Bir
ifadeyle gerçekliğe yeni bir kurgu sunar. Öyleyse bilimi ideolojiden
ayıran ince ama geri dönüşsüz çizgiyi sorunsalı
değiştiren bir kopuntuyla tanımlıyoruz. Psikoloji
tarihinde böyle bir kopuntu bulunabilir mi? Örneğin psikolojinin
“kuruluşu” olarak kutsanan Leipzig laboratuarının
kuruluşu bu türden bir kopuntuya yol açmış mıdır?
Bu
noktada bize yeni kapılar açacak başlıca metin eleştirel
psikolojinin başlangıcında bulunmaktadır. Georges
Politzer Psikolojinin Temellerinin Eleştirisi’nde psikoloji tarihinde
kayda değer olanın klasik psikolojinin nesnellik ve öznellik
arasında gidip gelmesi, ya da psikologların bilimsel yöntemi
uygulayamaması değil, bilimin kendisinin
yanlışlığı olduğunu vurgular. Sonuçta klasik
psikolojinin iç ve dış dünyaya yönelik ayrımlaması
Leipzig laboratuarının kurulmasından, hatta deneysel
paradigmanın gerçek yaratıcısı Ebbinghaus’un
hafıza deneylerinden sonra da olduğu gibi durmaktaydı.
Sadece vurgunun yönü değişmişti. Kavramlar bir kopuntu
yaşamamıştı. Aynı sorunsalın içinde
kalınmıştı. Kullanılan yöntemdeki
farklılaşma, matematiğin işin içine girmesi, sadece
yüzeydeki değişikliklerden ibaretti. Ancak derinde, yöntemin
üzerinde şekillendiği temel aynıydı.
Psikoloji
tarihinde Politzer’in kendisi bu kavramı kullanmasa da haklı
olarak saptadığı gibi epistemolojik bir kopuntuyu 1900
yılında yayınlanan Freud’un Düşlerin Yorumu’nda
buluyoruz. Althusser bu nedenle psikanalizin yeni bir bilim
kıtası olarak geliştiğini söylemektedir. Ancak burada
hemen sorulması gereken soru “hangi psikanaliz” olmalıdır.
Psikolojinin bir uzantısı olmuş ve radikal içeriğini
tümüyle yitirerek bir terapi tekniğine dönüşmüş, üstelik bu
terapi tekniğini de McDonaldslaştırılmış
paket programlara indirgemiş olan psikanaliz mi, yoksa Freud mu?
Almanca konuşan kimi psikanalistler, Amerika’yı “Freud’un
öldüğü yer” olarak tanımlarlar. Psikolojiye eklemlenmiş
psikanalizi, psikanalizden daha çok psikoloji içinde kabul etmek doğru
olacaktır. Psikolojinin epistemolojik engellerini yeniden örmüş
olan bu akımın, sorunsalını değiştirmiş
psikanalizle yüzeysel benzerliklerin dışında artık bir
ilgisi kalmadığı açıktır. Lacan’ın Freud’a
dönüş çağrısı şüphesiz buna vurgu yapıyordu.
Öyleyse
biz burada psikanalizi psikolojiden ayrı bir bilim olarak bir yana
bırakacağız. Ancak tırnak içinde “psikanaliz” de
psikolojiyle ilgili söylediklerimizin muhatabı olacak.
Althusser’den
yola çıkarak ulaştığımız sonuca, psikolojinin
bilimsel bir kuruluş tamamlayamadığı olgusuna, Kuhn’u
takip ederek de varmak mümkün gözüküyor. Nitekim bugünkü psikolojinin
durumuna baktığımızda göreceğimiz, hakim bir
paradigmanın kurulamadığı, farklı
önparadigmaların bir arada yaşadığıdır.
Kuhn’un yaklaşımına göre bu durum, henüz bilim öncesi döneme
işaret etmektedir. Çünkü bir disiplinin bilime doğru
gelişmesinde temel özellik paradigma oluşumu ve
tekleşmesidir.
Psikolojinin
bilim öncesi, yani ideolojik varoluşu burada bizi ideolojilere ve
işlevlerine yöneltmek durumunda. İdeolojiler bize dış
dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü sunar. Temel
işlevleri mevcut üretim ilişkilerinin devamını
sağlamaktır. Gerçeklik ideoloji tarafından öyle
kurgulanmıştır ki, gerçekliğin olası tek gerçeklik
olduğundan kimsenin şüphesi kalmaz. Bu anlamda Althusser’de
ideolojiden bilime geçiş sürecinde, ideolojinin bir önceliği
olduğunu belirtmek gerekir. Epistemolojik kopuntu, yeni bir
ideolojinin üretilmesiyle değil, ideolojiyi ortadan kaldırmakla
karakterizedir. Politzer’in ifadesiyle, kesilmesi gereken şey, dallar
değil, ağacın kendisidir. İdeolojinin ortadan
kaldırılması ise, ideolojinin kendi kavramlarıyla
değil bu kavramları koşullayan tarihsel sürecin çözümlemesiyle
mümkündür.
Bu
noktada eleştirel psikolojiyi, özellikle Anglo-Sakson gelenek içinde
yanlışlıkla eleştirel olarak adlandırılan
revizyonist psikolojiden ayırmak gerekir. Eleştirel psikolojiyle,
revizyonist anlayış arasında epistemolojik bir ayrım vardır
ve revizyonist anlayış, ana akımın
dışında düşünülebilir değildir.
Eleştirel
psikolojinin önemli temsilcilerinden Thomas Teo, Scientia ve
Cultura’nın yanında Critica’yı da psikolojinin bir alt
sistemi olarak belirler. Scientia psikolojik olay ya da nesne hakkında
birincil bilgiyi veren ya da bu olay ve nesneyi ayrıntılandıran
uygulamalardır. SCIENTIA’da psikologlar analitik bir metodolojiyle
nesneyi ayrıntılı bir şekilde tanımlayarak,
psikolojik yasalara yani nomolojik bilgiye ulaşmaya
çalışır. Araştırma nesnesi (psyche) atomik
parçalara ayrılır. Bunun için geleneksel olarak deneysel
kantitatif yöntem kullanılır. Ampirizm, mantıksal ampirizm
ve eleştirel rasyonalizm bu sisteme uygun düşen felsefelerdir.
CULTURA ise bir özne için anlam bilgisi üretir. Özne birey, topluluk ya da
tüm kültürdür. Cultura’nın metodolojisi sentetiktir. Psikolojik
parçaları bir bütün haline getirir ya da araştırma nesnesi
olan psycheyi bir bütünlük içinde alır. Kalitatif yöntemi geleneksel
olarak tercih eder. Cultura’ya uygun düşen felsefeler hermeneutik ve
fenomenolojik epistemolojidir. Buna karşın CRITICA eleştirel
bilgi üretir. SCIENTIA ve CULTURA (ve hatta kendi) üzerinde gözlem ve
kontrol işlevi üstlenir. Araştırma düzeyi metapsikolojiktir.
Araştırma nesnesi psikolojinin ya da psikolojik konuların
eleştirel çalışılmasıdır. Teo Critica’ya üç
fonksiyon atfeder: Dekonstrüksiyon, Rekonstrüksiyon, Konstrüksiyon.
Dekonstrüksiyon:
Geleneksel olarak meta-teorik ve felsefi çerçeveye dayanan arı
psikoloji eleştirisidir Örnek olarak Marksist, feminist, postmodern,
neomodern eleştireler ve çok kültürlü perspektifler verilebilir.
Rekonstrüksiyon:
Psikolojik teori, yöntem ve kavramların teorik, mantıksal ve
tarihsel anlamda yeniden yapılandırılmasıdır.
Ve
son olarak Konstrüksiyon: Kurtuluş, özgürleşme,
yabancılaşma vb. özel eleştirel kategorilerin psikoloji için
geliştirilmesini tanımlar. Eleştirel çerçeveye dayanan
psikoloji teorilerinin geliştirilmesini kapsar. Sıklıkla
dekonstrüksiyon ve rekonstrüksiyonla el ele gider.
Başka
bir yerde de Teo, Critica’nın dört biçiminden bahseder: 1.
Eleştirel teorik psikoloji, 2. Pratik kurtuluşçu niyetleri olan
eleştirel teorik psikoloji, 3. eleştirel ampirik psikoloji ve 4.
Eleştirel uygulamalı psikoloji.
Teo’nun
yaklaşımında temel sorun eleştiriyi oldukça “genel”
olarak ele almasıdır. Eleştirinin dayandığı
sorunsal üzerinde durmaz. Eğer böylesi bir ayrım
yapılsaydı, şüphesiz eleştirel teorik psikolojiyi hem
diğer eleştirel psikolojiler içinde tanımlamak, hem de
kendisi başlıbaşına bir sistem olan dekonstrüksiyonu
psikolojinin alt sistemi olan Critica’nın bir işlevi olarak
görmek mümkün olmayacaktır. Bu anlamda revizyonist ve eleştirel
akımlar arasındaki farklılığa yönelik vurguyu
tekrarlamakta fayda var. Nitekim revizyonist akımın
dekonstrüksiyondan faydalandığı bir gerçekse de, bu,
dekonstrüksiyonu revizyonist akımla eşleştirmek
anlamına gelmeyecektir.
Meta-teorik
bir psikoloji eleştirisinin nesnesi, bugünü ele aldığı
durumlarda bile psikoloji tarihidir. Bu anlamıyla eleştirel bir
psikolojinin tek varlık alanı olarak da tarih belirmektedir. Bu
anlamıyla eleştirel girişimi psikolojinin değil,
tarihin bir alt sistemi olarak görmek durumundayız. Bu girişim,
mevcut psikolojiyi “düzeltmeye” çalışmanın, ya da
kurtuluşçu niyetlerle mevcut psikoloji paradigması içinde eleştirel
bir tavır takınmanın tersine, psikolojinin kendisini
tartışma nesnesi halinde getiren ve onu yapıbozuma
uğratan bir sistemdir.
Bu
anlamıyla psikolojinin ideolojik içeriğinin gözler önüne
serilmesi, aynı Freud’un bilinç dışı olanın
bilince çıkarılmasıyla semptomun aşılması
modelinde görüldüğü gibi, ideolojiye karşı
güçlendirilmiş bir bilinç yaratacak ve ideolojinin yol
açtığı semptomların giderilmesine hizmet edecektir.
Peki psikoloji ideolojisi hangi semptoma yol açar? Lafı
dolandırmadan söylemek gerekirse, son kertede kapitalist sistemin
devamına.
Lucien
Goldmann’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa
kapitalizmi bir “bunalım kapitalizmi” olmaktan çıkarak bir
“düzenleme kapitalizmi” haline evrilmiştir. Bu dönüşüm
sırasında daha önceleri felsefenin tuttuğu ideolojik yeri toplumsal
bilimler tutmaya başlamıştır ve bu toplumsal bilimler
“düzenleme kapitalizminin” kurucu bir ögesi durumuna dönüşmüştür.
Nitekim psikolojinin tarihine bakıldığında yalnız
pratik uygulamaları bakımından değil, genel
paradigmaları bakımından da ideolojik etkileşimlerinin
kuvvetli olduğu görünmektedir. Vurgulanması gereken nokta çok
temel felsefi tutumda psikolojinin kendi iç „bilimsel“ dinamiklerinden daha
çok, dış toplumsal ve tarihsel dinamiklere bağlı kaldığıdır.
Psikoloji tarihi çalışması bu etkileşimi gözler önüne
sermesi itibarı ile, yalnız psikolojinin ideolojik karakterini
deşifre etmenin ötesinde, psikolojinin modern kapitalist toplum
içindeki kurucu rolünün görülmesini de destekleyecektir.
Ancak
psikoloji ideolojisinin tek semptomu kapitalist ilişkilerin
devamı değildir. “Son kerte” ifadesini bu yüzden kullandık.
Psikoloji bugün üst yapıda giderek daha geniş bir yer tutmaya
başlamış durumda. Bu anlamda kapitalist sistemin alt
bileşenleri olan ve toplamda burjuva ideolojisini oluşturan
ideolojilerin hemen hepsi psikolojide bir dayanak noktası
bulmaktadır.
Bu
noktada söylediklerimizi somutlayacak bazı örnekler üzerinde durmak
yararlı görünüyor. Bu örneklerde psikolojinin ırkçılık,
kadınlara yönelik ayrımcılık ve homofobiyi nasıl
beslemiş olduğunu görmek mümkün. Örnekler klinik psikolojiden
seçildi. Bunun temel nedeni psikolojinin ideolojik içeriğinin en
belirgin olarak görüldüğü alanlardan biri olmasına
karşın, klinik psikolojinin tıpla olan yakınlığıdır.
Doğa bilimlerine yakınlığı tıp biliminin
ideolojilerden bağışık olduğu
yanılsamasını kuvvetlendirmekte. Ama herhalde nazi
doktorlarına borçlu olduğumuz tek şey bu
yanılsamayı gözler önüne sermiş olmaları. Örneklere
geçmeden önce pozitivist bilim anlayışının klinik
psikolojideki yansımasına kısaca değinmek gerekir.
Alexander Koyré pozitivizmin Yunan astronomisiyle ilgisi üzerinde durur.
Koyré’ye göre pozitivizm Yunan astronomisinin çocuğudur.
Başarısızlıktan ve boyun eğmekten
doğmuştur. Yıldızlara bakıp, yeterli bilgiye sahip
olmamaktan dolayı onların hareketlerini anlamlandıramayan
yunan astronomları, yıldızları gördükleri gibi çizmeyi,
gökyüzü haritalarını olduğu gibi değil, ama
göründüğü gibi hazırlamayı tercih etmişlerdir. Bugün
DSM kriterlerine baktığımızda karşımıza
çıkan tablo da bunun bir benzeridir. Örneğin şizofreninin ne
olduğuna ilişkin herkesin hem fikir olacağı bir
tanım yapılamazken, tanı ölçütlerinde bir takım
semptomlar sıralanır ve bu semptomları gösterenlere şizofren
denileceği söylenir. Böylece şizofreni “olduğu gibi”
değil, “göründüğü gibi” ele alınır.
Bu
anlamda hangi semptomun anormal olacağı da ideolojik
belirlenimlere tabidir. Vereceğimiz örnekler daha çok bununla ilgili.
Bu
örneklerden ilki drapetomania denilen ilginç bir hastalık
hakkında. 1854 yılında Louisianalı psikolog Samuel A.
Cartwright bu “hastalıkla” ilgili bir makale yayınladı.
Drapetomania sözcüğü Yunanca “kaçak köle” ve “delilik” sözcüklerinin
bir araya gelmesiyle oluşturulmuştu. Adından da
anlaşılabileceği üzere bu sözde hastalık afro-amerikan
kölelerin engellenemeyen kaçma davranışıyla
ilişkiliydi. Cartwright’a göre bu hastalık siyah ırka
özgüydü. Üstelik tedavi edilebilir nitelikteydi. Kölelerin birden çok
kaçmaları gibi bir sözde semptom köleci Amerika’da klinik psikolojinin
uğraştığı bir konu olabiliyordu. Bugün tuhaf,
hatta daha da öte ırkçı vurgusundan dolayı etik olarak
yanlış bu anlayışı mahkum edebilmemizde en
belirleyici şeyin afro-amerikan özgürlük hareketinin
başarısı olduğu açıktır.
Drapetomania’nın psikoloji tarihinde nasıl ortaya çıkıp
nasıl ortadan kalktığını bilim içi bir incelemeyle
aramak, tarihsel-toplumsal bağlamı dışarıda
bırakmak bu anlamda yeni bir ideoloji üretmekle eşanlamlı
olacaktır.
Günlük
dilde karşılık bulmuş ve bir çok romana ve filme konu
olmuş bir diğer örnek kleptomaniyle ilgilidir. Kleptomaninin
ortaya çıkışı Avrupa’da büyük mağazaların
ortaya çıkmasıyla paralellik taşır. Bu dükkanların
müşterilerinin çoğu kadındı. Bu mağazalar
aynı zamanda alışveriş kültüründe de bir
değişikliği beraberinde getirmişti. Birincisi
müşteriler eski dükkan geleneğinin tersine anonim
kişiliklerdi. Mallara dokunabiliyor, ellerine alabiliyorlardı. Bu
durum sadece satın alma davranışını değil,
çalma dürtüsünü de kışkırtıyordu. Bütün sosyal sınıflardan
bir çok kişi bu mağazalarda hırsızlık
yapıyordu. Bu nedenle yetkililer hırsızlığı,
bir akıl hastalığından ayırmayı uygun
gördüler. Aşağı sınıflara ait kadınlar
hırsızlık yaptıklarında hırsız olarak
hapse atılıyorlardı, ancak yukarı sınıflardan
kadınların hırsızlığı kleptomani
tanısıyla bir akıl hastalığı olarak ele
alınıyor ve böylece yüksek sınıfların ahlak
üstünlüğü iddiası da tehlikeye girmemiş oluyordu.
Her
iki örnekte de psikolojinin egemen sınıfların, yani köle
sahiplerinin ve yukarı sınıfların egemenliğini
meşrulaştırma işlevini yerine getirdiği
açıktır. Politik etkileri bakımından daha önemli bir
örnek daha yakın zamandan verilebilir. Bu örnek eşcinselliktir.
Eşcinsellik
uzun bir süre tanı ölçütlerinde bir hastalık olarak
tanımlandı. Bu durum 1980 yılına kadar sürdü. Bu süre
içinde psikologların homofobik tavrı
tartışılmadı. Üstelik bir çok eşcinsel bugün için
kabul edilemez yöntemlerle “tedavi” gördü. Eşcinsel hareketin 1970li
yıllar boyunca kendini politik bir hareket olarak konumlaması
sonrasındadır ki, eşcinseller sivil toplum içinde bir
baskı grubu halini alabildiler. Böylece eşcinsellik
psikologların gözünde bir anda “normalleşti” ve bu sözde
“hastalık” da 1980 yılında DSM tanı ölçütünün
dışında bırakıldı.
Bu
alandan seçtiğimiz son örnek de, 1994 yılında DSM’ye dahil
edilen pre-menstrual sendrom olacak. Bu sendromun bir akıl
hastalığı olarak tanınması bir çok
tartışmalara yol açtı. Böylesi bir tanımlamanın
kadınlara yönelik bir ayrımcılığı içinde
barındırdığı açıktır.
Bütün
bu örneklerden ortaya çıkan sonuç, olgunun olduğu gibi değil
de göründüğü gibi tanımlanması çabasının da,
ideolojinin direkt olarak etkisi altında olduğudur
İdeolojiler bize dış dünyanın
çarpıtılmış bir görüntüsünü sunar demiştik.
İdeolojiler bu işlevi yerine getirirken, gerçekliği
çarpıtmakla yetinmezler. Gerçekliğin çarpıtılması
aslında çok daha az başvurulan bir yöntemdir. Daha çok kitlelerin
gerçekliği algılayış biçimini, gerçeklikle
aralarındaki ilişkiyi belirlerler. Böylece gerçeklik kitlelerin
gözüne çarpıtılmış bir biçimde yansır. Sonuç
olarak olguyu “göründüğü gibi” ele almaya çalışmak, zaten
ideolojik olarak belirlenmeyi de içinde barındırır. Bilimin
gerçekliğin bir kurgusu olduğunu belirtmiştik. Öyleyse
eleştirel psikoloji tarihi yazımı da, psikolojinin bu
kurgusunu belirleyen süreçleri ele almak durumundadır. Bunu yaparken
de, bir ideoloji eleştirisine dönüşmek zorundadır.
Ancak
ünlü tarihçi Carr’ın da belirttiği gibi, tarih de bir kurgudan
ibarettir. En azından hangi tarihsel olguların seçileceği
tarihçinin ideolojik belirlenimlerine bağlıdır. Sonuçta
ideoloji eleştirisi de ideolojik bir çabadır.
Öyleyse
ideolojik bir tutum yani eleştiri ideolojisi, ideoloji eleştirisi
için de bir ön kabul olmak durumunda. Burada ideolojiyi artık bilimin
öncesinde duran ve iktidar ilişkilerinin devamına yönelik olan
ideoloji anlamında kullanmıyoruz. Burada söz konusu olan
farklı toplumsal rollerin taşınmasıdır ve
eleştirel ideolojiler iktidar ilişkilerinin tasfiyesine
yöneliktir.
Eleştiri.
Peki ama hangi noktadan?
Burada
eleştirinin kendi ideolojisi önem kazanmakta. Egemen ideolojinin radikal
eleştirisi, iktidar ideolojisine karşıt bir ideolojiyi ön
gerektirmektedir. Verdiğimiz örneklerin hepsi
ayrımcılığa dayanıyordu. Bu tutumun
eleştirilmesi, ancak ayrımcılığa karşı
çıkan bir ideolojik duruşla mümkündür.
Öyleyse
bir ideoloji eleştirisi olarak psikoloji tarihini bir sonal ütopyaya
bağlamak mümkündür. Bu sonal ütopya, psikoloji eleştirisinden
eleştirel psikolojiye giden yolun da belirleyeni olacaktır.
|