Tarih, Felsefe ve Psikoloji

 

 

 

Anasayfa

 

İdeoloji Eleştirisi Olarak Psikoloji Tarihi

Sertan Batur

Bu çalışma aslında bir araya getirilmesi güç olan isimleri bir araya getiriyor. Ancak bu bir araya getiriş bir yandan bir takım paralelliklere parmak basmayı, bir yandan da toplumsal eleştirinin psikoloji eleştirisiyle kesiştiği noktaları keşfetmeyi amaçlıyor. Psikolojinin her türlü eleştirisi, psikolojinin ne olduğu sorusuyla başlar. Böylesi bir sorunun mutlak doğru bir yanıtı olduğunu ileri sürmek, belirli bir bilim felsefesini ve / veya epistemolojiyi mutlaklaştırmak anlamına gelecektir. Şurası muhakkak ki, bu soruya verilecek yanıtlar hangi noktada durulduğuna göre çeşitlilik gösterecektir ve her bir yanıt, bir diğer taraftan bakıldığında temel aksiyomları bakımından yadsınacaktır. Bu yüzden bu çalışma hem tamamlanmış bir araştırmanın sonucu olmaması itibariyle, hem de psikoloji eleştirisinden bir eleştirel psikolojiye giden yolu bulma çabasına katkı olma düşüncesiyle, eleştirel, ama bir o kadar da bilimsel açıdan üretken bir tarzı benimsemeye çalışıyor.

Hareket noktamız öncelikle bilimin gerçeklik olmadığı, gerçekliğin bir kurgusu olduğu düşüncesi. Bu çalışma da bugüne kadar kullanılan yanıltıcı terimlerle geleneksel ya da egemen, daha doğru bir ifadeyle burjuva psikolojisinin kendi alanıyla ilgili yaptığı kurgunun yerine yeni bir kurguyu koymayı deniyor. Bu anlamıyla psikolojinin eleştirisini, psikologların eleştirisi anlamında revizyonist eleştiri anlayışının daha da ötesine taşıyarak, psikolojinin temellerine yöneliyor.

Friedrich Engels’in Doğanın Diyalektiği çalışması, uzun süre, en azından “doğu”da Marksistlerin bilim anlayışı üzerinde etkili oldu. Bu eser Sovyet psikolojisinin ilk döneminde doğa bilimsel  bir psikoloji anlayışının temel nedeni olarak görülebilir. Ancak hem doğayı hem de toplumu kapsayacak bir ontolojinin bugün için ne kadar işlevsel olduğu sorulmaya değer. Bu ontolojik arayış Batı Marksizmi adıyla bilinen Avrupalı Marx yorumcuları arasında karşılık bulmadı. Batı Marksizmi’nin psikolojiye yaklaşımında beliren insan bilimsel eğilimi de buna dayandırmak mümkündür. Ancak doğa ve topluma ortak bir ontoloji arama çabasına karşı çıkış 20. yüzyılda yalnızca Marksistlere özgü bir tutum değildir.

Hegelci okulun son dönem temsilcilerinden Alexander Kojeve, “doğa diyalektik değildir” diyordu örneğin. Nitekim doğanın belirleyen özelliği tarihsiz oluşudur. Oysa diyalektik olan, devinen tarihtir. Buradan hareketle Kojeve ikili bir varlık anlayışına ulaşır. Değişmeden kalanı ifade eden doğal varlık ve oluşu olgusallığın reddiyle karakterize olan tarihsel varlık.

Dilthey’in deyimiyle “doğa insana yabancıdır” ve Vico’nun söylediği gibi, insan ancak kendi yarattığını bilebilir: kendi tarihini. Bu noktada psikolojinin nesnesinin hangisi olduğu sorusuyla karşı karşıyayız. Döngüsel bir hareket içinde özünde değişmeden kalan doğal varlık mı, yoksa oluşu bir olumsuzlama olan tarihsel varlık mı? 20. yüzyılın başlarında bu soruyu William Stern şöyle sormuştu: Özne psikolojisi mi, yoksa öznesiz psikoloji mi?

Soru basit bir yanıtla karşılanamayacak kadar karmaşık. En azından bütün bir psikoloji tarihinin bu soru çevresinde döndüğü düşünülürse bu durum daha da belirginlik kazanacaktır. Tercihlerden birini seçmek bizi epistemolojik engellerimizden kurtaracak gibi görünmüyor.

Öyleyse biraz daha geriden dolanıp, psikolojinin özne bilimi mi, yoksa öznesiz bir bilim mi olduğu sorusunu bir yana bırakıp, psikolojinin  bir bilim olup olmadığını soralım.

Althusser’e göre her bilimin kendi tarih öncesinde bir ideoloji bulunur. İdeolojiden bilime giden yolda belirleyici olan, epistemolojik engelleri kaldıracak olan bir kopuntudur. Bu kopuntu sorunsalı tümüyle değiştirir ve ortaya yeni bir sorunsal koyar. Bir ifadeyle gerçekliğe yeni bir kurgu sunar. Öyleyse bilimi ideolojiden ayıran ince ama geri dönüşsüz çizgiyi sorunsalı değiştiren bir kopuntuyla tanımlıyoruz. Psikoloji tarihinde böyle bir kopuntu bulunabilir mi? Örneğin psikolojinin “kuruluşu” olarak kutsanan Leipzig laboratuarının kuruluşu bu türden bir kopuntuya yol açmış mıdır?

Bu noktada bize yeni kapılar açacak başlıca metin eleştirel psikolojinin başlangıcında bulunmaktadır. Georges Politzer Psikolojinin Temellerinin Eleştirisi’nde psikoloji tarihinde kayda değer olanın klasik psikolojinin nesnellik ve öznellik arasında gidip gelmesi, ya da psikologların bilimsel yöntemi uygulayamaması değil, bilimin kendisinin yanlışlığı olduğunu vurgular. Sonuçta klasik psikolojinin iç ve dış dünyaya yönelik ayrımlaması Leipzig laboratuarının kurulmasından, hatta deneysel paradigmanın gerçek yaratıcısı Ebbinghaus’un hafıza deneylerinden sonra da olduğu gibi durmaktaydı. Sadece vurgunun yönü değişmişti. Kavramlar bir kopuntu yaşamamıştı. Aynı sorunsalın içinde kalınmıştı. Kullanılan yöntemdeki farklılaşma, matematiğin işin içine girmesi, sadece yüzeydeki değişikliklerden ibaretti. Ancak derinde, yöntemin üzerinde şekillendiği temel aynıydı.

Psikoloji tarihinde Politzer’in kendisi bu kavramı kullanmasa da haklı olarak saptadığı gibi epistemolojik bir kopuntuyu 1900 yılında yayınlanan Freud’un Düşlerin Yorumu’nda buluyoruz. Althusser bu nedenle psikanalizin yeni bir bilim kıtası olarak geliştiğini söylemektedir. Ancak burada hemen sorulması gereken soru “hangi psikanaliz” olmalıdır. Psikolojinin bir uzantısı olmuş ve radikal içeriğini tümüyle yitirerek bir terapi tekniğine dönüşmüş, üstelik bu terapi tekniğini de McDonaldslaştırılmış paket programlara indirgemiş olan psikanaliz mi, yoksa Freud mu? Almanca konuşan kimi psikanalistler, Amerika’yı “Freud’un öldüğü yer” olarak tanımlarlar. Psikolojiye eklemlenmiş psikanalizi, psikanalizden daha çok psikoloji içinde kabul etmek doğru olacaktır. Psikolojinin epistemolojik engellerini yeniden örmüş olan bu akımın, sorunsalını değiştirmiş psikanalizle yüzeysel benzerliklerin dışında artık bir ilgisi kalmadığı açıktır. Lacan’ın Freud’a dönüş çağrısı şüphesiz  buna vurgu yapıyordu.

Öyleyse biz burada psikanalizi psikolojiden ayrı bir bilim olarak bir yana bırakacağız. Ancak tırnak içinde “psikanaliz” de psikolojiyle ilgili söylediklerimizin muhatabı olacak.

Althusser’den yola çıkarak ulaştığımız sonuca, psikolojinin bilimsel bir kuruluş tamamlayamadığı olgusuna, Kuhn’u takip ederek de varmak mümkün gözüküyor. Nitekim bugünkü psikolojinin durumuna baktığımızda göreceğimiz, hakim bir paradigmanın kurulamadığı, farklı önparadigmaların bir arada yaşadığıdır. Kuhn’un yaklaşımına göre bu durum, henüz bilim öncesi döneme işaret etmektedir. Çünkü bir disiplinin bilime doğru gelişmesinde temel özellik paradigma oluşumu ve tekleşmesidir.

Psikolojinin bilim öncesi, yani ideolojik varoluşu burada bizi ideolojilere ve işlevlerine yöneltmek durumunda. İdeolojiler bize dış dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü sunar. Temel işlevleri mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamaktır. Gerçeklik ideoloji tarafından öyle kurgulanmıştır ki, gerçekliğin olası tek gerçeklik olduğundan kimsenin şüphesi kalmaz. Bu anlamda Althusser’de ideolojiden bilime geçiş sürecinde, ideolojinin bir önceliği olduğunu belirtmek gerekir. Epistemolojik kopuntu, yeni bir ideolojinin üretilmesiyle değil, ideolojiyi ortadan kaldırmakla karakterizedir. Politzer’in ifadesiyle, kesilmesi gereken şey, dallar değil, ağacın kendisidir. İdeolojinin ortadan kaldırılması ise, ideolojinin kendi kavramlarıyla değil bu kavramları koşullayan tarihsel sürecin çözümlemesiyle mümkündür.

Bu noktada eleştirel psikolojiyi, özellikle Anglo-Sakson gelenek içinde yanlışlıkla eleştirel olarak adlandırılan revizyonist psikolojiden ayırmak gerekir. Eleştirel psikolojiyle, revizyonist anlayış arasında epistemolojik bir ayrım vardır ve revizyonist anlayış, ana akımın dışında düşünülebilir değildir.

Eleştirel psikolojinin önemli temsilcilerinden Thomas Teo, Scientia ve Cultura’nın yanında Critica’yı da psikolojinin bir alt sistemi olarak belirler. Scientia psikolojik olay ya da nesne hakkında birincil bilgiyi veren ya da bu olay ve nesneyi ayrıntılandıran uygulamalardır. SCIENTIA’da psikologlar analitik bir metodolojiyle nesneyi ayrıntılı bir şekilde tanımlayarak, psikolojik yasalara yani nomolojik bilgiye ulaşmaya çalışır. Araştırma nesnesi (psyche) atomik parçalara ayrılır. Bunun için geleneksel olarak deneysel kantitatif yöntem kullanılır. Ampirizm, mantıksal ampirizm ve eleştirel rasyonalizm bu sisteme uygun düşen felsefelerdir. CULTURA ise bir özne için anlam bilgisi üretir. Özne birey, topluluk ya da tüm kültürdür. Cultura’nın metodolojisi sentetiktir. Psikolojik parçaları bir bütün haline getirir ya da araştırma nesnesi olan psycheyi bir bütünlük içinde alır. Kalitatif yöntemi geleneksel olarak tercih eder. Cultura’ya uygun düşen felsefeler hermeneutik ve fenomenolojik epistemolojidir. Buna karşın CRITICA eleştirel bilgi üretir. SCIENTIA ve CULTURA (ve hatta kendi) üzerinde gözlem ve kontrol işlevi üstlenir. Araştırma düzeyi metapsikolojiktir. Araştırma nesnesi psikolojinin ya da psikolojik konuların eleştirel çalışılmasıdır. Teo Critica’ya üç fonksiyon atfeder: Dekonstrüksiyon, Rekonstrüksiyon, Konstrüksiyon.

Dekonstrüksiyon: Geleneksel olarak meta-teorik ve felsefi çerçeveye dayanan arı psikoloji eleştirisidir Örnek olarak Marksist, feminist, postmodern, neomodern eleştireler ve çok kültürlü perspektifler verilebilir.

Rekonstrüksiyon: Psikolojik teori, yöntem ve kavramların teorik, mantıksal ve tarihsel anlamda yeniden yapılandırılmasıdır.

Ve son olarak Konstrüksiyon: Kurtuluş, özgürleşme, yabancılaşma vb. özel eleştirel kategorilerin psikoloji için geliştirilmesini tanımlar. Eleştirel çerçeveye dayanan psikoloji teorilerinin geliştirilmesini kapsar. Sıklıkla dekonstrüksiyon ve rekonstrüksiyonla el ele gider.

Başka bir yerde de Teo, Critica’nın dört biçiminden bahseder: 1. Eleştirel teorik psikoloji, 2. Pratik kurtuluşçu niyetleri olan eleştirel teorik psikoloji, 3. eleştirel ampirik psikoloji ve 4. Eleştirel uygulamalı psikoloji.

Teo’nun yaklaşımında temel sorun eleştiriyi oldukça “genel” olarak ele almasıdır. Eleştirinin dayandığı sorunsal üzerinde durmaz. Eğer böylesi bir ayrım yapılsaydı, şüphesiz eleştirel teorik psikolojiyi hem diğer eleştirel psikolojiler içinde tanımlamak, hem de kendisi başlıbaşına bir sistem olan dekonstrüksiyonu psikolojinin alt sistemi olan Critica’nın bir işlevi olarak görmek mümkün olmayacaktır. Bu anlamda revizyonist ve eleştirel akımlar arasındaki farklılığa yönelik vurguyu tekrarlamakta fayda var. Nitekim revizyonist akımın dekonstrüksiyondan faydalandığı bir gerçekse de, bu, dekonstrüksiyonu revizyonist akımla eşleştirmek anlamına gelmeyecektir.

Meta-teorik bir psikoloji eleştirisinin nesnesi, bugünü ele aldığı durumlarda bile psikoloji tarihidir. Bu anlamıyla eleştirel bir psikolojinin tek varlık alanı olarak da tarih belirmektedir. Bu anlamıyla eleştirel girişimi psikolojinin değil, tarihin bir alt sistemi olarak görmek durumundayız. Bu girişim, mevcut psikolojiyi “düzeltmeye” çalışmanın, ya da kurtuluşçu niyetlerle mevcut psikoloji paradigması içinde eleştirel bir tavır takınmanın tersine, psikolojinin kendisini tartışma nesnesi halinde getiren ve onu yapıbozuma uğratan bir sistemdir.

Bu anlamıyla psikolojinin ideolojik içeriğinin gözler önüne serilmesi, aynı Freud’un bilinç dışı olanın bilince çıkarılmasıyla semptomun aşılması modelinde görüldüğü gibi, ideolojiye karşı güçlendirilmiş bir bilinç yaratacak ve ideolojinin yol açtığı semptomların giderilmesine hizmet edecektir. Peki psikoloji ideolojisi hangi semptoma yol açar? Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse, son kertede kapitalist sistemin devamına.

Lucien Goldmann’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kapitalizmi bir “bunalım kapitalizmi” olmaktan çıkarak bir “düzenleme kapitalizmi” haline evrilmiştir. Bu dönüşüm sırasında daha önceleri felsefenin tuttuğu ideolojik yeri toplumsal bilimler tutmaya başlamıştır ve bu toplumsal bilimler “düzenleme kapitalizminin” kurucu bir ögesi durumuna dönüşmüştür. Nitekim psikolojinin tarihine bakıldığında yalnız pratik uygulamaları bakımından değil, genel paradigmaları bakımından da ideolojik etkileşimlerinin kuvvetli olduğu görünmektedir. Vurgulanması gereken nokta çok temel felsefi tutumda psikolojinin kendi iç „bilimsel“ dinamiklerinden daha çok, dış toplumsal ve tarihsel dinamiklere bağlı kaldığıdır. Psikoloji tarihi çalışması bu etkileşimi gözler önüne sermesi itibarı ile, yalnız psikolojinin ideolojik karakterini deşifre etmenin ötesinde, psikolojinin modern kapitalist toplum içindeki kurucu rolünün görülmesini de destekleyecektir.

Ancak psikoloji ideolojisinin tek semptomu kapitalist ilişkilerin devamı değildir. “Son kerte” ifadesini bu yüzden kullandık. Psikoloji bugün üst yapıda giderek daha geniş bir yer tutmaya başlamış durumda. Bu anlamda kapitalist sistemin alt bileşenleri olan ve toplamda burjuva ideolojisini oluşturan ideolojilerin hemen hepsi psikolojide bir dayanak noktası bulmaktadır.

Bu noktada söylediklerimizi somutlayacak bazı örnekler üzerinde durmak yararlı görünüyor. Bu örneklerde psikolojinin ırkçılık, kadınlara yönelik ayrımcılık ve homofobiyi nasıl beslemiş olduğunu görmek mümkün. Örnekler klinik psikolojiden seçildi. Bunun temel nedeni psikolojinin ideolojik içeriğinin en belirgin olarak görüldüğü alanlardan biri olmasına karşın, klinik psikolojinin tıpla olan yakınlığıdır. Doğa bilimlerine yakınlığı tıp biliminin ideolojilerden bağışık olduğu yanılsamasını kuvvetlendirmekte. Ama herhalde nazi doktorlarına borçlu olduğumuz tek şey bu yanılsamayı gözler önüne sermiş olmaları. Örneklere geçmeden önce pozitivist bilim anlayışının klinik psikolojideki yansımasına kısaca değinmek gerekir. Alexander Koyré pozitivizmin Yunan astronomisiyle ilgisi üzerinde durur. Koyré’ye göre pozitivizm Yunan astronomisinin çocuğudur. Başarısızlıktan ve boyun eğmekten doğmuştur. Yıldızlara bakıp, yeterli bilgiye sahip olmamaktan dolayı onların hareketlerini anlamlandıramayan yunan astronomları, yıldızları gördükleri gibi çizmeyi, gökyüzü haritalarını olduğu gibi değil, ama göründüğü gibi hazırlamayı tercih etmişlerdir. Bugün DSM kriterlerine baktığımızda karşımıza çıkan tablo da bunun bir benzeridir. Örneğin şizofreninin ne olduğuna ilişkin herkesin hem fikir olacağı bir tanım yapılamazken, tanı ölçütlerinde bir takım semptomlar sıralanır ve bu semptomları gösterenlere şizofren denileceği söylenir. Böylece şizofreni “olduğu gibi” değil, “göründüğü gibi” ele alınır.

Bu anlamda hangi semptomun anormal olacağı da ideolojik belirlenimlere tabidir. Vereceğimiz örnekler daha çok bununla ilgili.

Bu örneklerden ilki drapetomania denilen ilginç bir hastalık hakkında. 1854 yılında Louisianalı psikolog Samuel A. Cartwright bu “hastalıkla” ilgili bir makale yayınladı. Drapetomania sözcüğü Yunanca “kaçak köle” ve “delilik” sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuştu. Adından da anlaşılabileceği üzere bu sözde hastalık afro-amerikan kölelerin engellenemeyen kaçma davranışıyla ilişkiliydi. Cartwright’a göre bu hastalık siyah ırka özgüydü. Üstelik tedavi edilebilir nitelikteydi. Kölelerin birden çok kaçmaları gibi bir sözde semptom köleci Amerika’da klinik psikolojinin uğraştığı bir konu olabiliyordu. Bugün tuhaf, hatta daha da öte ırkçı vurgusundan dolayı etik olarak yanlış bu anlayışı mahkum edebilmemizde en belirleyici şeyin afro-amerikan özgürlük hareketinin başarısı olduğu açıktır. Drapetomania’nın psikoloji tarihinde nasıl ortaya çıkıp nasıl ortadan kalktığını bilim içi bir incelemeyle aramak, tarihsel-toplumsal bağlamı dışarıda bırakmak bu anlamda yeni bir ideoloji üretmekle eşanlamlı olacaktır.

Günlük dilde karşılık bulmuş ve bir çok romana ve filme konu olmuş bir diğer örnek kleptomaniyle ilgilidir. Kleptomaninin ortaya çıkışı Avrupa’da büyük mağazaların ortaya çıkmasıyla paralellik taşır. Bu dükkanların müşterilerinin çoğu kadındı. Bu mağazalar aynı zamanda alışveriş kültüründe de bir değişikliği beraberinde getirmişti. Birincisi müşteriler eski dükkan geleneğinin tersine anonim kişiliklerdi. Mallara dokunabiliyor, ellerine alabiliyorlardı. Bu durum sadece satın alma davranışını değil, çalma dürtüsünü de kışkırtıyordu. Bütün sosyal sınıflardan bir çok kişi bu mağazalarda hırsızlık yapıyordu. Bu nedenle yetkililer hırsızlığı, bir akıl hastalığından ayırmayı uygun gördüler. Aşağı sınıflara ait kadınlar hırsızlık yaptıklarında hırsız olarak hapse atılıyorlardı, ancak yukarı sınıflardan kadınların hırsızlığı kleptomani tanısıyla bir akıl hastalığı olarak ele alınıyor ve böylece yüksek sınıfların ahlak üstünlüğü iddiası da tehlikeye girmemiş oluyordu.

Her iki örnekte de psikolojinin egemen sınıfların, yani köle sahiplerinin ve yukarı sınıfların egemenliğini meşrulaştırma işlevini yerine getirdiği açıktır. Politik etkileri bakımından daha önemli bir örnek daha yakın zamandan verilebilir. Bu örnek eşcinselliktir.

Eşcinsellik uzun bir süre tanı ölçütlerinde bir hastalık olarak tanımlandı. Bu durum 1980 yılına kadar sürdü. Bu süre içinde psikologların homofobik tavrı tartışılmadı. Üstelik bir çok eşcinsel bugün için kabul edilemez yöntemlerle “tedavi” gördü. Eşcinsel hareketin 1970li yıllar boyunca kendini politik bir hareket olarak konumlaması sonrasındadır ki, eşcinseller sivil toplum içinde bir baskı grubu halini alabildiler. Böylece eşcinsellik psikologların gözünde bir anda “normalleşti” ve bu sözde “hastalık” da 1980 yılında DSM tanı ölçütünün dışında bırakıldı.

Bu alandan seçtiğimiz son örnek de, 1994 yılında DSM’ye dahil edilen pre-menstrual sendrom olacak. Bu sendromun bir akıl hastalığı olarak tanınması bir çok tartışmalara yol açtı. Böylesi bir tanımlamanın kadınlara yönelik bir ayrımcılığı içinde barındırdığı açıktır.

Bütün bu örneklerden ortaya çıkan sonuç, olgunun olduğu gibi değil de göründüğü gibi tanımlanması çabasının da, ideolojinin direkt olarak etkisi altında olduğudur İdeolojiler bize dış dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü sunar demiştik. İdeolojiler bu işlevi yerine getirirken, gerçekliği çarpıtmakla yetinmezler. Gerçekliğin çarpıtılması aslında çok daha az başvurulan bir yöntemdir. Daha çok kitlelerin gerçekliği algılayış biçimini, gerçeklikle aralarındaki ilişkiyi belirlerler. Böylece gerçeklik kitlelerin gözüne çarpıtılmış bir biçimde yansır. Sonuç olarak olguyu “göründüğü gibi” ele almaya çalışmak, zaten ideolojik olarak belirlenmeyi de içinde barındırır. Bilimin gerçekliğin bir kurgusu olduğunu belirtmiştik. Öyleyse eleştirel psikoloji tarihi yazımı da, psikolojinin bu kurgusunu belirleyen süreçleri ele almak durumundadır. Bunu yaparken de, bir ideoloji eleştirisine dönüşmek zorundadır.

Ancak ünlü tarihçi Carr’ın da belirttiği gibi, tarih de bir kurgudan ibarettir. En azından hangi tarihsel olguların seçileceği tarihçinin ideolojik belirlenimlerine bağlıdır. Sonuçta ideoloji eleştirisi de ideolojik bir çabadır.

Öyleyse ideolojik bir tutum yani eleştiri ideolojisi, ideoloji eleştirisi için de bir ön kabul olmak durumunda. Burada ideolojiyi artık bilimin öncesinde duran ve iktidar ilişkilerinin devamına yönelik olan ideoloji anlamında kullanmıyoruz. Burada söz konusu olan farklı toplumsal rollerin taşınmasıdır ve eleştirel ideolojiler iktidar ilişkilerinin tasfiyesine yöneliktir.

Eleştiri. Peki ama hangi noktadan?

Burada eleştirinin kendi ideolojisi önem kazanmakta. Egemen ideolojinin radikal eleştirisi, iktidar ideolojisine karşıt bir ideolojiyi ön gerektirmektedir. Verdiğimiz örneklerin hepsi ayrımcılığa dayanıyordu. Bu tutumun eleştirilmesi, ancak ayrımcılığa karşı çıkan bir ideolojik duruşla mümkündür.

Öyleyse bir ideoloji eleştirisi olarak psikoloji tarihini bir sonal ütopyaya bağlamak mümkündür. Bu sonal ütopya, psikoloji eleştirisinden eleştirel psikolojiye giden yolun da belirleyeni olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

© 2006