Anasayfa
|
Gramsci ve Sivil Toplum Kavramı
Norberto Bobbio
Toplumdan Devlete ve
Devletten Topluma
Hobbes'tan Hegel'e,
çağdaş siyasal düşünce — farklı çözümlemelere
rağmen — sürekli ortak bir eğilim ile, devleti ya da siyasal toplumu, doğa durumuna (ya da doğal topluma) bağlı olarak, ussal
bir varlık varsayılan insanın ortak ve kollektif
yaşamının en yüksek ve en son aşaması, düzensiz
güç egemenliğinin denetlenmiş bir özgürlüğe dönüştüğü çıkar, tutku ve iç güdülerin
ussallaşma sürecinin en
kusursuz bir ürünü olarak varsayma biçiminde belirlenmiştir. Devlet, insanın usa uygun,
bir başka deyişle
doğasına uygun bir yaşam sürdürebileceği tek yer
—ussal bir toplum ya da usun bir ürünü— olarak algılanmaktadır. Bu
eğilim ile birlikte, devleti olduğu gibi betimleyen
gerçekçi (realistic) kuramlar ile —Machiavelli'den 'Varlığın Nedeni' kuramcılarına
kadar—, ideal devlet modelleri öneren ve kendi amacına ulaşmak
için bir devletin ne şekilde oluşması gerektiğini
tanımlayan «Doğal Hukuk Kuramları» —Hobbes'tan
Rousseau ve Kant'a kadar—,
buluşmakta ve bütünleşmektedirler. Sonuncunun
özelliği olan devletin ussallaşma süreci (devletin ussal toplum olması), birincinin
özelliği olan 'neden'in durağanlaşma
süreci (devletin nedeni) ile bütünleşmektedir. Bu sürecin
tamamlanmasını olduğu kadar ayrışmasını da temsil eden Hegel ile birlikte, bu iki çizgi öyle bir
biçimde birbirleriyle kaynaşmaktadırlar ki, Hukuk
Felsefesi'nde, devletin ussallaşması doruğuna erişmekte ve aynı
zamanda yalnızca bir ideal modelin önermesi değil, fakat
gerçek tarihsel hareketin bir kavranışı olarak
sunulmaktadır: Devletin ussallığı artık
yalnızca bir gereklilik değil fakat bir gerçeklilik, yalnızca
bir ideal değil fakat tarihin bir olayıdır (1). Genç Marx, ilk yorumlarından birini
yazdığında, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin bu özelliğini bütünüyle
kavrayabilmekte idi: «Hegel çağdaş
devletin doğasını (niteliğini) gerçeklikte olduğu
gibi betimlediği için değil, fakat (bunu) devletin
doğası olarak sunduğu için eleştirilmelidir (2)».
Devletin ussallaşması,
olumsuz (negative) bir aşama olarak sınıflanan devlet-öncesi
ya da devlet-dışı topluma
karşıt olarak, devletin olumlu (positive)
bir aşama olarak algılandığı bir ikili modelin
sürekli kullanılımı ile
oluşmaktadır. Çizemsel de olsa bu
modelin başlıca üç değişkeni
ayrıştırılabilir: köklü bir reddediş olarak
devlet, öyleki doğal durumu yıkan ve berteraf eden yani kendisinden önceki,
insanlığın gelişmesine kıyasla bir yenilik olarak
devlet (Hobbes-Rousseau modeli); doğal
toplumun korunması düzenlenmesi olarak devlet,
dolayısıyla kendisinden önceki döneme kıyasla, artık
yalnızca bir alternatif olarak görülen değil fakat bir
gerçekleşme, bir mükemmelleşme olarak devlet (Locke-Kant
modeli); devlet öncesi toplumun korunması ve süregenliği
olarak devlet (Hegel), yani bir mutlak reddediş ve
dolayısıyla bir alternatif oluşturmadan (Hobbes-Rousseau'dan
ayrılan), yalnızca bir mükemmelleşme değil (Locke-Kant'dan ayrılan) fakat yeni bir aşama
olarak devlet. Hobbes ve Rousseau'nun devleti
doğa durumunu tamamen dıştalarken,
Hegelci devlet sivil toplumu içermektedir
(doğal hukuk felsefecilerinin doğal toplumu ya
da doğa durumunu 'tarihselcileştirmeleri' anlamında). Hegelci Devlet, sivil toplumu içermekte
ve daha da ötesinde, yalnızca biçimsel olan bir evrenselliği (eine... para., 517) organik bir gerçekliğe (organische Wirklichkeit)
dönüştürmekte; ve diğer yanda da, sivil topluma (Locke' da
doğal toplum olarak
gösterilen) hakim olarak değil, fakat onun
varlığını ve ereklerini
yasallaştırarak içeren Locke'nin Devleti'nden
ayrışmaktadır.
Hegel ile birlikte, devletin
ussallaşması süreci parabolün en üst noktasına ulaşmaktadır. Aynı
yıllarda, derin toplumsal dönüşümün siyasal devrimden
değil, fakat endüstri devriminden kaynaklandığını
varsayan ve gelecek 'yeni düzen'in, asker ve felsefecilerin yönettikleri geleneksel düzene
karşı (3) bilim adamları ve sanayicilerce
yönetilebileceğini tahminde bulunan Saint-Simon'un
yapıtları ile birlikte, parabolün düşüşü
başlamış bulunmaktaydı: devletin kaçınılmaz
sönmesi kuramı ya da sadece inancı. Bu
kuram ya da inanç, yirminci yüzyıl hakim
siyasal ideolojilerinde tipik bir özellik durumuna gelmiştir. Marx ve Engels bunu
sistemlerinin temel düşüncelerinden biri olarak
kullanılmışlardır: devlet artık ethik düşüncenin bir gerçekliği, in se ve per se
[*] bir ussallık değil, fakat Kapital'deki bilinen
tanımlamaya göre « toplumun yoğunlaşmış ve
örgütlenmiş gücü»dür (4). Hegel ile en üst
noktasına ulaşan doğal hukuk felsefe geleneğine daha
bütünsel bir anti-tez olamazdı. Birinci modele karşıt olarak,
devlet, artık doğa durumunun bir bertaraf edilmesi değil, fakat daha ötesinde
bunun korunması, uzatılması ve dengelenmesi olarak algılanmaktadır.
Devlet içinde güç egemenliği baskılanmamış, fakat
sürekliliği oluşturulmuş, ancak yalnızca tek bir
farklılık ile tümün tüme karşı savaşımı,
bir tarafın diğerine karşı savaşımı ile
-devletin aracısı ve ifadesi olduğu sınıf
savaşımı anlamında— yer değiştirmiştir.
İkinci modele karşıt olarak, devletin üst düzeyde bir
düzenleyici olduğu toplum, insanın sonsuz doğasına
uygun bir doğal toplum değil, fakat belli toplumsal ilişkiler ve belli üretim biçimleri ile karakterize edilmiş ve
tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumdur ve dolayısıyla devlet, evrensel ve ussal bir gereğin ifadesi olmak yerine,
hakim sınıfın bir komitesi olarak tikel
çıkarların hem tekrarı hem de yeniden güçlendiricisidir. En son üçüncü modele
karşıt olarak devlet, artık sivil toplumun bir süregenliği
değil, yalnızca onun bir
yansıması olarak sunulmaktadır: sivil toplum ne ise devlet odur. Devlet sivil
toplum ile onu bir başka şeye dönüştürmek için değil,
onu olduğu gibi korumak için bütünleşmektedir; tarihsel olarak
belirlenmiş sivil toplum, devlet içinde yok olmaz, ancak tüm somut
belirlenmeleri ile birlikte yeniden biçimlenir.
Bu üç yönlü antitezden, Marx ve Engels'in devlet
doktrininin üç temel öğesi çıkartılabilir:
1 — Bir baskıcı yapı
olarak devlet. Ya da daha önce
belirttiğimiz gibi 'toplumun yoğunlaşmış ve örgütlenmiş
şiddeti, yani ethik veya sonsal bir kavrama
karşıt olarak, araçsal bir devlet kavramı.
2 — Sınıf
egemenliğinin bir aracı olarak devlet. Şöyleki,
'modern devletin yürütme erki tümüyle burjuvazinin ortak işlerini
yürüten bir komiteden başka birşey
değildir' (5), yani Hegelinki de olmak üzere
tüm doğal hukuk kuramlarının özelliği olan evrenselci
kavrama karşıt olarak tikelci bir devlet kavramı.
3 — Sivil topluma göre ikincil
derecede ve bağımlı bir moment [**] olarak devlet. Şöyleki, 'sivil toplumu düzenleyen ve koşullayan devlet değil, fakat devleti düzenleyen
ve koşullayan sivil toplumdur' (6), yani
usçu düşüncenin olumlu kavramına tümüyle karşıt bir
olumsuz devlet kavramı.
Baskıcı, tikel ve koşullanmış
bir aygıt olarak devlet, tarihsel sürecin en son momenti
değildir: devlet geçici bir kurumdur. Sivil toplum ve siyasal toplum
arasındaki ilişkilerin tersine dönmesinin bir sonucu olarak,
tarihsel süreç kavramı da tümüyle ters-yüz olmuştur: ilerleyim (progress) artık toplumdan devlete değil,
aksine, devletten topluma işlemektedir. Devletin 'doğa durumunu
yıktığı' kavramı ile başlayan düşünce
çizgisi, devletin kendisinin yıkılması gerektiği
kuramının oluşması ve pekiştirilmesi ile
tamamlanmaktadır.
Antonio Gramsci'nin
devlet kuramı —özellikle Hapishane Defterleri'ne atfedersek—
devletin kendi içinde bir son değil, fakat bir aygıt, bir araç
olarak kavramlaştığı bu yeni zamana aittir. Devlet
evrensel olanı değil, tikel çıkarları temsil eder.
Temelini oluşturan toplum üzerinde egemenlik süren ayrı ve üst
düzeyde bir oluşum değil, ancak toplumca
koşullanmış ve ona bağımlılaşmıştır.
Bir 'sürekli kurum değil fakat temelini oluşturan toplumun
dönüşümü ile ortadan kalkmaya zorunlu, bir geçici kurumdur. Hapishane
Defterleri'nin binlerce sayfası arasında, araçsal, tikel,
bağımlı ve geçici devlet dört ana
temasını bulmak zor olmayacaktır. Böyle bile olsa, sanki 'marksizm', 'leninizm', 'marksizm-leninizm' gibi
kavramlar, bir insanın herhangi bir kuram ya
da kuramlar grubunu hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın
bir başlık altında toplamasına yarıyacak,
ve sanki bir duvarın uzunluğunu ölçen cetvel gibi
kullanabileceği, belirgin, açık ve özgül kavramlarmışcasına,
çoğunlukla polemikli siyasal güdülerle esinlenen, örnekse, 'Gramsci marksist-leninist'dir', ya da 'marksist'den daha çok leninist'dir',
ya da 'leninist'den
daha çok marksist'dir', ya
da 'ne marksist ne de leninist’dir'
gibi basit çizemselleştirmelerin
oluşturulmasına, Gramsci'nin düşüncesinin
özgün ve kişisel özelliklerinin izin vermeyeceğini, O'nun
eserlerine yabancı olmayan herkes algılayabilir. Gramsci'nin düşüncesi üzerine herhangi bir inceleme
yaparken, parça parça, dağınık,
düzensiz, terminolojik belirsizlikleri olan, ancak (özellikle hapishaneden
yazdıklarında) derin bir esinlenişle düzeltilmeye çalışılan
bir kuramın çerçevesini yeni'den oluşturma dışında
başka hiçbir şeyden kaygı duymaksızın,
yapılması gereken ilk şey, O'nun bu özgün ve kişisel
yönlerini çözümlemek olmalıdır. Belirli bir çizgiye doğru (Gramsci'de - Ç.N.) olan bu, bazan
ileri düzeydeki bağnaz inançlılık (ortodoksluk) savı, birçoklarını (bu sava
- Ç.N.) karşıtlık (heterodoksluk)
ve hatta (bu savdan - Ç.N.) geri dönme (apostasy)
belirtileri arayıp bulmaya iten bir güçlü tepkiye neden olmuştur;
bu yoğun savunma çabaları (Gramsci'yi,
sözü edilen savın karşısında - Ç.N.), eğer
yanılmıyorsam, put kırıcı (iconoclastic) olarak bile adlandırabileceğimız,
ve hâlâ saklı olmakla birlikte, bazı hoşgörüsüzlük
belirtileri yoluyla algılanabilecek bir tutuma yol açmaktadır.
Ancak, ortodoksluk ve heterodoksluk, bir felsefel
eleştiri için geçerli ölçütler olamayacağı gibi, düşün
tarihi içerisinde tikel bir moment'in anlaşılmasında da,
yüceltme ve küçümseme yanıltıcı tutumlardır.
Hegel'de ve Marx'da Sivil Toplum
Kavramı
Gramsci'nin politik düşüncesini yeniden
inşa etmek için başlanılması gereken temel kavram sivil
toplum'dur. Gramsci'nin bu kavramı kullanışı, Marx ve Engels'ten
olduğundan daha çok Hegel'den
farklılaştığından dolayı, Hegel'in
Sivil Toplum kavramı ile başlamak gerekir.
Hegel-Marx
ilişkileri sorunu, yöntemlerinin
karşılaştırılmasından (diyalektik yöntemin
kullanılışı ve alt-üst oluşu), içeriklerinin karşılaştırılmasına
– bu yeni görüş için Lukacs'ın genç Hegel üzerine çalışmaları temeldir – yansıdığından
beri, Hegel'in sivil toplum analizi daha önemle
incelenmeye başlanmıştır. Marx'da
geniş ya da dar anlamdaki «Hegelcilik» şimdilerde de, Hegel'in
sivil toplum betimlemesinin (daha kesin olarak, gereksinmeler sistemindeki
ilk bölümün), Marx'ın kapitalist toplum
çözümlemesinin ve eleştirisinin bir ön şekillenişi olarak
algılanabileceği çerçevesinde değerlendirilmektedir. Marx’ın kapitalist toplum çözümlemesi ile Hegel'in sivil toplum çözümlemesi arasındaki
bu bağlantıyı anlayabilme fırsatını Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı'ya Önsöz'deki ünlü bölümde vermektedir. Hegelci
Hukuk Felsefesinin eleştirel analizinde; «devlet biçimleri kadar,
yasal ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi
insan aklının genel evriminden anlaşılamıyacağı,
fakat aksine, bu ilişkilerin köklerinin Hegel'in
18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine
uyarak 'sivil toplum' adı altında topladığı
maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil
toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması
gerektiği»ni (7) ifade etmektedir. Ancak,
bu böyle ortaya çıkınca, bir yandan Hegelci
hukuk felsefesi yorumcuları, dikkatlerini onun devlet kuramı
üzerine yoğunlaştırmak ve yalnızca 1920'lerde Hegel üzerine yapılan araştırmalarda
önem kazanan sivil toplum çözümlemesine kayıtsız kalma
eğilimine kapılmışlardır. Diğer yandan Marx'ın öğrencileri, uzun bir süre Hegel ile olan bağlantılar sorununu, yalnızca
Marx'ın Diyalektik Yöntemi kabul edişi
çerçevesinde algılama eğilimi olarak sürdürmüşlerdir.
Açıktır ki, Gramsci, toplum
çözümlemesinde daha sonra da göreceğimiz gibi, Hegel'e
ait bir metne göndermede bulunarak ‘Sivil Toplum’ kavramını
kullanan ilk Marksist yazardır. İçlerinden
bazılarının Hegel'in
izleyicisi ve öğrencisi oldukları Labriola,
Croce, Gentile ve Mondolfo gibi Marx'ın
İtalyan öğrencilerinin hiçbirinin çalışmalarında Hegel'in sivil toplum kavramına referans yoktur (Sorel'de bulsak bile).
Ancak, ardındaki uzun bir
geleneği olan devlet kavramından farklılaşan ve Hegel'den türeyip Marksist toplum kuramı dilinde
yeniden oluşan sivil toplum kavramı felsefe dilinde de kullanılmaktadır;
ancak bu kullanım, bu tür şiddetli ve teknik değildir. Ayrıca
bir karşılaştırmada kullanıldığında
bazı ön açıklamalar ve dikkatli karşılaştırmalar
gerektirecek değişik anlamlar içermektedir. Sanırım
burada yapılandan ya da yapmaya çalışacağımdan
daha ayrıntılı bir çözümlemeyi gerektiren bazı
noktaları incelemek yararlı olur.
a — Doğal Hukuk felsefe
geleneğinin tümünde sivil toplum deyimi, Hegelgil-Marksist
gelenekte de olacağı gibi, devlet-öncesi toplumu
simgelememektedir. Fakat bu deyim Latin kullanımına göre, siyasal
toplum ve dolayısıyla devletin bir eşanlamıdır.
Locke bunları farklı anlamda kullanmaktadır. Rousseau'da sivil
ıevlet (état civil) devlet anlamına gelir; Kant ise Hegel'e yakın bir yazar olan Fichte
ile birlikte 'İdee zu
einer allgemeinen Gescichte in weltbürgerlicher
Absicht'de doğanın insanı,
devleti oluşturmaya itelediği yolundaki karşı konulamaz
eğilimden sözederken, insan türlerine
ilişkin doğanın bu üstün amacını 'bürgerliche Gesellschaft'
(sivil toplum) olarak adlandırmaktadır (8).
b — Bilindiği gibi, doğal
hukuk geleneğinde, antitezin iki terimi, Hegelgil-Marksist
gelenekte olduğu gibi sivil toplum-devlet değil, fakat
doğa-uygarlıktır. İnsanlığın
devlet-öncesi evrelerindeki düşünce, toplum-devlet antitezinden çok,
doğa-uygarlık antitezinden esinlenmiştir. Devlet-öncesi'nin
ya da doğal devletin bir ‘asosyal devlet’ [***] yani, süresiz bir savaşım
olmadığı düşüncesi, doğal hukuk felsefesi
düşünürlerince de onaylanmıştır. Ayrıca bu
devlet, ailesel ve ekonomik ilişkilerde olduğu gibi, aynı
yönde, doğal kurallarca kontrol edilen toplumsal ilişkilerin
üstünlüğü ile nitelenen bir 'sosyal devlet'in ilk örneği olarak
görülmüştür. Doğal durum'dan doğal toplum'a olan
bu dönüşüm, Hobbes-Spinoza'
dan Pufendorf-Locke'a
olan geçiş bağlamında gayet
açıktır. Locke, doğa durumu'na (yani devletten öncesine)
ilişkin aile kurumları ile birlikte, çalışma
ilişkileri, mülkiyet oluşumu, servet dolaşımı,
ticaret.. vb., gibi nitelikleri ortaya çıkarmıştır. Bu
göstermektedir ki, devleti sivil toplum olarak
adlandırmasına rağmen, insanlığın
devlet-öncesi evresine ilişkin kavramı da Hobbes-Spinoza'nın doğa durumunu tamamlamaktan
çok, Hegel'in sivil toplum kavramını
önceden çağrıştırmaktadır. Doğa durumu'nun, doğal
toplum olarak bu tür algılanışı, Hegel'in gerek Fransa'da, gerekse Almanya'da ortaya
çıkışının ilk basamağını
oluşturmuştur. Doğal toplum'un ekonomik
ilişkileri içererek siyasal toplum'a karşıtlığı,
fizyokratik doktrinin sabit görünümüdür. Hegel'in doğal hukuk doktrinlerine ilişkin
ilk eleştirisini içeren Kant'ın 'Metaphysic
of Morals' adlı yapıtının
bir bölümünde, açık olarak doğa durumu'nun aynı zamanda bir
toplumsal devlet olduğu söylenmektedir. Dolayısıyla,
«doğa durumuna karşıtlığı olan toplumsal
devlet değil, sivil devlettir. Zira, doğa durumunda bir toplum
olabilir; sivil toplum olamaz», ki bu sonuncusu, Kant'ın
açıkladığı gibi, kamu yasaları yoluyla, neyin kime
ait olduğunu güvence altına alan bir siyasal toplum, yani
devlettir (9).
c — Doğal Hukuk geleneği
söz konusu olduğunda, Hegel köklü bir
yenilik yapmaktadır. Hukuk Felsefesi'nin 1821
baskısında, oluşturduğu siyasal ve sosyal felsefe sistemi
içinde, kendisinden öncekilerin siyasal toplumu belirlemek için
kullandıkları sivil toplum kavramını Hegel, siyasal toplum-öncesini belirlemek için
kullanmıştır ki, bu dönem Hegel
öncesinde doğal toplum olarak
adlandırılmıştır. Bu, doğal hukuk
geleneğine kıyasla köklü bir yeniliktir. Çünkü, Hegel devlet-öncesi ilişkiler alanının
tümünü belirtirken, doğal hukuk felsefecilerinin kendi yargısal biçimleri
içinde (mülkiyet ve sözleşme teorisi) ekonomik ilişkileri
çözümleme eğilimli egemen yargısal çözümlemelerini terketmektedir. Ayrıca Hegel,
ilk yıllarda özellikle İngiliz ekonomistlerinden
etkilenmiştir: buna göre; ekonomik ilişkiler devlet-öncesi toplumun
bağlarını oluşturmaktadır, ve devlet-öncesi ile
devlet arasındaki ayrım giderek ekonomik ilişkiler
alanı ile siyasal kurumlar alanı arasındaki ayrımı
göstermektedir. Bu noktada geriye gidilerek, Adam Ferguson'un
'Sivil Toplum Tarihi Üzerine Bir Deneme (An Essay
on History of Civil Society, 1767.)' adlı yapıtına
bakılabilir. Burada sivil toplum ifadesi, siyasal toplum
antitezlerinden çok (Hegel'de
olduğu gibi), ya da doğal toplum
antitezlerinden çok (doğal hukuk felsefecilerinde olduğu gibi),
bir ilkel toplum antitezidir ve benzer bir çerçevede Adam Smith tarafından 'Uygar Toplum' (=
Uygarlaşmış toplum = Civilized Society) kavramı ile yerine konulacaktır
(10). «Sivil» sıfatı İngilizce'de (Fransızca ve
İtalyanca'da da) barbar-olmayan, yani 'uygar' anlamını da
taşırken, Almanca çeviride 'sivil' (bürgerliche
= civil; civilized
değil) sıfatı ile barbar-olmayan ile devletolmayan
anlamları arasındaki belirsizlik ortadan kaldırılmıştır.
Bu kullanımın, Hegel'de de
ortaya çıkan, devlet-öncesi (siyasal'ın antitezi
olarak) ile devlet (doğal'ın antitezi olarak)
arasındaki gibi, daha ciddi belirsizlikleri de ortadan
kaldırdığı düşünülebilir.
d — Daha önce de sık sık vurgulandığı gibi, Hegel'in terminolojik yeniliği onun özlü bütünsel
yeniliğinin gerçek anlamını örtbas etmekte ve devlet-öncesi
toplumun bulgu ve çözümlemesinde uyumsuzluk yaratmaktadır. Zira bu
bulgu ve çözümleme en azından Locke' dan beri, doğa durumu ya da doğal toplum adı altında olsa bile
çok daha önceden incelenmişti. Ancak bu uyumsuzluk, Hukuk Felsefesi'nin bir
yorumlanışında ortadan
kalkmaktadır: Hegelci sivil toplum, Locke'dan Fizyokratlara kadar olan toplum
kavramından ayrışarak, kötü pozitif kuralların zorla
yüklendiği çarpıklık ve kısıtlamalardan sıyrılması gereken bir
doğal düzenin hüküm dönemi değildir artık, ancak; tam aksine, devletin en üst egemenlik
düzeyince düzenlenmesi, hakimiyet altına
alınması ve feshedilmesi gereken bir «bozukluğun,
sefaletin, fiziksel ve ethik çürüklüğün
(11)» hüküm dönemidir. Yalnızca
bu anlamda Locke'dan
Rousseau'ya ve Fizyokratlara kadar doğal hukuk felsefecilerinin «doğal toplumu» değil, ama Hegel'in sivil toplumu; bir Marx-öncesi
kavramdır. Bununla beraber belirtilmesi gerekir ki, Hegel'in
sivil toplum kavramı, daha sonraları Marx ve Engels'in
çalışmalarında yer alacak ve böylece daha sonra da ortak
kullanılacak olan sivil toplum kavramından, bir açıdan daha
geniş, diğer bir açıdan ise daha kısıtlı olmaktadır. Daha geniştir;
çünkü, Hegel'in sivil toplumu
yalnızca ekonomik ilişkiler alanını ve
sınıfların oluşumunu değil, fakat aynı
zamanda adalet yönetimi ile, polis gücü ve kurumların [****]
örgütlenmesini, yani geleneksel kamu
hukukunun iki çehresini de içermektedir. Daha
kısıtlıdır; çünkü, Hegel'in üçlü
sisteminde (doğal hukuk felsefecilerinin ikili sistemi değil)
sivil toplum, aile ile devlet arasındaki ara evreyi teşkil
etmektedir, ve bundan dolayı bugünkü kullanımıyla sivil
toplumda ve Locke'un doğal toplumundakinin
aksine devlet-öncesi tüm kurumları (aile de dahil) ve ilişkilerin
tümünü içermemektedir. Hegel'de sivil toplum,
liberal devlet ilkelerine göre dışsal düzenlemeleri ile birlikte
bir ekonomik ilişkiler alanıdır. Aynı zamanda da bir
burjuva toplumu ve burjuva devletidir. Hegel, sivil
toplum çerçevesinde ekonomi politik ve siyaset bili-mi eleştirisini yoğunlaştırmıştır;
birincisinde doğal özgürlük, ikincisinde ise hukuk devleti ilkelerinden
esinlenmiştir.
e — Devlet-öncesi, toplumsal
yaşamın tümüne yayılmış ve ekonomik
ilişkilerin gelişmesinde bir
moment olarak, siyasal momentten önce gelen ve onu belirleyen; dolayısıyla toplum-devlet
antitezinin iki teriminden birini oluşturan anlamda ‘sivil
toplum' kavramı, Marx tarafından
oluşturulmuştur. Sivil Toplum Marx ve Engels'in kavramsal sisteminin bir ögesi
haline gelmiştir. Öyle ki, Marx'ın
«Yahudi Sorunu» gibi ilk çalışmalarından birinde Hegel'in sivil toplum ile siyasal devlet
ayrımına atfettiği nokta, — Bauer'in
Yahudi Sorunu'na getirdiği çözümlemeye karşın – Marx’ın eleştirisinin temelini
oluşturmaktadır (12). Engels'de de (Feuerbach üzerine denemede), bu konuda basit ve
çarpıcı açıklığından dolayı en çok
işaret edilen alıntıyı bulabiliriz: «Devlet, yani
siyasal düzen alanı, bağımlı olan; sivil toplum, yani ekonomik
ilişkiler alanı, temel olan ögedir
(13)». Sivil toplum-devlet antitezinin önemi, bir başka gerçeğe
ilişkili olarak da belirmektedir. Bu antitez aynı zamanda
yapı ile üstyapı arasındaki, sistemin en temel antitezinin
de ifade edildiği biçimlerden biridir. Eğer gerçekten siyasal
toplum üstyapısal momentin tamamını kapsamıyorsa,
şu gerçektir ki, sivil toplum yapı ile örtüşmektedir. Marx, Hegel'in
sivil toplum çözümlemesine atıfta bulunduğu Ekonomi
Politiğin Eleştirisi'ndeki
aynı alıntıda, `sivil toplumun anatomisinin ekonomi politiğin
içinde aranması gerektiğini' belirlemiş ve hemen
ardından ünlü çözümlemelerinden birinde de yapı-üstyapı
ilişkilerinin tezlerini incelemiştir (14). Burada Marx'ın konu üzerindeki en önemli
yorumlarından birine işaret etmemiz gerekir:
«Önceki tüm tarihsel dönemlerde,
varolan üretici güçlerce belirlenen ve daha sonra da bunları
belirleyen karşılıklı ilişkiler biçimi sivil
toplum'dur... Burada görmüş bulunmaktayız ki, bu sivil
toplum, tüm tarihin gerçek kaynağı ve sahnelenişidir. Yine
görmekteyiz ki, gerçek ilişkileri dıştalayan
ve devlet ve prenslerin ,gösterişli dramı ile kendini
bütünleştiren ve bugüne
kadar uzanan tarih kavramı saçmadır.... Sivil toplum, üretici
güçlerin gelişmesinin belirli bir aşamasında bireylerin
karşılıklı maddi ilişkilerinin tümünü
kapsamaktadır. Yine belli bir aşamadaki ticari ve sınai
yaşamın tümünü kapsamakta, böylelikle de Devlet'i ve Ulus'u
aşmaktadır. Bu anlamda diğer bir yandan da yine
dış ilişkilerinde kendisini `Ulusallık' olarak öne
sürmesi ve içerde de kendisini 'Devlet' olarak düzenlemesi gerekmektedir»
(15).
Gramsci'de Sivil Toplum Kavramı
Doğal Hukuk Felsefecileri'nden
Marx'a kadar (16) olan sivil toplum
kavramının bu kısa analizi, bizi, Marx'da
ortaya çıkan sivil toplum ile yapısal öge
arasındaki özdeşleştirmeye yöneltmektedir. İşte bu
özdeşleştirme, Gramsci'nin sivil toplum
kavramının çözümlemesinde çıkış noktası
olarak varsayılabilir. Çünkü, net olarak sivil toplumun
niteliğinin ve onun sistem içinde yerleşiminin
özelleştirilmesi ile, Gramsci'nin
kuramı tüm Marksist gelenek göz önüne alındığında
derin bir yenilik getirmektedir. Gramsci'de
sivil toplum yapısal değil, fakat üstyapısal bir momente
aittir. Son yıllarda Gramsci'nin sivil
toplum kavramı üzerine yazılmış çoğu çözümlemelere
rağmen, bize öyle görünüyor ki, Gramsci'nin
tüm kavramsal sisteminin dayandığı bu temel nokta —her ne
kadar az sayıdaki birkaç çalışma bu sistem içindeki
üstyapısal momentin önemini gösterse de (17)— yeterince
vurgulanmamıştır. Hapishane Defterleri'ndeki önemli metinlerden birindeki şu
alıntıya değinmek yeterli olacaktır:
«Bu anda yapabileceğimiz,
üstyapısal iki büyük düzeyi ayırmaktır.
Bunlardan birisi; «sivil toplum», yani genellikle 'özel' diye anılan
organizmalar bütünü, diğeri de; «siyasal toplum», ya
da 'devlet' diye adlandırılabilir. Bu iki düzey bir yanda
yönetici grubun toplumsal yapının tümü üzerinde
uyguladığı «hegemonya» işlevine, diğer yanda da,
devlet ve hukuksal iktidar yoluyla uygulanan 'doğrudan egemenlik'
ya da 'komuta' işlevine tekâbül
eder» (18).
Buna ek olarak önemli bir tarihi örnek
veren Gramsci için, orta çağlarda sivil
toplum yönetici grubun egemenlik (hegemonya) aygıtı olarak
algılanan kilisedir ki, bu grup kendi öz aygıtına
yani kendi öz kültürel ve düşünsel örgütlenmesine sahip değildir.
Ancak yönetici olma niteliğinden dolayı evrensel ve dinsel bir
örgütlenme olarak görülmektedir (19). Bir başka deyişle, —Marx'ın yukardaki
alıntısını da göz önüne alırsak şunu
söylemek mümkündür; Gramsci için sivil toplum
'karşılıklı maddi ilişkilerin tümü'nü
değil, ideolojik-kültürel ilişkilerin tümünü; ticari ve sınai yaşamın
tümünü değil, tinsel ve düşüncel
yaşamın tümünü içermektedir.
Bu arada Marx'ın dediği gibi, sivil toplumun 'tarihin tümünün
sergilenişi, gerçek yurdu' olduğu doğru ise, bu
bizi Gramsci'de sivil toplum anlayışına göre şu soruyu sormaya
yöneltmez mi? 'Tarihin tümünün sergilenişi', gerçek yurdunu başka
bir yerde mi kullandı? Marx (ve de Engels) ile Gramsci arasındaki ilişkiler sorununu şu
şekilde sunabiliriz: Marx ve Gramsci'nin her ikisinde de sivil toplum (Hegel'de olduğu gibi 'devlet' değil),
tarihsel gelişmenin etkin (aktif) ve olumlu (positive)
momentini temsil etmektedir. Ancak Marx'da bu
etkin ve olumlu moment yapısal iken, Gramsci'de
üstyapısaldır. Bir başka deyişle, her ikisinin de
vurguladıkları şey artık, Hegel'in
doğal hukuk felsefecilerinin geleneğini
sonuçlandırırken vurguladığı gibi devlet
değil, «sivil toplum»dur. Öyle ki, bu, bir şekilde ,Hegel'in kavramını tümüyle tersine
çevirdikleri anlamına gelir. Ancak farklı olarak, Marx'da bu tersine çevirme üstyapısal ya da 'koşullanmış' momentten
yapısal (ya da 'koşullayan'a) geçişi
ifade ederken, Gramsci'de bu tersine çevirme,
üstyapının kendisi içinde oluşmaktadır. Gramsci'nin Marksizminin,
devlet karşısında (vis-â-vis) sivil topluma yeniden değer biçilmesi içinde
yer aldığı söylenirse, Marx ve Gramsci için ayrı ayrı
sivil toplumun ne anlama geldiğinin belirtilmesi ihmal edilmiş
olur. Daha açık olarak burada Gramsci'nin Marksizminin reddedilmesi anlamında söylenmiyor.
Fakat dikkat çekilmesi gereken nokta, sivil topluma yeniden değer
biçilmesinin onu, Marx'la nasıl
birleştirdiği ,değil, nasıl
ayrıştırdığıdır.
Gerçekten, genel olarak bilinenin
aksine, Gramsci kendi öz sivil toplum
kavramını Marx'dan değil, fakat
açık olarak —her ne kadar düşüncesinin yanlı ve tek
taraflı bir yorumlanışı ile de olsa— Hegel'den türetmiştir. «Past
and Present»
(Geçmiş ve Şimdi)’den bir bölümde Gramsci,
Sivil toplumdan söz ederken `Hegel'in
onu anladığı gibi,.. ve bu notlarda sık sık kullanıldığı yönde...'
demekte ve hemen ardından sivil toplumu «toplumsal bir grubun
toplumun tümü üzerindeki siyasal ve kültürel hegemonyası, devletin Ethik
bir içeriği olarak» ifade ettiğini açıklamaktadır
(20). Bu kısa alıntı iki önemli noktayı açığa
çıkarmaktadır :
1. Gramsci
kendi sivil toplum kavramının Hegel'
den türediğini ileri sürmektedir.
2. Gramsci'nin
algıladığına göre, Hegel'in
sivil toplum kavramı bir üstyapısal kavramdır.
Bu iki noktadan önemli bir sorun
ortaya çıkmaktadır; bir yanda Gramsci
sivil toplum tezini Hegel'den türetmekte ve onu
yapısal değil, üstyapısal momente ait olarak görmektedir. Ancak öte yanda daha önce
gördüğümüz gibi, Marx da sivil toplumu tüm
ekonomik ilişkilerle yani yapısal moment ile
özdeşleştirirken, Hegel'in
sivil toplumuna atıfta bulunmaktadır. Bu karşıtlığı
ne şekilde açıklayabiliriz?. Sanırız tek olası
açıklama, sivil toplumun yalnızca ekonomik ilişkiler
alanını değil fakat aynı zamanda bunların kendiliğinden
oluşan ya da iradî örgütlenme biçimlerini
de, yani kurumlaşmaların ve onların polis devletinde henüz
olgunlaşmamış ilk kurallarını da içerdiği, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nde görülmektedir.
Bu yorum 'devletin özel örtüsü olarak Hegel'in
partiler ve kurumlar doktrini' sorunu olarak bildirdiği, Gramsci'nin bir alıntısı ile
çoğaltılabilir (21). Gramsci bu .sorunu
şu gözlemi ile çözümlemektedir:
«Hegel,
özellikle siyasal ve birliksel kurumların önemini vurgulayarak —her
ne kadar tarihsel olarak basit ve saf; yani korporatif
bir örgüt örneğinden esinlenen muğlak ve kaba bir kurumlaşma
kavramı ile de olsa— saf meşrutiyeti (yani arada bir toplumun
olmadığı, bireylerin ve hükümetin
karşılıklı taraflar olarak yer aldığı;
'bir devlet modeli'ni) belirtmemekte ve parti sistemi ile birlikte parlementer devleti kuramlaştırmaktadır
(22) ».
Hegel'in parti rejimi ile birlikte parlementer devleti öngördüğü görüşü
yanlıştır: (23) ,Hegel'in
yalnızca çıkarların temsil edilmesi ile
kısıtlı olan ve siyasal temsili yadsıyan anayasal
sistemi içinde; (24) partilerin temsilcilerinden oluşan bir parlementonun değil fakat yalnızca daha
aşağı bir korporatif meclisin
(daha üst kalıtsal bir meclis ile birlikte) yeri vardır. Ancak Gramsci'nin Hegel'e
atıfta bulunurken, sivil toplumdan «devletin ethik
bir içeriği» (25) olarak sözettiği
kısa açıklama tamamen doğrudur. Eğer Gramsci'nin atıfta bulunduğu, Hegel'in sivil toplumunu, `gereklilikler
sistemi' olarak değil —ki, Marx'ın
başlangıç noktasıdır—, fakat ekonomik ilişkiler
sistemi ve bunları düzenleyen kurumların, Hegel'in
belirttiği gibi aile kurumları ile de birlikte sivil toplumda
derin temelleri oluşan, devletin ethik
kökenlerini (26), ve yine «devletin sarsılmaz temellerini», «kamu
özgürlüğünün köşebaşını»
(27) oluşturduğunu kabul edersek, bu kısa açıklama da
tamamen doğrudur. Kısaca Hegel'e
atıfta bulunurken, Gramsci'nin
düşündüğü sivil toplum; başlangıç momentinden biri,
yani devletin daha sonra hakim olacağı
karşıtlıkların patlak vermesi değil, fakat
değişik çıkarların (kurumlaşmaların)
örgütlenmesi ve düzenlenmesinin devlete geçişin temelini sağladığı
andaki son momentten biridir (28).
«Yapı-Üstyapı» ve «Liderlik-Diktatörlük» ilişkisi
İçinde Sivil Toplum Momenti
Marx'ın, sivil toplumu yapı ile özdeşleştinmesine karşın, Gramsci tarafından, sivil toplumun 'yapı'dan
'üstyapı'ya aktarılması, yapı ile
üstyapı arasındaki ilişkilerin Gramscigil
kavramlaştırmasına temel bir etken olmuştur. Gramsci'de yapı ile üstyapı ilişkileri
sorunu, kendisinin buna verdiği öneme karşın, bugüne
değin yeterli dikkati çekememiştir. Sanırız sivil
toplumun öneminin belirlenmesi, bizi doğru bir perspektif ile daha
derin bir çözümlemeye yönlendirmektedir. Bu anlamda, Marx'ın
ve Gramsci'nin yapı ile üstyapı
ilişkilerinin kavramsallaştırılmaları
arasında temel iki farklılığın olduğunu
kabul ediyoruz.
İlk
olarak her ne kadar yapı ile üstyapı, birbirleri ile karşılıklı
ilişkiler içindeki momentler olarak algılanıyorsa da Marx'a göre, birincisi asıl ve bağlayıcı
iken, ikincisi ikincil ve bağımlı olandır. Bu durum en
azından, oldukça açık olan metne bakıldığında
ve motifler sorgulanmadığında böyledir. Gramsci'de
ise bu 'tamamen tersidir. Marx'ın Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz'deki ünlü satırlarını
unutmamamız gerekir: «Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun
ekonomik yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimlerine
tekâbül eden bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde
yükseldiği somut temeli oluşturur» (29).
Gramsci, yapı ile üstyapı
ilişkilerinin karmaşıklığının
farkında idi ve her zaman basit ve determinist (belirlenimci)
yorumlamalara karşı çıkmıştır. 1918'de bir makalede
şöyle demiştir:
«Öncül
(ekonomik yapı) ile sonuç (siyasal örgütlenme) arasındaki
ilişkiler hiç bir zaman basit ve doğrudan değildir; bir
halkın tarihi yalnızca ekonomik olgularla belgelenemez. Bu
çalışma, nedenleri çözebilmek için karmaşık ve
karışık bir çalışmadır ve bunu yapabilmek
için de tüm tinsel ve somut eylemlerin, derin ve geniş ve de
yaygın bir incelemesi gereklidir» (30).
Aşağıdaki
alıntı Hapishane Defterleri'ndeki sorunsalı daha
önceden oluşturmaktadır; siyasal eylemi (doğrudan)
belirleyen ekonomik yapı değil bu yapının ve onun
gelişmesini düzenleyen kuralların yorumlanışıdır
(31). Bu ilişki Hapishane Defterleri'nde aralarında en
önemlilerini aşağıda sıralıyacağımız
bir dizi antitez ile betimlenmiştir: ekonomik moment/ethik-politik moment; gereklilik/özgürlük;
nesnel/öznel, Kanımızca bu konudaki en önemli bölüm
aşağıdadır :
«Arınış
(catharsis) terimi, salt ekonomik olan bir
momentten, ethik-politik bir momente geçişi, yani yapının insanların
bilincinde geçirdiği bir dönüşümle, üstyapı haline
gelişini anlatmak üzere kullanılabilir. Bu aynı zamanda
nesnelden öznele, gereklilikten özgürlüğe geçişi
de temsil eder» (32).
Bu üç
antitezin herbirinde de, asıl ve
bağlayıcı moment
üstyapıdır. Üstyapısal iki momentten, yani 'onay' ve 'güç'
den ise biri olumlu (positive) iken
diğeri olumsuz (negative) ifade
taşımaktadır, ve bu antitezlerde göz önünde tutulan her
zaman birinci momenttir. Üstyapı arınış momentidir.
Yani Hegelci tarzda, «gerekliliğin
bilinçliliği» olarak algılanan, gerekliliğin özgürlüğe
dönüştüğü momenttir. Bu ,dönüşüm ethik-politik
momentin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Özgün bir tarihsel
durumu niteleyen maddi 'koşulların tümü olarak algılanan
gereklilik, yine yapının bir parçası olarak yorumlanan
(varsayılan) tarihsel geçmişe özümsetilmiştir (33). Hem
tarihsel geçmiş hem de varolan toplumsal ilişkiler, Gramsci'nin «ortak irade» içinde saptadığı
etkili tarihsel özne tarafından tanınan nesnel koşullan
oluştururlar. Yalnızca bu nesnel koşullar
tanındığı zaman etkili özne özgür olabilir, ve
gerçekliğe dönüşebilir. Daha da öte maddi koşulların
tanındığı anda, bunlar arzulanan herhangi bir amaç için
araç haline düşürülmektedirler: «Yapı insanı baskı
altında tutan, onu kendi içinde eriten ve edilgenliğe mahkum
eden dışsal bir koşul (baskı) olmaktan çıkar; ve
yeni bir ethik-politik biçim yaratmaya yarayan
bir özgürlük aracına ve yeni
kişisel girişimlerin bir kaynağı haline dönüşür.»
(34) Yapı ile üstyapı ilişkileri, doğalcı (naturalistic) bir bakış açısı
içinde varsayıldığı zaman, bir neden-sonuç ilişkisi
olarak yorumlanır, ve bu da onu tarihsel kaderciliğe yöneltir
(35). Fakat etkili tarihsel özne ve 'ortak istek' bakış açısı
içinde varsayıldığı zaman, bir araç-amaç ilişkisine
dönüşmektedir. Yapının kendisini bir araç olarak kullanarak
üstyapısal evre içinde işleyen ve amacı tanıyan ve
izleyen, etkili tarihsel öznedir. Dolayısıyla yapı
artık tarihin bağlayıcı momenti değil, ama bağımlı
olanı haline gelmiştir. Yapı-üstyapı antitezinin
kavramsal geçişi şu şekilde
özetlenebilir: ethik-politik moment
gerekliliğin (maddi koşulların) bilinçliliği
şeklinde algılanan özgürlüğün momenti olarak, ekonomik
momenti, etkili tarihsel öznenin nesnelliği tanıması
yolu ile egemenliği altına almaktadır. Bu tanıma yolu
ile maddi koşullar bir eylem aracına dönüşmekte
ve bu sayede arzulanan amaca ulaşılmaktadır.
İkinci olarak Gramsci, üstyapı alanı içinde sivil toplum ve
devlet momentleri arasında geliştirdiği ikinci bir antitezi
de, yapı ile üstyapı arasındaki temel antiteze eklemektedir
(36). Bu iki terimden birincisi her zaman olumlu, ikincisi ise olumsuz
momenttir. Bu, Guicciardini'nin devletin mutlak
olarak fiziksel güce (baskıya) ve dine gereksinimi olduğu
yolundaki önermesini Gramsci'nin yorumlayarak
oluşturduğu karşıtlar listesinde açıkça
gösterilmiştir :
«Guicciardini'nin
formülü, küçük ölçekli çeşitli diğer formüller ile
yorumlanabilir güç ve onay; baskı ve ikna; devlet ve klise; siyasal toplum ve sivil toplum;
politika ve ahlak (Croce'nin ethik
politik tarihi); kanun ve özgürlük; düzen ve öz-disiplin; ya da (biraz da liberalliğin üstü kapalı
yargısıyla) şiddet ve hile». (37)
Gramsci, hapishane mektuplarından
birisinde (7 Eylül 1931), aydınlar üzerindeki
araştırmasının konusundan söz ederken, şüphesiz ki
Marx'ın ,devlet kavramına atıfta
bulunmaktadır :
«Bu araştırma aynı
zamanda, genellikle siyasal toplum ile sivil toplum arasındaki bir
denge olarak değil, fakat doğrudan doğruya siyasal toplum
—yani bir diktatora, ya
da kitleleri belirli bir ekonomi ve üretim tipine [*****] uyumlu
şekilde kontrol etmek için kullanılan bir diğer baskı
aygıtı— olarak algılanan devlet kavramı ile de ilgili
olacaktır». (38)
Şurası doğrudur ki, Marx'ın düşüncesinde, devlet —her ne kadar bir
baskıcı güç olarak algılansa da— kendi içinde üstyapısal
momenti kapsamaktadır. Yine bu moment ideolojileri de içermektedir.
Ancak şu da doğrudur ki, Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı'nın önsözündeki daha önce verilen
alıntıda (Gramsci tarafından iyi
bilinen ve Alman İdeolojisi’nin ilk bölümünde, bunu daha önceden
bilse bile bir onaylama bulduğu (39), aynı ikincil momentin
içinde, bir ikincil moment olarak, İdeolojiler her zaman kurumlardan
sonra gelmektedirler, çünkü bunlar sınıf egemenliğinin
yeniden kuruluş-sonrası ve gizlenmiş-gizleyen
yasallaştırmaları olarak varsayılmaktadırlar. Marx'ın bu tezi otoriterce bir yorumlanış
taşımaktadır. Bu da en azından İtalyan kuramsal marksizminde, Labriola'nın
çalışmasında böyledir. Labriola,
ekonomik yapının ilk elde ve doğrudan insanlar arasında
uyrukluğun kural ve biçimlerini, yani yasa (töreler) ve devleti, ‘ikinci
elde’ ve ‘dolaylı’ olarak da dinin ve bilimin üretilmesinde imge ve
düşüncenin nesnelerini belirlediğini açıklamaktadır (40).
Gramsci'de ideolojiler ve kurumlar
arasındaki ilişki, bir karşılıklı
eylem şeması içinde de olsa, tersine çevrilmiştir:
ideolojiler tarihin birincil, kurumlar ise ikincil momentleri durumuna
gelirler. Sivil toplum momentin gereklilikten özgürlüğe geçişin
yer aldığı moment olarak algılandığında
sivil toplumda tarihsel kökleri olan ideolojiler, maddi koşullarca
tarihsel olarak oluşmuş bir erk’in artık yeniden
kuruluş-sonrası bir yasallaştırması değil,
daha önceden oluşmuş bir erk’i yasallaştırmaktan
öte, yeni bir tarih yaratmaya ve yeni bir erk'in oluşmasında
etken olmaya yeterli güçler olarak görülmektedir.
Sivil Toplum
Kavramının Tarih-yazınsal ve Pratik-Politik
Kullanışı
Gramsci'nin kavramsal sisteminde sivil
toplum'un dikkate değer gerçek özelliği, Marx
ve Engels'in düşüncesinin geleneksel yorumlanışına göre "bir
değil, fakat iki tersine çevirişe yol açmaktadır: birincisi,
üstyapının yapı üzerindeki egemenliği içinde
oluşurken; ikincisi, üstyapının kendi içinde, ideolojik
momentin kurumsal moment üzerindeki egemenliği içinde
oluşmaktadır. Marx’ın tarihsel yorumlanışının
kavramsal şeması haline gelen sivil toplum-devlet şeklindeki
sade ve basit ikili yapı göz önüne alındığında, Gramsci'nin şeması daha
karmaşıktır. Gerçekten yalnızca kısmen çakışan
iki ikili yapının kullanımını
sağlamaktadır: birincisi, yapı ile üstyapı arasındaki
ikili yapıya tekâbül eden, zorunluluk ile (özgürlük
arasındadır; diğeri ise ideolojiler ile kurumlar
arasındaki ikili yapıya tekabül eden, «güç» ile «onay» arasındadır.
Bu oldukça karmaşık şema içerisinde, sivil toplum hem ilk
ikili yapının etkili momenti (pasife karşıt), hem de
ikinci ikili yapının olumlu momentidir (olumsuza
karşıt). Bu bize Gramsci’nin
sisteminin gerçek merkezi olarak görünmektedir.
Bu yorum, Gramsci’nin
hapishanedeki düşüncelerinde bu iki ikili yapının sık
ve değişik kullanımı ile çizdiği sonuçların
incelenmesi yoluyla kanıtlanabilir. Sanırız, ikili
yapıların farklı kullanımını
ayrıştırdığımızda, daha yararlı ve
açık olacaktır: ikili yapıların, tarihsel
yorumlama-açıklama’nın temel taşları olarak
kullanıldığı, salt tarih-yazınsal bir
kullanış; ve aynı ikili yapıların, ne
yapılması gerektiğini ne yapılmaması
gerektiğinden ayırt edici kıstaslar olarak
kullanıldığı, doğrudan pratik-siyasal bir kullanıştır.
Genel olarak söylenebilir ki; Gramsci'nin tarih-yazınsal kullanımında,
ekonomik moment ile ethik-politik moment
arasındaki ilk ikili yapı, tarihsel sürecin temel ögelerini özelleştirmeye; ethik
moment ile politik moment arasındaki ikinci ikili yapı ise,
olumlu ya da olumsuz momentlerin
egemenliğine göre tarihsel süreç boyunca yükseliş ve
düşüş dönemlerini ayırt etmeye yaramaktadır. Bir
başka deyişle Gramsci'nin
düşüncesinin temel kavramı ‘Tarihsel Blok’dan
yola çıkarak —ki Gramsci bu kavramı ile
yapısal ve üstyapısal her iki ögeyi de
içeren, tarihsel bir durumun bütünlüğünü ifade etmektedir—, birinci
ikili yapı belirli bir tarihsel bloku tanımlamaya
ve sınırlarını çizmeye, ikincisi ise ilerici bir
tarihsel bloku gerici bir tarihsel bloktan
ayırt etmeye yaramaktadır. Birkaç örnek verirsek; birinci ikili
yapı, Gramsci'nin ‘Eylem Partisi' (Action Party)'ni değil «Ilımlı Parti» (Moderate Party)'yi, İtalya’nın
birliğini sağlayan hareket olarak seçip aldığı,
kavramsal bir araçtır, (bu, Risorgimento
üzerine notlarda en temel temalardan birisidir); ikinci ikili yapı
ise, hakim sınıfın yönetici sınıf olma
niteliğini yitirdiği İtalyan toplumunun Birinci Dünya
Savaşı sonrası düştüğü bunalımı açıklamaktadır
ki, bu bunalım, yönetenler ile yönetilenler arasındaki
çözülmeden dolayı ‘ancak katıksız (mutlak) zor
kullanımı’ (41) ile çözümlenebilir. Bunalımın yani bir
tarihsel blokun erimesinin temel belirtisi,
artık onun sivil toplumun kahramanları olan ‘Aydınlar’ı
yanına çekemeyişindendir. Geleneksel aydınlar manevi
öğütler verirler, geleneksel olmayanlar ise ütopia
yaratırlar, yani her ikisinin de gerçek ile ilişkisi yoktur (42).
Pratiksel yön ya
da siyasal eylem içinde, Gramsci’nin ilk ikili
yapıyı kullanımı, ekonomizme
karşı sürekli polemiklerinin zeminini oluşturur. Bu
karşı çıkış, ezilen sınıfın
tarihsel sorununun, bu sınıfın ekonomik ilişkiler
alanı ve meydana getirdikleri karşıt uzlaşmaz güçler
(birlikler) alanı içinde yoğun etkililikleri ile çözüleceği
savınadır. İkinci ikili yapının
kullanımı, güç erkinin ezilen sınıflarca düzenli
şekilde ele geçirilişinin, ilk önce sivil toplumda oluşması
gereken dönüşümün bir işlevi olarak varsayıldığı,
Hapishane Defterleri'ndeki
en önemli düşüncelerden birisidir. Gramsci’nin
eleştirisini yönelttiği bu iki yön, ancak ikili yapının
sürekli çakıştığı yolundaki görüşün tam
anlaşılması ile açıklanabilir. Eleştirisi
yalnızca yapıyı göz önüne almaya karşıdır,
çünkü bu, işçi sınıfını kısır ve
çözümsüz bir sınıf savaşımına yönlendirmektedir;
aynı zamanda da, yalnızca üstyapının olumsuz momentinin
göz önüne alınmasına karşıdır, çünkü bu da
işçi sınıfını düzenli ve azimli bir ele
geçirişe yönlendirmemektedir. İki alandaki bu savaşım
yine sivil toplum içinde yer almaktadır. Bir alan, yapı içinde
işleyen maddi koşulların süregenliğinin
korunması ile ilişkilidir; diğeri ise bu
koşulların yanlış bir çözümlenişini
simgelemektedir (örneğin; onaysız saf bir egemenliğin
olabileceği gibi). İkili yapının ögelerinden
biri ya da diğerinin yersiz
kullanılışı ya da hiç
kullanılmayışı, kuramda iki karşıt hataya
yol açar: sivil toplum ile yapının
karıştırılması sendikalizm
yanlışını meydana çıkartır; sivil toplum ile
siyasal toplumun karıştırılması ise devlete
tapmaya yol açar (43).
Siyasal Liderlik ve
Kültürel Liderlik
Ekonomizme karşı olan ilk polemik
parti teması ile birleştirilirken, diktatörlüğe
karşı ikinci polemik —sivil toplumun bir yeniden düzenlenmesi ile
birlikte bulunmayan— «hegemonya» temasını ortaya çıkarmaktadır.
Buraya değin yapılan çözümleme, parti ve hegemonya
konularının, Gramsci’nin toplum ve
siyasal mücadele kavramlarında işgal ettiği önemli yerin anlaşılmasında
bizi en iyi konuma getirmektedir. Gerçekten bunlar sivil toplumun iki ögesi olarak; hem sivil toplumun üstyapısal
momenti temsil etmesinden dolayı 'yapı’ya
karşıttırlar, hem de yine, sivil toplum üstyapının
olumlu momentini temsil ettiğinden güç-devlet ilişkisinin
olumsuz momentine karşıttırlar. Parti ve hegemonya —her
ikisi ile ilişkili olan aydınlar
konusu ile de birlikte— Hapishane Defterleri'nin iki temel
konusudur ve aynı zamanda Gramsci ile Lenin
arasında bir karşılaştırma sağlayacak olgulardır.
Hapishanedeki düşüncelerinde oluşturduğu hegemonya
kavramının geliştirilmesi boyunca Gramsci,
hegemonya kuramcısı olarak gördüğü Lenin'e sık sık saygısını atfetmektedir (44).
Ancak Gramsci genel olarak, 'hegemonya'
teriminin Lenin'in olağan diline ait olmadığını, fakat onu erdemli
şekilde kutsallaştıran Stalin'in dilinin bir
özelliği olduğunu kavrayamamıştır. Lenin,
'Liderlik ve Lider'den söz etmeyi uygun bulmuştur. Hegemonyayı
elinde tutan —Holder of Hegemony—
teriminin geçtiği seyrek bölümlerden
birinde, bu terimi açık olarak lider ile eşanlamlı
kullanmıştır (45). Hegemonya terimi ve bundan türeyen
diğerleri, Gramsci'de de oldukça geç olarak —Hapishane
Defterleri'nden önceki son çalışmalarından 1926'daki
iki çalışmasında-ortaya çıkmaktadır (Letter to the
Central Committe of the Soviet Communist Party-Sovyet Komünist
Partisi Merkez Komitesine Mektup ve tamamlanmamış denemesi-Question Meridionale; Güney
Sorunu'nda) (46). Aksine bu terim, 1917'den 1924'e
kadar Lenin'den doğrudan esinlendiği çalışmalarda çok
seyrek kullanılmıştır (47).
Ensonu, bizi asıl ilgilendiren
kavramsal sorundur, dile ait olan değil. Kavramsal açıdan
hegemonya terimi, Hapishane Defterleri'nde (Mektuplar'da
da), 1926'daki iki çalışmada yer alan terimle aynı
anlamı taşımamaktadır. Bu iki çalışmada
terim —Sovyet metinlerindeki resmi anlamına da uygun— siyasal
liderlik (48) anlamıyla, işçiler ve köylüler arasında
ittifakı belirtmek için kullanılırken, ilk metinlerde
genellikle 'kültürel liderlik' (49) anlamını
taşımaktadır. Gramsci'nin
düşüncesinin özelliği bu anlam değişikliğinde
yatar. Bu değişiklik genellikle ve hatalı şekilde dıştalanmıştır ki, burada
Marksizm'deki günümüz tartışmalarında, Gramsci'nin
Lenin'e hegemonya kuramcısı olarak atfettiği saygıya
rağmen, ilk hegemonya kuramcısı Lenin değil, Gramsci'nin kendisidir. Çizemsel
olarak bu değişim, iki anlam arasında bilinçsizce ama önemli
bir farklılaşma yoluyla oluşmuştur; hegemonya'nın «siyasal
liderlik»i ifade ettiği dar bir anlam (bu, Gramsci'nin
1926 çalışmalarında ve aynı zamanda Sovyet Marksizm geleneğinde
yer aldığı anlamdır), ve aynı zamanda «kültürel
liderlik»i ifade ettiği geniş bir anlam arasında.
Aynı zamanda diyoruz, çünkü Hapishane Defterleri ikinci
anlamı dıştalamaz, fakat birinci
anlamı içerir ve bütünleştirir. «Modern Prens» adına
sunulan sayfalarda (Machiavelli üzerine notlar,
adı altında) Gramsci, .modern partinin
incelenmesinde iki temel tema önerir: biri 'ortak irade'nin
oluşması üzerinde (siyasal liderlik temasıdır),
diğeri de 'ahlaki ve düşünsel reform'un oluşması
üzerinde (kültürel liderlik temasıdır) (50). Bu iki farklı
hegemonya anlamı üzerinde ısrar ediyoruz, çünkü
sanırız, ancak yazarların yapıtlarında hegemonya
kavramını geniş olarak kültürel liderlik momentini de içerdiği
anlamda alırsak yalnızca, Lenin ile Gramsci
arasındaki bir karşılaştırma yararlı (bir
sonuca ulaşabilir. Ayrıca 'kültürel liderlik'
kavramı ile Gramsci'nin, terimin siyasal
kullanımı içerdiği «zayıf» anlama karşıt
olarak, terimin (töreler ve kültürün dönüşümüne tekabül eden «güçlü»
anlamda, bir «reform» kasdettiğini de
bilmemiz (gerekir (reformcu ile reformist ayrımında olduğu
gibi).
Diyebiliriz ki, Lenin'de siyasal
liderlik anlamı geçerli iken Gramsci'de
ise kültürel liderlik geçerlidir; ancak bu geçerliliğin iki farklı
yönü olduğunu da eklememiz gerekir:
a. Gramsci
için, ‘güç’ momenti araçsal ve dolayısıyla da hegemonya
momentine bağımlı iken, Lenin'de devrim sırasında
yazdığı yapıtında, 'diktatörlük' ve 'hegemonya'
birlikte ilerlemektedir, ve yine ne olursa olsun 'güç' momenti birincil ve
belirleyici olandır.
b. Gramsci
için, hegemonyanın ele geçirilişi erk'in ele
geçirilişinden önce gelmekte iken, Lenin'de birincisi
ikincisine eşlik etmekte, en azından takip etmektedir (51).
Ancak, her ne kadar bu iki
farklılık önemli ve yazarların metinlerine dayalı ise
de, en temel olanlar değildir. Her iki kuramın da,
derinleştirildiği tarihsel durumların büyük
farklılığı, bunları açıklayabilir: Lenin'in
kuramı savaşım boyunca, Gramsci'nin
kuramı ise yenilgi sonrası geri çekilme boyuncadır.
Ancak temel farklılığın bir başka şeyde
olduğu kanısındayız. Bu, fazla ya
da az, önce veya sonra gibi değil, ama niteliksel bir
farklılıktır. Şöyle ki, bu farklılık
hegemonya ve diktatörlük momentleri arasındaki ilişkide
değil, fakat —bu ilişkinin tarihsel olarak açıklanabilecek
farklı kavramsallaştırılmasından
bağımsız bir şekilde— karşılıklı
olarak iki sistemde hegemonya kavramının genişletilmesi ve
işlevinde yatmaktadır. Genişletilmesi açısından Gramsci'de hegemonya, her iki siyasal ve kültürel liderlik
momentlerini içermektedir. Dolayısıyla bu kavram, yalnızca
partiyi değil, fakat kültürün genişlemesi ve yayılması
ile bağları olan sivil toplumun tüm diğer
kurumlarını da kapsamaktadır (52). İşlevi
açısından ise, hegemonya yalnızca yeni bir devlet
aygıtı yaratmaya ve toplumu dönüştürmeye yeterli ortak
iradenin oluşmasını amaçlamaz, fakat aynı zamanda yeni
bir dünya kavramının genişletilmesi ve
yaygınlaştırılmasını da amaçlar. Kısaca,
Gramsci'nin hegemonya kuramı yalnızca
bir parti ve devlet kavramı ya da
kuramı ile ilişkili olmadığı
gibi, yalnızca siyasal eğitimi de amaçlamaz, fakat
aynı zamanda, tüm biçimleri ile birlikte, bir üstyapısal birincil
moment olarak algılanan yeni ve geniş bir sivil toplum
kavramını da içerir.
Bu, Gramsci'nin
sisteminde sivil toplumun önemini aydınlatmaktadır. Gramsci'nin salt egemenliğe karşın
hegemonyada gördüğü kararlı işlev, yapı ile ikincil üstyapısal
moment arasında bir aracı moment olan sivil toplumun
yüksek konumunu aydınlatmaktadır. Hegemonya, belirlenmiş
nesnel koşullar ile yönetici grubun gerçek üstünlüğünün bitişme
momentidir; bu bitişme [******] sivil toplum 'içinde' oluşur.
Daha önce de gördüğümüz gibi, bu bitişme momenti, sivil
toplumda yer aldığı için, Marx'da değil
ama yalnızca Gramsci'de sistem içinde özerk
bir alana sahiptir. Dolayısıyla aynı şekilde, Lenin'de değil
ama yalnızca Gramsci'de, sivil toplumun,
özerk alanı işgal edecek şekilde genişletilen hegemonya
momenti, yeni bir boyut ve geniş bir içerik edinmektedir (53).
Sivil Toplum ve Devletin
Ortadan Kalkışı
Devletin ortadan
kalkışı, sivil toplum kavramının birincil role
sahip olduğu Gramsci'nin temalarından
sonuncusudur. Sınıf ayrışmasının
kalmadığı bir toplumda devletin sönmesi, Lenin'in
devrim süresince yazdığı çalışmalarda sabit bir
tema ve aynı zamanda Ortodoks marksizmin
ideal bir çerçevesidir. Hapishane Defterleri'nde yeni devletin
(SSCB'nin - Ed. N.) henüz sağlamca temellendiği
sıralarda yazılan sayfalarda bu tema belirmekte, fakat
yalnızca marjinal bir şekilde olmaktadır. Devletin ortadan
kalkışından söz eden bölümlerin çoğunda, 'siyasal
toplumun sivil toplum içinde yeniden özümlenmesi' olarak
algılanmaktadır (54). Gramsci'nin «düzenlenmiş
toplum» diye isimlendirdiği devletsiz toplum, sivil toplumun
genişlemesinden doğmaktadır. Dolayısıyla siyasal
toplumca işgal edilen tüm alanları hegemonya momentinin yok
edişinden ve genişlemesinden doğmaktadır. Bu ana kadar
varolan devlet, sivil toplum ile siyasal toplumun, hegemonya ile
egemenliğin diyalektik bir bütünüdür. Baskı momentini
gereksizleştirecek şekilde kendi hegemonyasını o denli
evrensel kılmada başarılı olacak toplumsal
sınıf, düzenli bir topluma geçişin koşullarına
ulaşacaktır. Sözü edilen bölümlerden birinde 'düzenli toplum'
sivil toplumun (ve yine ethik devletin) bir
eşanlamlısı olarak, (55) yani sivil toplumun siyasal
toplumdan bağımsızlaşması olarak da kullanılmıştır.
Her ne kadar sorun bir 'karşıtlık' değil, bir 'vurgulama'
farklılığı bile olsa, diyebiliriz ki, Lenin'in
alıp yaygınlaştırdığı Marx ve Engels'in
kuramında, .devletin sönmesine yol açan hareket temel olarak yapısal
iken (sınıfların kendilerinin baskılanmasına
değin, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkinin
süregen kılınması) Gramsci'de özellikle üstyapısal bir süreçtir
(sivil toplumun evrenselleşmesine değin genişlemesi). Marx ve Engels'de antitezin
iki terimi: sınıflı toplum/sınıfsız toplum; Gramsci'de siyasal toplum ile birlikte sivil
toplum/siyasal toplumsuz sivil toplum'dur. Sivil toplumun yapı ile
üstyapının olumsuz momenti arasında bir aracı öge olduğu gerçeği, devletin sönmesine yol
açan diyalektik süreç açısından önemli bir sonuç
doğurmaktadır: terimler sadece iki, yani sivil toplum-devlet
iken, en son moment (yani sınıfsız toplum) diyalektik
sürecin üçüncü terimidir, yani olumsuzun olumsuzu; terimler zaten üç iken
en son momente, aracı bir terimin güçlendirilmesi ile
ulaşılmaktadır. Şurası önemlidir ki. Gramsci, süregenleştirilme'den
(ya da baskılanmadan) ,değil fakat 'yeniden
özümlenme' den söz etmektedir.
Daha önce de sözünü ettiğimiz
gibi, yirminci yüzyılın başlarında Endüstri Devrimi
hakkındaki ilk düşünceler devrikleştirilmiş (tersine
dönmüş) bir devlet - toplum ilişkileri kavramına yol
açmıştı. Doğal hukuk felsefecilerinin
çalışmalarında, devlet kuramının iyimser ya
(1) Daha fazla ayrıntı
için bkz. incelemem; 'Hegel
e il giusnaturalismo',
Rivista di Filosofia,
57, 1966, p. 397.
(2) ‘Critique
of Hegel's Philosophy
of Right’, Marx
and Engels Collected Works, Moscow, Progress Publishers, London, Lawrence & Wishart, 1975, vol. 3, p. 63.
(3) Örneğin bkz. bölüm: 'L'Organisateur',
OEuvres de Claude-Henri de Saint-Simon içinde,
Paris Editions Anthropos,
1966, vol. 2, pp. 17ff. İngilizce çevirisi The
Political Thought of
Saint-Simon içinde, ed.
G. Ionescu, Oxford University Press, 1976, pp. 138-42.
(4) Karl Marx, Capital, London, Lawrence & Wishart,
1970, vol. 1, p. 703.
(5)
Manifesto of the Communist
Party, K. Marx ve F. Engels,
Selected Works içinde (3 vols.), Moscow, Progress Publishers, 1973, vol. I, pp. 110-11.
(6) F. Engels,
'On the History of the Communist League', Selected
Works, vol. 3, p. 178.
(7) K. Marx,
Preface to a Contribution to the Critique of Political Economy, Selected Works, vol. I, p. 503.
(8) Metaphysik
der Sitten'de, bürgerliche Gesellschaft status civilis'i, yani kelimenin geleneksel anlamında
Devlet'i temsil eder. İngilizce çevirisi, I. Kant, The
Metaphysical Elements
of Justice içinde, çev.
J. Ladd, NewYork, Bobbs-Merrill, 1964, p. 75.
(9) Ibid., pp.
75-7.
(10) A. Smith,
An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, London, 1920, p.
249.
(11) G. W. F. Hegel,
Hegel's Philosophy
of Right, çev. Knox, Oxford University Press, 1965, pp. 123-4.
(12) Mükemmelleştirilmiş
siyasal devlet doğası gereği, insanın, maddi
yaşamının aksine, yaşamının dışsal-görünüşüdür.
Bu bencil yaşamın tüm ön varsayımları, sivil toplum
içinde devletin alanının dışında, fakat
sivil toplumun nitelikleri olarak varolmaya devam eder.' (K. Marx, Early Writings, çev. R. Livingstone ve G. Benton, Harmondsworth, Penguin Book in association with New Left Review, 1975, p. 220). Ayrıca bkz. 'Economic and Philosophical Manuscripts (1844)', Early
Writings, p. 369, 'Toplum, siyasal
iktisatçıya da göründüğü gibi, sivil toplumdur'.
(13) F. Engels;
'Ludwig Feuerbach and the End
of Classical German Philosophy', Marx ve Engels, Selected
Works, vol. 3, p. 369.
(14) `Bu üretim ilişkilerinin
tümü, toplumun ekonomik yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimlerine tekabül
eden bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde
yükseldiği, somut temeli oluşturur.' (Selected
Works, vol. I, p. 503).
(15) The German Ideology, Selected Works, vol. I, pp. 38, 76.
(16) Daha fazla ayrıntılı
açıklama için bkz. çalışmam; 'Sulla nozione di societa civile', De homine, nos. 24-5, pp. 19-36.
(17) Bildiğime göre, özellikle,
G. Tamburrano, Antonio
Gramsci, Manduria,
1963, pp. 220, 223-4.
(18) Quarderni del Carcere, ed. V. Gerratana, Turin, Einaudi, 1975, p. 9.
İngilizce çevirisi, Selections from the Prison
Notebooks içinde, ed.
ve çev. Hoare ve Nowell Smith, London, Law_ rence & Wishart, 1971, p.
12. Hatta, iyi bilindiği gibi, sivil toplumun, dar anlamda, devletin
bir momenti olarak ele alındığı bazı bölümler
vardır. Ayrıca bkz. Lettere
dal Carcere, Turin, Einaudi, 1948, p. 481; Note sul Machiavelli, Turin, Einaudi, 1966, p. 130,
Prison Notebooks, p.
261; Passato e Presente,
Turin, Einaudi, 1966,
p. 72, Prison Notebooks,
p. 239.
(19) Machiavelli, p. 121, Prison
Notebooks, p. 170 n.
(20) Passato e Presente,
p. 164.
(21) Machiavelli,
p. 128, Prison Notebooks,
p. 259.
(22) Ibid.
(23) Daha evvelce Sichirollo
tarafından işaret edilen, Hegel'in
taraflı bir yorumu için, Hegel'in
felsefesinde aydınların önemi üzerine olan bölüme bakınız.
(Quarderni del Carcere,
p. 46-7).
(24) G. W. F. Hegel, Philosophie
des Rechts, para.
308, İngilizce çevirisi, Hegel's Philosophy of Rights, op. cit.
(25) Passato e Presente,
p. 164.
(26) Hegel, op. cit., para. 255.
(27) Ibid,
para. 265.
(28) Ibid., para. 256; Kurumlar yolu iledir ki,
'sivil toplumun alanından, devlete geçiş
yer alır'.
(29) K. Marx, Preface to a Contribution to the Critique
of Political Economy, Selected Works, vol. 1,
p. 503.
(30) Studi Gramsciani, Editori Riuniti, Rome, Instituto Gramsci, 1958, p. 280-1.
(31) Ibid., p. 281.
(32) Il Materialismo Storico e la filosofia di Benedetto Croce, Turin, Einaudi, 1948, p. 40, Prison
Notebooks, p. 366.
(33) 'Yapı,
gerçekte somut geçmiş'tir, zira, neyin yapılmış
olduğunun ve şimdi'nin bir durumu olarak neyin varolmaya devam
ettiğinin ve neyin geleceğinin tartışılmaz bir
belgesi, bir tutanağıdır.' (Il Materialismo Storico, p.
222).
(34) Ibid., p. 40, Prison
Notebooks, p. 367.
(35) Kaderciliğin
bir yorumu ve eleştirisi için bkz . Passato e Presente,
p. 203.
(36) Tamburrano bana, sivil toplum ile devlet arasındaki
ilişkiler konusunda, bunun bir antitezden çok, bir ayırım
konusu olduğunu işaret etti. Bu, keskin ve sert bir
uyarmadır. Ancak ben, ayırımları antiteze dönüştürmenin,
diyalektik düşüncenin bir özelliği olduğunu ve
dolayısıyla bir kimsenin bunların üstesinden gelebilmesi
için bunu izliyebileceğini yanıtlamaya
çalıştım.
(37) Machiavelli, p. 121, Prison Notebooks, p. 170 n.
(38) Lettere
del Carcere, Turin,
Einaudi, 1948, p. 481.
(39) ‘Hakim sınıf
düşüncesi her devirde hakim düşüncedir : yani, toplumun hakim maddi
gücü olan sınıf, aynı zamanda hakim düşünsel (entellektüel) gücüdür’. Hemen sonrasında,
iktidarın gerçekten, yani gerçekte, ayrıştığı
bir toplumun ideolojik bir yansıması olarak güçler
ayırımı doktrini’ örneğini vermektedir. (bkz. The German
Ideology, Selected
Works, p. 47).
(40) A. Labriola,
Saggi sul materialismo storico, Rome, 1964, p.
136-7.
(41) Passato e Presente,
p. 38, Prison Notebooks, p. 276.
(42) Machiavelli, p. 150-1.
(43) Passato
e Presente, p. 38, Prison
Notebooks, p. 268.
(44) Il Materialismo Storico, p. 32, 39, 75, 189, 201, Prison Notebooks, p. 55-6 n, 357, 365, 381-2, 381 n; Lettere del Carcere,
p. 616.
(45) ‘Çağdaş toplumun birtek tam devrimci sınıfı olarak, —proleterya—, sömürenlere ve ezenlere karşı,
tüm işçilerin ve tüm sömürülenlerin savaşımında,
hegemonyayı elinde tutan ve lider olmak zorundadır. Proleterya, bu hegemonya düşüncesinin bilincinde
olduğu ve bunu pratiğe uygulayabildiği bağlamda devrimcidir’.
(11, p. 349). Paragrafta ki bu ve diğer dilsel bilgi için, Vittorio Strada'nın
nezaketine minnettarım. Sanırım, Gramsci'nin
öğrencileri tarafından işaret edilen ve «hegemonyayı elinde
tutan» teriminin yer aldığı, Lenin'den tek alıntı,
Due tattiche della social-democrazia nella rivoluzione democratica'dir
: Opere Scelte
içinde, Rome, 1965, p. 319; Bkz.
Duemila Pagine
di Gramsci'ye önsöz, ed.
G. Perrata ve N. Gallo,
Milan, Il Saggiatore, 1964, vol. 1, p.
96: Lenin'in gerçekten kullandığı terim «hegemonyayı
elinde tutan» değil, ancak «Lider» (rukovoditel)
dir. Stalin'in ifadesi için- bkz. Dal coloquio con la prima delegazione operaia americana; burada Lenin'in Marx'ın
doktrinini geliştirdiği temaları aktarırken şöyle
demektedir : 'Dördüncü olarak, devrimde proleteryanın
hegemonya teması, vb.' (J. U. Stalin, Opere
Scelte, Moscow,
1947, vol. 1, p. 35).
(46) Duemila
pagine di Gramsci, vol. 1, p. 799 ve p. 824-25.
(47) Ferrata,
«hegemonik Kapitalizm» (Ordine
Nuovo, (1919-20), Turin,
Einaudi, 1954, p. 145-6) deyiminin
bulunduğu, 'La Russia Potenza
Mondiale', 14 August
1920, adlı makaleyi hatırlatmaktadır. Rogionieri,
«hegemonya» teriminin Gramsci'nin 1924'te yazılan
çalışmalarından birisinde de
kullanıldığına işaret etmektedir.
(48) 'Tartışmaya
getirilen, proleteryanın hegemonya ilkesi ve
pratiğidir; işçiler ve köylüler arasındaki temel ittifak
ilişkileri zarar görmüş ve tehlikeye girmiştir'. (Duemila pagine di Gramsci, vol. 1, p. 824);
'Proleterya, bir sınıf ittifakları
sistemi yaratmayı başarabildiği ölçüde lider ve hakim
sınıf durumuna gelebilir, vb.' (Duemila
pagine di Gramsci, vol. 1, p. 799). İngilizce çevirisi, Antonio Gramsci, Selections from Political Writings 1921-26 içinde,
çev. ve ed. Q. Hoare, London, Lawrence &
Wishart, 1978, pp. 431,
433.
(49) Lettere del Carcere, p. 616: 'Hegemonya ya da kültürel liderlik momenti'. Yine: 'entellektüel ve moral liderlik' (II
Risorgimento, Turin,
Einaudi, 1949, p. 70, Prison
Notebooks. p. 59).
(50) Machiavelli,
p. 6-8.
(51) Gramsci'nin, Risorgimento
süresince ılımlıların politikalarının
başarısını açıkladığı, iyi bilinen
bölümlere gönderme yapıyorum (Il Risorgimento, pp. 70-2.).
Lenin için, Parti'nin Onbirinci Kongresinde ki
(1922) Politik Rapor’dan olan bölüm oldukça önemlidir.
Burada, karşıtlarınınki ile
karşılaştırıldığında komünist kültürün
yetersizliği konusunda yakınmaktadır: 'eğer yenenlerin
kültürel düzeyi yenilenlerden daha yüksekse, kendi kültürlerini bunlar
üzerine baskın kılarlar; eğer karşıtı geçerli
ise, yenilenler kendi kültürlerini yenenler üzerinde baskın kılarlar.'
(Lenin, Collected Works, vol. 33, London, Lawrence
& Wishart, 1966, p. 262).
(52) Lettere del Carcere,
p. 481, 'kilise,
ticaret birlikleri, okullar, vb. gibi, özel organizmalar diye
adlandırılanlar yoluyla gerçekleştirilen, bir toplumsal
grubun ulusal toplumun bütünü üzerindeki hegemonyasından’ söz eder.
(53) Gramsci'nin,
hegemonyanın etkin öznesi (aydınlar) sorunu ile ilgilendiği
ve yeni hegemonyanın kapsamını (ulus-halk teması — [yani,
ulus karakteri kazanmış halk...] - Ed.
N.) anladığı yönde, bu yeni boyut ve geniş
içeriğin iki temel kanıtını bulabiliriz. Ancak bunlar
iki geniş içerik olduklarından dolayı, yalnızca
şu iki gözlem ile yetineceğim:
a) Gramsci,
partinin lideri olarak saptanması gereken yeni aydın üzerindeki
düşüncelerinde, şüphesiz Lenin'den esinlenmiştir. Gramsci'nin değişmez 'interlocutor'u (sürekli
polemiğe giren—Ç.N.), yalnızca Benedetto
Croce olsa bile, halen, aydınlar sorununa
gelindiğinde, eğer bunun, büyük siyasal ve ekonomik bunalım
yılları boyunca (Benda, 1927; Mannheim, 1929; Ortega,
1930), 1930'lar da dramatik bir şekilde başlayan ve süren,
aydınların işlevleri üzerine olan tartışma ile
ilişkileri gözardı edildiğinde,
düşüncesi anlaşılamamaktadır.
b) İtalya'nın
tarih-dışı karşıtının
tarih-yazınsal özgün konusu 'ulus-halk' üzerine düşünce
ile birlikte, Gramsci, toplumsal devrim
sorununu, İtalyan devrimi sorunu ile ilişkilendirmektedir. Entellektüel ve moral reform sorunu, Renaissance'dan Risorgimento'ya
kadar, İtalya'nın tarihi üzerine düşünceleri de beraberinde
getirmekte, ve ilk interlocutor'ları olarak,
birinci sorun konusunda Machiavelli, ikinci sorun
konusunda da Gioberti (Gramsci'nin
kaynakları üzerine araştırmalarının önemi,
yalnızca Asor Rosa
tarafinca vurgulanmıştır) ortaya
çıkmaktadırlar.
(54) Machiavelli, pp. 94, 130, Prison
Notebooks, pp. 253, 261.
Il Materialismo
Storico, p. 75'de,
yalnızca 'siyasal toplumun kaybolmasından' ve 'düzenlenmiş
toplumun gelmesinden' söz etmektedir. Farklı bir
şekilde, Lettere del Carcere, p. 160'da,
parti, 'sivil—siyasal toplumdan «düzenlenmiş toplum»a geçiş için bir araç' olarak betimlenmektedir, zira
bunların üstesinden gelebilmek için her ikisini de özümlemesi
gerekmektedir.
(55) Machiavelli, p. 132, Prison Notebooks, p. 263.
[*] in se ve per se: Latince olup «kendinde» ve «kendi
için» anlamındadır. (Ed. N.)
[**] EDİTÖRÜN NOTU: Gramsci'nin en temel kavramlarından biri olan «moment»i,
burada tek bir kelimeyle karşılamanın uygun
olmayacağı görüşünde olduğumuzdan Türkçe
karşılık kullanmadık. Bu kavram etimolojik
anlamından hemen daima farklı bir şekilde kullanılmıştır.
Batıda Gramscigil terminolojide de yerleşmiş
bir anlamı henüz olmadığından hiç olmazsa Türkçe
karşılığı yerleşene kadar kavram
kargaşası yaratmamak ve spekülasyona yol açmamak için Türkçeye çevirmedik.
Moment kelime olarak kısa
süre, evre, an, lahza.. vb. anlamında olup; Fizikte, «harekete geçiren,
itme kuvveti, hareketin nedeni» olarak; Felsefel
düşüncede ise; «herhangi bir gelişmenin, maddi
değişmenin evreleri», anlamında kullanılmaktadır. Hegelise bu kavramı (diyalektik moment) fizikteki
anlamlarının birleşik kullanımı doğrultusunda
«... bir düşünceyi karşıtiyle bize
gönderen (yansıtan) ve idea'da olduğu
kadar realite'de de gelişmenin aşamasına
—uğrağına— götüren kuvvet ...» olarak
kullanmıştır.
J. Texier'in
makalesinin çevirmeni Kenan Somer ise momentin
Türkçe karşılığı olarak «uğrak»ı uygun
görmekte ve metinde momentin karşılığında,
uğrak kelimesini kullanmaktadır.
[***] Asosyal
devlet burada devleti toplumun dışında ondan bağımsız
bir olgu olarak ele alan düşünceyi anlatmak için kullanılmıştır.
(Ed. N.)
[****] Kurumlardan burada
anlaşılması gereken özel toplumsal «yapı» ya da «düzenlenme»lerdir.
[*****] Burada ekonomi ve üretim tipi olarak
belirtilen kavramın biçimsel bir yaklaşım olduğu,
Üretim Tarzı/Üretim Biçimi tartışmaları ile ilgili
olmadığı göz önünde tutulmalıdır. (Ed. N.)
[******]
Bitişme, İngilizce'deki «Junction»
karşılığı olarak Türkçeleştirilmiştir.
Kavşak, bitişme yeri, birleşme ve hatta bağlanma
olarak da kullanılabilmektedir. (Ed. N.)
Çeviri: Arda İpek
Kaynak: Bobbio, N.
(1982). Gramsci ve Sivil Toplum Kavramı. Norberto Bobbio ve Jacques Texier. Gramsci ve Sivil Toplum (S. 1-42)içinde. Ankara: Savaş
Yayınları.
|
|