Anasayfa
|
On bin yılın nefesi: Anadolu ruhsallığı
Cemal
Dindar
Çocukluğum Tokatfta geçti, ilkokulu
orada ve okumam gereken başka okulları ise İstanbulfda bitirdim...
Psikiyatri uzmanlığımı aldıktan sonra, Urfafya
gittim. Bu kişisel bilgileri şu nedenle paylaşıyorum: lise yıllarında
özellikle piyasadaki Freud kitaplarıyla başlayan, tıbbiyedeki formel eğitimle devam eden ve Bakırköy Akıl
Hastanesifndeki uzmanlık eğitimimle de artık sağlamlaştığına inandığım
mesleki bilgim ile Urfafda içine daldığım pratik
arasında ciddi esorunlarf vardı. Bu sorunlar üzerine düşünmek ise beni aynı
yere akıp giden iki yola çıkardı. Birincisi; bu soru(n)lar,
coğrafyanın sosyokültürel tarihi ile yakından ilgiliydi ve benim ilgim de
hızla oraya yöneldi. İkincisi, bağışlansın, yine kişisel bir deneyim: Urfa ve çevresi ile ilgili sosyokültürel okuma ve
gözlemlerimde sebat ettikçe, beni, hemen hep, Tokatfın bir köyünde geçen
çocukluğum karşıladı.
Giriş: kör nokta sendromu
Öncelikle şunu vurgulamalıyım:
yeryüzünün her milibahrisinde ve nerede insan
varsa orada, ortak paydalarımız ayrılıklarımızdan fazladır ve bu metinde
sözü edilen özgünlükler, bu ortak paydayı eksiltmez, zenginleştirir. Karşı
çıktığım, ne Batıfnın uygarlık birikimi, ne de bu ortak paydadır... Karşı
çıktığım; Batılı bilim adamlarının, beyaz, erkek, 175cm
boyunda ve 72 kg ağırlığındaki Batılı eortalamaf insanla yaptıkları
çalışmalardan elde edilen bilgilerin, tartışılmaz evrensel doğrularmış
gibi, üstelik insanın ruhsallığına uygulanması, hastane koridorlarına taşınmasıdır.
Bu, psikiyatrinin kör noktasıdır. Uygulayıcılar ise ederya içre olup deryayı bilmeyen balıklardan da tuhaff bir
yere savrulmakta, başka toplumlardaki sayıltıları,
kendi toplumlarında sayıklama biçiminde yaşamaktadırlar. Bu savrulmaya
literatürde bir ad da bulunmaktadır: kör nokta sendromu!..
Bu incelemede, ruhsallığı, uygarlık
perspektifinde ve tarihselliği ile tartışacağım. Sumer
ile başlayan bu serüvende, Anadolufdaki özgünlüğün önemli bir temsilcisi
olduğunu düşündüğüm Urfafyı sıksık
anacağım. Zira, Urfa sokaklarında, örneğin,
surlar içindeki Sumer şehir devletinin anısı ile
kan bağına dayalı Sami geleneğin aynı canlılıkla aktığı öykü, emodern
biçimlerf kazanarak, yaşamaya devam ediyor ve orada arkaikfin
güncelleşirken bir olanağa dönüşme çabası Anadolu ruhsallığının nice
işaretlerini sergiliyor.
Urfafdaki
olgusal gerçekliğin tüm Anadolufya genellenemeyeceği itirazı gelebilir. Urfa ya da Anadolufdaki
herhangi bir şehrin, ötekinden farkının, burada değindiğim noktalarda,
niteliksel değil, niceliksel olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Urfa bugün bir Ege şehrine göre, anacıl-ataerki
gerilimi olarak kavramlaştırdığım durum için ataerkil yanı daha baskın bir
şehirdir, lakin bu durum hem bir Ege şehrinde, hem de Urfafda
anacıl-ataerki geriliminin yokluğunu değil,
şiddet farkını gösterir.
Bir kazıbilim
öyküsüdür
Urfa
merkezine 25 dakika uzaklıktaki Göbeklitepefde
Alman Profesör H. Hauptmann başkanlığında 1994fde başlayan kazılarda, dairesel bir salonun
ortasında, yaklaşık 20 ton ağırlığında olduğu tahmin edilen taşlarla
kurulmuş, karşılıklı birbirine bakan gTh şeklinde iki taş blok bulundu.
Taşın tam ortasındaki yaban domuzu kabartması, gustah işiydi. Benzer odalar
kazı ilerledikçe ortaya çıktı. Çevredeki tüm yükseltiler kireçtaşı iken,
buluntunun yer aldığı 300 metre çapındaki tepe toprak yığınıydı. Bu
toprağın vadiden taşındığı ileri sürülmekteydi. Nasıl olduğu muamma! Başka
sorular da vardı: Bu insanlar hangi üretim sürecini yaşıyorlardı? Çevrede
herhangi bir çanak-çömlek işçiliğine rastlanmaması gavcı ve toplayıcıh
olduklarını akla getiriyordu. Fakat karşı karşıya olduğumuz mimari gavcı ve
toplayıcıh bir topluluğun sınırlarını aşıyordu. Bir mağara resmi ile değil,
insan eliyle biçimlendirilmiş, tonlarca ağırlıkta taş bloklara yapılmış
resimlerle yüz yüzeydik. Toplu halde ve çok sayıda, çakmaktaşından yapılmış
aletler, balta ve bıçaklar bulunmuştu. Bu da alet yapım atölyelerini akla
getiriyordu. Tüm bu öyküde bize en çarpıcı gelen iki bulgu vardı.
Birincisi, kazı sırasında bulunan odun kömürü parçalarından karbon-14
yöntemiyle alınan tarih MÖ 9000fe işaret ediyordu ve bu tarih olasılıkla bu
şaşırtıcı blokları dikenlerin değil, yıkanların, toprakla dolduranların
yaşadığı dönemin tarihiydi. Yani neolitik çağla ilgili bilgilerimizin
yeniden ginşasınıh gerektirecek bulgularla ve belki de yeni bir uygarlıkla
karşı karşıya idik. İkincisi, belki arkeolojik önemi çok sınırlı, bizim
alanımız içinse çok kıymetli bir bulguydu; Göbeklitepefnin
zirvesinde gTh bloklar gibi taş yığma duvarlarla çevrelenmiş, ebaşları
kıbleye doğru uzatılmışf iki yatır hala ziyaret yeriydi. Uygarlığın maddi
ipuçlarını yerin altında çıkartmaya çalışırken, yeryüzünde kutsallığın
izleri apaçıktı. Belki de tepe, 11 bin yıllık öyküsünde hep kutsal bir alan
olarak bilindi.
Bildiğimiz ilk büyük uygarlık
girişimi, MÖ 4000flere dayanan tarihiyle Mezopotamyafdaki Sumerlerfdir. Sumer, birçok
şehir devletinin kültürel birliğiydi. MÖ 2300flerde Sargon,
kanla, kan bağına dayanan siyasal birliği, yani Akad
İmparatorluğufnu kurdu. Ancak birkaç kuşak yaşayabildi. Frankfort,
Mısırfla Mezopotamyafyı karşılaştırırken önemli bir ayrımı şöyle dile
getirir: gUygarlığa varan değişiklikler, Mezopotamyafda da kısa sürede tüm
kültürel etkinlik alanlarını içine aldı, ama Mısırfda olduğu gibi sonul bir
biçime kavuşamadıh. Mezopotamyafnın güneyinde filizlenen uygarlık,
önce Samilerle, Akad-Babil-Asur
çizgisi izlenirse görülecektir, kuzeye göç etti, çeşitli biçimler aldı, Troyafdan Eski Yunanfa taştı. Sumerfin,
Farsi-Sami kökenli olduğu düşünülen toplulukların
yarattığı ilk köy yerleşimlerinin üzerine gelip yerleşen, olasılıkla
Kafkas-Hazar çizgisinden göç etmiş kavimlerin eseri olduğu giderek
kesinleşmektedir. Tarihte bildiğimiz ilk Sami-Farsi-kuzeyli
kavimlerin birliği, ilk uygarlığın harcı oldu ve tarihte insanoğlu ironik bir şekilde bu birliği bir daha denemedi.
Kan bağı ve yer bağı
gerilimi
Sami halkların "kan bağı"
geleneği, yerel sorunların kavim çatışmalarına, savaşlara, "kan
davaları"na dönüşmesinde yüzyıllar boyunca hazırlanmış toprak oldu. Sumer şehirleri, kuzey kavimlerinin saldırılarıyla bir bir yıkılırken, şehir ahalisi şehrin surlarına gidip
ağıtlar yaktı, ağladı. Ağıt geleneği belki de ilk, yıkılıp giden şehirler
için yakılan şarkılarla başladı. Sumerfde her
şehir, kendi Tanrısının koruması altındaydı. Bugün bile varlığını koruyan
sıla kutsallığının temeli, güçlü bir şekilde atıldı ve kendine yurt arayan
göçebenin uğrak yeri de olan Yakındoğufda sıla kutsallığı, göçebe için,
Mezopotamya uygarlık birikimiyle bütünleşmenin ana dinamiklerinden biri
oldu. Örneğin, Abdalan Rumi, yani Anadolu
dervişlerinin tekkeleri, Türkmenler'in yerleşim
yerlerinin çekirdeğini oluşturdu. Mezopotamyafnın "yerli" Sami
halkları, kan bağıfnın tutucu temsilcileri haline gelirken; İrani etkiden süzülüp gelmiş göçebenin Mezopotamya
Uygarlığı'nın temel karakteristiklerinden biriyle, yer bağı ile
bütünleşmesi, eşitsiz gelişmenin öğreticiliği ile yüklüdür.
Kutsal şehirler ise, mesela Kudüs,
mesela "peygamberler şehri" Urfa,
binlerce yıllık tarihin ve inanç geleneğinin kalıntılarıdır. İbraniler'in hâlâ Süleymanfın yıkılmış mabedinin
duvarına gidip ağlamaları, "ağlama duvarı" ise Yakındoğufda yas
ve ağıt geleneğinin ne denli güçlü olduğunun simgesidir. Urfafda hâlâ ağlamak yerine "ağıt geldi"
denmektedir. Yer bağı ile kan bağı arasındaki gerilim, her
türlü merkezileşme girişiminin karşısında, ana huzursuzluk alanlarının
biçimlenmesinde başat rolü oynadı. Mezopotamyafda hiçbir zaman "kral
öldü, yaşasın yeni kral" diye bağırılmadı; merkezi otoritenin
zayıfladığı her durum, bir ayaklanma ve isyana işaret fişeği oldu.
Mezopotamya sofuluğu
Bir yandan insanın insana, bir
yandan doğanın insana yaptığı bunca zulmün, kötülüğün sonuçları ise hâlâ
yaşanmaya devam ediyor. "Kaderi kararlanmış" insanın
güçsüzlüğüne, zayıflığına inanç; kadere boyun eğmenin gerekliliği, bu
dünyanın geçiciliği ve öteki dünyaya hazırlanmanın erek halini alması, her
türlü zulmedici karşısında tevekkül; Tanrıya hizmetin bir gerekliliği
olarak kurumsallaştırılmış ve kuralları kesinleştirilmiş bir iman
pratiği... Sumerfde her şehrin bir Tanrısı vardı.
Diğer şehirlerin Tanrıları da önemsenirdi, fakat hemşehriler
için, kendi şehirlerinin Tanrısı baş Tanrı idi. Tek Tanrıya evrilen süreç, aynı zamanda kabileler, şehirler
arasındaki çekişmelerin yaşandığı süreçti de... Bu süreçte, özellikle siyasal
birlik arayışının ortaya çıkmasıyla, şehirler arasındaki çekişmenin bir
yüzü de kendi şehrine ve onun Tanrısına koşulsuz, sorgulamasız
bağımlılıktı. Frankfort, tarihin hemen her
döneminde görülen "Mezopotamya sofuluğu"nun temelinde, insanın
zayıflığına dair inançla, bu sorgusuz sualsiz bağımlılığın var olduğunu
belirtiyor. Eklenecekler var: ölümün adaletine dair korkunç inançla,
hayatın adil olamayacağına dair, insanın zayıflığına dair katı kabulün inşa
ettiği zıtların birliği bu sofuluğun en önemli besini olmaya devam ediyor.
Yine de bu birlik, hayatta olan, bu topraklarda yaşayan insanların
ruhsallığında gerçekleşiyor, sanıldığının aksine huzur vaadetmiyor,
ister istemez çatışmaya da dönüşebiliyor. En azından şu söylenebilir:
kuralları katılaşmış bir iman pratiğinin kendisi gün geçtikçe,
mesela şehirleşmeyle, işbölümündeki karmaşayla, toplumun talep ettikleriyle
çatıştıkça kişinin ana kaygı kaynaklarından biri halini de alabiliyor.
Anadolufda ruhsal rahatsızlıkların
açıklamasında "cin çarpması"na inanç ve çare olarak da
muskacılık, kutsal bilinen yerleri ziyaret, adak adama gelenekleri halen
yaygındır. Bunun köklerinin de binlerce yıl öncesine dayandığını, tapınak
geleneğinin, muska-mühür geleneğinin ise başlangıçta toplumsal
farklılaşmaya bir yanıt olarak ortaya çıktığını artık biliyoruz. Göçerler
sayesinde uzak yerleşim birimleri ile ticaret gelişmiş, özellikle lapis lazuli (lacivert taşı),
obsiden (saydam lay
taşı), yeşil malahit taşı, reçine, firuzeler,
deniz kabukları alınmıştır. Bunların birer süs eşyasından çok daha yaşamsal
önemleri vardı. Her birinin sihirli olduğuna, taşıyan kişilere mana
verdiklerine inanılırdı. Nesnelerin üzerindeki bir balçık parçasına bu
mühür basılıyor ve nesneye "tabu" konuluyor, yani mührün sahibi
kişiliğinin bir parçasını o nesneye aktarıyor ve böylece mülkü olduğunu
gösteriyordu. Balçık, nesnenin kişilik kazanmasında, kişiselleştirilmesinde
aracılık ediyordu. Bunun tarihsel en yüksek soyutlaması ise, Tanrısal
nefesle üflenmiş balçığın insana dönüşümü oldu.
Değerli taşların taşıyan için iki
yönlü işlevi vardı. Birincisi muska işlevi idi: taşıyan kişiye manâ
veriyordu, üzerlerinde sihirli işaretler ya da
totem tasvirleri vardı. Bu taşların ikinci işlevi ise mühürdü.
Mühür-muskaların üzerindeki şekillerin ortak simgelerin oluşumunda,
dolayısıyla yazının gelişiminde önemli rolü olduğu düşünülmektedir. Bu
rolün etki alanı geniş olmuştur. Öncelikle dilin oluşumunda etkin oldular. Sumerfden kalmış sözcük listeleri, bunlara birer
"ilkel" sözlük de diyebiliriz, incelendiğinde görüldü ki,
yalnızca adlar vardı ve fiil ve sıfatlar dışarıda bırakılmıştı. Yazı
dilinin adlardan oluşmasının bir nedeni, başlıca totem isimlerini içeren bu
mühürlerin, yazının oluşumuna öncelik etmesi olsa gerek. Bir diğer nedeni
de Sumer mitolojisi idi; Tanrıların yaratma
biçimi, birlik duygu büyüsünün bir doruğudur, yaratmak, adını anmaktır. Kramerfin Tarih Sümerfde Baţlar adlı kitabında
yazdığı gibi, bu yaratma varsayımı bütün Yakındoğu'da bir inanç haline
gelmiştir. Gösteren (sözcük) ile gösterilenin (nesne) aynı şey olduğu,
özellikle "kelimelerin sesi"nin nesneye içkin bir özellik olduğu
savı, ideolojik olarak birlik duygu büyüsünün belki de nihai
çözümlemelerinden biridir. Daha önemlisi, bu nihai çözümleme,
"Başlangıçta kelam vardı" tek Tanrılı dinlere açılan ana
kapılardan biri olsa gerektir.
Kadercilik, muskacılık,
hastalıkların nedeni olarak cin tutulması gibi günümüzde de yaygın inanış
ve tutumların köklerinin, yaklaşık 5000 yıl önce atıldığını görmekteyiz.
Bunlarla birlikte başka tutumlar ve etkiler de hâlâ yaşamaktadır,
"mana"yı taşıyanlar, mührün sahipleri rahiplerdi. Yazının varlığı
yetmiyordu. Öğrenilmesi ve öğretilmesi de gerekiyordu. İlk okullar
tapınaklara bir ek olarak kuruldu. Manastırların, medreselerin, ayrıca
yazının başlı başına belli bir zümreyi ayrıcalıklı kılmasıyla belki de
"gizli derneklerin" ilk örnekleriydi bunlar. Yazı bir
"sırdı". Sır olması nedeniyle de eski kitaplara insanlar uzun
yüzyıllar boyunca, paradoksal bir şekilde, daha fazla güvendiler ve düşkün
oldular. Bu uzun yüzyıllar boyunca, hekimler de dahil hemen tüm uzmanlar,
gerçeği çözen sırların eski kitaplarda olduğuna inandılar.
Sonuç olarak ţu da vurgulanabilir:
Hemen tüm halk efsanelerinde cinler, ejderhalar, ifritler tüm topluma
yayılmaması gereken maddi ya da manevi birikimin
bekçileridir. Toplumsal eşitsizliğin çoğunluğumuzun ruhsallığındaki
izdüşümleridir. Biz "okumuşların" sözde aydınlanmış kafaları bu
tür inançları "hurafe" olarak damgalamakta ne kadar erken
davranırsa davransın, cinler bir tasarım olarak belki de ilk toplumsal
farklılaşma ile ortaya çıktılar. Nasıl ki günümüz tıbbında, kan
hücrelerini, mikropları, kromozomları ayrıntısıyla tarif eden uzmanlar
varsa, Sumerfde, Babilfde,
Asurfda cinleri aynı açıklıkla gören ve tarif eden "uzmanlar"
vardı. Dünyafya bakışları, birlik duygu büyüsü ile ve her şeyin canlıllığına inançla ve bakma biçimleri; esrime ve
sihir ayinleri ile cinler bu "uzmanlar" için apaçık şeylerdi. Bir
kültürde, olumlamadığımız, kendi referanslarımızla uyumsuz değerler,
eylemler listesi bulabiliriz. Fakat bir kültür, sahip olduğu özelliklerin
toplamından daha fazla bir şeydir. Bir davranışın anlamını, içinde
gerçekleştiği kültürel süreçle ilgilenirsek, kültürel örüntüdeki yerini
kuşatabilirsek kavrayabiliriz (Benedict, 1958).
Tıpla insan bilimin ilk buluşma öykülerinden biri bu konuda yol
göstericidir: 1856'da Neander Vadisi'nde bir
mağarada "bizar" bir kafatası bulunuyor. Virchow
ki, tıbbın siyasal bir alan da olduğunu açık yüreklilikle yazmış olmasına
rağmen, kafatasını patoloji arayan bir anatomist
olarak inceliyor ve "amatör" insan bilimcilerin sandığı gibi
ilkel bir insana değil, hasta birine ait olduğu hükmüne varıyor. Otuz yıl
sonra aynı hasta adama ait başka bir kafatasına, bu kez Belçikafda rastlanıyor.
Kafataslarının bulunduğu katmanda soyu tükenmiş mamutlara, geyiklere ait
kalıntılar da çıkıyor. Adamın yüz bin yıl önce yaşadığı, "hasta
olmayıp farklı olduğu" anlaşılıyor (Kraus,
1996).
Anacıl-ataerki gerilimi
Ruhsallığımızda önemli izler bırakan
bir başka gerilim de kanımca anacıl-ataerkillik
çatışmasıyla ilgilidir. Sumer mitolojisini
inceleyenler bilir: Tanrıça İnanna her şeye
rağmen çoban Dumuzi ile çiftçi Enkimdu arasında seçim yapacak güçte. Daha sonraki Babil söylencelerinden farklı olarak kocası Dumuzifyi, kendinin yokluğunda rahatça tahtında
oturduğu için, cinlere teslim edip yeraltına gönderecek gücü de var. Sami
gelenekte ise kadın kaderi kocasınca belirlenen bir güçsüzlük abidesi!
Kadının konumuyla ilgili bu iki ayrı bakış, Anadolufda kanımca uzun
yüzyıllar boyunca yaşadı. Davranışlarımızı biçimlendiren önemli
kaynaklardan biri de Anadolufya göçebe Türkmen boylarıyla akıp gelen ve ilk
şoku Farsi etkiyle yaşayan anaerkil (belki anacıl demek daha doğru) özelliklerin, kanımca ikinci
şoku halen yaşadığı Sami kültür ile olan gerilimidir. Bu gerilimin en iyi
işaretlerini, Toros Dağları boyunca yükselen ve
en lirik ifadesini Karacaoğlanfda bulan sevda
türküleri ile Arap nüfusun yoğunlaştığı ve kültürünün baskın yaşandığı Urfa ve çevresindeki sevda türkülerini karşılaştırırsak
görebiliriz. Harput-Urfa-Kerkük
hattı boyunca çalınıp söylenen türkülerde, kadının dilinden sevdaya dair
bir yakınmayı duymak bile mucizedir. Bu gerilimin çok yönlülüğünü,
etkileşime giren her sosyokültürel örüntü üzerinde etkileri bulunduğunu
özellikle vurgulamak gereklidir. Ailedeki birey sayısı, özellikle de erkek
çocuk sayısı, ailenin konumunu çeşitli yönlerde etkiler. Öncelikle
işgücünün aile içinden karşılanıyor olması ile ilgilidir bu. İkincisi,
ailelerin diğer aileler karşısındaki konumlarının en kesin güvencesi erkek
sayısıdır. Bu nedenlerle çok çocukluluğa eğilim olduğu gibi, çok eşliliğe
de eğilim vardır. Böylece erkek çocuk sayısının artışı güvence altına
alınır. Cinsiyet ayrımı daha eşlerin düğün gecesinde başlar; gelinin yatağı
yapıldıktan sonra yatak üzerinde bir erkek çocuk yuvarlanır... Çocuğu
olmayan eşlere hor bakılır, çevreden kişiler, özellikle de aile büyükleri
öfkelendiklerinde, bir kavga durumunda neredeyse en büyük küfür, en
yaralayıcı söz olarak bunlara "körocak" derler. Kızçocuğu olup, erkek çocuğu olmayan eşler de aynı
sıfatla nitelenirler (Kapaklı, 1998). Erkek çocuğunun kız çocuğundan daha
çok istenmesinin önemli bir nedeni de ataerkil aile düzenidir. "Baba
ocağının tüttürülmesi" gerekçesi ile aile içinde erkek çocuğa önemli
ayrıcalıklar tanınmıştır. Erkek çocuklar daha uzun süre anne sütüyle
beslenmekte, evdeki kadınların ve kız çocuklarının en önemli görevi
erkeklere en iyi hizmeti vermek olmaktadır (Akbıyık,
1998). Bu ayrımcılık öylesine belirgindir ki, bir kadın eğer kız çocuk
doğurmuşsa yedi, erkek çocuk doğurmuşsa dokuz gün yatar. Hamilelik dönemi
ile ilgili birçok inanışta da beklenen çocukla ilgili cinsiyet
ayrımcılığının izleri belirgindir. Erkek çocuğu imleyen belirtiler hemen
hep olumlu iken, kız çocuğu imleyen belirtiler bir negatifliğe, olumsuzluğa
işaret eder: hamile kadın tatlı (yerel ağızla şirin) yemek isterse oğlan,
ekşi isterse kız çocuğu olacaktır. Karnı yuvarlaksa erkek düzse kız, göbeği
yukarı bakıyorsa erkek, aşağı bakıyorsa kız, sık sık
uykusu geliyorsa kız çocuğu olacaktır. Yine doğacak çocuğun cinsiyetini
önceden tahmin etmek için belli sınamalar da yapılır. Hamilenin başına ya da vücudunun başka bir yerine tuz konur. Eğer elini
ilk olarak burnuna götürürse çocuk erkek, ağzına götürürse kız olacaktır.
Bu son örnekte burun ve ağzın cinsel organların birer simgesi olduğu
düşünülebilir. Yine benzer sembolleştirme dişilliğin makasla, erilliğin
bıçakla ifade edilmesidir ve bu son örnek daha yaygındır. Hamile kadın
odadan dışarı çıktığında bir minderin altına makas, diğerinin altına bıçak
konulur. Tekrar içeri girdiğinde altında makas olan mindere oturursa kızı,
bıçak olana oturursa oğlu olacağına inanılır. Urfa
ve çevresinde bir söz vardır: "Yeni doğum yapmış kadının mezarı kırk gün
açıktır". Hurafe olmaktan öte halen önemli bir gerçeği ifade eder bu
söz. Doğum kadının yaşamında en riskli deneyimlerden biridir. Sıklıkla evde
ve yerel ebelerce yaptırılmaktadır. Doğum sonrasında hemen hiç tıbbi destek
alınmamaktadır. Üstelik daha önceden değindiğimiz sebeplerle kadının
doğurganlığı aşırı derecede zorlanmakta, birçok kadın ergenlik döneminde
evlendirilmekte, sıklıkla hamile kalmakta ve doğum yapmaktadır. Gerek albasması, gerekse alkarısı
deneyimlerinin bu zorlayıcı sürecin ve kadının hayatına giren çocuğun
varlığıyla ilgili ruhsal zorlanmaların dışavurumları olma olasılığı
yüksektir.
Ţaman ve rahip
Şaman'ın dünyası ile, rahibin
dünyası... Tarihin ruhsallıkla ilişkisine bir de buradan bakmak önemlidir.
Tarihsel süreç, yazılı kısmıyla, daha çok rahibin dünyasına dairdir. Bu
dünyanın kendini olgunlaştırdığı, giderek kemikleştirdiği, hemen tüm insan
coğrafyasında ve iki ayrı kök-sosyokültürel genetikte baskınlaştığı bir
süreçtir tarih. Avcılık, spor haline gelirken spor kulüplerinin sembolleri
ki burada birini anmak yeterlidir, Beşiktaş yani kara kartallar, hemen hep
hayvanlardan seçilir. Sürü, doğadan kovulur ve yapay yemlerle "üretme
çiftlikleri"ne çoban Dumuzifnin yeraltına
kapatıldığı gibi kapatılır. Et, "mutlu azınlık"ın, deyim yerindeyse
modern rahiplerin sofrasında israf edilir, çoğunluğun ulaşamadığı bir besin
haline gelir. Yaban, evcilleştirildiği zaman insanla aynı dünyanın bir
parçası olur. Totem, süs eşyasına dönüşürken, yıldızlara dair, onların
hareketlerine dair yeni kuramlar, örneğin Kopernik
ve Keplerfin çalışmaları modern bilimin "prototip"i olur ve
nihayet Şaman, akıl hastanesinde tedavi altına alınır. Farklı kültürleri ve
o kültürel örüntülere tabi insanları anlamada, toplumların sürücü veya
tarımcı geçmişlerini, bir de özellikle bu iki ayrı tarzın özgül
ilişkilerini gözden geçirmek gereklidir. Şaman ve rahip arasındaki fark,
çiftçi ile avcı arasındaki farkın bir ifadesidir. Tarımcı toplumun döngüsel
düzenliliği, daha da önemlisi bu düzenliliğin bereket için zorunluluğu; bunlarla
birlikte, bireyin simgesi kabul edeceğimiz bir tohumun "çokluk"
için toprağa atılması, bireyin topluluk içinde erimesi gerekliydi. Tüm
erginleme ritleri, mitosların temaları bireyin
toplumca törpülenmesi, bireyci eğilimlerin yok edilmesi, topluluğun yararı
karşısında bireyin hiçleştirilmesi ile ilgilidir. Sumer
mitolojisinde yaratılışla ilgili anlatımı, herhangi bir avcı toplumun
mitolojisindeki anlatımla karşılaştırmak bile böyle olduğunu göstermeye
yeterlidir. Sumer ortakduyusunda
annesinden hiçbir günahsız çocuğun doğmayacağına inanılıyor. "Kaderi
kararlanan... O bir insan", ilk insan ise tam bir zavallı olarak
anlatılıyor. Avcı toplulukların yaratılış efsanelerinde, insanın yaratılışı
ise kuşların, suların, ormanların gümbürtüsünde tam bir şenliktir. Tarımcı
toplumlarda kişinin bir ömürlük macerasında, kendiliğindenliğe yer yoktur.
Bilinmedik, gizil hiçbir deneyim bu ömre sızamaz. Sızsa da kabul edilemez.
Deneyim bireyler arasında değil, kuşaklar arasında aktarılır. Ruhsal
deneyimin bir "kendini bilmek" deneyimine dönüşmesi tarımcı
toplumlarda çok sonraları ortaya çıkmıştır. Avcı topluluklarda ise, belki
başlangıçta daha güçlü olmak üzere bireysel dürtüleri destekleyen birçok
öğe görülür. Grubun yararı, toplulukça sindirilmiş bir kişide değil, ormana
cesaretle dalan, ormanın korkusunu tanımış ve bunlara karşı içindeki
gizilgüçleri keşfetmiş bireydedir. Baba, bu keşif için oğlunu ormanın
ortasına bırakır. Yalnızlık, oruçla yoğunlaştırılır ve daha önceki
kuşakların da geçtiği, fakat yalnız yol aldıkları,
benzersiz bir kişisel deneyim gerçekleşir. Joseph Campbellfin
İlkel Mitolojifde vurguladığı gibi: "Avcı dünyasında grup,
kendi yolunu kendi biçimiyle bulan bir insanı yüz geri edebilecek kadar
büyük ve güçlü olmamıştır; egemen olan felsefe daha çok easlan
kükremesifdir." Sonraki sürücü toplumlarda, bu deneyimin ve gizilgücün
somutlaştığı kişilik ise Şaman'dır. Giderek bu topluluklarda da grubun
geleneği halini alan ve biçimselleşen ritler
oluşmuştur, fakat hiçbir zaman tarımcı toplumdaki katılığa ulaşmamıştır.
Kutsallık, tarımcı toplumlarda Tanrılar panteonunda ve onun yeryüzü
temsilcilerindeyken, burada kişisel ruhlarda ifadesini bulur. Şaman'ın trans deneyiminde gözlendiği gibi geçişkendir,
derinden bir şeyi, birini çıkartmayı ya da onla
karşılaşmayı içerir. Bir nöbettir, beklenir, girilir, çıkılır... Tapınakta
olacaklar ne denli bildik, olumlu, ayine katılanlar için ortak ve
beklenilir ise, Şaman'ın gücünün seyri o denli bilinemez, varacağı sonun
bedeli o denli riskli ve bireyseldir. Rahip ne denli saygın ise, Şaman
ürkütücüdür; ait olduğu topluluğun bütün şarkı ve geleneklerini,
efsanelerini başka her üyeden daha iyi bilir, aktarır. Gücü ve deneyimi
büyük bir bölümüyle kişiseldir, topluluğa kapalıdır. Rahibin mührü vardır,
muskası vardır, Ţamanfın asası. Şaman imgesinde
ağaç önemlidir, ilk avcının yurdu olan ormanı imler, orada oruç tutan ve
aydınlanmayı bekleyen avcının yalnızlığının, birbaşınalığının
anısıdır. Nasıl avcı ormanla gizli anlaşmasını bu yalnızlıkta yapmışsa,
Şaman'ın da yüksek bir ağacın dalındaki yuvada piştiğine, bilgeleştiğine
inanılır. Şaman-kuş benzetimi de yaygındır. Bu benzetimlerin kalıtları,
yaşadığımız topraklarda hâlâ devam etmektedir. Alevilik'te
turna, doğan; Yezidilik'te tavuskuşu
bilinmektedir. Anadolu insanının derinliklerinde, asasıyla Anadolu'yu
dolaşan dervişlerin sözleri yankılanır; nerede bir yatır varsa başında bir
ağaç, dallarında dilek için bağlanmış iplikler bulunur... Her ne kadar
birçok toplulukta birinin Şaman olabilmesi için soyunda Şaman geleneği
olması gerekli olsa da, bu yeterli değildir. Şaman adayının sıklıkla büyük
bir hastalıktan geçmesi gerekir. Bu, bugün
psikiyatrinin büyük hastalık kategorilerinin çoğuna uyan bir zihinsel
bunalımdır; asla ruhsal bir rahatsızlık olarak görülmemiş, topluluğun
üyelerinden birinin seçilmişliğinin, bir Şaman'ın "gerçekleşmesi"
sürecinin işareti olarak kabul edilmiştir. Kişinin "ruhsal
enerji"sini soğuran bir nevroz olmaktan çok, kişinin zihinsel
yetilerini bileyleyen, bir bütün olarak bireyi
diğerlerinden daha güçlü hale getiren ve böylece ötekilerden ayıran, bir derinlik kazandıran süreç olarak
görülmüştür. Bu süreç, bir başka mitosla da eklemlenmektedir: ölüm ve
yeniden dirilme. Deneyimi yaşayan kişi artık yeni biridir...
Yıldıznamefye bakmak
İnsan ruhsallığını derin bir şekilde
etkileyen buluşlardan biri de şuydu: Uzun gözlemler sonucunda yıldızların
hareketleri ile tarımın gerekleri arasında ilişkiler olduğu bulundu. Güneş
ve Ayfla birlikte, görülebilen beş gök cismi, Merkür, Venüs, Mars, Jupiter ve Satürn belirli bir düzen içinde hareket
ediyorlardı. Astronomik gözlemler, tarımın yönlendirilmesinde o denli
etkili ve başarılı oldu ki, Sumerliler, yaşamın
geri kalan kısmında da bu başarının süreceği inancına kapıldılar. Böylece
yıldızlara bakma ve kehanette bulunma, yaşamın hemen tüm alanında etkin bir
yöntem halini aldı. Sumer evren anlayışında
yıldızların, yedi kat göğün, yani makrokozmosun
dışında, kozmik düzenin yeryüzündeki modeli olan ve insanla, yani mikrokozmosla makrokozmos
arasında yer alan bir mezokozmos vardı; o da
tapınak merkezli şehirdi. Şehir hayatının düzenlenmesinde yıldızların
birbirlerine göre ve özellikle de Güneş ve Ayfa göre konumları belirleyici
olurdu. Günümüzde burçlara inananların sayısı ile birlikte, hemen her
gazetenin bir köşesinde, iklimsel hava tahminleriyle birlikte, bir çeşit
"kişisel hava tahmini" olan burçların da yayımlanması göz önüne
alındığında, bu yöntemin insanda nasıl kökten bir düşünüş formu oluşturduğu
da anlaşılır. Şimdi bize, "fala inanmam, falsız da kalmam" ayarında
bir uğraşı gibi gelse de Sumer şehirlerinde
yıldızlar takviminin başarısı müthiş olmalı. Ulaşılan refah öylesine
görkemliydi ki, Campellfın belirttiğine göre çok
sonraları cennete modellik eden Hindu-Budist dünya dağının adı Sumeru idi. Urfafda lise
öğrencileri ile yaptığımız bir araştırmada sorulardan biri, "Hayatta
en değerli şey nedir?" sorusu idi. Açık uçlu olan bu soruya bir
öğrencinin verdiği yanıt, bu hiyerarşik evren
anlayışının hâlâ devam ettiğini göstermektedir. Eşittir, işaretleriyle
birlikte aynen aktarıyorum: "Din=vatan=aile". İnsan binlerce yıl
Tanrısını göklerde aramıştır. Tanrılar panteonunu gökyüzüyle yeryüzünün
buluştuğu dağ doruklarına yerleştirmiştir. Nemrut Dağıfnı görmüş olanlar
burada denilenleri anlamaktan öte hissedecekler de. Yukarı Mezopotamyafya,
diğer dağlara, bulutlara hakim bir noktada Tanrılar sizi beklemektedir.
İlkel de hayatın kaynağını göklerde aramıştır. Bu arayış, kendi sınırları
içinde hiç de "metafizik" bir düşünüşle başlamamıştır. O, bizim
"yapay" çevrelerimizde yaşadıklarımızdan çok farklı bir şekilde,
kendini doğaya ve göklere yabancı hissetmiyordu. Kendini
yabancılaştırmamıştı. Hayatın kaynağını gökyüzünde, semavi alemde
aramasının nedeni deneyimleriydi. Özellikle Ay, bu deneyimde önemli bir yer
almıştı. Yakın zamana kadar Harranfda Sin (Ay) kültü yaşatılmaktaydı.
Anadolufda birçok yerde Ay hâlâ kutsallığını korumaktadır,
"nur"dur.
Ayfa insanın ilk ayak izleri düşeli
yıllar olmasına rağmen, çocukluğumda yaşlılar ürkmüş bir şekilde
uyarırlardı: "Öyle deme, Ay nurdur." Yürünülen yerin başka bir
yer olduğunu söylerlerdi. Başka uyarılar da vardı. Gündüz görünen Ay
uğursuzluk alametidir ya da gece Ay varken, açık
alanda işememek gibi...
Üniversiter
anlamda dünyanın en eski okullarından ve Ortaçağ'da Batıfda kurulan
üniversiteleri öncelemiş olan Harran Okulu, 7. ve 8. yüzyıllarda Eski Yunan
felsefesinin temel metinlerinin Arapça'ya çevrildiği en önemli merkezdi. Bu
çevirilerin de hızıyla, burada din, gökbilim, tıp, matematik ve felsefe
çalışmaları yoğunlaştı. Farabifnin de bir dönem
eğitim gördüğü kaydedilen Harran Okulufnu yönetenler arasında İslamfı
benimsememiş, eski dinlerine bağlı Sabiiler'in
çoğunlukta olduğu da bildirilmektedir. Sabiiler
yıldızlara dayalı bir inanç dizgesi geliştirmişlerdi ve İslamiyet'ten sonra
da yüzyıllar boyu yaşayan bu dine göre, evrenin güçlü bir mimarı vardı,
gözle görülmezdi ve bu yaratıcıya yaklaşmanın biricik yolu, cevherleri
kutsal olan ruhları, aracı koymaktı. Bu ruhlardan her biri bir gezegene
aitti ve gezegenler bu ruhlara beden görevi görüyorlardı. Hangi gezegene
yaklaşılacaksa onun Tanrılık kürsüsüne oturduğu saati hesaplamalı, ona özel
tütsüler yakmalı, karşısına çıkabilmek için özel dualar okumalı, bir
dileğimiz varsa tılsımlı yazılarla dilekçe verilmeliydi. Yerel
iyileştiriciler, birçoklarına ebeveyninden kalan ve Osmanlıca yazılmış,
yaygın adı Yıldızname olan bir kitabı (ya da kitapları) bu işlemler için referans
almaktadırlar. "Yıldıznamefye
bakacağım" dendiğinde iki eyleme işaret edilir: kitaba ve gökyüzüne
bakılacaktır. Bugün, bölgede yaşayan halkın ve yerel iyileştiricilerin
hastalıkları açıklama ve tedavi etme biçimlerinin tarihsel gelişimini
izlemek, yerel iyileştiricilerin ve halkın niye beden ile ruhsal olan,
güncel ile kutsal olan arasına set çekmediklerinin ipuçlarını da
vermektedir.
Kuşaklararası gerilim
Bu ipuçlarını izledikçe Spirofnun (1993) konuyla ilgili yargısının önemi de
daha iyi anlaşılmaktadır: "Yalnız eselffin
kavramsallaştırılması değil, selffin kendisinin
de toplumlar arasında değiştiğini kabul edebiliriz". Ruhbilimdeki self kavramı, Türkçede,
ebenlike veya ekendilike ile karşılanmaktadır. Urfaeda
hasta yakınları, hastalarını ziyaret ettiklerinde, veda cümlesi olarak şunu
derler: gSen siye iyi bak.g Sen sana iyi bak!.. Kendiliğin, üstelik de,
hastalık durumunda, yani bireysel bütünlüğün örselenme olasılığında, dışsallaştırılması
dikkat çekicidir.
Urfa
dendiğinde akla Hz. İbrahim gelir. Arap ulusunun
atası olan Hz. İsmailfin babasıdır. Urfafda doğduğu sanılmaktadır. Urfafnın
gelenek, görenek ve inanç dizgesini dolaysız etkilemiştir ve bu etkiler
hâlâ yaşamaktadır. Dergah ve Balıklıgöl Hz. İbrahimfin adı etrafında dönen birçok efsanenin
yaşayan yazıtlarıdır... Urfafda en sık anlatılan
efsanelerden biri, Hz. İbrahim ile Nemrut
efsanesidir:
Hükümdarlar arasında başına ilk
defa taç giyen Nemrutfun, MÖ 2000 yıllarında yaşadığı tahmin edilmektedir.
Bir gece bir rüya görür ve bilicilerine yorumlatır. Biliciler,
"Rüyanda gördüğün başının üstünde doğan, ayı ve güneşi gölgede bırakıp
parlak ışıklarıyla yeryüzünü aydınlatan yıldız, bu sene içinde memleketinde
doğacak bir çocuğa delalet eder ki, çocuk kavminin arasına karışıp nifak
tohumları saçacak, kavmini senin dininden ayıracak,
sana itaatsizliğe mecbur kılacak ve peşi sıra sürükleyecek... Şan, şeref,
mevki, saltanat ve mülkünü helak edecek, tacını ve tahtını elinden
alacak" derler. Bunu duyunca Nemrut bir emir çıkartarak gebe kadınları
hapsettirir ve doğan erkek çocukları boğdurur. Azerfin
karısı Zeliha ise gebeliğini kocasından bile
gizli tutmaktadır. Urfafnın merkezinde Dergah
diye bilinen bir mağarada Hz. İbrahimfi doğurur. Hz. İbrahim orada parmağını emerek büyür. Daha sonra Zeliha kocasına durumu anlatır. Azer
altından, gümüşten putlar yapmaktadır. Oğlu İbrahimfe putları sattırmak
ister. Hz. İbrahim babasının kendisine vermiş
olduğu putların boğazına ip takarak sokaklarda sürür ve onlara hakaret
eder. Puthaneye girer ve putları kırar. Sonra da
baltayı büyük putun boynuna asar. Sorulduğunda da; gbalta kimdeyse o
yapmıştırh der. gBir put nasıl kırabilir ?h dediklerinde de, İbrahim,
kendisinin de onlara anlatmak istediğinin bu olduğunu söyler. Nemrut, Hz. İbrahimfi ateşe attırır. Ateş su ve odunlar balık
olur ve bugünkü Urfafnın merkezindeki Balıklıgöl oluşur (Çetiner,
2000). Nemrut kötülüğü ile, kendine Tanrı olarak tapılmasını istemesiyle
Tanrıfnın öfkesini üstüne çeker. Tanrı Nemrutfun ülkesine sivrisinekleri
gönderir. Nemrut kapıları kapatır, kendini odasına atar ve kurtulur. Topal
bir sivrisinek Tanrının huzuruna çıkarak "Yarabbi
topallığım yüzünden bu göreve katılamadım, bana da bir görev ver" diye
yakarır. Topal sivrisinek anahtar deliğinden geçer, Nemrutfun burnundan
girerek beynine yerleşir. Nemrut dayanılmaz ağrılar nedeniyle keçeden bir
tokmak yaptırır ve başına vurulmasını emreder. Yetmez, tahta tokmaklar
yaptırır. "Ur ha, ur ha" diye bağırmaktadır. Böylece şehrin adı Urfa olarak kalır. Oysa aynı efsane Süryani
Vakayinamesifnde biraz değişik bir şekilde Nemrut için anlatılmaktadır: Urfafya egemen olan Kenfan
bin Kuşfun karısı Sulha (Zeliha!), Nemrutfa gebe
kalır. Kenfan bin Kuş bir rüya görür.
Bilicilerine yorumlatır. Sulhafdan doğan çocuğun
babasını öldürüp anasıyla evleneceğini söylerler. Çocuğun doğar doğmaz
öldürülmesini emretse de Sulha Nemrutfu kaçırtıp bir çobana teslim eder.
Doğarken burnuna yılan kaçtığı için yüzünün görünüşü korkunçtur ve sürüleri
ürküttüğü için çoban çocuğu ırmağa atar. Adı Nemrut olan bir dişi kaplan
çocuğu büyütür. Nemrut gençlik çağına geldiğinde rastlantıyla babasını
öldürür, anasıyla evlenir ve ülkeye egemen olur. Efsaneye göre Nemrutfa Hewyafnın oğlu (yılanın oğlu), gençlik çağına kadar
ırmak kenarında yaşadığı içinde ülkesine urhai
(sulak yerde bulunan) denmiştir (Karlıklı, 1998).
Bu efsaneler, kutsal gölleriyle,
balıklarıyla ve elbette nice Nemrutları ve İbrahimleriyle, küçük
farklılıklarla Yakındoğueda yaygındır. Günümüzde de şehirlerin ve
insanların öyküsünde yankılanır.
Kenfan
bin Kuş-Nemrut-İbrahim... Kuşaklar arasındaki gerilimin aktarımı ve Eski
Yunanfdan öncesine ait şu Ödip söylencesi dikkat
çekicidir. Aynı söylence elbette bozkırdan da seslenir: Mo-tun
(Mete), kendini düşmana teslim eden babası Teomanfı öldürür ve Hun kağanı olur. Efsane ile tarihin buluştuğu sisli
alandan söz ettiğimiz çekincesiyle birlikte, söylencelerin, bugün bile
sembolik gerçeklikleri vardır ve bu gerçeklik aşağıdaki tesbitlerle
şaşırtıcı bir uygunluk içindedir: 1991'de yapılan bir araştırmaya göre her
5 erkekten birinin İbrahim/Halil/İbrahim Halil adını aldığı tesbit edilmiştir (TC Kültür Bakanlığı, 2000). Bu denli
yaygın bir ad koyma, aynı zamanda etkin bir sosyokültürel değerlerle
biçimlenmenin de göstergesidir ve kişilerin "gelişim öyküleri"nde
dikkate değer kabul edilmelidir. Kendilik, belirgin bir şekilde
toplumsal-kültürel bağlamlarıyla tarifine kavuşmakta, örneğin, gençlerde
geleneksel geniş ailenin desteğinin çekildiğine dair imalar bile ruhsal
zorlanmalara yol açabilmektedir. Kuşak çatışmasıyla yoğunlaşan ve
ebeveynlerin sıklıkla çocukları arasında "kıyas" yapmalarıyla ve
iyi evlat, kötü evlat nitelemeleriyle doruğuna ulaşan bu süreç, sonuçlardan
birinin bu olması olasılığına rağmen daha çok benliğin bütünleşememesi,
dağılması tehlikesi ile değil de, "ideal" ailenin dağılması
olarak aktarılmaktadır. Gençlerdeki birçok depresif
yakınmaların "kaybedilmiş" ya da
beklentileri karşılanamadığı için kaybedilme tehlikesi olan aileye ve
paradoksal bir şekilde de kişiye desteğini çekmiş kökensel geniş aileye
duyulan öfkeyle yan yanalığı dikkat çekicidir. Urfafda insanlar arası ilişkilerde en sık kullanılan ve
"iyi dilek, şükran ve minnet" içeren deyimlerden biri, Urfa ağzıyla: "Babaya rahmet"tir. Bu öfkeyi
anlamak için, rahmet okumanın daha çok "öteki dünya" ile ilgili
olduğunu ve burada sözkonusu edilen babaların
büyük bir çoğunluğunun ise henüz "hakkın rahmetine kavuşma"dığını
unutmamak gereklidir.
Anadolufda yaşayıp da!..
Anadolufdan söz edildiğinde
sıklıkla kullanılan klişeler vardır. Örneğin, kültürler mozaiği... Mozaik,
adı üstünde zemin üzerinde dondurulmuş, katılaştırılmış bir biçemse,
Anadolu bundan çok daha fazlasıdır. Pax Sumer hakkında bildiklerimiz yeni. Sumerfin
bugünkü Anadolufya etkilerini dolaylı olarak biliyoruz. Sonrasında Hellen birikimini ekerek buralardan geçen İskender var.
Anadolufda bu seferler sırasında kurulmuş köklü şehirleri biliyoruz. Urfa, o zamanki adıyla Edessa
da bunlardan biri... Sonra, Pax Roma!.. En az iki
somut veriden söz edebiliriz: Anadolufya "Horasanfdan sökün edip kimi
geyik, kimi şahin olarak Anadolufya gelen" Türkmen dervişlerine
verilen ad Abdalan Rumi... Bir diğer örneğimiz de
Urfafdan. Şehre çok yakın Kırk Mağaralar'da yapılan kazılarda elinde liriyle bir Orfeus mozaiği bulundu. Romafnın kendi gizem dinlerini
buralara kadar taşıdığı anlaşılmaktadır. Bugün bile canlılığını koruyan iki
olgunun; Urfafda şehir yaşamında müziğin aldığı
yerin ve sıra gecesi geleneğinin kökenleri, bir de tüm Anadolufda hemen her
şehirde yaşatılmış olan meslek loncalarının, Ahilik'in
kökenleri, zaman içinde özellikle Orta Asya bozkır kültürü ve İrani etkilerle yaşadığı dönüşümlere dikkat etmek
koşuluyla, bu gizem dinlerinin gizli kardeţlik
örgütlerine değin götürülebilir.
Şimdi Paxfı
tartışılır bir Amerika çağıdır ve öykü devam etmekte...
Cumhuriyetfle birlikte Anadolu
artık, dünyanın kültürel olarak en verimli toprakları arasındadır. Bununla
birlikte, her birimizin ruhsallığında; tarihin gizli hazineleri de birer
yay gibi gerilmektedir. Tarihte insani birikimi sıçratmış her türlü
gerilim, Anadolu insanının ruhsallığında yaşamaktadır. Bu metin boyunca
sıraladığımız işaret fişeklerini kısaca analım: toplumsal farklılaşmanın arketipleri, yer bağı ile kan bağı; rahip geleneği ile
Şaman geleneği; anaerkillik, belki anacıl demek
daha uygun ve ataerkillik, yerleşiklik ve göçerlik.... Üstelik, bu işaret
fişekleri ruhbilimde kapatıldıkları kavramsal cenderenin sınırlarını da
zorluyorlar ve yeni soyutlamalar için kapılar açıyorlar... Bitirmeden
bunlardan birine kısaca değinelim:
Tarih Sumerfde
Baţlar, Kramerfin bu eşsiz
kitabına verdiği adın duyurduğu gibi, Sumerler,
halen içinde değindiğimiz uygarlığın ürettiği kurumların ve elbette bu
kurumlar ile birey veya grupların ilişkilerinin ilk örneklerinin
oluşturucularıydı. Bu ilk örneklerin, davranış kiplerinin bugüne gelmesinde
ve bugünkü biçime kavuşmasında "uygarlık travmaları"nın derin
etkileri oldu. Şöyle de denilebilir: Frankfortfun
Mezopotamya Uygarlığıfnın sonul biçimini tarif edememeye dair vurguladığı
güçlüğün temelinde bizzat uygarlığın içselleştirdiği travmalar ve bunlara
karşı geliştirdiği savunma düzenekleri, bir de tarihin bu ortak miras
üzerinden değil de hemen hep etnik rol paylaşımı biçiminde yazılması vardır.
Bir örnekle, uygarlığın temel öğelerinden biri olan yer bağı geleneği, Sargon saldırılarıyla ve Sami kan bağı ile
örselenmişti. Fakat bu etki, yer bağı üzerinde biçimlenmiş uygarlığın
kuzeye göçü boyunca hemen hiçbir zaman onu yok edebilecek bir güce
ulaşamadı. Surların ardında güçlü hemşehrilik
bağlarını besleyen şehir bugüne değin yaşayabilirliğini, göldürmeyen her
saldırı güçlendirirh ilkesini doğrularcasına yaşadı ve yaşattı.
Yakındoğufya yolu düşmüş her kavim, bu mirası gördü, bu gerilimi yaşadı ve
yaşattı.
Deleuzefün
Göçebe Düşüncesifnden bir alıntı ile bitirelim: eBizim rejimlerimizde
göçebelerin mutsuz olduklarını hepimiz biliyoruz: Onları yerleşikleştirmek
zorunda kalıyoruz ve yaşam onlar için çekilmez hale geliyor. Nietzsche de bir pansiyondan diğerine taşınıp duran,
kendi gölgesine indirgenmiş o göçebelerden biri gibi yaşamıştır. Ancak
göçebe ille hareket eden insan değildir; yerleşik yolculuklar da vardır,
yeğinlik içinde yolculuklar. Ayrıca tarihsel olarak da göçebeler göçmenler
gibi oradan oraya giden insanlar değil, tam tersine hiçbir yere gitmeyen,
düzgülerden kaçarken yerlerini koruyabilmek için göçebeleşmeye
başlayanlardır...f
Sonsöz: Anadolufda yaşayıp da, şu
günlerde mutsuzluğuyla heyecanlanmayan namerttir!..
Urfa-İstanbul,
mayısf02
KAYNAKLAR:
1) Şengül
Aydıngün, Bir kazı güncesi: Göbeklitepe,
Skylife THY dergisi, Mart 2001, sayfa 86.
2) H. Frankfort,
Uygarlığın Doğuşu, Çev. Alaeddin
Şenel, V Yayınevi, Ankara, 1989
3) Benedict
R. 1958, Kültür Örüntüleri, Çev. Mustafa Topal,
Öteki Yayınevi, Ankara, 1999
4) Çetiner
K., 2000, Kültürel Değerler ve Turizm: Şanlıurfa İnanç Turizminin
Değerlendirilmesi, GAP Bölgesifnde Kültür Varlıklarının Korunması,
Yaşatılması ve Tanıtılması Kitabı, Kültür Bakanlığı,Ankara
5) Kapaklı K.(1998), Ninnifden Ağıtfa,
Şanlıurfa Belediyesi Kültür Hizmetleri, Şanlıurfa
6) Karlıklı Ş.(1998), Bizim İller-II- Suyla Yeniden Doğan Kent Şanlıurfa, Creative Yayıncılık, İstanbul
7) Kraus
R.F.(1996), Kişilik Bozuklukları Hakkında Kültürel Yorumlar-II, DSM-IV
Bakış Açısıyla Kültür ve Psikiyatrik Tanıfdan(Ed.Mezzich J.E. ve Kleinman A., çev. Tüzer T.T.), Compos Mentis Yayınları,
Ankara,1997
8) Spiro M.E.(1993), Is the Western Conception of the Self ePeculiarf
within the Context of the World Cultures?, Ethos, 21(2), 107-153
9) Taş M. ve Kılıç
Ö.S.(2000),Şanlıurfa Kültüründe Dergah, Balıklıgöl
ve Balıkların Kültürel Miras Olarak Yeri ve Önemi, GAP Bölgesifnde Kültür
Varlıklarının Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Kitabı, Kültür
Bakanlığı,Ankara
10) T.C. Başbakanlık GAP Bölge
Kalkınma İdaresi Başkanlığı(1997), Sosyal Politika Hedefleri, Ankara
11) N Campbell
J.(1995), İlkel Mitoloji/Tanrının maskeleri, Çev.
Kudret Emiroğlu, İmge Kitabevi,
Ankara
12) Childe
G.(1993), Tarihte Neler Oldu, Çev. Mete Tunçay-Alâeddin Şenel, Alan
Yayıncılık, İstanbul
13) Kramer
S.(1990), Tarih Sumerfde Başlar, Çev. Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara
14) Akbıyık
A. ve Kürkçüoğlu S(1990), Folklor(Halkbilim) ve
Şanlıurfa, Şurhoy Yayınları, Şanlıurfa
Bu yazı İçgörü
internet sitesinden alınmıştır:
http://www.icgoru.com/makale/anadolu-ruhsalligi.shtml
|
|