Anasayfa
|
Psikiyatrinin eruh halif
Dr. Cemal Dindar
eİkinci hadise, tamamen klinik
mahiyette idi ve yine Jonsftan
geliyordu.
Şöyleki: Jonsfun kitabının bir
sahifesinin altındaki bir notta Jons homoseksüalite ile paranuayya arasında bir münasebet olduğunu
yazıyordu... Jonsfun yukardaki
notunu hatırlayarak bu vakfayı Emrazi Akliye ve Asabiye Cemiyetinin bir
toplantısında takdim ettim hiç araz göstermemiş bir hastanın demance paranoidefe
döndüğünü ve vakfada
homoseksüalite bulunduğunu söyledim. Çok iyi hatırlıyorum, Şükrü Hazım
itiraz etti. İlk müşehadede siz hastalığı meydana çıkaramamışsınız dedi.
Fakat Lütfü Akif de oradaydı, o da hastayı ilk zamanlarda benimle beraber gördüğünü ve araz bulunmadığını
söyleyerek beni destekledi. Ben
müşahade alırken oradaydım, paranoide araz yoktu dedi ve mesele kapandı ve
paranoia ile homoseksüalite münasebeti üzerinde asla durulmadı.f
Hatırat,
Dr. İzzettin Şadan
Giriş: kurumlar, aktörler, aktöreler...
Ruh sağlığı ile ilgili, daha da
özlüsü akıl hastalıkları ile ilgili insancıl taleplerin yoğunlaştığı,
arttığı, inceldiği dönemler, çoğu kez unutulsa, ya da görmezden gelinse de
toplumun değişim taleplerinin bir parçasıdır. Tarihe bakılınca görülür, hep
bir parçası olmuştur da. Batıda etımarhanelerfin akıl hastanelerine dönüşme
süreci, Pinelfin kişiliğiyle özdeşleşmiş olan ve ilk örneği Paris
asylumfunda-edeliler evifnde gerçekleşen zincirlerin kırılması; earkadaşça,
insan sıcağıylaf hastalara yaklaşılması ve uğraş tedavilerini merkez alan
talepler Fransız Devrimifnin bir ürünüdür. Amerikafda, Amerikan psikiyatrisinin
kurucusu Rush, Amerikan Devrimifni izleyen günlerde cesaretle bağırıyordu:
eAkıl hastaları halka teşhir edilmemelidir!f Ülkemizde Cumhuriyet
Devrimifni izleyen yıllarda benzer bir değişim yaşandı. Toptaşı Bimarhanesi
kapatıldı. Hastalar gemilerle gizliden Reşadiye Kışlasıfna taşındı. Bizim
deneyimimiz özlü ve özgül bir deneyimdir: şimdi İstanbulfun en güzel, en
yeşil, en yaşanılası köşelerinden biri olan Bakırköy Hastanesi hiç de
adıyla anılan uzmanların değil, onların emeğine saygıyla birlikte şunu söyleyebilirim:
Cumhuriyetin ilk akıl
hastalarının eseridir. Her ağaçta, her taşta emekleri vardır. Bu emek
öylesine yaratıcı olmuştur ki;
sanırım kırklarda, ya da ellilerde başka hastanelerin bakım ve onarımına,
örneğin Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesifne eücretsiz emek gücüf
olarak katkıda bulunmuştur. Buradaki kötüye kullanımı bir yana bırakalım.
Tartıştığım bu değil. Akıl hastalarının gün yüzü görmesi toplumun gün yüzü
görmesiyle yakından ilgilidir. eTımarhaneleref, ya da, ortalık biraz daha temizlenince, yüksek doz
nöroleptiklerle, o da olmazsa tespit gömlekleriyle, ki gdelih gömleğinin
teknik adıdır, etaşkınlıklarf bastırılınca, kibarlaşan adıyla edepo
hastaneleref hastaların kapatılması,
toplumun fiziki olarak, zihinsel olarak, ufuk olarak bastırılmasıyla
aynı şeydir.
Özellikle yakın tarihimizde
televizyonlarda, gazetelerde birer yaşam filozofu olarak dolaşan
psikiyatristlerin her iki alanda da, hem hastanelerde, hem toplumda
işlevlerinin benzerliğini görmek gereklidir. Genelde karşı çıkış noktalarından
biri, sözü edilen psikiyatrist
tipolojisinin tüm psikiyatristleri ifade etmediği, dolayısıyla meslekten
birer sapma olarak görülebilecekleridir. Uzun dönem katıldığım bu görüşün
yanlışlığını şimdilerde daha iyi görüyorum. Bu tipolojinin kişilik kazandığı
kişilerin en iyi psikiyatristler
olduğunu, sorunu ahlaki, ya da kişilik sorunları gibi tartışmanın ise
yukarıdaki esapmafdan daha kör bir sapma olduğunu söyleyebilirim. Sorun
biraz da şurada: ruh sağlığı ve onunla ilgili projeler psikiyatristlerin tutuculuğuna
terk edilemeyecek denli ciddi bir iştir. Mesleğin uzmanları her uzmanlık
alanında ve çoğu kez sorunları teknik olarak tanımlarlar ve orada
güdükleştirirler, sorunu geçersizleştirirler ve genel geçer uygulamaların
bekasını bir de böyle beslerler. Yakın zamanlarda moda olan etik
tartışmalarının hacmi ile pratiğe yansımalarını karşılaştırmak bile bu
konuda öğretici olacaktır.
Bu arada, okuyucuya uyarıdır: bir
psikiyatristin kaleminden çıkan bu satırlar da bu ehastalık
patojenlerindenf arınmış olmasa gerektir.
gBütün için parça
feda edilebilir...h
Akıl hastaları ve maruz kaldıkları
işlemler yaşadıkları kültürün ruhunu ele verir. Eski çağlarda kötü ruh uçup
gitsin diye kafatasları delinirdi. Bildiğimiz başka şeyler de var.
Şamanlar, şaman payesiyle donatılmadan önce büyük bunalımlar yaşıyorlardı.
Ruhsal çökkünlükle, bir deri bir kemik belki yıllarca yalnızlıkta süren bu
deneyim sonunda topluluklarının arasına döndüklerinde, topluluğu onun bir
ağacın en yüksek dalında, bir yaprakta bu zamanı geçirdiğine,
bilgeleştiğine, artık görünmezi gördüğüne, duyulmazı duyduğuna inanıyordu.
Bu bunalım asla bir hastalık olarak değil, diğerlerine göre ruhu bilenmiş,
güçlenmiş bir kişinin deneyimi olarak kabul edilmekteydi. Ortaçağ sofuluğu,
ilk hristiyanların da ses alıp ses verdiğini hızla unuttu. Akıl hastalarını
şeytanla işbirliği yapmakla suçladı, yaktı ya da karanlıklara attı. Daha
yakın zamana gelelim. Serbest piyasacı çağların akıl hastalarına tutumunu
en iyi özetleyen deneyimlerden biri psikocerrahinin serüvenidir. 1930flarda
Portekizli Moniz psikocerrahinin, beyin loblarını kesip biçerek akıl
hastalıklarını sağaltma girişiminin ilk
uygulayıcısı oldu. Uygulama yayıldı. Moniz, Nobelfle ödüllendirildi. Tepkiler gecikmedi.
Uygulayıcıları eparsiyel ötonazif yapmakla, insanların ruhlarını
öldürmekle, akıl hastalarından robotlar yaratmakla suçlandılar.
Savunmalarda ise dönemin ruhu yaşamaktaydı. BMJ(British Medical Journal)fın
1951fdeki sayılarından birinde editöryal yazıdaki ebilimself savunmanın
özeti şu idi: insanın ruhu nasıl ki ölümle ölmüyorsa, lobotomi ile de
ölmez! Bu tartışmaya, Batı ahlakının büyük sözcüsü el koydu. Papa XII.
Pius, uygulamaya olur verdi ve gerekçesini şu düsturla temellendirdi:
eBütün için parça feda edilebilir...f Bu düstur, topluma genellenirse,
çıkan sonuç ise ürkütücüdür: akıl hastaları, toplumun feda edilen bir
parçası haline gelir. Geldi. Bu süreçte insanlığa nasıl bir körebe oyunu
oynatıldığının en somut kanıtı ise şu tarihi gerçekti: BMJfde
psikocerrahiyi savunan editoryal yazının yayınlandığı yılda, 1951fde,
psikiyatrinin kötüye kullanımından söz eden hemen herkesin günah keçisi
konumuna sokulmuş Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliğifnde bu uygulama einsanlık dışıf bulunup
yasaklanmıştı.
12 Eylül ve Türkiyefde psikiyatrinin gsözde-devrimih
Bizde ise, her ne kadar şimdilerde
karanlık yıllar olarak öyle ya da böyle damgalansa da 60flar, 70fler,
bilinir, toplumun özgürlük alanlarının, bazılarının fikrince, toplumca
ekaldırılamayacak kadarf genişlediği yıllardır. Tesadüf değil; yine aynı yıllar
akıl hastalıklarında sosyal rehabilitasyon fikrinin tohumlarının
filizlendiği, süreç içinde de meyvelerini verdiği yıllardır: Faruk Bayülkem
ile özdeşleşmiş olan bu uygulamalar neleri kapsıyordu: uğraş tedavileri,
gündüz hastanesi, şehrin birçok semtinde ruh sağlığı dispanserleri...
Birçok insandan dinlediğimiz öykü, Faruk Beyfin bir vitrin olarak bunu
yarattığıdır. Bu gerçek de olsa, bir karalama da olsa, sonuç olarak şu
ortadadır: Türkiyefde psikiyatri tarihinde bir rüzgar esmiştir ve ilk
örneklerini vermiştir. Bu örneklerin de toplumun çağdaş bir toplum olma
arzusuyla ilgisi olsa gerektir.
Bizim kuşağın psikiyatri eğitimine
katkısı olan öğreticilerin, ki büyük çoğunluğu hala şef olarak, hoca
olarak, şef yardımcısı olarak psikiyatrist yetiştirmeye devam ediyor, hemen tümünün vurgusu ise yakın
psikiyatri tarihinde Yıldırım Aktuna üzerindeydi. Faruk Bayülkem ise,
kongrelerde ilerlemiş yaşına rağmen gençlere kendi özgün deneyimini
aktarmak için çırpınıp duruyordu. Aktuna, Türk psikiyatrisinde bir bellek
silici olmuştur. Kendisinden önce açılan dispanserler, gündüz hastaneleri,
rehabilitasyon çalışmaları bir bir işlevsizleştirilmiştir. Ruh sağlığı
hizmetleri, edöner kapı sendromuf denilebilecek bir hastalığın kollarına
itilmiştir. Nöroleptik kullanımının yaygınlaşmasıyla, yüksek doz
nöroleptiklerle kısa sürede nörolepsiye sokulan hastalar döner kapının
sokağa bakan yüzüne bırakılmışlar, uyandıklarında tekrar içeri
alınmışlardır. Hepimiz hatırlarız: 12 Eylül döneminde televizyonda sık sık
Bakırköy ile ilgili vitrin haberler yayınlanırdı. Sosyal rehabilitasyon
çalışmalarına önemli katkısı olan ve halen yaşayan, ömrünün uzun olmasını
dilediğim Adil Üçok, biz Bakırköylülerin Adil amcası bile, bir söyleşimizde
Aktuna dönemini büyük ilerleme olarak anlatırken gözleri dolu dolu bu
vitrini anlatıyordu aslında: ebir akıl hastasının bu hastanede muz yediğini
ilk onun döneminde gördümf diyordu, kendi mesleki serüveninin katkılarının
silinmesini, bir yana bırakarak... İşin özü ise şudur: 12 Eylül ile topluma
tespit gömleği giydirilirken, aynı yıllarda akıl hastaları, inanılmaz
yüksek dozlarda uygulanan ilaçların karanlığına kapatılmıştı. Söz konusu
yıllardaki tedavi tabelalarını bugünle karşılaştırmak yeterlidir. Asıl bu
karanlığın bugüne yansımasını görmek için, üniversite klinikleri ile akıl
hastanelerinde uygulanan ilaç dozlarının karşılaştırılması yararlı
olacaktır.
Neoliberal psikiyatrinin sefaleti
Bu değişimlerin üzerinde durulmaz.
Durulamaz. Nedeni kanımca bellidir: neoliberalizmin psikiyatrideki izdüşümü
olan neokrapelinyan paradigma, yani organikçilik, yani biyolojizm,
dayandığı dünya görüşü nasıl ki yoksulluğun sorumluluğunu bireyin omzuna
yıkıyorsa, kendisi de akıl hastalığının sorumluluğunu, buna sorumluluk
denirse, yine bireyin kendine bile değil, tek bir organına, beynine
yıkıyordu. Ne yapılabilirdi ki; bazıları doğuştan kusurluydu, bazıları
nörolojik gelişimleri sırasında earızaf göstermişlerdi. Sorunun çözümünün
toplumla, yoksullukla, sorunun tanımlanma biçimiyle bir ilgisi yoksa,
öyleyse en iyi ilacı bulursunuz, biter... Oysa biraz tarih... biraz
olsun... Akıl hastanelerinin hemen tümünün kökeninde batıda yoksullarevi,
bizim kültürümüzde aşevleri yok mudur!?.. Türünün ilk örneklerinden Londra
Betlam Hastanesi, önce yoksullar için bir hayırevi olarak kurulmamış
mıdır?.. Sonra akıl hastanesine
dönüşmemiş midir? Binaların duvarlarına bile sinmiş olan hakikat, devasa
bir literatüre sahip psikiyatrinin gökyüzlerinde niye ışımaz?..
Bir de bunları dediğinizde, refleks
tadındaki tepki şudur: sizin bir ideolojinin insanı sıkıştırdığı,
indirgediği, eparçayı bütüne feda ettiğif yere itiraz ettiğiniz görülmez ve
gösterilmek istenmez ve insanın biyolojik varoluşunu yadsımakla
suçlanırsınız. Birincisi şu: biyolojik araştırmalar birçok şey öğretmiştir
ve gerçeklikle ilgili başka herhangi bir bilgi kadar önemlidir. Karşı
çıkılan, eninde sonunda bir davranış bilimi iddiası da olan bir alanda
soruların ya da yanıtların biyolojik determinizme indirgenmesidir. İkincisi
şu: gerek biyolojik çalışmaların, daha da önemlisi gerek de betimleyici
çalışmaların, epidemiyolojik araştırmaların, sendrom tariflerinin hemen
tümü Batı kültürünün bir ürünüdür. Daha da ileri giderek şunu da
söyleyebiliriz: ister psikanaliz olsun, ister davranışçı bilişsel kuram,
isterse organik... psikiyatri kurumsal ve kuramsal olarak Batı kültürünün
bir parçasıdır. Bunun süreç içinde nimetleri olmuştur, külfetleri olmuştur.
Kanımca, gelinen noktada nimetler başka kültürlerce devşirilecektir. Akıl
hastalığı alanı ile ilgili bilgi ve uygulamada artık yaratıcı olan kültürel
özgünlüklere dikkati yoğunlaştırmak ve kollamaktır. Bir örnek vermek
gerekirse, sosyal beceri verme- tipik örneği otobüse binince bileti kutuya
atma, akıl hastası olmayıp da aynı beceriye yabancılık çekecek önemli bir
nüfusu barındıran toplumlarda hemen başka bir anlama da bürünebilir. Hemen
tüm rehabilitasyon çalışmaları, ahlaki olarak toplumu rahatlatmayı amaçlayan
pragmatizmin ve yöntem olarak hayata değil, soruna odaklanan problem
çözmenin boyunduruğu altındadır. Hem pragmatizmin, hem de problem çözme
yönteminin aşılması gerekmektedir.
Bu babın sözünü, ne zaman
psikiyatri ile ilgili söz söylemek istesem aklıma gelen bir kardeşimden,
B.U.fdan öğrendiklerimle bağlayayım: meğer bütün ihtilalleri generaller
Cuma günü yapmışlar. İhtilaller ne denli sık olsa da asıl ihtilalin insanın
ömründe bir iki kez belki yaşadığı kendi ihtilali olduğunu da yine ondan
öğrendim. Hemen bir ömür sürmüş akıl hastalığı serüvenini yazdığı bir
şiirde, bağlanarak, ya da akraba zoruyla hastanelere getirilişten, insulin komalardan,
EKTflerden söz ettikten sonra, şöyle bitiriyordu:
gKendim geldim
İhtilal bu işte !h
Psikiyatride ideolojik bir gömlek olarak tıbbi
paradigma
Paradigma kavramı bilim felsefesinin,
daha doğrusu bilimsel bilginin gelişimi tartışmasının evrenine altmışlı
yıllarda Thomas Samuel Kuhnfca atıldı.
Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında Kuhn, eolağan bilimf,
eolağandışı bilimf, ebunalımf,
paradigma gibi kavramlardan oluşan terminolojisini siyasal
ihtilaller tarihine bakarak oluşturduğunu belirtmektedir. Her ne kadar
kitabının adı eBilimsel Devrimlerin Yapısıf olsa da, kitaptaki tüm bu
terminolojik değişimin, devrim ve onun çevresinde oluşmuş anlamlar
silsilesinin yerine konulduğu açıkça görülmektedir. Kuhnfun yapıtının
ideolojik doğasının tek göstergesi bu değil: Bilimsel Devrimlerin
Yapısıfnda Kuhn, nerede bilim tarihi yapıyor, nerede bilim sosyolojisi,
nerede bilim felsefesi icra ediyor, ya da bütün olarak yapıt bunlardan
hangisini asıl ekseni olarak dert ediniyor kavrayabilmek mümkün değil.
Kuramsal bir çabanın eben şimdi bilim felsefesi yapacağımf savıyla
başlamayacağını, hatta yan bilgi alanlarına açılımın zenginleştirici,
derinleştirici katkılarının olabileceğini elbette kabul edebiliriz. Bir
şartla, alanları birbirinin yerine koymadan, disiplinlerin çerçevesini
genişletme iddiasıyla yola çıkarken sınırları belirsizleştirmeden,
flulaştırmadan. Kuhnfun yapıtının bir özelliği de bu söylem bulanıklığıdır
ve eninde sonunda bilimler alanında bir üst-dil (de) olan felsefede bu
bulanıklığın bize gösterdiği önemli bir tehlike vardır: eBurada ideoloji var !..f
Peki, hangi ideoloji?..
Paradigma kavramı ve onun etrafında kopan
gürültü son otuz yılda genel geçer söylemin iyice bir parçası oldu. Kuhn
yapıtını 1962 yılında yayınladı ve 1969fda ikinci baskısı yapılmadan önce
tekrar gözden geçirdi. Bu gözden geçirmenin aynı zamanda paradigmalar
kuramının ıslahını içeren bir ekfle
sonuçlandığı ve 1969fda kitabın bu eıslah edicif ekle birlikte
çıktığını biliyoruz. Kavram bugünlerde neredeyse konuşma diline girdi, ya
da girmek üzere. Bu denli kabul görmüş ya da hazır topraklara doğmuş bir
kavramın ve ait olduğu terminolojinin vaaz ettiği ideolojinin nefliğini
araştırmadan önce doğduğu bilimsel ortamın çerçevesini kavramaya çalışalım.
Aslında, Amerikan üniversitelerinde
geçerli olan bilim anlayışına kabaca bir bakış bile Kuhnfcu bilim yorumunun
niye bu denli kabul gördüğünü anlamak için yeterlidir. Bu bilim anlayışını
ayrıntısıyla tartışmak bu konuşmanın kapsamında gereksiz. Yalnızca köşe
taşlarıyla söylemek gerekirse, bu üniversitelerde üretilen bilimsel
felsefenin özünü yöntem olarak eproblem çözmef, ahlakını epragmatizmf
oluşturur. Pragmatizm, anglosakson
etik kuramı geleneğinin gövdesini oluşturan yararcılık-utilitarizmfin
kaba bir yorumu, daha doğrusu nihai ulaştığı noktadır ve ne zaman
pragmatizmi savunan birini dinlesem aklıma Wellsfin Gizli Rapor adlı filmi gelir: Orson Wellsfin filminde bir
maskeli balo vardır fakat maskeler aristokrat salonlarında düzenlenen
balolardaki incelikten yoksun, garip, kaba maskelerdir. Bu garip, kaba maske, pragmatizm, tüm
toplumu, küreselleşme ile birlikte giderek tüm dünyanın türdeş olduğunu, bu
kaba çizgilerinin anlamsızlığıyla birlikte vaazeder. Problem çözme ve onun
ahlaki boyutu olan pragmatizm Kuhnfun yapıtının da gizli ya da açık
önerdiği şeylerdir. Kuhnfcu söylem asıl gücünü de buradan alır, ideolojik
bir vaaz olmasından: küreselleşmeyi olumlayıcı tutumundan.1
Ben bu kuramsal tartışmayı, bu
konuşmanın kapsamı açısından fazla uzatmadan son olarak şunu söylemek istiyorum:
Türkiyefde bilimi, bilim topluluğunu konuşmanın, tartışmanın tek yolu
Kuhnfcu paradigma değildir ve bu saplantıdan kurtulma gereklidir
Türkiyefde hakim
paradigma: tıbbileştirme ve sonuçları
eDelilik
bir hastalıktır; zatürre gibi, sarılık gibi, apandisit gibi...f
bu özlü söz, Türkiyefde
psikiyatristlik yapan birçok insanın zihninde atasözlerinden daha fazla ve
etkin bir işlev görür ve sahibi ülkemizde modern psikiyatrinin kurucusu
Prof. Dr. Mazhar Osman Uzmanfdır. Daha ileride de göreceğiz, Türkiye
psikiyatrisi hakkında şimdiden söyleyebileceğim iki tez:
Birincisi; Türkiyefde modern
psikiyatri ilk kurumsallaşmaya başlamasından bugüne kadar temel bir eğilimi
hep korumuştur ve hiçbir zaman bu eğilimi tartışma konusu yapmamıştır:
tıbbileştirme.
İkincisi daha genel bir tez;
Türkiyefde psikiyatri, belki de ilk tezdeki sorunun-tıbbileştirmenin bir
sonucu olarak kendini, kendi bilgi üretme, bilgiyi yayma ve kurumlaştırma
tarzlarını köklü bir tartışmaya, eleştiriye tabi tutmaya yanaşmamıştır.
Böylece, bilimin temel dinamiklerinden eleştiri ortadan kalkınca, temel
tutumlar ve özellikler 1927fde ne ise o olarak kalmıştır.
Bu iki tez ekseninde bilginin ve
uygulamasının aşırı tıbbileştirmeye maruz bırakılması, uygulayıcılarında
aşırı uzmanlaşmaya yönelmeleri (klinisyenlerin öncelik tanıdıkları tedavi
modellerine göre değil de kendi meslek gruplarında edisosiyatifçif,
eduygudurumcuf, eobsesifçif, epanikçif... diye anılmalarını bir
düşünelim!)nin sonuç olarak başta hekimlikte çok ciddi tahribatlar yaptığı,
hem ahlaki sorunlara, hem eğitimde çarpıklıklara uygun topraklar
oluşturduğunu düşünüyorum.
Dr. Faruk Bayülkemfin kanımca en
büyük katkılarından biri eBakırköyfün 40. Yılıf ve eBakırköyfün 50.Yılıf
adlarıyla başhekimlik döneminde bastırdığı kitaplardır. Burada ortaya
konulan tezlerin birçoğu, modern psikiyatrinin ilk hocalarının, ilk
tanıklarının bu kitaplarda toplanmış yazılarından ve yedi yıldır psikiyatri
camiasının bir üyesi olan bu satırların yazarının kişisel gözlemlerinden
çıkartılmıştır.
Tıbbileştirme eğilimine ek olarak
şunlar söylenebilir:
i.
Psikiyatride, eleştiriye tabi
tutulamaz yetkeler ve roller vardır. Bu rollerin en başında da etamgüçlü
hoca ya da şeff prototipi vardır.
ii.
Türkiyefde psikiyatri,
uygulayıcıları için zaman zaman bir dünya görüşü halini almakta ya da bir
dünya görüşünün olumlanması için araç olarak kullanılmaktadır.
Althusserfden ödünç bir kavramla söylersek, psikiyatri, ülkemizde, değerden
düşürülmesi istenilen grup, kişi ya da görüşlerin değersizleştirilmesi için
her daim ehazır tüfekf bekleyen ideolojik bir aygıttır.
iii.
Ülkemizde sırf psikiyatriye özgü
olmadığı kesinlikle söylenebilecek başka bir özellik de, bilim-öncesi bilgi
tartışmasının bir karakteri olan kişiselleştirmedir. Bunun iki yanı var:
Birincisi; kurumların başında olanların kendi kişilikleriyle kurumu
özdeşleştirme gayretleri ve ne yazık ki bunu başarabilmeleri, ikincisi;
aykırı bir tezin, söylemin kişiselleştirilerek, eleştirilmeden
etkisizleştirilmesi.
iv.
eSağlık
Müdürüfnün... ricaları üzerine hastalarımızı kamyonlara bindirerek ilk
deffa akıl hastalarını hastahane dışında çalıştırıyorduk.f Bu
alıntıda sözü edilen yıllar 1950flerin sonları. Türkiyefde psikiyatrinin
bir özelliği de ehasta istismarıfdır. Elbette günümüzde, yukarıdaki gibi
kaba bir şekilde, ücretsiz emek gücü olarak çalıştırarak bu istismar
gerçekleşmiyor, daha ince bir şekilde; araştırmalarda, kliniklerde
sürüyor...
v.
Ülkemizde bilimsellik ölçütlerine
bakıldığında da temel kabullerin öteden beri değişmediği gözlenmektedir. eNazım Şakir seçilemedi. Mazhar
hocanın talebesi olduğundan Mazhar Osman buna itiraz etti, iş gazetelere
düştü...f Bunları aktarıyor Dr. İzzettin Şadan, başka egazetelere
düşmef öyküleri ile birlikte. Ülkemizde bilimselliğin önemli iki ölçütü,
medyada sık görünmek ve biat- birinin adamı olmaktır.
vi.
Bir başka bilimsel geçerlilik
ölçütü ya yabancı olmak, ya da özellikle Amerikafda bir süre kalmış
olmaktır. Ülkemizde yurttaş bilimciye kesin bir güvensizlik vardır.
vii.
Son olarak, bilimsel gelişmenin
önünde kesin bir engel olan bir bilimsel geçerlilik ölçütü: Modadır.
Araştırmanızı moda olmuş alanlarda yapmanız her zaman en geçerli
bilimsellik ve bilim camiasında olumlanmanın en kolay yoludur.
Toplumun gereksinimlerinin karşısında psikiyatri
Kanımca tıbbileştirme eğilimi ve
anlayışı yalnız Türkiyefde değil, bütün olarak psikiyatride mantığının
sınırlarına ulaşmıştır. Halen bilgi üretiminde ve uygulamasında bu
sınırların yarattığı ahlaki, aşırı uzmanlaşmacı ve insan karşıtı olabilen
sorunlarla uğraşıyoruz. Yazık ki, sorunu tartışmak yetmiyor, doğru
öncüllerle ve tarzda tartışmak gerekiyor. Söz konusu ahlaki sorunlar artık
kaçınılmaz olarak gündeme geldiğinde yapılan şu oldu: kongrelerde,
sempozyumlarda etik panelleri düzenlendi ve bu tartışmalar sorunların
üzerine bir şal gibi örtüldü.
Şimdilerde varılan nokta: önümüzdeki yıllar içinde yetişecek kuşağa
ahlaksızlığın imkansızlaştığı bir kurumlaşma ve bilgi üretimi, uygulaması
modelini tartışmak, yaratmak yerine tartışmayı bir hukuk problemi haline
getirmek oldu.
Depremle birlikte ise psikiyatrinin
kurumlaşma biçiminin yanlışlığı ve bilgi üretimini motive eden niteliklerin
bu toplumda yaşayan insanların sorunlarıyla pek de ilgili olmadığı gerçeği
su yüzüne çıktı. Yaşanılan şuydu: psikiyatrinin aşırı tıbbileştirilmiş
diline ve çözüm önerilerine göre, tüm eksikliklerine rağmen psikologların
psikolojize olmuş dilleri ve önerileri bölgedeki insani acıyı anlamada daha
başarılı oldu. Böylece paradigma tartışmaları da başladı.
Türkiyefde yeni bir psikiyatri modeli
tartışılmalı. Bu tartışmanın dinamikleri ise Türkiyefdeki insanların somut
sorunları olmalıdır. Daha kesin söylemek gerekirse, mesela antropolojinin
veya 17 Ağustos sonrasında İzmitfte fabrikalara girmekten korkan işçilerin
tedavi edilmesiyle ilgili Türkiye Psikiyatri Derneğifne gelen talep
anımsanırsa siyasal iktisadın vargılarından haberli bir bakışla deprem, ya
da sosyolojinin vargılarından haberli bir bakışla Batmanfdaki intiharlardır
yeni bir psikiyatrinin öncülleri. Bir de yukarda soyutlamaya çalıştığım
psikiyatrinin temel özelliklerinin değişebilirlikleri artık psikiyatri
camiasının gündemine gelmeli, getirilmelidir.
İhtiyacımız olan, zahmetli
çalışmaları göze almak, yöntemli eleştiriyi ülkemiz bilim ortamına bıkmadan
sokmaya çalışmak, genel geçer başarılardan-ister kariyer şeklinde, isterse
ün olarak gelsin, uzak durmaktır. Tüm bunların hamuru bir bilimci
geleneğinin bu topraklarda kök salabileceğini göstermiş olan, Cahit Arf,
Mustafa İnan, daha sonrasından Oktay Sinanoğlu örneklerinde olduğu gibi,
yurt ve yurttaş sevgisidir.
1 eKuhnfun eolağan bilimf
ve eolağandışıf bilim terimlerinin... Bütünüyle ideolojik olduğunu düşünüyorum.f
Karl Popper,
Olağan bilim ve tehlikeleri
eAnladığım kadarıyla bu ideoloji yalnızca,
uzmanlaşmacılığın (specialism) en dar görüşlü ve en kibirli türüne teselli
sağlıyordu. Bilginin gelişimini engelleme eğilimini taşıyordu. Ve
anti-hümaniteryen eğilimleri artıracağı muhakkaktı.f
Paul Feyarebend
Uzmanlaşma yanlısı için teselliler
|
|