Anasayfa
|
Politik psikolojinin cinleri
‘Türkler ve Yunanlılar-Çatışan Komşular’
kitabı üzerine
Cemal Dindar
Giriş:
Psikanalizin ideolojik bir aygıta dönüşüm öyküsü
Psikanaliz,
yaratıcısı Freud’un, libidonun biyokimyasal
karşılığının keşfedileceği
beklentisi dahil, kendini tıbbın içinde tarif etme konusunda
tutkulu olduğu dönemler yaşamış olsa da, tıp ve
psikiyatri ondan hiç hazzetmedi. Modern psikiyatri bir iyimserliğin,
bilinçli toplumsal eylemin, ampirik görgünün ve hümanizmin çocuğu
olmuştu. Pinel’le özdeşleşen zinciri kırma eylemindeki
etkin güç, Fransız İhtilali’nden başkası değildi.
Mazhar Osman’ın Reşadiye Kışlası’nın,
Fransızların işgal yıllarındaki
karargahının yerinde Bakırköy Akıl Hastanesi’ni kurma
deneyimi ile Cumhuriyet’in ülküleri arasındaki bağlar verimli
fakat başka bir incelemenin konusudur. Psikanaliz ise, edebiyat ve
felsefedeki kökleri XIX.yüzyılda belirginleşmiş olsa da,
kurumsallaşması temel alındığında iki
savaş arasının çocuğudur. Bilimde ‘belirsizlik’in
gücüyle determinizmin onulmaz bir yara aldığı, Avrupa’da
devrim umutlarının tükenmeye yüz tuttuğu, parçalanmanın
sanatta dadaist yıkıma hayatta ise çarkların altında
ezilmeye vardığı, Kafkaesk bir hayatın tohumlarının
atıldığı bir dönemde biçimlendi. Topluma
atfedilebilecek hemen hiçbir ‘bilinç’ türüyle kıymetli bir rabıta
geliştirmek ile ilgilenmedi. Onun toplumu, uzun yıllar, hemen hep
‘kitle’ oldu ve toplumun kitleye evrildiği bu kavramsal dönüşüme
niye gereksinim duyulduğu belliydi: psikanalizin kuruluş
döneminin acılarının; yani özellikle kıta
Avrupasındaki devrim girişimlerinin kana
bulanmışlığının, yeni sonuçlanmış bir dünya
savaşının yıkımlarının ve ufukta beliren
bir ikincisinin yapabileceği yıkımların
tarifsizliğinin gösterdiği gibi
kitlesel eylemlilik, bilinç ile değil körlük ile maluldü.
Psikanaliz bir iyimserlik ikliminde değil kötümserlik vahasında
doğdu. Buradaki çerçeveye uygun bir ifadeyle, en yetkin ifadesini
Kafka’da bulan ‘böcekleşmiş’ bireyin, ‘talihin elinde oyuncak
bile olamamış’ Gregor Samsa’nın kaderiyle ilgilendi. Zira,
Gregor Samsa, hiç de bilinçli eylemliliğinin bir sonucunu
yaşıyor gibi görünmüyordu. O bir sabah, kendini
böcekleşmiş bulmuştu ve böcekleşmiş olduğunu
keşfedebileceği, psikanalizin bakışıyla,
yaşadığı hayatın en has bilgisini ‘bilince
çıkartabileceği’ bile şüpheliydi.
Modern
psikiyatri, bir de bu nedenle psikanalizden hiç hazzetmedi:
çıkış noktasına ‘Rönesans-yeniden doğuş’
dediği, temel öngörülerini sağlıklı kabul ettiği
ve bilince büyük önem atfettiği bu projede, proje ile ilgili gibi
duran bir ‘enkazın’ nedenleri, dolaylı da olsa
sorgulanmaktaydı. Kafka’nın edebiyatta açtığı
Dava’nın bir benzeri ruhbilim alanında
açılmıştı ve davacıların önemli bölümünün
hekim olduğu göz önüne alınırsa, orada durmayıp,
psikiyatriye de bulaşacağı anlaşılmaktaydı.
Direncin izlerini bizzat Freud’un yaşamında görmemiz mümkündür.
Freud, başlangıçtaki kısa dönem bir yana, bilgiyi bir
kurumda değil muayenehanesinde üretmiştir. İnsan
gerçekliği ile ilgili yetkin bir araştırmayı deha
düzeyinde sürdürmesine rağmen, toplumcu fikirlere
selamsızlığı ve üstelik hor görüsü bilinmektedir. Bunun
kör gözüm parmağına bir örneği Einstein-Freud
mektuplaşmasıdır. 1931 yılında Uluslararası
Entelektüel İşbirliği Enstitüsü(International Institute of
Intellectual Cooperation) “aydınların Milletler
Birliği’nin ve entelektüel yaşamın ortak
çıkarlarına hizmet edeceği düşünülen konularda”
yazışmasını ve bunların
yayınlanmasını hedefler. Einstein’a, geçtiğimiz
yüzyılın büyük rasyonalistine de öneri götürülür, o da Freud’u seçer. Freud’un bu çabayı sıkıcı
ve kısır bir tartışma olarak gördüğü biliniyor.
Yine de Einstein’a yazdığı mektupta, bugün benzer sorunlara
onun temellerini kurduğu kuramla bakanların kaçındıkları kabulleri
işlemekle işe başlar. Bir: tarih şiddetin özsel olarak
değişmediği ve yeni biçimler kazandığı
süreçtir; yasalar ile kaba şiddet birbirlerinin karşıtı
değildir; aralarında özsel bir fark yoktur. Toplum eşit
olmayan unsurlardan oluşur ve “... toplumun adaleti toplum içindeki
eşit olmayan güçlerin bir dışavurumuna dönüşür;
yasalar yönetenler tarafından
ve yönetenler için yapılır.” Yönetici sınıf,
bu kavramı Freud kullanıyor, gücü elinde tutmak isterken,
baskı altındakiler gücün adaletli bir şekilde yeniden
dağılımını talep ederler ve yönetenler
sıklıkla bu talebi kabul etmezler. Sonuçta, Freud’un mektubundan
aynen alıyorum, “bunu
başkaldırı ve iç savaş izler.” İki: bir insan
gurubu iki yolla birarada yaşar ve bir toplum oluşturur; “şiddetin zorlayıcı gücü
ve üyeleri arasındaki duygusal bağlar(teknik adıyla
özdeşim).” Bunlardan ya birisi, ya da her ikisi etkin olabilir.
Sıklıkla bu duygusal bağ fikirler olarak ortaya çıkar.
Freud’un, bu yazının çerçevesi ile de ilgili olan örneği
Panhelenizm’dir: “komşu
barbarlardan üstün olma duygusu...
Yunanlılar arasındaki savaş geleneklerini yumuşatmaya
yeterli olur, ama Yunan ulusunun farklı kesimleri arasındaki
savaşçı ihtilafları önlemeye, hatta bir kentin veya
kentler konfederasyonunun, rakibi
karşısında avantaj kazanmak için Persli
düşmanlarıyla ittifak yapmaktan alıkoymaya yetmez... Kanunun
başlangıçta kaba şiddet olduğu, hatta bugün bile
şiddetin desteği olmaksızın yapamayacağı gerçeğini
gözardı etmemiz büyük bir hata olacaktır.” Üç: Freud,
insanın serüveninde, insanla birlikte bu serüvenin temel
öğelerinin de değiştiğini düşünmektedir. Bu da,
politik psikolojide ‘bilinçdışı çatışmalar’ı
halklar arasında handiyse ebedi düşmanlık gerekçesi olarak
formüle edenlerden önemli bir ayrımdır. “Uygarlaşma sürecine paralel gelişen ruhsal
değişmeler” üzerinde duran Freud, uygarlığın
özellikle iki temel karakteristiğini vurgular: “içgüdüsel yaşamı yönetmeye başlayan aklın
güçlenmesi ve sonuçtaki onca avantajıyla ve tehlikesiyle
saldırganlık dürtülerinin içselleştirilmesi... kültürel
tutumun ve gelecekteki bir savaşın sonuçlarına yönelik
haklı korkunun, belli bir süre sonra savaşlara bir son
verilmesini sağlayabileceğini ummak bir ütopya olmayabilir...
uygarlığın gelişimini destekleyen her şey
aynı zamanda savaşa karşı da etkinlik gösterir.”
Kıta
Avrupası’nda Frankfort ekolü ile birlikte, Reich ve Fromm gibi
kuramcılar Freud’un
biçimlendirdiği bilgi alanını, psikanalizi, toplumcu
fikirlerin kaynağı olan Marksizm ile harmanlamaya mesai verdiler.
Avrupa kültür çevresindeki bu uzlaşı çabasına
karşılık gelen başka bir çaba da pratikte, daha çok da
Kuzey Amerika’da en azından 1960’lara, yani psikofarmakolojinin
etkinleştiği döneme değin sürdü ve sigorta
şirketlerinin talepleri de gözönüne alınarak psikanalizin
süresinin kısaltılması, terapinin aşırı
şematik hale getirilmesi gibi gelir-geçer çözümler önerildi.
XX.yüzyılın son çeyreği benzer birçok örnek gibi bu
çabaların da kan kaybettiği dönem oldu. Marksizm, önerdiği
toplum projelerinin ilk örneklerinin yıkılışıyla
gözden düştü ve psikanaliz ile Marksizmi buluşturmaya yönelik
çabalar da aynı akıbete uğradı.
Bu
çabaların yarattığı ve yaşanılan
yıkımla boş kalan alan ise psikanalizin kötüye
kullanımından gücünü devşiren ‘politik psikoloji’ ile
dolduruldu. Psikanaliz, bireysel düzlemde; büyük çoğunluğun
ulaşamadığı, pahalı, seçkinci bir ‘hizmet
alanı’ haline gelirken, toplumsal düzlemde; seçkinlerin toplumsal ve
toplumlararası meseleleri çözümlemek için kullandıkları bir
‘bilgi alanı’ oldu, belki de yönetilenler hakkında yöneticilere
sunulan bir ‘servis alanı’na malzeme taşıdı. Özellikle
politik psikoloji alanında yazılanları okudukça, kişi
yalnız diğer bilim disiplinlerinin değil, tüm tarihin, tüm
mitolojinin ve hatta sanatın bu yazılanları doğrulamak
için kurgulandığı sanısına kapılıyor. Bu
kötüye kullanım o denli açık ki,
disiplinlerarasılığa vurgunun eninde sonunda bu vurguyu
yapanların kendi disiplinlerindeki bir krizi aşmaya,
sıklıkla da örtmeye yönelik bir işlevinin olduğunu
yazmış olan Althusser’e, politik psikoloji özelinde şu
yargımızı da ekleyebiliriz: disiplinlerarasılık
talebi olan bir disiplin, burada ruhbilim, kendisini merkeze alarak bilgiye
yeni bir hiyerarşi kurma niyetiyle de birlikte vardır ve bu
disiplinin açıklayıcılık gücü ne denli
şişirilirse o denli ideolojik bir yapıntı haline
dönüşür. Sonuçta, yapısına bir eter gibi sinmiş
ideolojik yükle birlikte, bu ideolojik yük görünür hale geldikçe, temasa
geçtiği her bilgi alanını sakatlamakta, yok
saymaktadır. Fukoyama’nın tarihin sonunu ilan ettiği ve
tezinin Türkçe’de dolaşıma girdiği yıllar, daha
öncesinde ruhsal zorlanmalar ile ilgili toplumsal etkenlerin rolünü
yazılarında işlemiş ve tıbbiyeyi Türkiye’nin hangi
ilinde okursak okuyalım yazdığı ders kitabıyla
kuşkusuz kuşağımın psikiyatri hocası
olmuş Orhan Öztürk’ün, psikiyatri kongrelerinde vurgusunu toplumsaldan
biyolojiye eğdiği yıllardır. İstanbul’da
yapılmış bir
biyolojik psikiyatri kongresinde, Orhan Hoca’nın, yıllarca
sürmüş dinamik psikiyatri vurgusunu, bir inanç sorunuymuş gibi, “ben yanılmışım...
biyolojik alanda çalışmalıyız...” türünden ve içimi
acıtan bir biat tatsızlığıyla dökülen cümlelerle
ifade ederek bu dönüşümü özetlediğini anımsıyorum. Bu
yıllar, aynı zamanda bu eleştiri yazısının
yöneldiği metin olan, Volkan ve Itzkowitzs’in “Türkler ve
Yunanlılar-Çatışan Komşular” kitabının
yayınlandığı yıllardır. Şüphesiz bu
atmosfere eklenebilecek başka örnekler de vardır.
Bu
örneklerin aynı tarihsel kesitte ortaya çıkmasının
rastlantı olmadığının en yetkin işareti
şudur: XX.yüzyılın son çeyreğinde bu öykü
yaşanırken, psikofarmakoloji, ilaç endüstrisinin en çok kar getiren
alanlarından biri, sienes(CNS-central nervous system: merkezi sinir
sistemi) bölümleri en gözde bölümler oldu. Iraklılar ile
Amerikalılar, Volkan ve Itzkowitz’in kuramınca, aralarındaki
‘seçilmiş travmalar, seçilmiş zaferler, psişik
çatışmalar...(!)’ nedeniyle ve Saddam’ın kişisel ve
Bush’ların aile tarihinde arayanın bela kabilinde
bulacağı gibi, travma ve zafer arayışları
gereği savaşmak durumuna geldiler. Bağdat’a, medyadaki
tabirle canlı kalkan olmaya giden Batılıların bir
bölümü bu ‘psişik çatışmalar’dan bihaber
olduklarını anlamakta geciktiler ve Anglosaksonların Irak’a
saldıracaklarını gördüklerinde ne yaptılar?
Memleketlerine döndüler ve dönmeden önce, Iraklılara, lazım olur
diye depresyon ilaçları dağıttılar.
‘Türkler ve
Yunanlılar/Çatışan Komşular’:
düşmanlığın metafiziği
Freud’un
yazdıklarında, kavimler arasındaki
çatışmaların, özellikle bilinçdışı süreçlerle
çözümlenmesine yönelik belirgin bir tutum yoktur. Psikanaliz
kavramlarıyla, halkların birbirlerine karşı
tutumlarını çözümleme çabası, sözünü ettiğimiz gibi,
çok sonra ortaya çıkmıştır. Buna niye gereksinim
duyulduğunun iyi bir ifadesi, şu alıntıdır (ve
altını çizdiğim vurgular yapılan çalışmanın
ideolojik yükünü iyice ele vermektedir):
“Ulusların ve etnik grupların birbirleriyle nasıl
ilişki kurduklarına dair düşünce tarzımıza yeni
bir düzenleme getirmemiz gerektiği açıktır. Saunders
şöyle diyor: ‘Eski mercekler artık dünyayı
odaklayamadığı ve geleneksel söz
dağarcığı doğru olarak
tanımlayamadığında, yeni mercekler üretmek ve taze bir dil yaratmak hem gerçekçi hem de akılcı olacaktır.’
Harold Saunders’in izinden giderek,
bu kitabın amacının
uluslar arası dinamikleri daha iyi anlamak ve eyleme yönelik
öneriler oluşturmak üzere, gözlemlerimizi diğer paradigmalarla
bütünleştirmemize
yardımcı olacak
yeni bir psikolojik mercek üretmek olduğunu söyleyebiliriz.
...Farklı etnik kökenleri olan
komşuların psikolojisine bir
örnek sunmak ve bu psikolojinin nasıl olup da politik,
ekonomik, yasal ve askeri etmenlere egemen olan, göze görünmeyen bir odak
haline gelebileceğini göstermek için bu çatışmayı
kullanmak istiyoruz... Bu
kitapta ilk olarak büyük grup komşuların psikolojisine genel bir
bakış getirecek, sonra da Türkler ve Yunanlılar
arasında Türk Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071’de
Malazgirt’te Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i mağlup
etmesiyle başlayan karşılaşmaları ve
düşmanlıkları ve bunların yanı sıra
ortaklıkları tartışacağız.
...1999’a kadar Türk-Yunan
politikalarında büyük bir değişme olmadı. Türkiye ve
Yunanistan’daki 1999 depremleri ve
iki tarafın karşılıklı yardım çabaları
Türk-Yunan ilişkisinin rengini değiştirdi, bu yumuşama
ve insancıllaşmaya bazıları ‘deprem diplomasisi’
adını yakıştırdılar. Fakat, Türk ve Yunan
ilişkilerindeki değişmeler bu kitapta incelediğimiz ‘kimlik
meseleleri’ni değiştiremez.
...Temel önermemiz şudur: Bir
kez bu konu tam olarak anlaşıldıktan sonra, düşman
imgesine ilişkin yapıların psikolojik analizi Türkleri ve
Yunanlıları ayıran
farklılıklara barışçıl çözümler getirmeye daha
yakın tutumların geliştirilmesini adım adım
kolaylaştırabilir. Amacımız Türkler ve Yunanlılar
olduğu kadar, işin içinde olabilecek üçüncü tarafların da,
genellikle dış politika ve uluslar arası ilişkilerin belirleyicileri olarak
kabul edilen sözde ulusal egemenlik çıkarları, devletlerin hakları ve yükümlülükleri,
ulusların prestij ve onuru, taktik-politika-strateji hesapları ve
‘reel-politik’ altında yatan
derin ve karmaşık psikolojik gereksinimleri, güdülenmeleri ve
kaygıları anlamalarına yardımcı olmaktır.
Ayrıca bu kitabın derinlikli bir psiko-tarihsel ve psiko-politik
analizin nasıl
gerçekleştirildiğine bir örnek oluşturacağını
umuyoruz.” (Volkan ve Itzkowitz, 2002)
Uzun
bir alıntı olduğunun farkındayım. Lakin bu uzun
alıntı, bir önceki uzun girizgahın niye yapıldığına
dair gerekçemdir. Baştaki Saunders referanslı alıntı,
gerçekliğin boşluk kabul etmeyeceği ve ortaya
çıkmış boşluğun bir şekilde
doldurulacağının ve aynı zamanda toplumların
dişiyle tırnağıyla biriktirdikleri birikimin nasıl
da hiçleştirileceğinin ifadesidir: Tarihin sonu zaten ilan
edilmişti. Meğer ki, belirleyici öğe
bilinçdışı süreçlerdir öyleyse tarih politik psikolojinin
vargılarından başka nedir ki!.. Bu uzun geçmişin
bilgisini soyutlamaya çalışan insan bilimleri geçersizdir ve
sözkonusu inceleme alanı toplumların ilişkileri
olduğunda biricik görevleri psikolojik çözümlemelere malzeme
sunmaktır. Özellikle Batıda ve onca mücadeleyle elde edilen
hukuksal normlar da geçersizdir ve bu geçersizliğin biricik sorumluları
elbette görünür olanın
‘altında yatan derin ve karmaşık psikolojik gereksinimleri,
güdülenmeleri ve kaygıları’ halledememiş Türkler,
Yunanlılar ya da diğer halklardır. Bazen, mesela, deprem
olur, Yunanlılar ile Türkler arasında yumuşama,
‘insancıllaşma’ belirtileri görülebilir. Bu normal bir süreç
değil ‘deprem diplomasisi’dir. “Fakat,
Türk ve Yunan ilişkilerindeki değişmeler bu kitapta
incelediğimiz ‘kimlik meseleleri’ni değiştiremez.” Peki
niye? Çünkü derinlikli psiko-tarihsel ve psiko-politik analiz öyle diyor.
Bu ‘değiştiremez’ hükmünü içeren metafizik kabulle ilgili tartışmayı
fizik bir alana taşımak mümkün mü?
‘Etnik ilişkiler
psikolojisi’
İnsan
doğar. Bu sözü sevmemek mümkün mü!.. Nebil Özgentürk’ün Bir Yudum
İnsan belgeselinin laytmotifi. Öyle devam ediyor. İnsan
yaşar...
Gelelim ‘Türkler ve
Yunanlılar-Çatışan Komşular’ kitabının
yazarlarının anlattığı öyküye. Kitabın
adını, metin boyunca TY-ÇK kısaltmasıyla anacağım.
TY-ÇK’yı şöyle özetleyebiliriz: Kitabın ‘Tarihe Psikolojik
Bir Mercekten Bakış’ adlı ilk bölümü, temel psikolojik
tezlerin ortaya konduğu bölümdür. Kitabın geride kalan
kısımları ise bu
‘yeni psikolojik mercek’ ile tarihi yorumlama denemesidir.
İnsan
doğar. Bebektir. Başlangıçta, ayrı bir kendilik(self)
duygusu yoktur. Bebek büyür. Başlangıçtaki zihinsel karmaşa
ilk üç yıl içinde gerçek ve bütüncül bir ‘Ben’ duygusuna evrilir.
Yazarlara göre, bu evrimin öyküsü, bize Türkler ve Yunanlıların,
tabi bu arada Filistinliler ve İsraillilerin, Hırvatlar ve
Sırpların, Azeriler ve Ermenilerin niye çatışan
komşular olduklarını anlamamız için kuramsal
çatıyı sunacaktır. Küçük bir çocuk
yaşadığı deneyimleri bütünleştirme yetisine sahip
değildir; kendisine neyin haz verdiğini, ‘iyi’ geldiğini ve
neyin acı verdiğini, ‘kötü’ geldiğini bilse de, iyi ve
kötü’nün aynı ‘nesne’den gelebileceğini, emziren anne ile mesela
işe gidip geciken annenin aynı kişi olduğunu
algılayamaz. Siyahın siyah, beyazın beyaz ve birçok
deneyimin ise gri olduğunu öğrenmesi zaman alır. Bu
öğrenme sürecinde çocuğun kendine ait belli parçaları
başkalarına veya şeylere yansıtması büyük bir rol
oynar. Bütüncül bir ‘Ben’ duygusu için iki tip yansıtma işlev
görür: çocuk kendi bütünlüğünü tehdit edici ve kabul edilemez bulduğu ‘kötü’ yönlerini
diğerlerine yansıtır; ‘Ben’ değil, O(nlar) kötüdür,
ve/veya, çocuk bütünleştiremediği ‘iyi’ yönlerini de
başkalarına yansıtır. Yazarlar, “sanki kara bir günde kullanmak üzere bunları güvenceye almak
istercesine” diye yazıyorlar. Çocuk, gelişimi boyunca,
geçmişte bütünleştiremediği ve başkalarına
yansıttığı iyi ve kötü yönlerini, sonradan kendilik
temsiline katabilir. Bireyin yapabildiğini, Volkan ve Itzkowitz’e
göre, Türkler ve Yunanlılar ve
de başka komşu toplumlar
yapamazlar, çünkü, çocuğun ait olduğu gruptaki
yetişkinler tarafından bazı projeksiyonlar öylesine
onaylanırlar ki, “grup
projeksiyonları olarak yerleri
sabitleşir.” Çocuk, bir etnik gruba ait olarak, gruptaki
yetişkinlerin desteklediği ortak rezervuarları biriktirir.
TY-ÇK’da, Volkan’a atfedilen tez şudur: ‘kötü’ ortak rezervuarlar paylaşılmış
‘öteki’nin(düşmanların) ve ortak ‘iyi’ rezervuarlar
‘biz-lik’in(müttefiklerin) başlangıcıdır. “Biz-lik’
ister bir klan, isterse herhangi bir büyük grup etiketi söz konusu olsun,
etnisitenin çekirdeğidir ve ‘öteki’ genellikle komşu bir gruptur.”
Volkan
ve Itzkowitz’e göre, genel bir ‘komşuluk psikolojisi’nden söz
edilebilir. Yukarıda andığımız halklardan
komşu olanlar, bilindiği gibi aynı toprak parçasında
hak iddia etmektedirler. “Türk-Yunan
yüzleşmesi ise başka bir paradigmadır... tüberküloz
vakasında...” olduğu gibi. Biz, verem benzetimini ve Kuhncu
bilim felsefesi açısından bir bilim alanında- ki yazarlar
komşuluk psikolojisi ya da etnik ilişkiler psikolojisi
adında bir bilimsel çaba içinde oldukları iddiasındalar-
farklı olgulara göre paradigmanın
değişemeyeceğine, eğer bir olgunun paradigmayı
değiştirme gücü varsa
artık o paradigmanın iflasından söz etmek gerekeceğine
dair bilisizliği bir yana bırakıp özetimize devam edelim:
Kişinin
kendilik ve başkaları duygusu erken dönemlerde ana hatlarına
kavuşur ve bu biçimlenişte anne-çocuk etkileşimleri belirleyicidir. TY-ÇK’dan
aktarıyorum: “Etnik gruplarda da
gerçek dünyadan gelen belli unsurlar ilk önce anne-çocuk kanalından
geçer, bu yüzden de gruptaki bütün
çocuklar tarafından paylaşılır.” Bu cümleyi
kavramakta güçlük çektiğimi ve bir totoloji tadı verdiğini
itiraf etmek zorundayım. Psikanalizin ana tezlerinden birinin
başına ‘etnik gruplarda da’ deyimini koymak, bireysel düzlemden
toplumsal düzleme geçiş için yeterli midir?Ya da, “bu yüzden de gruptaki bütün çocuklar tarafından
paylaşılır” yargısına ulaştıran
nedenselliği anlamaya çalıştığımda,
ulaştığım tek vargı: çünkü anneler de
‘etnik.’
“Anne-çocuk kanalından”
geçen çocuklar “dünyaları genişleyip, babalar ve öğretmenler”
gibi “grubun gelenek ve göreneklerine
uygun tepkiler veren diğer önemli bireylerle” ilişkiye
geçerler, başka ortak deneyimler edinirler. Babaların ve
öğretmenlerin tümünün grubun gelenek ve göreneklerine uygun tepkiler
verdiği, bu arada, günümüz modern toplumlarında tüm babalar ve
öğretmenler için ortak referans sağlayacak bir gelenek ve görenek
örüntüsünün önkabulü kanımca tartışmalıdır. Yine
de bu kanımızı tartışmayı başka bir
yazıya erteleyebiliriz. Zira TY-ÇK yazarlarının sözünü
ettikleri toplumlar, bilinçdışı süreçlerin esaretine boyun
eğmiş, geri kalmış, premodern
düşmanlıklarının pençesinde devinen az
gelişmiş güruhtan gayrı ne ki!..
Bu
öykünün, TY-ÇK’da ulaştığı nokta şudur:
düşman, bizi öldürdüğü
için gerçek, etnik grubumuzdaki insanlarla
‘kötü’ projeksiyonlarımızı
paylaştığımız için de ‘kötü’ ortak rezervuardır ve reel olarak her ikisidir.
TY-ÇK
yazarları, bundan sonrasında gruplar arası ilişkiler
üzerinde duruyorlar ve ‘seçilmiş travma’ ve ‘seçilmiş zafer’
kavramlarına, özellikle düşmanlıkları çözümlemede
anahtar bir işlev yüklüyorlar. Kitaptan aktararak özeti bitiriyorum:
“Seçilmiş travma’ terimini,
bir grubun üyelerinde başka bir grubun üyeleri tarafından
aşağılanmışlık ve mağdur edilmişlik
şeklinde yoğun duygular uyandıran bir olay anlamında
kullanıyoruz.
Grup travmatik olayın duygusal
anlamlarını(ruhsal temsiller) ve duygusal incinmelere
karşı ruhsal savunmaları kimliğinin özüne çeker, ve bu
incinmişlik ve utanç biçimindeki ruhsal temsilleri ve bunlara
karşı savunmaları yılmadan kuşaktan
kuşağa aktarır. Seçilmiş travmaların ve bunlara karşı
savunmaların ruhsal temsilleri, etnik kimliğin yaşamsal
belirteçleri halini alır. Bir travma bir kez seçilmiş travma
haline geldikten sonra, bununla ilgili tarihsel doğrular önemini
yitirir. Olayın ve bununla ilişkili savunmaların ruhsal
temsilinin grubun etnik kimliği üzerinde oynadığı
merkezi rol en önemli konuma oturur. Genellikle majör bir seçilmiş
travma geçmişten ve gelecekten buna benzer travmalarla
yoğunlaşır...
Bir seçilmiş travma bir
kuşaktan diğerine aktarıldıkça işlevini
değiştirebilir, ya da daha yakın bir travmayla
bağlantılandırılarak yeni bir duygusal güç
kazanır.
Geçmişteki travmaların
ruhsal temsillerinin yası tutulamadığında en sık
karşılaşılan sonuç çeşitli arındırma
ayinlerinin yerleşmesidir... Grup düşmanı kirli olarak görmüşse,
kendini temizleme gereksinimi duyacaktır...
‘Seçilmiş zafer’ bir grubun
bireylerinde, diğer grubun bireyleri karşısında
yoğun bir başarı elde etmişlik veya haklı bir
zafer kazanmışlık duygusu uyandıran bir olaydır...
Bu olaylar da grubun kendi(self) kimliğinin parçası haline gelir
ve kolay kolay elden bırakılmazlar....”
Başlangıçlar:
“Onlar en yiğit ve en
kalabalık...”
‘Tarihe
psikolojik bir mercekten bakış’ iddiasının
önkoşulu herhalde tarihi öncelikle ihmal etmemek olsa gerek. Bakış
için seçilen merceğin, gerçekliği çarpıtabileceği riski
ise her zaman vardır. TY-ÇK’da bunun kanımca tipik örnekleri
vardır. Kuram ne diyor: Türkler ve Yunanlılar, seçilmiş travma ve seçilmiş
zaferleri olan birer komşu etnik grup olarak birbirlerinin ‘kötü’
ortak rezervuarlarıdır. Geriye kalan
düşmanlığın değişmezliğini
‘kanıtlayacak’ tarihsel olguları
ayrıştırmaktır. Söz konusu kitapta, tarihin bu
‘kanıt bulma’ sevdası yüzünden nasıl da eğilip büküldüğünün
bir hayli örneği var. Ben iki örneği vermekle yetineceğim.
TY-ÇK’da, ‘Türkçe Çeviriye Giriş ve Teşekkür’ bölümünde
kitabın Türkler ve Yunanlıların tarihine dair ilk cümlesi:
“Türkler ve Yunanlılar arasında Türk Selçuklu Sultanı
Alparslan’ın 1071’de Malazgirt’te Bizans İmparatoru Romanos
Diogenes’i mağlup etmesiyle başlayan
karşılaşmaları ve düşmanlıkları...”
Tarih
ile ilgili tartışmayı mümkün olduğunca kısa
tutacağım. Özetlemek gerekirse:
Bir:
Bizanslılar ile Türkler arasındaki ‘karşılaşmaların ve
düşmanlıkların’ tarihini Malazgirt ile başlatmak,
konuyla ilgili bunca kaynak varken, bir bilgi eksikliğinden çok,
tarihi ‘psikanalitik mercekle’ okumaya uygun hale getirmenin sonucudur. Türklere,
daha doğrusu Türkomoğol kavimlere ilişkin en eski imgeler,
her türlü komşuluktan, temastan çok, belirsizlikten köken almıştır. Uygarlık
tarihinde, ‘uysal’ yerleşikler ile ‘saldırgan’ göçerler
arasındaki gerilim etkin bir rol oynamıştır. Şüphesiz,
Batı uygarlığına da analık, günümüzde
yaşananları düşününce
belki de babalık(!), etmiş Mezopotamya
uygarlığı incelendiğinde görülür ki, Freud’un sözünü
ettiği Helen-Barbar ikiliği, çok daha öncesinde Kuzeyli kavimler
ile Sümer şehir devletleri arasında
yaşanmıştır. Uygarlığın merkezi, Kuzeyli
kavimlerin saldırılarıyla tarih boyunca kuzeye göç
etmiş ve Mezopotamya birikimi Troya’dan taşarak Helen’e maya
olmuştur. Geçmişin ‘kuzeyli barbarları-uygarlık
yıkıcıları’, fetheden fethedilir yasası
uyarınca uygarlığın yeni temsilcileri
olmuşlardır.
İki:
Batı Gök Türkler, Bizans ile temasa geçen ve Türk adıyla
anılan toplulukların ilkidir ve bu ilk teması, Volkan ve
Itzkowitz’in Malazgirt’i düşmanlığın miladı
yapıp yazmalarının aksine Türk-Bizans dostluğunun
başlangıcı olarak kaydetmek gereklidir. Batı Gök Türk
konfederasyonu, yine Türk boylarından kabul edilen Basmıl, Uygur
ve Karluk saldırılarıyla dağılsa da, Türk
adı, özellikle Bizans’ta kalmıştır. VI.yüzyıl
Bizans kaynaklarında Orta Asya Turchia adıyla
anılmaktadır. Bu yüzyılın sonlarına ait Bizans
kaynaklarında, çıkar birliğinin gereği olarak, Türkler
hakkında övgü dolu cümlelere sıklıkla rastlanır. Simocatta’lı
Théophylactos şunları yazmaktadır: “...Onlar en yiğit ve en kalabalık ulustur. Yeryüzündeki
hiçbir halk büyüklükte onlarla kıyaslanamaz...”(Yerasimos,18-19).
Karşılaşmanın
kısa öyküsü ise şöyledir: Bizans ile sürekli savaşlar yapan
Sasaniler, ipek ticareti tekelini sürekli ellerinde tutmayı isterler. Batı
Gök Türk Kağanı İstemi Han, Batıya geldiğinde önce
Sasaniler ile ittifak yapar... Lakin nüfuz alanında giderek güçlenen
ve İpek yolu ticaretinde söz sahibi olmak isteyen Türkleri kısa
sürede bir tehlike olarak görürler ve siyasalarını bu temelde
kurarlar. Bu siyasaya bölgede verilen tepki ise Gök Türk-Bizans
ittifakıdır.
Üç: Bu ittifak,
Bizanslıların, Gök Türklerin istemediği biçimde Avarlarla
anlaşma yapmaları ve kendi iç
karışıklıkları, özellikle Ermeni isyanı ile
birlikte uzun ömürlü olmaz. Bu
kısa sürede, ticaretin gelişmesiyle Konstantinopolis ‘sakinleri’
arasında Türkler’in de yer aldığı
anlaşılıyor. 575’te, Konstantinopolis’ten yola çıkan
Bizans elçisi Valentinus’un yanında 106 Türk vardır. Valentinus’un
ve bu Konstantinopolisli Türklerin amacı İstemi ile ittifakı
yenilemektir. Elçi, ancak İstemi’nin yasına yetişebilir ve
yerine geçen Tardu ittifak yapmaz. Valentinus’un başına gelenleri
Ligeti’den aktarayım:
“Onu(Gök Türk kağanını) en büyük yas
arasında rahatsız etmişlerdi, üstelik bu yasa iştirak
edecekleri ve suratlarını bıçakla çentecekleri yerde
arsızca kendilerini müdafaaya yeltenmişlerdi. Valentinus ve
arkadaşları, ne süslü sözlerin ne de karşılık
vermenin fayda etmiyeceğini gördüler. Yapılacak bir şey
olmadığından çaresiz üzerlerine zorla yükletilen yasa
uyarak, inanmadıkları halde yine acele hançerlerini
çıkarıp yüzlerini yaraladılar ve sonra bu duruma boyun eğerek, yapmacık bir
kederle, günlerce süren yas törenini seyrettiler. Bir gün ortaya dört Gök
Türk esiri getirdiler, dördü de bağlıydı; sonra hanın
rahmetli babasının, Sizabulos(İstemi Han)’ın sevgili
atlarını çektiler, ölüye onlarla haber salacaklardı...” (Ligeti,
72).
Bu
etkileşimler tarih boyunca iyi izlendiğinde Türk imgesinin,
öncelikle ‘uygar’ Güneyin, ‘barbar’ ve o ölçüde de ‘öteki’ olmaktan çok kim
olduğu belirsiz Kuzeyli kavimlere uygun gördüğü sıfatlarla
ifade edildiği, “zamanla Türkler
uzak kuzey halkı belirsizliğinden çıkınca, onlarla ilgili
olarak edinilen bilgilerde bir belirginleşme ve onlara karşı
duyulan endişede de bir azalma” olduğu
belirtilmektedir(Yerasimos,18). Sonrasında çıkar birliğine ya da
çatışmasına göre bu imge, ‘en yiğit’ halktan ‘en
korkunç’ halk sıfatlarına değin bir spektrumda
değişir. Türkler’in göç yolları Ege
kıyılarına dayandığında, onların dilinde
Anadolu hala Rum iliydi. Haçlılar ise ‘kutsal toprakları
kafirlerden kurtarmak için’ yollara düşüp Anadolu’ya girdiklerinde,
Anadolu’nun insan dokusunun ve dilinin hızla
değiştiğini gördüler ve Türklerin Rum dedikleri topraklara
Turchia adını verdiler.
İzleyen süreç,
özelde Türkler’in, genelde ise Orta Asya bozkır kavimlerinin
göçebelikten yarı göçebeliğe ve yerleşikliğe uzanan
öykülerinde kaydı eksik tutulmuş olsa da bilinçdışı
psikolojik gereksinimlerinden çok görünür gereksinimlerinin belirleyici
olduğu ve kavimler arasında coşkulu etkileşimlerin
gerçekleştiği bir süreçtir.
Dört:
Selçuklu Tarihine baktığımızda yine Türkler ve
Bizanslılar’ın karşılaşmalarının
miladı Malazgirt değildir. Alparslan’ın atası ve
İran Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey döneminde,
XI.yüzyılda bölgede iki ittifak izlenmektedir: Selçuklu-Abbasi ve
Bizans-Fatimi. Tuğrul-Halife ittifakında Tuğrul’un
şahsında Selçuklular’ın konumu TY-ÇK yazarlarının
yazdıklarının aksine bir mürit ilişkisi değildir
ve nihai ulaştığı nokta, kısmi araziye sahip
halifenin vasalleşmesi olmuştur. Yine yazarların
yazdığının aksine Selçuklular’ın İslam ile
kurdukları bağın ortodoks
olduğunu kabul etmek güçtür. Bu mücadelelerin siyasal iktisat temeli
açıktır: Uzakdoğu deniz ticareti yollarını denetim
altına almak. Basra Körfezi-Bağdat yoluna karşın,
Bizans Fatimi ittifakı İskenderiye-Kızıl Deniz yolunu
güçlendirmek gayretindedir. Bunda da başarılı olurlar;
Mısır zenginliğin, Bağdat ise fakirliğin yoluna
girer. 1055’te, yani Malazgirt’ten 16 yıl önce, Bizans,
Selçukluların etkinliğini kabullenir; Konstantinopolis’deki
camide hutbe, Tuğrul’un isteği doğrultusunda ve
Bağdat’taki halifenin adına okunur.
Bizans
ile yoğun çıkar çatışmalarının
yaşandığı bu dönemde Ermeni vakayünivist Urfalı
Mateos, XI. Yüzyılda Anadolu’ya yerleşmeye devam eden Türkleri
‘Kam’ın oğulları’
sıfatıyla anmaktadır, kam şaman demektir ve Türkleri
nitelemek için kullandığı diğer sıfatlar, ilk Bizans-Türk
karşılaşmasının kayıtlarındaki ‘en
yiğit’ sıfatıyla hiç örtüşmez:
“467 nci yılın (17 Mart
1018- 16 Mart 1019) başlangıcında, mukaddes Haça
tapınan bütün hıristiyan halk, Allah’ın hiddetine maruz
kaldı. Öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber
ortaya çıktı ve Ekanimi Selase’ye tapınanları vurdu. Resul
ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü
kanatlı yılanlar, bütün hıristiyan memleketlerini ateşe
vermek üzere geldiler. Kana susamış yırtıcı
hayvanların ilk zuhuru böyle olmuştur.” Kitabın
editörlerinden Edouard Dulaurier, sözü edilenlerin “Bizans müelliflerinin ‘Ouzes’ Arapların da ‘Ghozz’ tesmiye
ettikleri Selçuklu Türkleri” olduğunu dipnotla belirtmektedir. (Urfalı
Mateos, 48-50)
Beş: Malazgirt
savaşı, öyle görünüyor ki, Türkler’in bir fetih savaşı
olmaktan çok, Selçukluların bile zaptedemediği Türkmen
yağmalarını kontrol altına almak için Bizans’ın
savunma savaşıdır. Alparslan’ın ise gönülsüz bir fatih
olduğu, Romanos ile hiç savaşmak istemediği biliniyor. 1071
Ağustos’unda Malazgirt’te karşılaşıyorlar.
Bizans’ın merkezi gücünü, feodal beylere karşı, yeniden
inşa etme gayretindeki Romanos yeniliyor, bizzat Sultan
tarafından kucaklanıyor ve yolcu ediliyor. Konstantinopolis’te
yeni imparator tahta geçmiştir. Romanos’un ise gözlerine Ermeni
prensleri tarafından mil çekilir...
Malazgirt’in
en kesin sonuçları: Türkmen akınları hız kazanır,
Bizans’ın merkezi gücü onulmaz bir yara alır, birbirleriyle
mücadele halindeki Bizans feodallerinin oluşturduğu ortamda
Anadolu içlerine yerleşmeler başlar. Malazgirt’ten 3-4 yıl
sonra Ege kıyılarında bile Türkmen toplulukları
yerleşir.
Altı:
Kutalmışoğlu Süleyman İznik’te çevresine
topladığı Türkmenlerle birlikte kendi devletini kurar. Fetheden
fethedilir yasası işler. Büyük Selçuklu-Bağdat
Halifeliği karşısındaki tutumu, Bizantendir. Kilikya’da
iken Antakya’dan davet alır. Savaşmadan Antakya’ya girer.
Komşusu Halep egemeni Müslim, Süleyman’ı Filaretos gibi ‘Bizans
Valisi’ sayar ve ondan Bizans’ın ödediği vergiyi ister. Süleyman
ise İslam olduğunu bu nedenle de kendinden cizye
istenemeyeceğini ileri sürer. İtirazı Bizans sayılmaya
değildir, zira, Halep egemeninden Bizans sınırları
içinde olup da aldığı kaleleri geri vermesini talep eder,
Bizans mirasçısı gibi davranır(Avcıoğlu, 1587-1589).
Yedi: Anadolu, fonda
devletlerin çatışmalarının yer aldığı,
gerçekte ise kavimsel ve dinsel çatışmalara indirgenmesi mümkün
olmayan ve buluşmalar ve etkileşimlerle belirgin bir ortaçağ
yaşamıştır. Bu özgünlüğün bir örneği
Pavlakiler(Paluicien)dir. Bunlar Hıristiyan olsalar da Bizans’a ve
kilisesine düşmandırlar. Bizans’a karşı İslam
güçleriyle birlikte savaşırlar. Avcıoğlu, Pavlaki
inancını Orta Asya Türkleri ve Uygurların da benimsedikleri
düalist Manicilik’e dayandırır. Pavlakiler, görünen dünyayı
ve insan bedenini kötü, göksel dünyayı ve insan ruhunu iyi olarak
kabul ederler. Görünen iktidarı ve kiliseyi kabul etmezler. Daha sonra
Babailer İsyanı’nda da önemli yer tutacak olan Divriği
çevresinde toplanırlar. IX.yüzyılda İslam güçleriyle ittifak
halinde Ankara’yı alıp Marmara’ya ilerlerler, fakat
yerleşemezler. Marr, üç inanç; Pavlakilik, Kürtlerdeki Yezidilik ve
Anadolu Türk Dervişliği arasında bağlantı görür
(Avcıoğlu, 1525). Selçuklular’da Sünni Bağdat Halifesi ile
kurulan ittifakı ve sonrasında yaşananları bir dinsel
bağnazlıkla, hatta bir İslam-Hıristiyan
çatışmasıyla açıklamak olası değildir. Daha
geç zamanlarda bile Selçuklu sarayının ‘tam müslüman’
olduğuyla ilgili şüpheler bizzat Müslümanlarca dile
getirilmiştir. Halep Atabeyi Nureddin Zengi’nin XII.yüzyılın
ikinci yarısında elçiler göndererek II.Kılıçarslan’dan
inanç yenilemesini istediği aktarılmaktadır(Gordlevski,
306).
Sekiz:
Bizans ile Büyük Selçuklular arasındaki çatışmanın
siyasal iktisadi temelleri, yukarıda değindiğimiz gibi,
açıktır. Bu çatışmayı biçimlendiren siyasal
çatı ise, Bizans ile Selçukluları da önceleyen ve günümüze bile
yansımaları olan Roma-İran mücadelesinin ektiği
geleneklerdir. Büyük Selçuklular’ın aynı zamanda İran
Selçukluları olarak adlandırıldıklarını ve
devlet geleneğinin temellerinin Nizamülmülk’ün kişiliğinde
en yetkin ifadesini bulmuş İranlı vezirlerce
atıldığını biliyoruz. Buna karşın
Anadolu Selçuklularının
aynı zamanda Rum Selçukluları olarak
adlandırıldıklarını, İrani öğelerin
korunduğunu ve bunlarla birlikte saraylarında Rum etkisinin
belirginleştiğini, hatta
I. Kılıçarslan’ın oğullarından Muizeddin
Kaysarşah’ın adında kayzer ve şahın
birlikteliğinin, ya da Bizans’tan Selçuklular’a geçmiş bazı
yüksek görevlilerin yazdığı Farsça metinlerin
gösterdiği gibi Bizans-İran sentezinin ‘aceleci’ örneklerinin
ortaya çıktığını biliyoruz. Rum asıllı
Selçuklular’dan birinin adı Hass Oğuz, yazdığı bir metnin
adı “Munazarai çenguşarap”, çalgı ile şarap
arasında tartışmadır. Bunlarla birlikte, eski Türk
inançları da canlılığını koruyordu.
XIII.yüzyılda Selçuklular’a karşı başta Türkmenler
olmak üzere, her dinden köylünün katıldığı Babailer
isyanının önderi Baba İshak yakalanıp
asıldığında izleyicileri onun öldüğüne
inanmamışlardı(Gordlevski 294-299, Çamuroğlu, 176). Yine
Bizans-Büyük Selçuklular nüfuz alanı mücadelesine uygun olarak Rum
Selçukluları-İran Selçukluları mücadelesinin dönemin
kaynaklarında da, örneğin “Rum u Şam begleri” ve benzeri
deyişlerle kaydedildiği belirtilmektedir.(Gordlevski,288). Günümüzden
eklenecek olan ise, resmi eğilim ne olursa olsun, bugün halk hiçbir
çekince olmaksızın Modern Türkiye’nin Avrupa kıtasında
kalan toprakları Rumeli olarak anmakta, benimsemektedir.
Konstantinopolis-Kudüs-Edessa...
TY-ÇK
kitabında, tarihi politik psikolojinin hizmetine sunarken eğip
bükmenin başka örnekleri de var. Yazarların, Yunanlılar için
başlıca ‘seçilmiş travma’ ve Türkler için ‘seçilmiş
zafer’ olarak gördükleri Konstantinopolis’e dair öykü bunlardan biri. “Mayıs 1453’teki o unutulmaz gün
bir bağ kopmuştu. Kayıp bütün Hıristiyan dünyasına
aitti.”(Volkan ve Itzkowitz,55).
Kaybın
‘hangi dünya’ya ait olduğu, Konstantinopolis’e nereden
baktığınızla ilgilidir. Yakındoğu tarihini ve
bu tarih üzerinde bugün de izleri görülebilen Mezopotamya
Uygarlığını ‘başka dünyalar’ı referans alarak
değil de kendiyle okuyunca görülecek ki, kayıp öncelikle
Konstantinopolis’e aittir.
Sumer’den
bugüne, Yakındoğu şehirlerinin öykülerine
bakmaksızın bunu anlamak güçtür. Meğer ki ‘çözülmemiş’
yaslardan söz edeceğiz, bilinen ilk ağıtların, Mezopotamya’daki
Sumerlilerce, Kuzey kavimlerince yıkılmış surlara gidip
şehirlerine yakıldığını bileceğiz. Konstantinopolis’in
alınmazlığının simgesinin surları ve
Osmanlılarca alınma öyküsünün aynı zaman da surların
yıkılış öyküsü olduğunu bileceğiz. Kudüs’te,
bugün hala Yahudilerin Süleyman’ın yıkılmış
mabedinin duvarına ‘ağlama duvarı’ dediklerini ve orada
ibadet ettiklerini, bu geleneğin tapınak merkezli Sumer
şehir geleneğiyle dolaysız ilişkisini bileceğiz. Eski
adı Edessa olan ve İsa’ca kutsanmışlık efsanelerine
sahip Urfa’da bugün hala ağlamak eyleminin ‘ağıt geldi’
deyimi ile karşılandığını bileceğiz. Konstantinopolis-Kudüs-Edessa
üçlüsünün dinler tarihindeki önemlerini ticaret yollarından ayrı
düşünmenin güçlüğü bir yana, bu üç şehrin ve benzerlerinin
mayasına sinmiş kutsallığın kökenlerinin bir dine
bağlanmayacak denli arkaik olduğunu, temel kurumlarıyla
halen içinde değindiğimiz uygarlık sürecinin
başlangıcına götürülebileceğini bileceğiz.
Eudes
de Deuil, XII.yüzyılın ilk yarısında Konstantinopolis için
“Diğer kentleri zenginlikte olduğu kadar, günahta da geride
bırakır” diye yazmaktadır(aktaran Ducellier,17). Şehre
dair en eski kayıtlarda bile vurgulanan iki özelliği, savunmaya
hizmet eder: şehri çevreleyen deniz ve büyük surlar. Şehir
nüfusunun egemen unsuru Yunanlılar olsa da, bu durum, siyasi ağırlığın
da onlarda olduğu anlamına gelmiyordu. Özellikle Ermeniler’in
etkinliğinin ağırlığından söz edilmektedir.
1204’te, şehrin Müslüman kolonisi için en az iki cami vardı ve “Bu unsurların neredeyse tamamı,
bütün çeşitlilikleri içinde imparatorluktan
çıkmıştı veya ona kültürel olarak
bağlıydı; öyle ki bazıları kültürlerinin
simgesi-Slav veya Ermeni kiliseleri, sinagoglar veya camiler- çevresinde toplanma
eğilimi gösterse de, bunların ayrı semtlere bölünüp
kapatılması söz konusu değildi.”( Ducellier,25).
Konstantinopolis,
ilk 1204’te, Haçlılarca düşürüldü ve şehrin kaderinin
Hıristiyanlık ile özdeşleşmesinin ciddi zedelenmesi
bizzat ‘Batılı barbarlar’ eliyle oldu. Yakındoğu
‘şehir’ kültüne uyan bir şekilde dünya tasavvurunu ‘şehir ve
surların dışında kalan yerler’ olarak biçimlendiren ve
barbarlığın Hıristiyanlık içinde eriyeceğine
dair imparatorluk idealini yayan Konstantinopolis’te, “Hıristiyan barbarların da artık var olduğu
zorunlu olarak kabullenildi.” (Ducellier,58). Bu kabullenişe,
başka olgular eşlik etti; İran Körfezi’nin doğu
kıyısındaki Sincar’da doğmuş ve
Konstantinopolis’te on iki yıl kaldıktan sonra ülkesine
dönmüş bir tüccar olan
Hacı Abdullah bin Muhammed bin Abdurrahman adlı zatın
şehirle ilgili gözlemleri, daha önceki tanıkların
paylaştığı imgeyle buluşur; şehir bir yeryüzü
cennetidir, kutsaldır, eninde sonunda takdir-i ilahi
gerçekleşecek, Müslümanların olacaktır... Mansouri, bu
tüccarın ‘Hacı’lığının, İstanbul’u
ziyaret eden Müslümanların hacca gitmiş gibi
davrandığının işareti olabileceğini
belirtmektedir. Yine Mohamed Tahar Mansouri’nin, Haçlılara
karşı ittifak kuran Bizans ile Müslüman Doğu’yu ‘Düşman
kardeşler’ olarak nitelemesi de ilginçtir.
TY-ÇK
yazarlarının, Türkler ve Yunanlılar’ın
‘çatışan komşular’ olmalarını gerekçelendirdikleri
‘seçilmiş travma-seçilmiş zafer’ Osmanlılar’ın
İstanbul’u fethidir. Volkan ve Itzkowitz şunları
yazmaktadırlar: “Yunanistan’ın
Türklerle olan saplantısının altında yatan etmenler
bilinçdışı kurban edilmişlik duygusuyla birlikte
Helenizmin bilinçli şekilde ülküleştirilmesidir... Grubun
psikolojik gereksinimlerini doyurmak için muazzam enerji
harcanmaktadır(sözgelimi askeri harcamalar) ve bu saplantı
Yunanistan’a pahalıya patlamaktadır. Eartha Kitt’in ‘İstanbul,
Konstantinopolis değil’
şarkısını hep bir ağızdan söylerse Türkiye ve Yunanistan daha iyi
komşular olacaktır. Zaten durum 1453 yılından beri
şarkıdaki gibidir.” (Volkan ve Itzkowitz,242).
Hep
bir ağızdan şarkı söylemeye bir itirazım elbette yok, lakin
söylenecek şarkıyla ilgili tereddütlerim var. Mesela,
Nazım’ın, yedi tepeli şehre hasret yüklü dizelerle
yazdığı ‘Karlı kayın ormanı’nı, Maria
Faroundri’nin insanda Rumca öğrenme isteği uyandıran sesi
eşliğinde söyleyebiliriz. “İstanbul Konstantinopolis
değil’e gelince, şehrin adının serüvenini izlemek bile
durumun yazarların belirttikleri gibi olmadığı
konusunda bizi uyarıyor: X.yüzyılda Konstantinopolis’i ziyaret
eden Mesudî, “Rumların
Konstantinopolis’e Bolin veya imparatorluğun başkenti
olduğunu ifade etmek istedikleri zaman, İsten Bolin dediklerini,
ama Konstantiniye adını kullanmadıklarını, sadece
Arapların kenti bu isimle” andıklarını
belirtiyor(aktaran Mansouri, 160). Osmanlılar, şehre
Arap-Müslüman geleneğine uyarak Konstantiniye adını veriyorlar,
ancak halk daha önce Bizanslıların yaptığı
gibi İstanbul diyor.( Mansouri,167).
Başka öyküler de
var
Toplumların
ilişkilerini, devletlerin ‘resmi’ ideolojileriyle kavrama çabası
da bir yoldur. Halkların tarihini devletlerin çıkar
çatışmaları ile yazmak en bildik olandır. Fakat
başka öyküler de var:
Çocukluğum
Tokat’ın bir dağ köyünde geçti. Yerleşiklik öyküsü, ilk
gelen kuşaklardan başlayan soyağaçları dikkate
alındığında XIX.yüzyılın ikinci
yarısına rastlıyor. Köyümde oynanan ve belirgin şamanistik
özellikler içeren saya oyunları göç yollarının onlarca
işaretleriyle doluydu. Bu Türkmen köyünde doğup büyümüş
annem, İstanbul’a göç ettikten yıllar sonra bile, yeterince
kalın giyindiğimizi düşünmediğinde şöyle
uyarırdı: “Kış
gününün iyiliğine, Osmanlı’nın dostluğuna güven
olmaz...”
Bizans’ta
‘Rumluk’, Selçuklu’da ‘Türklük’ vardır, lakin, bu iki kavramı
bugünün etnisite ve ulusçuluk bilgisiyle anlayabilmek pek mümkün
değildir. Zira, gördüğümüz gibi, Romanos’un ordusunda on beş
bine yaklaşan paralı Türk askeri varken, aynı Romanos kendi
Rum vasallerine, bu arada Ermeni vasallerine de güvenememiştir. Yine
Selçuklular döneminde belirgin bir devlet sorunu haline gelmiş,
Osmanlı döneminde çözülmemiş, isyanlara dönüşmüş ve
Cumhuriyet dönemindeki siyasal düzeni de etkilemiş bir ‘Türkmen
sorunu’ndan söz edilebilir. Batı kaynaklarındaki ‘Türk imgesi’
ile ilgili betimlemelerin benzerlerini Selçuklu ve Osmanlı
kaynaklarında da bulmak olasıdır. Mevlana Celaleddin
Rumi’nin ‘ne olursan ol, gel’ çağrısının, 1360’da ölmüş
olan Aflâkî’nin geride bıraktığı ‘Ariflerin
Menkibeleri’ adlı yapıtında yazdıklarına
bakılırsa göçer Türkmenlere de yönelik olduğu
şüphelidir. Başta Mevlana olmak üzere Mevlevi
ulularının biyografilerini içeren yapıt Türkmenlere
karşı hor görü cümleleri içermektedir.
Özellikle
feodal topluluklar üzerinde egemenlik kurmak isteyen devletlerin merkezi
otoriteyi güçlendirmede kullandıkları yönetme biçimlerini ve
bunların doğurduğu çatışmaları
halklarının ilişkilerine uygulamak TY-ÇK
yazarlarının en önemli yanılgılarıdır. Uzun
sürmüş ortaçağ tarihi, etnik kökenleri ortak olsa da, referans
alınan merkezi güce, burada Bizans ya da Selçuklu’ya göre ‘iyi’
Türkler/Rumlar/Araplar veya ‘kötü’ Türkler/Rumlar/Araplar’ın
değiştiği bir tarihtir de. Aşiretçiliğin
kısmen de olsa korunduğu toplumların günümüzde aynı
yarılmaya uğradıkları görülmektedir. Örneğin,
Ortadoğu’da her devletin kendince ‘iyi’ Kürtleri-‘kötü’ Kürtleri
vardır.
Başka
öyküler de var: Urfa’da, ‘iyi’ Müslüman Harran’lı bir ağa ile
konuşuyoruz. Konu: ‘Yahudi meselesi.’ Harran’lı ağa, çok
şaşırtıcı bir şey söylüyor ve halen
şaşkınlığım sürüyor: “Yahudilerle bizim kavgamız bellidir, elbette kavga ederiz,
çünkü amca çocuklarıyız.” Burada ayrılığa
değil, özellikle kan bağına yapılan vurguyu, eğer
Harranlı ağanın, Mansouri’nin daha önce
andığım ve Haçlılara karşı Bizans ve Müslüman
ittifakını ifade etmek için kullandığı
‘düşman kardeşler’ deyimine yaklaşan sezgisini bir sapma
olarak görmeyeceksek, nasıl anlayacağız?
Bu
soruyu yanıtlamaya geçmeden önce bir öykü daha anlatayım: birkaç
yıl öncesinde, Berna Laçin’in becerisiyle popüler olmuş bir çocuk
yarışması vardı. Bir zaman sonra farklı
şehirlerde yapılmaya başlandı. Urfa’da, Urfalı
çocuklarla yapılan bölümünü anımsıyorum. O dönemki sunucu,
çocuklardan birine “Sizin kan
davalınız var mı?” diye sordu. “Evet” yanıtını alınca da, olanca
körlüğüyle “Onlara
söyleyebileceğin bir şey var mı?” sorusunu yöneltti. Aldığı
ders ise ciltlere bedel: “Yok...
onlar beni izlemez ki!..”
Kan
davası, feodal değerler silsilesinin göverdiği ve en kesif
ifadesini bulduğu olgulardan biridir. Namus, şeref söylemleri
eşliğinde sıklıkla toprağa bağlı
sorunlarda ortaya çıkar. Modernitenin kavramlarıyla
yorumlandığında bir toplumdaki
‘gerikalmışlık’ öğelerinin başında gelir ve
şiddeti, Volkan ve Itzkowitz’in, aralarında toprak sorunları
olan komşu devletlerin yaşadıklarına dair
söylediklerine benzer bir şekilde barış
olanaklarını azaltır. Söz konusu sosyokültürel çevrenin
önerdiği çözümler dışında kalan çözüm önerileri
kabullenilmez. Örneğin, cinayeti işlemiş olan kişi,
aileler arasında barış sağlanmamışsa,
mahkemeden müebbet de alsa diğer ailede bu durum bir ‘rahatlama’
sağlamaz. Kan davası durumlarında, sıklıkla,
topluluğun ileri gelenleri öncü olurlar ve kültürel çözümler devreye
sokulur. Nedir bunlar: kan bedelidir, bazen mağdur olan aileye gelin
giden bir kızdır... Barış sağlanmışsa,
şiddet, kurbanlar kesilerek ve bir şölenle
sağaltılır.
Biz
ve onlar diyalektiğinde, Harranlı ağanın, İshak ve
İsmail dolayımıyla Yahudiler ve Arapların amca çocukları
olduğuna dair vurgusunu düşünürsek, karşıtların
birliğini kavrayabiliriz. Kökensel
olanın çatışma olmadığını, ister
aileler, ister aşiretler, isterse halklar arasındaki
düşmanlıkların siyasal iktisat temelinde ve egemen
değerlerce tarif edilmiş ve türetilmiş olduğunu da
anlayabiliriz.
Küreselleşme:
küresel feodalizm mi?
Geriye,
politik psikoloji ile ilgilenenlerin
niçin bunun tersine, komşu halklar arasında ‘kan
davası’nı öne çıkardıkları ve toplumların
ilişkilerine buradan baktıkları kalıyor.
Bunu
yanıtlamak için, giriş bölümünde değindiğimiz
psikanalizin serüvenine dönmeliyiz.
Yine
önce bir öykü: Urfa’dan Antep’e yol
alan bir otobüs. İki kişi sohbet ediyorlar. Tanışma
faslından sonra Antepli olan: “Benim
oğlanlardan birinin aklı diğer çocuklara göre seyrekti. Urfa’da
Dergah’a götürdüm. Birkaç gün sonra dönüp alacağım.”
diyor. Urfa’lı olan ise
şunları söylüyor: “Benim
karı da öyleydi. Vurup kırıyordu. Evde çocuklara
kıymasın diye bıçakları saklıyordum.
Şıha, ziyarete götürdüm... En son doktor bir ilaç verdi. Öyle
sessiz oturuyor, hiç değilse zararı yok...” En son bir
tavsiye cümlesiyle sohbetin bu faslını noktalıyor: “Sen oğlunu doktora götür, onda cin
değil psikoloji var...”
Dünyaya
nasıl bakarsanız, dünya size öyle görünür. Nasıl ki günümüz
tıbbında, kan hücrelerini, mikropları, kromozomları
ayrıntısıyla tarif eden uzmanlar varsa, Sumer’de, Babil’de,
Asur’da cinleri aynı açıklıkla gören ve tarif
eden ‘uzmanlar’ vardı. Dünya’ya bakışları; birlik duygu
büyüsü ile ve her şeyin canlıllığına inançla ve
bakma biçimleri; esrime ve sihir ayinleri ile cinler bu ‘uzmanlar’ için
apaçık şeylerdi. Şimdi psikoloji var. Ne diyordu, Volkan ve
Itzkowitz’in ‘izinden gittikleri’ Harold Saunders: ‘Eski mercekler artık
dünyayı odaklayamadığı ve geleneksel söz dağarcığı
doğru olarak tanımlayamadığında, yeni mercekler
üretmek ve taze bir dil
yaratmak hem gerçekçi hem de akılcı olacaktır.’ Kuhncu bilim felsefesinin, olağan
bilim iş görmezse, bilimsel bir devrimle paradigma
değişikliği yaşanacağı
varsayımının başka kelimelerle ifade edilmesini içeren
bu cümlede bizzat Kuhn’un tahrifi de var. Kuhn’da, bildiğimiz odur ki,
‘yeni mercekler üretmek...’ gibi
bir görevden ya da farklı paradigmalar arasında ‘gerçekçi.... akılcı’
ayrımlarından söz edilmez. TY-ÇK yazarları ise
şunları yazıyorlar: “Harold
Saunders’in izinden giderek, bu kitabın amacının uluslar arası dinamikleri daha iyi
anlamak ve eyleme yönelik öneriler oluşturmak üzere, gözlemlerimizi diğer paradigmalarla
bütünleştirmemize
yardımcı olacak
yeni bir psikolojik mercek üretmek olduğunu söyleyebiliriz.” Daha
önce de işaret ettiğim gibi, Saunders’in tilmizleri Volkan ve
Itzkowitz de ‘farklı paradigmaları bütünleştirmekten’ söz
ettiklerine göre Kuhn bilim felsefesinden bihaberdirler.
Yazarlar
bilim felsefesinden olduğu gibi, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin
Yapısı’nda sıklıkla vurguda bulunduğu bilim
tarihinden de habersizler. Modern bilim en büyük bunalımını
tam da psikanalizin doğduğu yıllarda ve aynı kültür
çevresinde yaşadı. Ünlü öyküdür: Newton fiziği, modern
bilimin kuzey yıldızıydı. XX.yüzyılın
başında görüldü ki, makrokozmosta işleyen Newton fiziği
ve sarsılmaz nedensellik yasası, mikrokozmosta, atomaltı
parçacıklar düzeyinde işlemiyor. Heisenberg bu bunalım için
‘Belirsizlik yasası’nı önerdi ve bunalım çözüme
kavuştu. Doğa tarihinde böylesi bir nitel değişim
örneği ve bilim tarihinde bu öykü varken, bireyin psikolojik
gelişiminin yorumsamaya dayalı varsayımlarını
‘etnik ilişkiler psikolojisi’ ve benzeri adlarla halklara uygulama
lüksünün kaynağı nedir? TY-ÇK yazarlarının Stein’in
etnisite ile ilgili şu yargısını
paylaştıklarını yazmaları hiç
inandırıcı değil: “Kişisel
ve toplumsal kimliğin bir göstergesi olarak etnisite doğası
gereği bir kategori değil, bir düşünce modelidir.” Bu
yargıyı, yani; etnisite tarifinin doğal bir
sınıflamanın değil, bir düşünce modelinin, üstelik
de üzerinde çeşitli görüş ayrımları olan düşünce
modelinin ürünü olduğu yargısını paylaşmak ve buna
rağmen makrokozmos-toplulukları bu tarife göre bölümlemek, sonra
da mikrokozmos-bireyi anlamaya yönelmiş bir bilgi alanının,
psikanalizin varsayımlarını toplumların
ilişkilerine uygulamaya kalkışmak... Bu ne perhiz, bu ne
ideoloji turşusu...
Toplumlar
arasında çözümü neredeyse imkansız kan davaları vehmetmenin,
birlikte yaşama erdemine işaret eden tutumları geçici
yanılsamalar olarak görmenin, devletlerin güç ilişkilerini
halkların düşmanlığı ile
özdeşleştirmenin, siyasal iktisadın iktisat
kısmını dumura uğratıp yerine psikolojiyi ikame
etmenin ulaştığı ve eklemlendiği nokta ise
bellidir; en son Irak işgali ile birlikte, devletler arasındaki
anlaşmazlıkları
çözmeye hizmet edecek uluslar arası hukuk iğdiş
edildiğine, aralarındaki ‘kan davası’nın alevlenmesi
riski yüksek olan devletlerin varlığı verili bir durum
olduğuna ve ‘kimlik meseleleri’ nedeniyle bu duruma çare
bulamayacaklarına göre bir efendiye gereksinim apaçıktır. Bu
efendinin kim olduğuna dair bilgiyi ve erdemlerine bir örneği
Volkan ve Itzkowitz veriyorlar: “1987’de
Türkiye ile Yunanistan’ın Ege üzerindeki anlaşmazlık
yüzünden savaşa girmesine ramak kaldı.... NATO ve ABD’nin
ağır baskıları sonucunda iki taraf da savaşın
kıyısından döndü.”(Volkan ve İtzkowitz, 162)
Kan
davası, feodalitenin belirgin özelliklerinden biridir. Yazarların
tarih anlayışlarının mantıksal
sınırı bellidir: küreselleşme diye
kavramsallaştırılan düzenin öngörüsü, belki de devletlerin
beyliklere, parlamentoların savaş meclislerine, devlet
başkanlarının vasallere dönüştürüldüğü, biat
edenin korunduğu küresel
feodalizmdir.
Anadolu’da
cinlere hala inanılıyor ve özellikle değirmenlerde ve su
başlarında varoldukları düşünülüyor. Tarımlı
toplumlarda suyun disiplininin ve tahıl ambarlarının
korunmasının önemi düşünüldüğünde cinlerin
mekanlarının buralar olması
anlaşılırdır. Volkan ve Itzkowitz, Urfalı
yurttaşımız denli bir aydınlanmayı bile
vaadetmiyorlar; toplumların tarihine psikolojik mercekten
bakıyorlar ve nereye baksalar kendi cinlerini; seçilmiş
travmaları ve zaferleri, çözülmemiş yasları ve en sonunda
kardeşliğin imkansızlığını ve ebedi
düşmanlıkları görüyorlar. Bilimsel temellerinin çok
tartışılır olduğunu gösterdiğim TY-ÇK
kitabının ahlaki
temelleriyle ilgili yargıyı ise bu yanıyla okuyucuya
bırakıyorum.*
Mart-Nisan’03
Okmeydanı,
İstanbul
*Bu yazıyı bitirdiğim
günlerde Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti yönetimi sınır kapılarını açtı.
Hayata gayri safi milli hasıla ve dolar kuru
sınırlarında bakanların
umdukları gibi Kuzey, Güney’e koşmadı. Ne oldu?..
İki halk, Türkler ve Rumlar, yoksul ya da zengin, ‘evlerini’
sevdiklerinin, bununla birlikte komşularını da sevebileceklerinin
işaretlerini verdiler.
Kaynakça
Anadolu
Selçuklu Devleti, V. Gordlevski, Çev. Azer Yaran, Onur Yay. 1988, Ankara.
Bir
Başkentin Yükselişi ve Gerileyişi, Alain Ducellier,
Konstantinopolis 1054-1261 kitabı içinde, Derleyenler: Alain
Ducellier-Michel Balard, Dünya Şehirleri Dizisi-6, İletişim
Yayınları, 2002, İstanbul.
Büyük
Rakibin Bakışı: Müslümanların Gözünde Konstantinopolis,
Mohamed Tahar Mansouri,
Konstantinopolis 1054-1261 kitabı içinde, Derleyenler: Alain
Ducellier, Michel Balard, Dünya Şehirleri Dizisi-6, İletişim
Yayınları, 2002, İstanbul.
Konstantinopolis
1054-1261, Derleyenler: Alain
Ducellier, Michel Balard, Dünya Şehirleri Dizisi-6, İletişim
Yayınları, 2002, İstanbul.
Tarih
Heterodoksi ve Babailer, Reha Çamuroğlu, Om yayınları,
İstanbul, 1999.
Türkler-
Doğu ve Batı, İslam ve Laiklik, Editör: Stéphane Yerasimos,
Çev. Temel Keşoğlu, Doruk Yayımcılık, 2002,
Ankara.
Türkler
ve Yunanlılar: Çatışan Komşular V.D. Volkan, Norman
Itzkowitz, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Uygarlık,
Din ve Toplum, Sigmund Freud, Çev.Selçuk Budak, Öteki/Psikoloji dizisi,
Ankara, 1997.
Türklerin
Tarihi- Dördüncü Kitap, Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 1999
Urfalı
Mateos Vekayi-namesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant D. Andreasyan,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1987
Bilinmeyen
İç Asya, L. Ligeti, Çev. Sadrettin Karatay, Türk Tarih Kurumu, Ankara,
1986
|
|