Anasayfa
|
Cinsiyet yazgı değildir: Michel Foucault’yla Röportaj
Michel Foucault, iktidar ve
direnişten söz ederken önceliği direnişe veriyor.
Homoseksüelliğin sorun haline gelmesini ise dostluk ilişkilerinin
bozulduğu 18. yüzyıla bağlıyor.
Dostluğun
çok önemli bir toplumsal ilişki olduğunu savunan Michel Foucault,
homoseksüelliğin de dostluk ilişkilerinin bozulduğu 18.
yüzyıldan itibaren sorun olduğunu anlatıyor.
Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan
"İktidarın Gözü" isimli kitabında yer alan 1978'de
yayımlanmış röportajında, iktidar ilişkilerine de
değiniyor ve "Eğer direniş olmasaydı, iktidar
ilişkileri olmazdı" diyor.
***
Kitaplarınızda cinsel
özgürlüğün, kişinin kendisini ve arzusunu ilgilendiren gizli
hakikatlerin gün ışığına çıkarılmasından
ziyade arzunun tanımlanma ve inşa sürecinin bir unsuru
olduğunu telkin ediyorsunuz. Bu ayrımın pratik içerimleri
nelerdir?
Demek
istediğim şudur, bence, homoseksüel hareket günümüzde bir
bilimden ya da cinselliğin ne olduğuna dair bilimsel (ya da sözüm
ona bilimsel) bir bilgiden çok bir yaşama sanatına ihtiyaç
duymaktadır. Cinsellik davranışlarımızın, bu
dünyada sahip olduğumuz özgürlüğün parçasıdır.
Cinsellik bizim kendi kendimize yarattığımız bir
şeydir: Arzumuzun gizli bir yanının keşfinden çok bizim
kendi yaratımızdır. Arzularımızla, arzular yoluyla
yeni ilişki, yeni aşk ve yeni yaratı biçimlerinin
oluştuğunu anlamamız gerek. Cinsiyet bir yazgı
değildir; yaratıcı bir yaşama girme
olanağıdır.
Gay kimliklerimizi yeniden
onaylatmakla yetinmek yerine, gay olmayı denememiz gerektiğini
söylediğinizde vardığınız sonuç bu aslında.
Evet,
doğru. Homoseksüel olduğumuzu keşfetmek zorunda
değiliz.
Ne de bunun ne anlama
geldiğini keşfetmek zorundayız.
Çok
doğru. Daha doğrusu, gay yaşam tarzı yaratmalıyız.
Bir gay oluş.
Bu da sınırsız bir
şey, değil mi?
Evet,
elbette. İnsanların cinsel özgürlüklerini hissedişlerinin
farklı tarzları -kendi sanat eserlerini yaratış
tarzları- incelendiğinde, günümüzde bildiğimiz
anlamıyla cinselliğin, toplumumuzun ve çağımızın
en üretken kaynaklarından biri olduğunu saptamadan edemeyiz. Bana
gelince, ben, cinselliği diğer yönde anlamamız
gerektiği kanısındayım: İnsanlar, cinselliğin
yaratıcı kültürel yaşamın sırrını
oluşturduğu kanısındalar; aslında, günümüzde bizim
için, daha ziyade cinsel tercihlerimizin kisvesi altında yeni bir
kültürel yaşam inşa etme zorunluluğuna dahil olmuş bir
süreçtir .
Pratikte, sırrın gün
ışığına çıkarılması
teşebbüsünün sonuçlarından biri, homoseksüel hareketin,
cinsellikle ilintili yurttaşlık ya da insanlık hakları
talebinden öteye gidemediğidir. Bunun anlamı, cinsel
özgürleşmenin cinsel bir hoşgörü gerekliliği düzeyinde
kalmış olmasıdır.
Evet,
ama bu desteklenmesi gereken bir yandır. Bir birey için, öncelikle,
kendi cinselliğini seçme imkânı -ve hakkı- olması
önemlidir. Cinsellikle ilgili birey hakları önemlidir, buna saygı
gösterilmeyen birçok yer hâlâ vardır. Bu sorunları, şu anda,
çözümlenmiş kabul etmemek gerekir. Yetmişli yılların
başında gerçek bir özgürleşme hareketinin var olduğu tamamen
doğrudur. Bu süreç, hem durum açısından hem de zihniyetler
açısından çok yararlı oldu, ama durum kesin anlamda
istikrara kavuşmadı. Sanıyorum, hâlâ bir adım ileri
gitmek zorundayız. Bu istikrarın unsurlarından birinin
toplumda yeni yaşam biçimleri, ilişki, dostluk biçimleri, sanat,
kültür, cinsel, etik ve siyasi tercihlerimiz
aracılığıyla oluşacak yeni biçimler yaratmak
olacağı kanısındayım. Yalnızca kendimizi
savunmakla kalmamalıyız, aynı zamanda kendimizi
olumlamalıyız, yalnızca kimlik olarak değil,
yaratıcı güç olarak da olumlamalıyız.
Sizin söylediklerinizdeki birçok
şey, örneğin, kendi dilini ve kendi kültürünü yaratmak isteyen
feminist hareketin teşebbüslerini hatırlatıyor.
Evet,
ama kendi kültürümüzü yaratmamız gerektiğinden emin değilim.
Bir kültür yaratmalıyız. Kültürel yaratılar
gerçekleştirmeliyiz. Ama burada kimlik sorunuyla
karşılaşıyoruz. Bu yaratıları meydana
getirmek için ne yapmamız gerektiğini ve bu yaratıların
hangi biçimler alacağını bilmiyorum. Örneğin,
homoseksüellerden beklenebilecek en iyi edebi yaratıların
homoseksüel romanlar olacağından emin değilim.
İktidarın yalnızca
olumsuz bir güç olmadığını, aynı zamanda üretici
bir güç de olduğunu; iktidarın her zaman burada olduğunu;
iktidarın olduğu yerde direnişin de olduğunu; ve direnişin
asla iktidar karşısında dışsallık konumunda
olmadığını yazıyorsunuz. Eğer durum buysa,
her zaman bu ilişkinin içinde, bir anlamda
kaçamayacağımız bir ilişkinin içinde tuzağa
düşmüş olduğumuzu söylemekten başka bir çözüme
nasıl varabiliriz?
Aslında,
"tuzağa düşmüş" sözcüğünün doğru sözcük
olduğunu düşünmüyorum. Söz konusu olan bir mücadeledir, fakat
iktidar ilişkilerinden söz ettiğimde benim demek istediğim
şey, birbirimiz karşısında stratejik bir durumda
bulunduğumuzdur. Çünkü homoseksüeliz, örneğin, yönetimle mücadele
ediyoruz ve yönetim de bizimle mücadele ediyor. Yönetimle
uğraştığımızda, mücadele, elbette simetrik
değildir, iktidar durumu aynı değildir, ama hep birlikte bu
mücadeleye katılırız. Birimiz diğeri üzerinde üstünlük
sağlarız ve bu durumun uzantısı alınacak
tavrı belirleyebilir, ötekinin tavrını ya da
tavırsızlığını etkileyebilir. Demek ki,
tuzağa düşmüş değiliz. Oysa, her zaman bu tür bir
durumdayız. Bu demektir ki, durum değiştirme imkânına
her zaman sahibiz, bu imkân her zaman mevcuttur. Kendimizi durumun
dışına yerleştiremeyiz, hiçbir yerde tüm iktidar
ilişkilerinden bağımsız olamayız. Fakat, durumu
her zaman dönüştürebiliriz. Dolayısıyla, her zaman tuzakta
olduğumuzu söylemek istemedim, tersine, her zaman özgür
olduğumuzu söyledim. Kısacası, olayları dönüştürme
olanağı her zaman vardır, demek istedim.
Demek ki direnişi bu
dinamiğin içinden çekip alabiliriz?
Evet.
Bakın, eğer direniş olmasaydı, iktidar ilişkileri
olmazdı. Çünkü her şey basitçe bir itaat sorunu olurdu. Birey
istediği şeyi yapamaz durumda olduğu andan itibaren iktidar
ilişkilerini kullanmak zorundadır. Demek ki, öncelikle
direniş gelir ve süreçteki tüm güçlerin üstünde kalır; onun
etkisi altında, iktidar ilişkileri değişmek zorunda
kalır. Dolayısıyla, "direniş" teriminin en
önemli sözcük olduğunu, bu dinamiğin anahtar sözcüğü
olduğunu düşünüyorum.
Bir ya da iki yıl önce, bir
söyleşide, insanları homoseksüel ilişkide en çok
rahatsız eden şeyin, cinsel edimin kendisinden çok, normatif
çerçevelere uymayan duygusal ilişkilerin gelişmekte olduğunu
görme perspektifi olduğunu söylemiştiniz. Bağlar ve
dostluklar öngörülmeden kurulur. İnsanları korkutan şeyin,
homoseksüel ilişkilerin taşıdıkları meçhul
potansiyel olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bugün
beni ilgilendiren bir şey varsa, bu da dostluktur. Antikçağın
ardından gelen çağlar boyunca dostluk çok önemli bir toplumsal
ilişki meydana getirdi: Bireylerin belli bir özgürlükten, bir tür
tercihten (elbette sınırlı) yararlandıkları ve
onlara çok yoğun duygusal ilişkiler yaşama imkânı da
sağlayan toplumsal bir ilişki. Dostluğun ekonomik ve
toplumsal içerimleri de vardır: Birey dostlarına yardım
etmeyi öğrenmiştir vs... Ordu, bürokrasi, idare, üniversiteler,
okullar vs. -bu sözcüklerin günümüzde sahip oldukları anlamla- bu
kadar yoğun dostluklarla birlikte işleyemez. Tüm bu kurumlarda,
duygusal ilişkileri azaltmak ya da asgariye indirmek için önemli bir
çabanın gösterildiğinin görülebileceği
kanısındayım. Özellikle okulların durumu böyledir.
Yüzlerce küçük çocuğu kabul eden ortaokullar açıldığında
sorunlarından biri, bu çocukların yalnızca cinsel
ilişki içinde olmalarının değil, aynı zamanda
dostluklar kurmalarının da nasıl engellenebileceğini
bilmekti. Benim varsayımlarımdan biri -bu işe
girişirsek doğrulanacağına eminim- homoseksüelliğin
on sekizinci yüzyıldan itibaren bir sorun olmaya
başlamış olmasıdır. Polisle, hukuk sistemiyle
sorun haline geldiğini görüyoruz. Ve eğer bu dönemde bir sorun
haline, toplumsal bir sorun haline gelmişse, bunun nedeni
dostluğun kaybolmuş olmasıdır. Dostluk önemli bir
şeyi temsil ettiği sürece, toplumsal olarak kabul gördüğü
sürece kimse erkeklerin kendi aralarında cinsel ilişkilerinin
olduğunu fark etmedi. Olmadığı da söylenemezdi ama,
bunun önemi yoktu yalnızca. Bunun hiçbir toplumsal içerimi yoktu, bu
durum kültürel olarak kabul edilmişti. Sevişmelerinin ya da
sarılmalarının hiçbir önemi yoktu. Kesinlikle yoktu.
Dostluk, kültürel olarak kabul edilmiş ilişki olarak bir kez
ortadan kalktığında, soru soruldu: "Erkekler bir arada
ne yapıyorlar?" Sorun bu anda ortaya çıktı. Günümüzde,
erkekler seviştiklerinde ya da cinsel ilişkiye girdiklerinde bu
bir sorun olarak kavranıyor. Aslında, haklı olduğuma
eminim: Toplumsal ilişki olarak dostluğun ortadan kalkması
ve homoseksüelliğin toplumsal, siyasi ve tıbbi sorun olarak ilan
edilmesi aynı sürecin parçasıdır. l
Çeviren: Işik
Ergüden
Kaynak: Cumhuriyet
Dergi 08.06.2003
|
|