Anasayfa
|
Gruplararası ilişki ideolojisi olarak homofobi
Doç. Dr. Melek Göregenli
Ege Üni.
Edebiyat Fak. Sosyal Psikoloji Anabilimdalı
Eşcinselliğe
ve eşcinsellere yönelik ayrımcılık ve şiddet
konusu, sosyal psikoloji literatüründe, olumsuz tutumlardan
davranışsal şiddet
kullanımına kadar çok geniş bir çerçevede ele
alınabilir. Bu bildiride bu konu, daha çok diğer bütün
önyargı ve ayrımcılık türleriyle ortak ve farklı
yönleriyle, sosyal psikolojik araştırmalar açısından
ele alınmaya çalışılacaktır. Homofobi,
daha bireysel (kişilik, benlik algısı, bilişsel
yapılar vb.) olduğu düşünülebilecek süreçlerin de
etkilediği, eşcinsellerin bir “dış grup” olarak
kavramsallaştırılması sonucunda oluşan ve belirli sterotiplerin eşlik ettiği bir gruplararası ilişki ideolojisi olarak da
anlaşılabilir ve homofobik ideolojinin kendiliğinden kişisel
bir özellik olarak değil, belirli bir sosyal-kültürel bağlam
içinde oluştuğu düşünülebilir.
Hastalık’tan ideoloji’ye homofobi
kavramı
Psikoloji’de homofobiyle ilgili ilk
kavramsallaştırmalarda, olgu, zihinsel bir düzensizlik olarak, eşcinseller
veya eşcinselliğe ilişkin irrasyonel korkularla
ilişkilendirilerek anlaşılmaya
çalışılırdı. Bu anlamda diğer fobi türleri
gibi son çözümlemede bireysel düzeyde cereyan eden bir düşünce
bozukluğu olarak ele alınabilirdi. Oysa bugün homofobi
kişisel bir korku ve irrasyonel bir inanç olmanın çok ötesinde
kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle
ilişkili olarak ele alınması gereken politik bir alanda
oluşan, gruplararası bir sürece
işaret etmektedir. Bu anlamda bireysel ve kollektif
davranışlar düzeyinde kişiler arası ilişkileri
yapılandıran duygular ve niyetlerin oluşturduğu,
geniş bir yelpazede ortaya çıkan bir sosyal psikolojik
değişken olarak, ayrımcılık pratikleri ve
şiddetle ilişkilidir; bilgi’nin iktidarı da dahil bütün iktidar biçimlerinin politika üretme
süreçleriyle de doğrudan bağları vardır. Eşcinselliğe
yönelik tutumların dinsel arka planları, cinsiyete dayalı
ötekiler yaratma süreçleri, heteroseksüellikten
farklı cinsel yönelimleri olan insanların bazı
yurttaşlık haklarının inkar edilmesi, konuya, toplumun
politik düzenlenişiyle ilgili boyutlar eklemektedir;
dolayısıyla söylenebilecek her söz kendiliğinden politiktir
ve sadece eşcinsellikle ilgili olamaz. Kültürel ve bireysel
koşullar ve süreçlere dayalı bütün köklerine rağmen pek çok
sosyal psikolog, homofobinin ancak
ırkçılık ve seksizmle
bağlantıları içinde anlaşılabileceğini
düşünmektedir. Homofobi, bu anlamda seksizmin önemli bir silahıdır.
Heteroseksüellikten farklı cinsel yönelimlere sahip insanlara
karşı şiddet, erkekliğin, bir anlamda cinsiyetçi
kullanımıyla “insanlığın korunması ve
kontrolü” için bir mekanizma haline gelmektedir. Homofobi
kavramının kendisi üzerinde de bazı tartışmalar
vardır. Bu kavramın olguyu bireysel ve patolojiyle ilişkili
hale getirdiği, kültürel, sosyal ve sonuç olarak politik
boyutlarına vurguyu azalttığı savunulmuştur.
Tıpkı eşcinselliğin, Foucault'nun
(1980) Cinselliğin Tarihi'ine
gösterdiği gibi tarihsel olarak
tıbbın ve patolojinin alanı haline getirilmesi gibi, homofobi de adeta bir karşı kavram olarak
patolojinin bir alanı haline getirilerek, bu alandaki her türlü
şiddet, homofobiklerle farklı cinsel
yönelimleri olanlar arasında yaşanması “doğal olan”
adeta bir küçük gruplar mücadelesine dönüştürülmüştür. Feminist
düşünürlerden bazıları ve eleştirel gey
ve lezbiyen araştırmalarında heteroseksizm kavramı, hala çok temel bir kavram
olarak kullanılsa da son dönemlerde “heteronormatiflik”
kavramı üzerinde durulmaktadır; heteroseksizmden
farklı olarak psikolojik bir zihin durumuna vurgudan çok durumun
kültürel, sosyal kökenleri ve politik yanlarına vurgu yapmak üzere (Herdt ve van der Meer, 2003). Bu anlamda geylere
karşı şiddet konusu da genel olarak nefret veya
önyargıya dayalı suçlar kapsamı içinde ele alınabilir
ve homofobi, tıpki
diğer önyargıdan beslenen ayrımcılığa
dayalı şiddet davranışlarında olduğu gibi hem
bireysel hem kollektif düzeyde, sadece
eşcinsellerin sorunu olarak görülemez. Pek çok empirik çalışmanın bulguları, ön yargı
ve negatif stereotiplerin, ideolojilerin
kutsamasıyla, dışlanan gruplara yönelik değişen
biçim ve içeriklerde “şiddet”le hayata geçirildiğini,
ayrımlaşmayı kutsayan ideolojilerin geleneksel
değerlerle beslenen yeni bir tür “muhafazakarlık” olduğunu öngörmemize
yol açmaktadır. Genel olarak “sağ” olarak nitelendirilebilecek
dünya görüşlerinin, ayrımcılığı besleyen
değerlere daha yakın olduğunu bilsek de, bir tür
maço-bireycilikle beslenen “modern” yaşama ideolojilerinin de yeni bir
faşizm türünün, “sembolik faşizm”in arka planını
oluşturduğu ve bu dünya görüşünün sadece “sağ”
ideolojileri kapsamadığı düşünülebilir. Bazen bir tür
seçkincilik ve çoğunlukla, insanlar ya da gruplararası hiyerarşinin doğal
olduğuna, bazı grupların diğerlerinden adeta doğal
olarak üstün olduğuna ilişkin inançlar – sosyal üstünlük
yönelimi- sembolik faşizmi beslemektedir. Sembolik faşizmin
hayatlarımıza yansıması,
ayrımcılığın ve şiddet’in politik olarak mahkum
edildiği “gelişmiş” yaşama biçimleri içinde
“normalleştirilmiş” yeni biçimlerle yer almaktadır.
Değişen nicelik ve niteliklerle homofobik
şiddeti ülkemizde, belki de empirik olarak
kanıtlanmaya ihtiyaç duyulmayacak ölçülerde, her an her yerde
yaşıyoruz, tanık oluyoruz. Burada, daha çok bir
ayrımcılık ideolojisi olarak ortaya çıkan homofobinin, gizil görüntüleri üzerinde durarak,
nasıl bir toplumsallaşma sürecinde oluştuğunu
araştırmalardan hareketle, belirli yanlarıyla
tartışmaya çalışacağım.
Ayrımcılığın sosyalizasyonu
Cullinan (2002), Oregon Üniversitesi kampüsünde
rastlanan ayrımcılıktan söz ederken, farklı renklerde, hristiyanlıktan farklı dinsel inançlarda olan
insanların, gey ve lezbiyenlerin,
farklı tür engelleri olan insanların ve yoksulların büyük
ölçüde aynı biçimlerde “ahlaksız, şiddet kullanan,
tehlikeli, aptal ve tembel” olarak etiketlendirildiklerini belirtmektedir.
Açık bir şiddet hatta olumsuz bir portre çizilmediği zaman
bile yapılan hiç bir portre çizilmemesidir ki hiçlik de bir
mesajdır; sen yoksun.
Quinn (2002), gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüel ergenlerin,
çocukları korumak amacıyla kurulmuş sosyal hizmet
kurumlarında çalışanların homofobik
tutumları nedeniyle yeterince hizmet alamadıklarını
belirtmiştir; yapılan araştırmalar, sosyal
çalışmacıların azımsanmayacak oranlarda,
farklı cinsel yönelimlere ilişkin olumsuz mitlere veya sterotiplere sahip olduklarını
göstermektedir. Bu olumsuz tutum ve inançlar her yerde, evde, okulda, akran
gruplarında ve bütün toplumda ortaya çıkmaktadır. Aile
içinde homofobi daha çok, sözel istismar,
fiziksel tehdit veya fiziksel şiddet biçimlerinde
yaşanmaktadır: Farklı cinsel yönelimlere sahip
kadınların % 58'i bu üç tip mağduriyetin en az birini
yaşadıklarını belirtmişlerdir; % 34'ü babaları, % 24'ü
erkek kardeşleri, % 15'i ise kız kardeşleri tarafından,
erkeklerin ise % 30'u anneleri, % 23'ü babaları, % 43'ü erkek
kardeşleri, % 15'i ise kız kardeşleri tarafından
şiddet görmektedirler. Cinsel yönelim anne, baba ve akrabaların
istismar edici tepkileriyle cezalandırılmakta ve gey ve lezbiyen gençlerin %
26'sı evlerini terk etmeye zorlanmaktadır (Nocera,
2000). Ryan
ve arkadaşları tarafından A.B.D. ve İngiltere'de
lezbiyen, gey ve biseksüel gençlerle yapılan araştırma
(2003), gençlerin, ayrımcılığa yetişkinlerden daha
fazla maruz kaldıklarını ve saldırılara açık
olduklarını göstermiştir. Son on yıl boyunca, özellikle
okul ve kamusal alanlarda, mağdurların oranındaki
artış, görünürlüğün
artışına paralel olarak oluşmuştur. Görünürlüğün artışı,
insanların kamusal alanda da diledikleri gibi var olmaya
çalışmaları bir yandan özgürlüklerin artması ve
şiddetle başa çıkılmasında önemli bir adım
anlamına gelirken bir yandan da yerleşik erkeksilik
ideolojisini tehdit ettiği için her türlü ayrımcılık ve
şiddeti yükseltmektedir. Bu çocuklar cinsel yönelimleri nedeniyle
ailelerinden uzakta olsalar da, çoğunlukla aileleri tarafından
evde izole edildikleri durumlarda da yüksek fiziksel ve sözel istismar
riski altındadırlar; ön ergenlik sürecinde akranları tarafından da istismar edilmekte,
aşağılanmakta veya dışlanmaktadırlar.
Doğal olarak kendilerini izole edilmiş ve reddedilmiş
hissetmektedirler. Başka faktörlerle birleştiğinde
eğitim sürecinin de dışında kalabilmektedirler. Oysa
ergenlikte gruba aidiyet en önemli ihtiyaçlardan biridir. Kültürel ve
sosyal normlar farklı cinsel yönelimleri sapkın birer yaşam
stili olarak tanımlamakta ve dışlamaktadır.
Yerleşik kültür, homofobik tutumları
üretmekte ve farklı cinsel yönelimleri olan ergenleri
marjinalleştirmektedir. Sonuç olarak bu çocuklar zihinsel
sağlık, benlik saygısı ve kimlikle ilgili problemler
yaşamakta, intihar riski artmakta, sokakta yaşama oranları
yükselmektedir ve bu durumda sosyal hizmetlerin yokluğu yaşamsal
olabilmektedir. Bu problemi ihmal etmek, onların bunu 'hakettiği' ni
düşünmek veya sosyal hizmetin hedef kitlesi olarak, sadece sosyal olarak kabul edilmiş
yaşam tarzları içindeki insanları görmek anlamına
gelmektedir. Sosyal çalışmacılar ve bu alanda
çalışan bütün profesyoneller,
marjinalleştirilmiş ve damgalanmış
grupların sosyal refahını, koşullarının
değişmesini ve bu konuda adaletin gerçekleşmesini
sağlamak için çalışma konusunda sorumluluğa
sahiptirler. Sağlıklı
insan ilişkilerini ve etkileşimlerini oluşturmak ve
cesaretlendirmek bu süreçte gereklidir. Homofobi
ve onun ergenler üzerinde etkileriyle uğraşmak her düzeydeki ve
meslekteki sosyal çalışmacıların görevidir.
Eğitim
süreci ve okulun kendisi,
yerleşik ayrımcı ideolojilerin pekişmesinin ve
çoğunluğa ait olmanın, benzerliğin bir erdem ve sosyal
olarak onaylanmanın adeta tek yolu olduğu yönündeki
sosyalizasyonun, evrensel olarak en önemli araçlarıdır. Phoenix, Frosh ve Pattman’ın (2003), Londra'daki 12 okulda 11-14
yaş arası erkek çocukları ile yaptıkları
çalışma göstermiştir ki, okul yaşantısı erkeksilik ideolojisini güçlendiren ve giderek
ırkçılaştıran bir etkiye yol açmaktadır. 45 grup
tartışması ve 2 bireysel görüşme biçiminde yürütülen
çalışmada çocuklar, bireysel görüşmelerde,
duygularını grup tartışmalarında olduğundan
daha rahat açıklayabilmişlerdir. Çocukların, grup
tartışması sırasında “muhallebi çocuğu” ve
“yumuşak” olarak sınıflandırılabileceklerinden
çekindikleri konularda yalnızken daha eleştirel ve en
azından daha “ciddi” oldukları görülmüştür. Pek çok
çalışma, okul yaşantısının, erkeksiliğin, dayanıklılık üzerine
temellenmiş bir hiyerarşiye göre işleyen şiddet
tehdidini veya gerçek şiddeti besleyen, 'zorunlu heteroseksüellik'
ve onun ayrılmaz parçası homofobiyi
saygın hale getiren yaygın ideolojiyi pekiştirdiğini
göstermektedir. Erkek çocuklar ve genç erkekler, isteseler de istemeseler
de kendilerini okul ortamlarında böyle bir durumda, "gerçek"
oğlanlar ve erkeklere yönelik idealize
edilmiş erkeklik kavramının atıflarını
oluşturan bir eğitim süreci içinde bulmaktadırlar. Aynı
zamanda bu çocuklar, çelişik bir erkeklik durumu üretmektedirler,
çünkü kendilik’lerini ve hayatlarını,
'zulüm kültürü'nün bir üyesi olarak oluşturdukları, onları
üzen ve yalnızlaştıran ama mutlu ve neşeliymiş
gibi görünmeye iten, bir rutin olarak gerçekleştirdikleri bir
performans olarak yaşarlar. Sonuç olarak çoğunlukla ortaya, diğer erkek çocuklar ve erkeksiliğin özelliklerini “başaramama
ihtimali”nin oluşturduğu tehdide karşı, kendilerini
sürekli olarak koruma durumunda hisseden, savunmacı bir özne durumu
çıkar (Nayak ve Kehily,1996).
Theodore ve Basow (2000), heteroseksüel
erkeksiliğin, sosyal olarak kabul edilemez
olarak görülen feminenlik etiketlenmesi korkusu
olarak geliştiğini ve erkeklerin heteroseksüel
olduklarının açıkça anlaşılması için, erkeksi
özelliklerini olabildiğince ayırdedilebilir
şekilde göstermeleri gerektiği yönündeki kültürel baskı
olarak tanımlanabileceğini vurguluyorlardı.
Yaptıkları çalışmada, heteroseksüel
erkeksilikle homofobi
arasındaki ilişkileri araştırmışlar ve
gençlere kendilerinden bir erkek olarak kültürel beklentilerin neler
olduğunu, bir erkeğin nasıl davranması gerektiğini
düşündüklerini sormuşlar ve kendilerinin bu özelliklere ne kadar
uygun olduklarını değerlendirmelerini istemişlerdir.
Ayrıca homofobiyi öngörmede etkili
olduğunu düşündükleri benlik saygısı
değişkenini kullanmışlardır.
Araştırmanın sonuçları kendileriyle ilgili çelişik
atıfları olanların daha yüksek düzeyde homofobi
eğilimi taşıdıkları ve düşük benlik
saygısının da homofobiyi öngörmede
anlamlı bir değişken olduğunu göstermiştir. Kendilik’le ilgili çelişik değerlendirmeler,
eşcinselliğin tehlikeli olduğunu düşünmeye, korku,
düşmanlık ve tehdit algılamaya neden olmaktadır. van der Meer (2003), geylere karşı şiddet gruplarında
yer alan 30 gençle yaptığı çalışmada (Hollanda'da)
farklı etnik kökenlerden gençlerin, genel bir psikolojik arka
planı ve kültürel ontolojiyi paylaştıklarını
göstermiştir. Düşük düzeyde bireyselleşmiş,
bağımsız olmayan, benlik saygısının ya çok düşük ya da
abartılı biçimde yüksek -veya ikisi de- olduğu bir psikolojik
ardalan, homofobi ve
şiddeti beslemektedir. Bu gençlerin en büyük korkusu, bir geyin arzusunun objesi olmak; bunu onursuzluk ve efemine özelliklere sahip olmakla birleştirerek,
kendileri için erkeksi statünün her şeyin üstünde olduğunu
düşünüyorlar. Erkeklik ideolojisi, en çok dille kurulup
pekiştiriliyor. Burn (2000), 'ibne',
'yumuşak' vb. sözcüklerin heteroseksüeller
arasında bir başka kişiyi aşağılamak
amacıyla kullanımının, heteroseksizmi
ve geylerin damgalanması sürecini
pekiştirdiğini vurgulamıştır. Üniversite
öğrencileriyle yaptığı çalışmada erkeklerin
kadınlardan hem geylere yönelik
önyargılar hem de davranışlar açısından daha
yüksek skorlar aldıklarını, heteroseksüel
erkeklerin her hangi birini aşağılamak için bu sözcükleri
sıklıkla kullandıklarını ve eşcinsellere
karşı önyargının geylere
yönelik olumsuz davranışları ve şiddeti öngörmede
etkili olduğunu bulmuştur. Araştırmaya katılan
gençlerin yaklaşık yarısı güçlü biçimde
eşcinselliğe karşı olmasalar da, bu sözcükleri
kullanmak, ait oldukları gruplara aidiyetlerini sürdürmelerinin önemli
yollarından biridir. Bu sözcüklerin kullanımlarıyla ilgili farkındalık yaratma kampanyaları ve
akranlarının uyarıları bu gruplarda etkili bir
değişime neden olmaktadır. Fakat bu sözcüklerin
kullanımını eşcinselliğe karşı güçlü
olumsuz tutumları olanlarda azaltmak daha zordur. Pek çok
araştırma dil-ideolojiyi ilişkisinin, homofobi
ve şiddetin öngörülmesinde etkili olduğunu ortaya koymuştur.
Speer ve Potter (2000),
heteroseksizm ve önyargılı söylemin
insanların tutumları, atıfları yoluyla
anlaşılamayacağını, gerçek iletişimler
incelendiğinde bile söylemin, önyargı etiketlenmesi korkusuyla
kurgulanabileceğini, bu nedenle günlük hayattaki göreceli olarak sabit
söylemsel pratikler içinde, ancak bir ideolojik
olgu olarak önyargıya dayalı söylem pratiklerinin
bulunabileceğini söylemişlerdir. Bu ideoloji, otoriterlik,
muhafazakarlık ve insanlar ya da gruplararasındaki doğal hiyerarşi
inancı gibi her türden ayrımcılıkla ilişkili gruplararası bir dünya görüşüne işaret
etmektedir.
Zorunlu heteroseksüellik ve erkeksiliğin
yüceltilmesine dayalı yerleşik cinsiyet kültürü sadece erkekler
arasında değil, kadınlar arasında da özellikle gençlik
döneminde yeniden üretilmektedir. Jackson ve Cram'in (2003) 16-18 yaşları arasındaki
genç kızlarla tartışma grupları yöntemiyle
yaptıkları çalışmalarında,
katılımcıların, kendi cinselliklerine ilişkin
duygu ve davranışlarını belirleme sürecinde, erkek akranlarının
kendileriyle ilgili izlenimlerinin belirleyici olduğu
görülmüştür. Kızlar heteroseksüellikle
ilgili konuşurken erkek egemen heteroseksüel
bir söylem kullanmakta, kendi cinselliklerini, “verici, sahip olunan” gibi
kendilerini aktör olmaktan çok tabi olarak konumlandıran bir biçimde
ifade etmekte, hafif kadın ya da frijit olarak değerlendirilme endişesiyle
davranmaktadırlar. Kadınların, kendilerine ait söylemlerinin bireysel ve
kendiliğinden olmaktan çok, kollektif ve
organize olmuş söylemler olduğu açıktır. Kuşkusuz,
bu kollektif ayrımcı söylemin en önemli
pekiştiricilerinden biri okulla yaşanan sosyalizasyonsa
diğeri de medyadır. Medya, çok açıkça görünen –özellikle
ayrımcılığın yasal ya da
insani, normatif bedellerinin olmadığı ülkemizde- ayrımcı ideoloji ve
söyleminin yanısıra, örtük bir
söylemsel pratik kullanarak şiddeti meşrulaştırabilmektedir.
Henley ve
arkadaşlarının (2002) gazetelerde geylere
yönelik şiddet olaylarıyla sıradan şiddet
olaylarının ele alınışındaki farkları
dilbilimsel olarak inceledikleri çalışmalarında, haberlerin
işlenişinde, okuyucunun saldırgana, kurbana ve olayın
kendisine yönelik atıflarını etkileyebilecek
yanlılıklar bulmuşlardır. Örneğin geylere yönelik şiddet olayları
aktarılırken “kaza, olay, vaka” gibi sözcükler
kullanılırken başka şiddet olayları
“saldırı” vb. nitelemelerle aktarılmaktadır; haberin aktarılma
biçimi saldırganın ve mağdurun ayırdedilmesini,
olayın gerçekleşmesinde tarafların
sorumluluklarını okuyucunun-izleyicinin yorumlamasını
etkilemektedir. Geylere yönelik şiddet
olayları tek taraflı bir saldırıdan çok
karşılıklı bir çatışma hadisesi olarak
sunulmakta, kurbanın ve saldırganın ayırdedilmesi
engellenmektedir.
Özcü inançlar ve önyargı
İnsanların
farklılıkları algılaması ve temsil etmesi
dolayısıyla gruplararası
ilişkilerin oluşmasında önemli bir başka süreç de,
insanların ve grupların farklılıklarının
açıklanmasında kullanılan kategori ve inanç sistemleridir.
Sosyal psikolojide özcü inançlar konusundaki ilk tanımlar Allport (1954) tarafından
yapılmıştır. Ona göre, bir grubun özüne dair inançlar
taşıma, önyargılı kişilik, katı, dikotomik ve belirsizliğe karşı
toleransı düşük bir bilişsel stilin göstergesidir. Allport,
önyargılı kişiliği, önyargılı bireyleri,
“insan gruplarını katı sınırlarla birbirinden ayıran, kendi içinde
farklılaştırmayan, ya ak ya kara, ya iyi ya kötü biçiminde ikili yapılarla tanımlayan,
belirsizliğe karşı toleransı düşük, dönüşmeye
dirençli olma” nitelemeleriyle tanımlar. Bu önyargı biçimi,
belirli bir gruba yönelik belirli bir tutum gibi değil, daha çok o
kişinin dünyanın tümüne ilişkin düşünme
alışkanlığının bir yansıması olarak
ortaya çıkar. Bu duruşla tutarlı olarak sosyal psikologlar
ve klinik psikologları önyargıyla ilişkili olan
bilişsel tonlu kişilik eğilimleri üzerinde durarak, otoriteryanizm,
katılık ve belirsizliğe karşı düşük tolerans
gibi kişilik özellikleri üzerinde
çalışmışlardır. Allport,
özcü inancı genel olarak önyargılı tutumlarla
birleştirir ve şöyle tarif eder:"Her yahudide
içrel olarak yahudilik
vardır; oryantal ruh, zenci kanı, Hitler'in arilik
ideolojisi, mantıklı Fransız, tutkulu Latin,
Amerika'nın kendine özgü dehası, bunların tümü öze dair
inançları temsil ederler: Bir grubun gizemli manası, onun bütün
öğelerinden ve üyelerinden bağımsız olarak varolan
şey." Bu pasajla Allport
önyargılı bilinç durumunun bir öğesini işaret eder:
Sosyal kategorilerin doğasına ilişkin inançlar.
Doğuştan getirildiği düşünülen ontolojik bir inanç; bir
grubu oluşturan kişilerin algılanan özelliklerinin
altında yattığı düşünülen, bir kategorinin bütün
üyelerinin davranışlarını açıklama gücü olan,
kimliği belirleyen öze dair bir inanç.
Haslam ve arkadaşları
(2002), üniversite öğrencileriyle yaptıkları bir
çalışmada, geylere karşı
önyargının psikolojik olarak seksizmden
ve başka gruplara karşı ayrımcılıktan
farklı özellikler gösterdiğini bulmuşlardır. Bu anlamda
geylere karşı önyargı, seksizm ve ırkçılıktan daha fazla, daha
güçlü bir biçimde özle ilişkili inançlarla birleştirilmektedir.
Çünkü eşcinselliğe ilişkin kültürel inançlar, bu durumun
doğal bir özellik olmadığı düşüncesini beslemekte
ve damgalama sonucunu getirmektedir.
Bu bulgular geylere karşı
önyargıları olan insanların erkek eşcinsellerin
süreksiz, doğal olmayan, değişebilir özelliklere sahip
olduğuna inanma eğilimleri olduğunu göstermektedir. Bu özcü
ve özcü karşıtı inançların bir
karışımından oluşan örüntü,
eşcinselliğin bir günah olarak değerlendirilmesi ile de
kısmen bütünleştirilebilir.
Bu bulgular Whitley'in (1990),
eşcinselliğe karşı önyargıların,
eşcinselliğin kontrol edilebilir nedenlere atfedilmesiyle
ilişkili olduğunu gösterdiği çalışmasıyla
tutarlıdır. Hegarty ve Pratto (2001), geylere
karşı olumsuz tutumlarla cinsel yönelimin değişebilir
ve kalıcı olduğuna ilişkin inançların
ilişkili olduğunu bulmuştur. Bu çalışmaların
bulguları, cinsel yönelime ilişkin özcü veya inşacı
açıklamaların ikisinin de farklı riskleri
barındırdığını göstermektedir. Eşcinselliğe yönelik biyolojik
görüş toleransı cesaretlendirebilir ama aynı zamanda
eşcinsellerin kategorik olarak farklı türler biçiminde
algılanmasına, dolayısıyla uzakta tutulmalarına,
kaçınılmalarına ve ihmal edilmelerine yol açabilir.
Ayrıca, grupları birbirinden değişmez özelliklerle ayırmaya götüren, sınırları
güçlendiren ve farklılıklar üzerinde kurgulanan özcü inançlar,
yalnızca ayrımcılığa uğrayan gruba
karşı kullanıldığında
ayrımcılık ideolojisini beslemezler. Bir grup üyelerinin tek tek
kendilerinin ya da grubun kimliğini
inşa etme sürecinde kendi öz’lerine dair kalıcı
inançları da aynı tür ayrımcılığı
besleyebilir.
Sonuç olarak söylenebilir ki, homofobinin bir gruplararası
ilişki ideolojisi olarak ele alınması,
ayrımcılığı ve şiddeti anlama sürecinde,
hepimize özgürleştirici bir çerçeve sağlamaktadır. Böyle
bakıldığında, homofobinin
anlaşılması ve ona karşı başka bir zihniyet arkaplanının eşlik ettiği
başka bir kültür ve karşı-ideoloji tanımlanabilmesi
mümkün olabilir; dolayısıyla başka bir birarada
olma, yaşama ideolojisinden beslenen dönüştürücü bir bilgi
üretilebilir ve başka bir siyaset kurgulanabilir.
Kaynaklar
Burn S.M. (2000) Heterosexuals' use of "fag" and "queer" to deride one another: a contributor to heterosexism and stigma. Journal of Homosexuality,
Vol. 40(2)
Cullinan C. C. (2002) Finding racism
where you least expect it. Chronicle of Higher Education,
5/31/2002, Vol. 48, Issue
38, 13-14
Haslam ve ark.(2002) Are essentialist
beliefs associated with prejudice? British journal of Social Psychology. Vol. 41, Issue 1, 87-101
Henley N.M., Miller M.D., Beazley
J.A., Nguyen D.N., Kaminsky
D. ve Sanders R. (2002) Frequency
and specificity of referents to violence in news reports of anti-gay attacks. Discourse and Society, Vol. 13(1), No. 75-104
Herdt G. ve van der Meer
T. (2003) Homophobia and
anti-gay violence-Contemporary perspectives. Culture, Health and Sexuality, Vol 5, No. 2, 99-101
Jackson S.M. ve Cram, F. (2003) Disrupting
the sexual double standart: young women's talk about heterosexualty. British Journal of Social Psychology. 42, 113-127
Phoenix A., Frosh S. ve Pattman
R. (2003) Producing contradictory
masculine subject positions: narratives of threat, homophobia and bullying in 11-14 year old boys.
Journal of Social Issues, Vol. 59, No. 1,
179-195
Quinn T. L. (2002) Sexual orientation
an gender identity: an administrative approach to diversity. Child Welfare, Vol. 81, Issue 6, 913-929
Ryan C. ve Rivers I. (2003) Lesbian,
gay, bisexual an transgender youth: victimization and its correlates in the USA and UK. Culture, Health and Sexuality, Vol. 5,
103-119
Speer S.A. ve Potter J. (2000) The
management of heterosexist
talk: conversational resources
and prejudiced claims. Discourse and Society, Vol. 11(4), 543-572
Theodore P.S. ve Basow S.A. (2000) Heterosexual masculinity and homophobia: a reaction to the self? Journal of Homosexuality, Vol. 40(2)
van der Meer T. (2003) Gay
bashing-a rite of passage? Culture, Health and Sexuality, Vol. 5, 153-165
|
|