Anasayfa
|
Sosyal Psikoloji’den hareketle sosyal
bilimlerde olgu-değer ilişkisi
üzerine düşünceler
Doç. Dr. Melek Göregenli
Sosyal psikolojinin1,
“değerler” ya da politik alanla ilişkisi üzerine tartışmalar en çok,
onun geleneksel sosyal bilim
epistomolojisiyle hesaplaşması serüvenine dayanır. Bu serüven bir yandan,
serüvenin hem inşacısı hem de serüven tarafından sürekli olarak yeniden
inşa edilen sosyal gerçekliğin ta kendisi olarak sosyal bilimcilerin
“sosyal” le ilişkilerine, bir yandan da
genelde bilimin özelde de sosyal bilimlerin ürettiği bilginin hayatı
dönüştürmeye ilişkin gücü, bu gücün meşruiyetinin kaynaklarının
tartışılması ve bu dönüştürme iddiasına sosyal bilimcinin nasıl dahil
olduğuna gönderir. Biraz daha açmaya çalışırsak, sosyale dair bilginin inşa
edilmesi sürecinde olgu-değer ikiliğinin aynı zamanda sayısız gerilim
alanıyla ilişkili olabileceğini görürüz: Sosyal bilimcinin sosyal olguya
mesafesi, geleneksel paradigmaların dayandığı doğa bilimlerinin
metodolojisinin insan davranışını yönlendirmesi gereken ahlaki, dolayısıyla insan ve grupların iyiliğine
ilişkin ilkeleri belirleme (doğrulama) yetisine sahip olup olmaması, yeni
paradigmaların sosyal bilimlerin geleneksel “siyasi mühendislik” vaadi ve
ödevinden ne ölçüde uzaklaşabildikleri ve nihayet her türden ama özellikle
sosyal olan bilginin böylesine iyi para getirdiği bir pazar’da, sosyal
bilimcinin bir yanda pazar’da bir
yanda da “alan” da bir aktivist olarak yeri. Moles (1991), her
araştırmacının, bilimsel dünyanın labirentinde dolaşırken, tıpkı insanın
kendine özgü bir yaşam alanı oluşturarak mekanda varoluşuna benzer bir
şekilde, bu labirentte, özel kavramlarına hakim olduğu, tanıdığı bir alan
inşa ettiğini yazar. Moles’un, insanın mekansal davranışıyla
ilişkilendirerek anlamaya çalıştığı bu seçme ve kurma sürecini, çevre
psikolojisinin kavramlarıyla anlamaya çalışırsak, bir tür yapılan işe
ilişkin mekanın –buna kavramların oluşturduğu coğrafya da demek mümkün
belki- kendilenmesi olarak görmek mümkün. Tıpkı bir şehrin sokaklarının,
bir evin hatta bir çift terliğin kendilenmesi sürecinde olduğu gibi bu
süreç, sosyal bilimciyi kendi serüveninden sorumlu kılmaktadır; nesnel
olarak dışınızda gibi görülen sosyal gerçeklik, sosyal bilimlerin bugüne
kadar biriktirdiği dünyaya dair her şey sizi biçimlendirirken, siz de
seçimlerinizle kendiniz ve başkaları için bir dünya oluşturursunuz. Mekanla
ilişkimizde olduğu gibi herhalde sosyal bilimciler olarak, sosyal
bilimlerin dünyasında, yaşamaktan kaçamayacağımız bu kendileme sürecinin
“doğru”su ya da “iyi” si yoktur ama doğası gereği hiç bir kendileme süreci,
sonuçları, yani bizim örneğimizde dönüştürme kapasitesi açısından, etkisiz,
dolayısıyla “tarafsız” olamaz. Bu yazı, bu anlamda, bir seçme ve
anlamlandırma, yazarı açısından bir kendileme denemesidir.
Açıklama’dan anlama’ya ya da keşiften
icad’a yöntemin izlediği yol
Doğa
bilimlerinin geleneğinden hareketle insan davranışının pozitivistik bir
çerçevede anlaşılması, bilginin keşfedilmek üzere orada öylece bizi
beklediği varsayımına dayanır; doğası gereği “normatif” olan bu yaklaşıma
göre bilgi ve keşfin yeri labaratuardır, kapalı bir mekan ya da bilimsel faaliyet sürecinde –yöntem
ve biraz da modernizmin imanının gücüyle- bağlamından koparılabileceği
varsayılan zamansız, mekansız sosyal olguların içinde cerayan ettiği bütün
bir dünya olarak labaratuar. Misra ve Gergen (1993), bu gelenek içinde
davranışın, kültürel bağlamının bozularak kavranılması yoluyla, olgunun,
bağlamsız oluşlara, insanın da, deneyci tarafından yöneltilen
uyaranlara, yasaya uygun olarak
tepki veren makinalara -günümüzde karmaşık bilgisayarlar- indirgendiğini
belirtmişlerdir. İnsan davranışı, büyük ölçüde iradi olmayan, refleks benzeri, sabit ve rutindir; adeta
biyolojik olarak, yaradılışın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir
kavramsallaştırmada doğal olarak sosyo-kültürel bağlamın yeri yoktur ya da
olsa olsa periferik bir rolü vardır. Sosyo kültürel bağlam, dil,
kendiliğindenlik, belirsizlik hatta coğrafya, müphemliğe hiç tahammülü
olmayan modernizmin tektipleştirici bilim paradigmasıyla uyuşmaz. Bauman
(2003), müphemliğin kökünü kazıma çabasını, modern siyasetin, modern aklın
ve modern yaşamın özü olan tipik bir modern pratik olarak tanımlar: Modern
pratiğin amacı, yabancı toprakların fethi değil, dünyanın tam bir
haritasındaki boş noktaların doldurulmasıdır; aslında boşluğa tahammülü
olmayan doğa değil modern pratiktir. Bauman, bu ödevin imkansızlığını
vurgularken, Moskovici (1988),
toplumlarımızın, tarihte, kollektif güçlerin büyük birikimlerinden
uzaklaşmış ilk toplumlar olduğunu yazar. Geleneğin kutsal olana ve olmayana
atfettiği prestijler, modern toplumlarda yeni bir dikotomiye transfer
edilmiştir: Rasyonal olan ve
olmayan. Bu dikotomi, insanlar arası ilişkileri ve insanın doğayla
ilişkilerini iki ayrı kategoriye ayırır. Bu ayrım, tıpkı gerçekliğin bir
özelliği kadar zorunlu ve apaçık olarak, düşüncenin evrensel bir özelliği
gibidir. Bir yanda belirli bir anda ve belirli bir ortamda etkili eylemi
tanımlayan rasyonellik vardır; bu rasyonellik bir takım davranışlar,
fikirler ve yöntemlerde somutlaşır. Zorlayıcı niteliği dolayısıyla, ekonomi
veya teknikte rasyonel kurallara uymayan her birey veya her grup
başarısızlığa mahkum olur. Öte yanda ise, duyarlılığı, genel olarak
inançları ve kişilerin veya kitlelerin efervesan’ını kapsayan rasyonel
olmayanın alanı, yani bilincin
bakışından uzakta ve istisnai koşullarda cereyan eden tüm şeylerin alanı
vardır; bu karşıtlık modernitenin sorunudur. Bunun temelinde, toplumun
kumandasını, irrasyonel olanı içine alma, kullanma ve özümseme kapasitesine
sahip olduğu varsayılan rasyonel kutba bırakma hedefi yatmaktadır. Dahası,
sadece rasyonel kutbun egemen olduğu bir duruma ulaşmak için tüm diğer
toplumları silme, batıl inançlar ve kalıntılar düzeyine indirgeme eğilimi
bulunmaktadır. Akıl güçlü, haklı ve Batılı bir kisvede sunulmuştur; sanki
yararlı olan herşeyin temelinde o vardır; insanları doğanın teröründen ve
arzuların olağanüstü illüzyonlarından o kurtarıp özgürleştirmiştir. Bauman
(2003), bu “düzen” mücadelesinin, bir tanımın başka bir tanımla mücadelesi
olmadığını, belirlenimin ikircime, semantik kesinliğin müphemliğe,
saydamlığın örtüklüğe, berraklığın bulanıklığa karşı mücadelesi olduğunu
yazar. O’na göre, “düzenin ötekisi” olarak kaos, salt olumsuzluktur,
düzenin olmak istediği her şeyin reddidir, bu anlamda “voroluş”, aksi halde
orada olmayacak şeyleri tasarlama yani kendi kendini tasarlama gayretiyle
yönlendirildiği ölçüde, tasarım, manipülasyon, yönetim ve mühendisliğin
etkisi altında olduğu ve bunlar tarafından sürdürüldüğü ölçüde moderndir.
Dünyanın Batı’dan
hareketle ve Batı’ya doğru tektipleştirilmesiyle ilgili paradoksal bir örnek, insana dair bilginin batıdan
hareketle oluşturulduğu eleştirisiyle ve batıdışı dünyanın bilgisini
psikoloji evrenine dahil etme iddiasıyla varlığını temellendiren
kültürlerarası psikoloji alanından, bireycilik-toplulukçuluk konusunda
yapılan çalışmalardan verilebilir. Bu alanın en önemli isimlerinden
Triandis'in (1995), bireycilik-toplulukçuluk kavramını ayrıntılarıyla ele
aldığı ve araştırma bulgularını gözden geçirdiği kitabı genel olarak
değerlendirildiğinde, bireyci ve toplulukçu kültürlerin kendi içlerinde
adeta homojen ama sanki
ağabey-kardeş ilişkisi içinde olan hiyerarşik bir evrende iki ayrı dünya
oluşturdukları görülür. Psikoloji tarihi boyunca üzerinde çalışılan hemen
hemen tüm sosyal davranışların olumlu, “yetişkinliğe özgü” ve gelişmiş,
sistemik ve rasyonel olanlarının bireyciliğe, tersi durumun ise toplulukçuluğa
paralel olarak geliştiği savunulur. Yazar, belki bir tür adalet arayışıyla,
kitabında bireyciliğin olumsuz ve toplulukçuluğun olumlu yanlarını
tartıştığı bölümlere yer vermiş olsa
da, “araştırma bulguları”ndan
hareketle, mutluluğun, mahremiyetin ve daha pek çok sosyal davranışın (bu
davranışların psikoloji literatüründe genel olarak, insani ihtiyaçlar
olmaları bakımından evrensel, hayata geçiriliş pratikleri olarak
yaşantısal, kültürel hatta öznel deneyimler oldukları üzerinde neredeyse
bir sözbirliğinden bahsetmek mümkün olsa da) bireyci kültürlere özgü
olduğunu savunur. Triandis'in bu
kitabındaki, dünyayı bir yere doğru çekmeye yönelik yaklaşımın örneklerini çoğaltmak mümkün. Burada söz konusu olan, farklı
bağlamlar ve durumsal değişkenler içinde genelleştirilebilecek olan
araştırma bulgularının kültürleri dolayısıyla dünyayı tekbiçimleştirmek
amacıyla kullanılması ve buradan hareketle modernleşmeyle birlikte
toplulukçu kültürlerin de “hümanize olacağı” fikrinin ve ulaşılacak ya da
ulaşılması gereken iyi yerin Batı yani bireycilik olduğunun
vurgulanmasıdır. Oysa, hep belirtildiği gibi geleneksel sosyal bilim
paradigmasını diğerlerine üstün kılan en etkili argümanlardan biri,
bilimsel bilginin geçerliliğini test etmede kullanılabilecek, herkes tarafından
kabul edilen dışsal bir ölçüte sahip olmasıdır. Psikolojinin bu konuda
kendi içinden sağladığı, adeta kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi
işleyen dış geçerlilik ölçütü, Fransız sosyal psikolog Beauvois’in (1994)
kendisiyle yapılan bir söyleşide tarif
ettiği, “liberal psikoloji tarafından şekillendirilmiş, sosyal psikolojinin
davranışlarını, bilişsel işleyişini ve motivasyonlarını irdelediği” insanın
özelliklerine dair psikolojinin biriktirdiği her şeydir; bireyci tikleri
olan, hava atan, bağımlılıklarını ve itaatlerini tanımayan, orda burda
bulduğu değerleri içselleştirme eğilimi olan ve onları kendi doğası gibi
yaşayan biri (Beauvois, 1999). Edward Said’in oryantalizm hakkında yazdığı
neredeyse her şey, kültürlerarası psikolojinin ana akımlarının hatta sosyal
bilimlerdeki çokkültürcülük eğilimlerinin, modernizmin ideallerinin yeniden
üretilmesi sürecinin anlaşılmasında önemli ipuçları sağlar. Said,
kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde (2003), üzerinde yıllardır
kafa yorduğu “hümanizm ile bilgi” arasındaki sorunları tartışırken,
“..ayrımcılığa ve öteki’nin aşağılanmasına, boyun eğdirilmesine dayanan bir
bilgi sisteminin, hümanizmle taban tabana zıt olup olmadığı sorusunu
sormaktadır.
* * *
Bir
sosyal bilim dalı olarak psikolojinin 1960'larda hız kazanan ve sürmekte
olan paradigma krizi veya yeni
paradigma arayışları bir yandan Gestalt Psikolojisi’nin bütüncüllük
(holism) vurgusu etrafında bir yandan da psikoloji alanı dışındaki gelişmelerle biçimlenmektedir. Eleştirel
yaklaşımların, dilden kültüre, temsilden söylem ve siyasete, belirsiz
alanları sosyal olan’ın sınırları içine alma dolayısıyla başka “varoluş”
tarzlarını kapsama girişimleri olduğu düşünülebilir.
Bütüncüllük,
modernizmin, dünyayı büyüsünden arındırmaya soyunan kuru, mekanik ve sosyal
bilimciye, bedeninden ve ruhundan arınmış bir seyirci-mühendis ödevi
yükleyen anlayışına karşı çekici bir alternatif sunmuştur. “Bütün,
parçalarının toplamından daha fazla bir şeydir” şeklindeki bütüncül slogan,
bütün’ün yorumlanabilir hatta icat edilebilir doğası gereği, psikolojide
olgu-değer çatışmasının ilk tartışmalarını oluşturmuştur. Bütüncüllük, önce
Gestalt psikolojisinin, daha sonra da hümanist, bağlamsal hatta post-modern
eleştirilerin, ahlaki doğruların (neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin
kötü olduğu ve bunu bağlamın, kültürün ya da yerel’in belirleyebileceği)
psikolojiden çıkarılabileceği iddialarının ve böylece bilimi yeniden
büyüleme arzusunun aracı olmuştur. Alman
fenomenolojisi ve Fransız düşüncesindeki genel olarak post-yapısalcılık
olarak değerlendirilen akımların etkisi ise, psikolojinin kendi iç
hesaplaşmasının en azından bir grup açısından "dile ya de söyleme
dönüş" olarak tanımlanabilecek bir noktada sonlanmasına yol açmıştır.
Sosyal dünyanın niceliksel (quantitative) yöntemlerle tanımlanabilir,
açıklanabilir ve öngörülebilir olduğu fikri yerini niteliksel (qualitative)
yöntemlerle "yorumlanabilir dünya" fikrine bırakmaktadır (
Banister ve ark., 1995). Kuşkusuz, psikolojide niteliksel yöntemlerin
kullanılması yeni değildir fakat burada söz konusu olan yenilik kiriteri
biraz da, nitelik ve anlamın inşasında, pozitivistik epistomolojinin temel
varsayımlarıyla eleştirel yaklaşımların aralarındaki mesafe ve bu mesafenin
yaratacağı kaosla ilgilidir. Gergen’e (2002) göre, psikolojiye yönelik
postmodern eleştiri, nihilizm ve görecelilik korkusu yaratmaktadır.
Kendiliğinde bir kültürel gelenek olarak geleneksel psikoloji, diğer
kültürel geleneklerin yaratacağı kaostan ürkmektedir.
Araştırmacının
da gözlemci olarak bir taraf olduğu
sosyal dünya, çeşitli bakış açılarıyla anlaşılabilir, yorumlanabilir ve
böyle bakıldığı zaman kuşkusuz bilim adamı tarafından yeniden kurulabilir,
kurgulanabilir. Psikolojinin topluma yönelik ahlaki sonuçlar üretebilmesi,
ancak, gerçeğin-olgunun tekil keşfinden, anlamın ve yorumlamanın çoklu
icatlarını mümkün kılan bir anlayışa evrilme yoluyla mümkün olabilirdi. Bu, radikal bir kopuş
anlamına gelmez, çünkü yöntemin bütünüyle reddi kabul edilemez –özellikle
pazarda- düzeyde bir müphemliğe neden olabilir ve sosyale dair bilgiyi bir
şekilde rasyonel kılma çabası olmaksızın onun dünyayı diğer anlama
çabalarına üstünlüğü sağlanamaz. Bu üstünlüğü sağlayan, Day ve Tappan’a
göre, (1995) geleneksel psikolojinin psikoloğu bir bilim adamı, araştırmacı
ve gözlemci olarak garantiye alan, ahlaki söylemini üretirken onu, psikolojik bir obje olarak, söyleminin
bir parçası olarak güç, kimlik, iktidar gibi gerçek hayata ilişkin
alanlardan azade kılan şey, tarafsızlık mitidir. Reicher (2001), sosyal
bilimciyi sosyal olgudan ayıran bu, hiç bir durumda gerçekleşemeyen
tarafsızlık haline, Olimpian
yansızlık der: O’na göre bu keşif sürecinde sosyal bilimci kendisine
gereken Olimpian yansızlıktan kayabilir ve çalıştığı konuyu etkileyebilir.
Ancak bu, "deneysel yanlılık" ya da "istem etkisi" gibi
terimler içinde tanımlanan zayıf bir tasarım, özensizlik ya da hatadır.
Bunlar, içkin sorunlar olmaktan daha çok yöntemsel zayıflığın
göstergeleridir. Eğer fikirler ile pratik arasındaki ayrım nihayetinde
politik bir sınırlamaysa, bunun sürdürülmesi, psikolojinin doğasını
biçimlendiren bir dizi epistemolojiye, metodolojiye ve teoriye bağlıdır.
Bir bilim olarak psikolojinin egemen ideali, "orada dışarda" olan
bir dünyayı sakin bir biçimde gözlememizi, tanımlamamızi, çözümlememizi ve
ölçmemizi gerektirmektedir. Yazara
göre bu tür bir yansızlık ideali, araştırmanın sonucunun araştırma
sürecinden bağımsız olduğunu, yani, "gerçek dünya"ya ilişkin
içkin hakikatleri keşfetmeye katıldığımızı farz eder. Bu, daha ileri
aşamada, bizden bağımsız olarak ortaya çıkan fenomenleri incelediğimizi
varsaymak, ölçülerimizin, incelenen
fenomenlerin verili karakteristiklerini ortaya çıkardığını ve ölçtüğünü
varsaymaktır. Reicher’ın (2001) “büyük ortadan kaybolma oyunu” olarak
tanımladığı bu sürecin, yazara göre, psikolojik kuramın doğasıyla ilişkili
üç sonucu olmuştur. İlk olarak, deneklerin yanıt verdikleri bağlamı ve
terimleri oluşturmada araştırmacının rolü, bu sınırlamaların olduğu gibi
kabul edilmesini ifade eder. Var olan sosyal ilişkiler şeyleştirilir, bunlar
aracılığıyla kurulan süreçler, karakteristik olarak önemsenmez. İkinci
olarak, insan eylemini yapılaştırmada iktidar (güç) ilişkilerinin önemi,
benzer şekilde önemsenmemektedir. Üçüncü olarak, deneğin davranışının
araştırmacıyla olan etkileşim sürecinden soyutlanması yoluyla, eyleminden
uzaklaştırılmasıdır. .
İbanez’e
göre de, (1994) gerçekliğin, ne olduğuna inandığımız şeye eşdeğer olduğunu
varsayan idealist bir epistemolojiye kapılmasak da, bilgilerin üretimi ile
bilgi objesinin inşası arasında güçlü bir bağıntı, hatta bir ayrılmazlık
söz konusudur; bu anlamda, sosyal psikoloji, bize hem aktüel
entersübjektivitenin özellikleri hakkında bilgi vermekte, hem bu
özelliklerin tesis edilmesine katkıda bulunmaktadır. Salt araçsal (teorik
ve teknik bilgilerin yaratıcısı) değil, aynı zamanda içrel olarak politik
olan bu bilgi üretme süreci,
bilginin inşasını bilgi objesinin inşasına bağlayan bir kapalı devre
gibi işler ve sosyal psikoloji bilgi pratiklerinin tümüne genelleştirilebilir.
Olgu-değer
ilişkisi bu noktada bizi, sosyal bilimcinin bir aktör olarak gerçek
dünyayla ilişkisine, politik alanla ilişkisine götürür.
Fikirler
ile pratik arasındaki ayrım, tarafsızlık miti
Bu
konuda, Phillips’in (2000), siyahi sosyal psikolog Kenneth B.Clark'ın,
Afrika merkezli bilimsel praksis modeli olarak tanımladığı sosyal psikoloji
yaklaşımını ve Clark'ın hayatını anlattığı makalesi, tarafsızlık, değer ve
aktivizm arasındaki ilişkilerin tartışılması açısından çarpıcı bir örnek
sunuyor. Clark, APA'nın (Amerikan Psikologlar Birliği) ilk ve tek siyah
başkanıdır. Clark'ın siyah çocukların ayrı okullarda okutulmasının, benlik
saygılarının bu nedenle azalması yoluyla onları olumsuz yönde etkilediği
sonucuna vardığı bilimsel çalışmaları, yöntemsel olarak yetersiz ve
objektif olmamakla, gerçekleri 'hakikatten çıkarmak”la eleştirilmiştir.
Oysa Clark’a göre, Harlem'e dair hakikat, sosyal bilimcinin olguyu
yorumlamasını gerektirir; olgu empiriktir, oysa hakikat yoruma dayalıdır
Phillips (2000). Afrika merkezli bilim her şeyden önce, her sosyal
bilimcinin aynı zamanda aktivist de olduğu kabulüne dayanmaktadır çünkü
Afrika merkezli sosyal bilimciler, geleneksel paradigmanın, bir grup
insanın bir başka grup insanı predikte etmek ve kontrol etmek biçiminde
ortaya çıkan insani olmayan yaklaşımı nedeniyle baskı altında olan tüm
insanlar ve özellikle siyahlar için yeni bir hümanite inşa etmek için özel
bir sorumluluğa sahiptirler. Bu sorumluluk, akademi ve aktivizm arasındaki
dikotomoyi, yani düşünme ve yapma arasındaki dikotomiyi reddeder.
Sosyal
bilimlerin yok saydığı bir başka alan da cinsiyetlerin ve heteroseksüellik
dışındaki cinsel yönelimlerin alanıdır. Marecek, (1995) psikolojide
cinsiyetin ele alınmasının, kadın ve erkeğin karşılaştırılmasından ibaret
olduğunu yazmaktadır. Bu yaklaşım cinsiyeti, bireysel bir fark,
sosyo-demografik bir özellik veya psikolojik bir atıf olarak ele alır.
Feminist teorisyenler cinsiyete ilişkin alternatif kavramsallaştırmalar
ortaya koyuyorlar. Bu kavramsallaştırmalar, analiz birimi olarak cinsiyeti,
bireysel bir özellik olmaktan öte kişiler arası ve kurumsal olarak ortaya
çıkan bir ideolojik konumlanış olarak görüyorlar. Başka bir ayrımcılığı
vurgulamak üzere Rooney, (2001) Buhrke, Ben-Ezra, Hurley, ve Ruprecht’in,
(1992) lezbiyen, gey ve biseksüellikle (LGB) ilgili makalelerin oranını
belirlemek amacıyla, danışma psikolojisi konusundaki altı önemli dergi
üzerinde yaptıkları içerik analizi çalışmasını aktarmıştır.. 1978’den
1989’a kadar, LGB konularına en çok yer veren derginin bu konularla ilgili
makale sayısı 28, LGB’yle ilgili altı derginin, ilgili süreçteki toplam
makale sayısı da 1474’dür. Amerikan Psikoloji Birliği tarafından yayınlanan
LGB ile ilgili olabilecek üç derginin,
toplam 3008 makale arasındaki makale sayısı yalnızca 8’dir.
Dergilerden birinin, bu 12 yıllık süreç içinde, LGB ile ilgili yayınlanmış
hiçbir makalesi yoktur. Bu içerik analizi çalışmasının, 1990’lı yılları da
kapsayacak şekilde genişletilmesi sonucunda (Rooney, Perez, Paul, &
Schmidt, 2001) sonucun değişmediği görülmüştür: LGB’likle ilgili makaleler
açısından iki dergi %1 veya daha az, iki dergi %2 veya daha az, bir dergi
%3 ve bir dergi %5’lik bir paya sahiptir (Rooney, 2001).
Wilpert
(1999), Avrupa psikoloji eğitimini değerlendirdiği makalesinde, Avrupa’nın
neresi olduğunu ve sosyal bilimler açısından sınırlarını neyin
belirlediğini sorgulamıştır. Ona göre, sadece İngilizce’nin egemenliği
bile, farklı kültür ve dillerin, dolayısıyla farklı dünyaların
psikolojinin, sosyal bilimlerin evrenine girmesini engellemektedir.
Örnekler
çoğaltılabilir. Bu açıdan bakıldığında sosyal bilimlerin neyi ya da hangi
toplumsal kesimleri temsil ettiği, temsil edilmeyen dolayısıyla
kendiliğinden dezavantajlı duruma düşürülen toplumsal kesimler için,
değer’den bağımsız bir bilgi üretimi sürecinin imkanları ve
anlamlılığı tartışmalıdır. Ayrıca,
kuşkusuz, genellikle statükoyu yansıtma kriterine göre belirlenen “temsil
edilen” in temsil edilmesinin meşruiyetini, geleneksel paradigmalara
bağlılığın ne ölçüde meşrulaştırdığı da tartışmalıdır. Bu temsil, dolayısıyla
meşruiyet krizinin, sosyal bilimlerde disiplinlerarası sınırların katı
çizgilerle ayrılmış olmasıyla da ilişkisi açıktır. Bu konu başka bir yazıyı
gerektirecek kadar önemli. Sosyal bilimler içinde, disiplinlerarasılık
geleneksel paradigmalar içinde de farklı biçimlerde ele alınmış olsa da,
Deleuze'un, (2003) yaratma eylemi üzerinde konuşurken bilimin işlevler
yaratma ve icat etme olduğundan sözettiğini belirtelim. Gerçek ve
dönüştürücü bir ortak alan, disiplinlerarasılık ancak, böyle bir yaratma eylemi
üzerinden kurulabilir. Bu düşünceyi sürdürürsek, ancak bilginin icada
dayalı olduğu fikrinin, akademik disiplinlerin kendi aralarındaki ve bilgi
ile gerçek hayat arasındaki sınırların ortadan kaldırılmasına katkıda
bulunabileceğini söyleyebiliriz.
Sosyal
psikoloji alanında bu konudaki tartışmalar, birleştirilmiş bir sosyal bilim
anlayışını da vurgulamaktadır. Lau (2002), birleşik bir disiplin olarak
profesyonel ve akademik psikoloji arasındaki bölünmeyi giderecek,
psikolojiyi pozitivist ve empirik indirgemeci felsefelerin etkisinde olan
baskın metodolojilerden kurtaracak bir anlayışa ihtiyaç olduğunu, böylece,
birleştirilmiş bir disiplin olarak psikolojinin, çok metodlu, çok
disiplinli ve çok paradigmalı bütünleştirici bir güç haline geleceğini belirtmiştir.
Parot da, (2000) Fransa'da
psikolojinin 1920-1940 yılları arasında izlediği yolu anlattığı
makalesinde, iki dünya savaşı arasında psikolojinin giderek diğer sosyal
bilimlere açık bir yönelime girdiğini belirtiyor: Kollektif temsillerin
tarihsel psikolojisi olarak adlandırılabilecek 'birleştirilmiş bir
mentaliteler bilimi', birey ve kollektif olanı birleştirme, sadece bilimsel
ön kabuller değil aynı zamanda politik seçimleri de içeren bir psikoloji
anlayışı; yazara göre bu yeni tarih
anlayışı, yeni bir psikoloji olmaktan çok mentalitelerin tarihidir.
Kendler,
(2002) birleşik psikoloji yaklaşımının psikolojiye romantik bir nosyon
kazandırdığını savunur. Yazara göre bu yaklaşımlar, hakikat veya
hakikatimsi olana dair psikolojik ölçütler arasındaki önemli farklılıkları
ihmal etmektedirler. Bu çatışmayı netleştirebilmek için anlamaya ilişkin
psikolojik süreçle açıklamanın epistemolojik standartları arasında ayrım
yapmak zorunludur. Anlamlandırma, kişisel bir psikolojik fenomendir ve
hakikati arayanların anladıkları şeyi rapor ederken kullandıkları bir
kritere gönderir. Açıklama ise, tam aksine, kamusal (nesnel) epistemolojik
kurallara dayanan kriterleri gerektirir. Anlama süreci kişisel, açıklama
süreci sosyaldir. Anlama ve açıklama arasındaki bu ayrımın
meşrulaştırılması, hakikatin doğru tanımlanmasına yönelik Don Kişotça
arayışlardan ötede bir dikkat gerektirir. Hakikatin farklı türlerinin
karakterize edilmesine yönelik mantıki bir görevdir bu. Çünkü insanlar
kendi dünyalarını yorumlarken farklı hakikatler kullanırlar. Çağdaş
psikologların psikolojinin hakikatine ilişkin paylaştıkları genel bir
kavram var mı? Birleştirilmiş bir disiplin, çatışan metodolojilerden ve
dünya görüşlerinden ortaya çıkamaz. Kendler'e göre, bu anlayış değerden bağımsız bir psikolojiyi
tarif etmez. Çünkü, doğa bilimlerinin kendiliğinde bir değer sistemi
vardır: dürüstlük, mantıksıl tutarlılık ve temel bilimsel doğurguların
politik özgürlüğünün korunması. Bilim pür olarak değerden bağımsız
değildir, fakat bilimsel data nötr değerdedir. Elbette psikologların değer
tartışmalarına girmeye hakları vardır; ancak psikolojiye dayandırarak kendi
yorumları ve özel ahlaki inançları ile izleyicilerini ve kendilerini
aldatmadan. Yurttaşlar kendi politik kararlarını, psikolojinin ahlaki rehberliği
olmaksızın empirik kanıtların ışığında verebilirler. Kendler' e (2003)
göre, ahlaki çoğulculuk, açık
toplumun kaçınılmaz yan ürünüdür. Bir doğa bilimi olarak psikoloji, sosyal
politikalar ve onların ahlaki sonuçları konusunda sadece empirik veriler
sağlayabilir.
Kendler,
(1999) bütüncüllük ve hümanistik psikolojinin, psikolojik olarak gereksinim
duyulan bir ahlak üretmesini sağlayan epistemolojik sürecin, Nazi ve
Komünist ideolojilere dayanak teşkil ettiğini belirtmiştir. Gerçek/değer
ikiliği mantığı ve ahlaki çoğulculuğun kaçınılmaz hakimiyeti, bilimsel
psikolojinin, demokratik bir toplum ile ahlaki gerçek arasında, veya olumlu
bir zihin sağlığı kavramı arasında bir köprü kurmasını engellemektedir.
Psikolojik araştırmalar, rakip sosyal politikaların sonuçlarını tahmin
edebilir ve böylece, bilgiye dayalı seçimler yapmada demokrasiye yardım
edebilir. Değerlerin, gerçeklerde içsel olarak mevcut olduğu savunan büyülü
bilim görüşü, doğa bilimi metodolojisinin standartlarını yerine
getirememektedir. Bu sınırlandırma, temel amaçlarının, tatmin olmuş
bireylerle dolu adil bir toplum yaratmak olduğuna inanan psikologlarda
sıkıntı yaratmamaktadır. Fakat böyle romantik bir misyon geri tepebilir.
Bütüncüllüğün, insanlık için doğru olan bir ahlak kanunu ortaya koyan
formülü, Gestalt ve hümanist psikologlar tarafından ifade edilen hümanistik
görüşlerle tam bir zıtlık içindeki ahlaki yaklaşımlarını doğrulayabilir.
İster öznel ister nesnel olsun, “gerçeklerin”, ikisi arasında mantıksal bir
bağlantı gerektirmeksizin değerleri ortaya koyabileceğini varsaymak,
herhangi bir ahlak sisteminin, bütüncüllük mantığı ile doğrulanabileceği
olasılığını yaratmaktadır. Benzer görüşleri savunan Hofmann, (2002)
Gergen'in psikolojiye postmodern eleştirisini değerlendirirken kültür, dil
ve öznelliğin, psikolojik düşünme biçimine felsefi boyutun eklenmesine yol
açacağını ve bunun psikolojiye yarar getirmeyeceğini savunur. Hiç kimse
psikolojinin kültür, etnisite ve cinsiyetin davranışsal ve düşünsel
süreçlere katkısını sağlayacak daha çok çalışmaya ihtiyacı olduğunu
reddedemez. Fakat bu, kültür, dil ve komünal retoriğin psikolojiye dahil
olması anlamına gelmez. Yazara göre, son yıllarda moleküler biyoloji
konusunda yapılan çalışmalar, şizofreni gibi belli psikolojik
düzensizliklerin tedavi edilmesinde önemli sonuçlara varmıştır. Tabii ki
kültürel faktörler de bu düzensizliğin anlaşılmasında belirli bir rol
oynar. Buna rağmen kültür ve dil bu sorunları yaratmaz. Genetik, çevresel
ve psikolojik stres faktörleri asıl sorumluluğa sahiptir. Bu bilgiye
dayanarak tıp ve klinik psikoloji bu düzensizler için etkili tedavi yolları
geliştirmektedir. Psikoloji, daha fazla objektifliğe ihtiyaç duymaktadır,
daha az değil.
Sosyal
bilimlerde bilginin üretilmesi ve politik alana taşınması konusunda
geleneksel paradigmalardan hareket eden görüşler, sosyal bilimlerin
bilgisinin, kamusal alanı oluşturan bütün güçlerin, pazar’ın kurallarının,
güç ve iktidar ilişkilerinin hiç değmediği bir sırça fanusta, toplumun tüm
kesimlerine eşit biçimde ulaşması mümkün, kendiliğinde nötr, beklediği
varsayımına dayanır. Bu noktada, pek çok gerilim ve tartışma alanı
mevcuttur ama akademik bilginin üreticileri akademisyenlerin ve
üniversitenin rolü üzerinde duralım.
Wilpert(1999),
Avrupa psikoloji eğitimini değerlendirdiği makalesinde, geleneksel
üniversite eğitiminin psikologları sosyal problemlerin çözümüne etkili bir
biçimde angaje ve dönüştürücü olmaktan koruyan bir psikoloji bilimi
anlayışı içinde yapılandırılmış olduğunu savunmuştur. Buna karşın, pek çok
Avrupa ülkesinde son yıllarda ortaya çıkan eğilim, endüstrinin ve kamu
sektörünün ihtiyaçlarına yönelik olarak psikoloji eğitiminde pratik
girişimcilik eğilimlerini giderek genişletmektir. Stephan’a göre (1998),
üniversite hocaları, pratik problemlerle ellerini kirletmekten gözle
görülür bir biçimde kaçındıkları için suçludurlar.
Reicher,
(2001) bir akademisyen olarak, neden hoşlandığını söyleyebileceğini
hatta bunu inkar etme noktasına
gelirse, akademinin gerçek varlığının, kendisine karşı kullanılabileceğini
yazar. Yazara göre, akademisyenin çalışacağı konularda sınırlanması, asıl
mesele değildir. Araştırma tam anlamıyla özgür biçimde yapılsa bile, hala
soyut bir özgürlük ve pratik bir düzmece olarak kalacaktır. Yazarın savı,
bilgi üretme izninin, o bilginin etkili olmasını sağlamayacağına
ilişkindir. Aslında, araştırma yapma hakkı, pratikle fikirler arasında bir
ayrılığı kabul etme pahasına satın alınır. Bunun sonuçları, akademisyeni
susturmaya yönelik bir girişimden ziyade, hegemoniyi koruyup sürdürmede
alabildiğine güçlü olmaktır. Apartheid'den durmaksızın şikayet eden birçok
kişi olabilir, fakat buna karşı çıkan çok az kişi vardır. Psikologlar
aktivist olma eğilimi içine girerlerse, akademik kurumlar, mesleki kuruluşlar
ve devlet örgütlerinin hepsi aktivistlere karşı çıkacaklardır. Araştırma
özgürlüğü hikayenin sadece yarısıdır. Bunun varlığı, geriye kalan
soyutlaştırılmış bilgiye bağlıdır; akademisyen neden hoşlandığını
söyleyebilir, fakat ancak kendisine söyleneni yaptığı sürece.. Yazara göre,
burada nihai ironi, akademik olarak özerkliğin, inceleme nesnesine yönelik
özerkliğin yadsınması pahasına satın alınmış olmasıdır. Şiirsel bir imayla
: “Özgürlüğümüzü başka herkesin ruhu pahasına satın aldık gerçekten Faustcu
bir sözleşme bu”.
Sonuç
yerine
Başlarken
de söylediğim gibi bu tartışmada taraf olmak, sosyal bilimci açısından,
ister akademisyen ister pratik bilgi üretimi içinde olsun, bir tür kendini
ve dolayısıyla etkililiği ölçüsünde dünyayı inşa etme sürecine işaret eden
iradi bir süreçtir. Bir yanıyla,
bütün bu söylenen ve yazılanların pek de yeni olmayan ama devrin ruhunu yansıtan
bir farklılaşma çerçevesinde
anlaşılması mümkün görünmektedir. Her zaman
coğrafik olmayan, ama çoğunlukla zihniyete ilişkin olarak ortaya
çıkan bir ayrımdan hareketle
farkları -ya da farklılaşma taleplerini ve farklılaşma taleplerinin
meşruluğunu- uzun bir süredir tartışmaktayız. Konumuzun sınırları içinde
kalarak, sosyal psikoloji içinde bu tartışmanın, Batının -ya da modernleşmenin-
insanın doğa üzerindeki kontrolüne, gelişme ve ilerlemenin mutlaklığı
fikrine inancı, lineer zaman anlayışı, sabit ve güçlü sınırlarla
donatılmış, otonom, benlik yönelimli birey merkezli, evrenselci dünya
görüşüne karşı, farklı ve azınlık olanın bilgisine ulaşma arayışında
olan yeni ve başka bir dünya görüşü
çerçevesinde oluştuğunu görmekteyiz. Yoruma dayalı bilgi, davranışın
göreceliliği, her kültürün en çok diğeri kadar otantik olabileceği,
araştırmacının, incelediği sosyal bağlamın
bir boyutu olarak araştırmaya taraflı bir biçimde dahil olduğu v.b. görüşler
farklı bir epistomoloji
arayışını vurgulamaktadır
(Göregenli, 1997). Fakat evrenselci
bakışın bu yazı boyunca sözünü ettiğim zaafları yanında, farkçı
yaklaşımlar sonucunda ortaya çıkabilecek
"kültüre ve yerele özgü" yapı ve örüntülerin meşruiyetinin neye
atıfla değerlendirileceği gibi bir epistomolojik sorunu da göz önünde
tutmak gerekiyor, çünkü bu sorun, evrensel doğrulara duyulan ihtiyaçtan
ayrı düşünülemez. Ayrıca Doğu’nun, otantikliğin ve yerliliğin, bizzat
oryantalist söylemin kurduğu ve mümkün kıldığı kategoriler olduğunu,
birinci el yerli kaynak olarak öteki’ni konumlayışın, kendini iyiliksever
olarak konumlama ihtiyacında olan liberal bir arzu olabileceğini de dikkate
almak gerek (Yeğenoğlu, 2003). Belki de, sosyal bilimlerle politik alanın
ilişkisi, bilginin, bilge’nin –dolayısıyla üniversitenin- özerkliği vb.
konuları, evrenselcilik-farkçılık, batı olan-olmayan, olgu-değer vb. gibi,
ikilikler çerçevesinde hatta sınırlandırıcılığı içinde konuşmamakla
başlamak gerek. Şu ya da bu yanda olmak ya da bu tür bir “doğru” bilgiye
ulaşma ihtiyacı, kusursuz bir hakikati gerektirdiği için kendiliğinde
tehlikeli. Bu “hakikat” arayışı, bazen özel üniversite-kamu üniversitesi,
bazen iktidarlar-YÖK, bazen pür akademisyen (akademi)-az gelişmiş
üniversitelerin az gelişmiş akademisyenleri gibi yapay politik ikilemlerin
bir yanında olmaya zorluyor ama konunun asıl göstergeler olan, iktidar,
güç, bilginin üretimi ve yayılması, kullanımı, nihayet “pazar”la ilişkiler
gibi boyutlarından uzaklaşmamıza yol açıyor.
Burada,
ülkemizde ve dünyada özellikle iktidarın savlarını seslendiren rektörlerin
miting alanlarında ya da açılış ve kapanış törenlerindeki ateşli, tam da
ideolojik konuşmalarını, gelip
geçici gündelik politik gelişmeler doğrultusunda aceleci bir yaranmacılıkla
alınan üniversite senatoları kararlarını, medyada sık sık boy göstererek
pazarda pay kapmaya çalışan akademisyenleri, -yazar tam tersi bir grubu
kasdetmiş olsa da- Bourdieu’nun, (1994-95) “küçük entellektüel” demeyi
yeğlediği, belirli bir ideolojinin eline düşen ve onun aktif taşıyıcısı
olabilen, “proleterleşmiş entelijensiya” kavramı eşliğinde hatırlamak
gerekiyor. Bu ideolojinin, gücünü iktidardan ya da muhalefetten alması
durumu değiştirmemektedir. Değişen, gücünü iktidarlardan alan ideolojilerin
genel kural olarak “apolitik ve bilimsel” olarak değerlendirilme
olasılığının daha yüksek olmasıdır.
Sosyal
bilimciler olarak tarafsızlık gibi bir seçeneğimiz bulunmamaktadır. Örneğin
siyaset bilimciler ve felsefeciler olarak, Hobbes’u, ABD yönetiminin
dünyayı haraca kesen ve kana bulayan yeni liberal-faşist politikalarını
anlamaya çalışırken de hatırlayabiliriz, işgal altındaki Bağdat’ta, açlık,
korku ve kaos içindeki insanların davranışlarını bir “uygar insan”
reçetesine uyarlamaya çalışırken de. Sosyal psikologlar olarak, sosyal
kimlik konusunu, tam da Batı’da herhangi bir dergide rahatlıkla
yayınlanabilecek bir biçimde, “Kürtler”i, kolay ulaşılabilir bir örneklem
olarak ele alıp, ülkemizdeki kimlik meselelerine hiç de kafa yormadan,
dışarı’dan çalışmamız da mümkündür, İsrail’de önemli sayıda sosyal
psikoloğun yaptığı gibi elini taşın altına koyarak barış sürecine katkıda
bulunmayı hedefleyen bir bilgi üretmek için
de. Sosyal bilimci olarak kim, bugünün dünyasında olup biten bunca
adaletsizliğin, kötülüğün ve şiddetin hiç değilse “Batılı” insanların
zihinlerinde ve vicdanlarında meşrulaştırılması sürecine, sosyal bilimlerin
“ideal insan ve iyi toplum” a dair biriktirdiği her şeyin hiç bir katkısı
olmadığını gönül rahatlığıyla iddia edebilir? Bu örneklerde, nereden
bakacağımızı belirleyen, geleneksel
paradigmalar ışığında biriken bilginin niteliği değil, sosyal bilimciler
olarak, kendimize, dünyaya ve yaptığımız işe ilişkin sosyal temsillerimizdir, herkes
gibi. Taraflılıkla suçlanma,
genel olarak statükoya ve iktidara konulan mesafeyle ilgili olarak ortaya
çıkmakta ve bu mesafe büyüdükçe, bilginin “ideolojik” olmakla suçlanması
doğru oranda artmaktadır. Oysa, sosyal bilimlerin bilgisini bilimsel kılan
şey, geleneksel ya da eleştirel olsun, sadece, yöntemin hesabının
verilmesine ilişkin bir meşruiyetten kaynaklanır.
Beauvois
(1999), sosyal psikolojinin bize çözümler ve iyi tercihler göstermediğini,
ideolojik olarak tepki gösterilmesi gereken sorunlara işaret ettiğini
belirtmiştir. Ona göre, “iyi satıyor” diye, egemen olana uygun bir
tekbiçimliliğe yönelmek gerekmez: Yöneticiler, egemen olanlar, zenginler,
yetişkinler, bu tipin –tekbiçimli evrensel ideal insan ve toplum modeli-
içine kolayca sızarken ya da yerleşirken, tabi olanlar, fakirler, memurlar,
çocuklar, kadınlar, bunun içinde kendilerini rahat hissetmemektedirler.
Beauvois’nın kategorilerine, bütün beyaz olmayanları, heteroseksüel
olmayanları kısaca bütün azınlıkları eklemek mümkün. Herhalde, sosyal
bilimlerin başlangıç iddiası olan, herkes için iyi, adil ve yaşanılabilir
bir dünyaya ilişkin bilgi üretme süreci, bu noktadan hareketle
düşünmeyi gerektiriyor. Bourdieu’nun
yazdığı gibi, (1994-95) kendileri hakkında aydınlanmış olan entellektüeller,
toplumsal süreçlere akılcı bir müdahalede bulunabilecek durumdadırlar, tam
da bu gerçeklik, bir porsiyon idealizmi savunmayı mümkün kılıyor. Bence bu
bir porsiyon idealizm, günümüz dünyasında yeni bir etik arayışını,
akademik, kurumsal ve “vicdani” temelleri olan yeni bir etik arayışını
gerektiriyor.
Kaynakça
Bauman, Z. (2003). Modernlik ve Müphemlik. (Çeviren:
İsmail Türkmen). Ayrıntı Yayınları
Beauvois, J. L. (1999). Bireyin
üretimi ve yurttaş. (Çeviren: Nuri Bilgin). Demokrasi, Kimlik ve Yurttaşlık Bağlamında Cumhuriyet. Yayına
Hazırlayan: Nuri Bilgin, Ege Üniversitesi Yayınları, 30-32
Bourdieu, P. (1994-1995).
Politikanın krizi, entellektüeller, medya. (Çeviren:Tanıl Bora) Birikim. Sayı. 68-69, s. 84-87
Day, J.M., Tappan, M.B. (1995). Identity, voice, and psycho/dialogical perspectives From
Moral Psychology. American
Psychologist. Vol. 50, No. 1, 47-48.
Deleuze, G.
(2003). İki Konferans. (Çeviren:
Ulus Baker). Norgunk.
Gergen, K.J. (2002). Psychological science: To conserve or create? American Psychologist. Vol. 57, No.
6-7, 463-464.
Göregenli, M. (1997). Bir yöntem arayışı olarak etik-emik yaklaşım
ve bireycilik-toplulukçuluk sorunu. Cumhuriyet
Demokrasi ve Kimlik. Yayına Hazırlayan: Nuri Bilgin, Bağlam Yayınları. 439-449.
Hofmann, S.G. (2002). More science, not less. American Psychologist. Vol. 57, No. 6-7, 462.
Ibanez,
T. (1994). Gouverner I’intersubjectivite. (Çeviren: Nuri Bilgin-yayınlanmamış
ders notları) Le Psychologique et La
Politique, ed. Eres. n.64, 93-108
Kendler, H. H. (1999). The role of value in the world of psychology.
American Psychologist. Vol 54(10)
828-835
Kendler, H.H. (2002). Romantic versus realistic views of psychology. American Psychologist. Vol. 57, No.
12, 1125-1126.
Kendler, H.H. (2003). Political goals versus scientific truths. A
response to Jackson (2003). History of Psychology. Vol. 6, No. 2, 203-207.
Lau, M.Y. (2002). Postmodernism and the values of science. American Psychologist. Vol. 57, No. 12, 1126-1127.
Lunt, I. (1998). Psychology in Europe: Developments, challenges, and opportunities. European Psychologist. 3, 93-101.
Marecek, J. (1995). Gender, politics, and psychology's ways of
knowing. American Psychologist.
Vol. 50, No. 3, 162-163.
Misra,
G., Gergen, K.J. (1993). On the place of culture in psychological science. International Journal of Psychology. 38 (3). 224-243.
Moles,
A. A. (1991). Belirsizin Bilimleri,
(Çeviren: Nuri Bilgin). Yapı Kredi Yayınları
Moscovici,
S. (1988). La Machine a Faire des
Dieux, ed. (Çeviren: Nuri Bilgin-yayınlanmamış ders notları) Fayard. Paris
Parot, F. (2000). Psychology in the human sciences in France,
1920-1940. Ignace Meyerson's historical psychology. History of Psychology. Vol. 3, No. 2, 104-121.
Phillips, L. (2000). Recontextualing Kenneth B.Clark. An afrocentric
perspective on the paradoxical legacy of a model psychologist-activist. History of Psychology. Vol. 3, No.
2, 142-167.
Reicher, S. (2001). Reaksiyoner radikal psikoloji pratiği. Psikoloji ve Toplum. Parker, I. ve Spears, R. (Çeviren:Kemal
İnal), Rastlantı Yayınları, 257-269.
Rooney, C. (2002). Examining Redding’s
(2001) claims about lesbian and gay parenting. American Psychologist. Vol. 57, No.4, 298-299
Triandis, H. C. (1995). Individualism
and collectivism. Westview Press.
Wilpert, B. (1999). Barriers to the metamorphosis of European
psychology. European Psyhologist.
Vol. 4, 219-226.
Yeğenoğlu, M. (2003). Sömürgeci
Fantaziler. Oryantalist Söylemde Kültürel ve Cinsel Fark. Metis Yayınları.
|
|