Anasayfa
|
Jacques Lacan ve Psikanaliz
Derleyen ve Özetleyen: Hakan Kızıltan
LACAN’IN YAŞAMI VE PSİKANALİZE KATKISI
Jacques
Lacan 1901’de Paris’te doğdu. Tıp öğreniminden sonra 1932’de
“Kişilikle İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz”
adlı teziyle psikiyatr oldu. Başlangıçta bir şair
olarak tanındı. Paul Nizan, Jean Paul Sartre ile birlikte
şiirleri yayınlandı.
Lacan
tüm yaşamı boyunca Freud savunucusu olduğunu iddia
etmiştir. Özellikle sosyo-kültüralist Amerikan okuluna ve “Ego (Ben)
Psikolojisine”,”Ego”nun (Ben) vurgulanmasına, psikanaliz
kavramlarını yumuşatarak deforme eden yazarlara
karşı çıkar. Lacan’a göre bir bilim olan psikanalizin bir
tek nesnesi vardır : Bilinçdışı. Bu nesneyi, daha
doğrusu bu teorik nesneyi özgün kavramlar ile işlemek, ele almak
gerekir. Bu özgün bir nesnedir ; ne biyolojik kökenli kavramlarla ele
alınabilir ne de sosyoloji ağırlıklı olanlarla.
Jacques Lacan, bu köktenci ve uzlaşmaz tutumu nedeniyle uzun süre dışlandı,
görmezden gelindi. Lacan, tüm yaşamı boyunca organik psikiyatri
teorik temelinde gelişen klasik psikiyatrik yaklaşıma da
karşı çıktı. Bu tutumuyla Lacan, antipsikiyatri
savunucusu olmamakla birlikte, bazı yazarlar eserini bu yönde yorumlamaya
açık bulmuşlardır.
Lacan
bir yazar –güç bir yazar- olmaktan önce bir konuşmacıdır.
Saint-Anne Hastanesinde, Ecole Pratique Des Hautes Etudes ve Ecole Normal
Superieure’de her biri Paris aydın çevrelerinde bir olay yaratan ünlü
seminerlerini verdi. Temel eseri Ecrits (Yazılar) 1966’da
yayımlandı. Bu olağanüstü güç eser, bütün
kapalılığına rağmen bir dönemin
aydınlarının elinden düşmeyen bir kitap oldu. Lacan da
Sokrates gibi ölümlü idi : 3 Eylül 1981’de Paris’te öldü.
Lacan’ın
özgün yanı, psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında
kurduğu ilişkidir. Freud’un bilinçdışının
işleyişi hakkında öne sürdüğü mekanizmaların aynen
dilde de bulunduğunu göstermiştir ki, esas buluşu budur. Ancak,
Lacan bu ilişkilendirme işleminin Freud’a yeni bir şey
katmak anlamına geldiğini düşünmez. Aksine, adeta dilbilim
psikanalizin temel sorgulama alanında yapısal olarak, yani bir
konum olarak bulunan bir boşluğu doldurmaktadır. Dilbilim,
zaman bakımından psikanalizden sonra ortaya
çıkmıştır. Ancak, psikanalizin temel sorunsalı,
yalnızca dilbilim ile ilişkisinde netleşen bir sorunsaldır.
Bu demektir ki, yapısalcı dilbilim psikanaliz için bir
sistematikleşme imkanı tanımaktadır.
Lacan’a
yakından bakarsak “Yapısal Kuram”dan (İd, Ego, Süperego
kuramı) uzak olduğunu görürüz. Özellikle “Rüyaların
Yorumu”,”Schreber Vakası”,”Metapsikoloji”deki Freud ön plana
çıkar, yani 1900-1915 arası erken Freud. Bu dönemde Freud’un
temel sorunsalı bilinçdışı, bilinçdışı
çocukluk karmaşaları, bilinçdışının
işleyiş mekanizmaları ve bastırma
mekanizmasıdır. Lacan, böylece psikanalizi
“bilinçdışının bilimi” olarak ilan edecektir
DİL
Bilinç
kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun
dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş
gerçeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu,
kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebilir,
düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın kendisine
yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira,
bilinçdışı da insanın kendi gerçeğini kültürel bir
koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır.
Dilin birimleri
“gösterge”lerdir.Gösterge bir “gösteren”, bir de “gösterilen”den
oluşur. Gösterge bir ses değil, “işitsel imge”dir. Yani,
gösteren fizik bir nesne değil, bilişsel bir nesnedir. Gösterilen
ise dış dünyadaki bir nesne değil, “kavram”dır. Demek
ki, göstergenin her iki ögesi de zihinseldir. Gösterme ilişkisi, bir
işitsel imgeyi (yani göstereni) bir kavrama (yani gösterilene)
bağlayan ilişkidir. Gösterge dış dünyada bir şeyin
anlamlı olarak yerini tutar, ama anlamı yine kendi içindedir, yoksa
dışarıda gönderimde bulunduğu şeyde değil. Anlamın
kaynağı bilinçtir. Yoksa her şey, Demokritos’un dediği
gibi “atomlar ve boş uzaydan” ibarettir. Bu anlamsız
gerçekliğe anlam veren, onu bilinç edimime nesne edinmemdir.
Anlamın, özün kaynağı bilinçtir. “Atomlar ve boş
uzaydan” oluşan gerçekliği düşünmekle bizzat bu
gerçekliğe anlam katmış olmam. Benim bilincimin nesnesi,
deyim yerindeyse, korelatlardır, yani anlam yine bilincime içkin
kalır. İşte, özgürlük de burada temellenir.
Gösterme ilişkisinde her
iki ögenin bağlantısı keyfidir. Yani, mesela “masa”
işitsel imgesiyle “masa” kavramı arasında ne deneysel ne de
mantıki ilişki vardır. İkinci olarak, göstergenin her
iki ögesi de zihinseldir, bir başka deyişle dil içinde
kalır. Masa işitsel imgesi, (göstereni) kendisi zihin içinde
kalmakla yetinmez, anlamını dış dünyada gönderimde
bulunduğu gerçeklikten değil, gene zihindeki masa
kavramından alır. İşte, dile otonomisini veren budur.
Dil kendi içinde bir bütündür, dış dünyaya gönderim zorunluluğu
olmaksızın salt dil düzeyinde çalışılabilinir.
Göstergenin (ya da Lacan’ın
yer yer kullandığı daha geniş kapsamlı “simge”nin)
dilin kendi otonom kurallarıyla belirleniyor olması, bilince
tanınan tüm fenomenolojik ayrıcalıkların sonu olur.
Gerçekten de fenomenolojik indirgeme yöntemi, paranteze alma işlemi
aslında hiç umulmadık bir kalıntı bırakır.
Dili bilinçten atamazsınız, çünkü bu durumda bir bilinç edimi
“cogito” mümkün olamaz. Dilden arınmış bir düşünce
düşünülemez.
İnsan kendisini ve
gerçekliği ancak dilin verdiği dolayım sayesinde
düşünebilirken, hem gerçekliği kendisinden ayırdetme –
böylece gerçeklik nosyonu geliştirebilme – imkanına kavuşur,
hem de giderek daha toplumsallaşmış, “yüceltilmiş”
kavramlarla kendini düşünürken, kendi gerçekliğini dile getiren
ilk simgeleştirmeleri de bilinçdışında
bırakmış olur. Bu noktada Lacan’a göre göstergenin sadece
işitsel bir imge olmadığını, simgeleştirmeye
imkan veren her şey olabileceğini, gösterilenin ise (ya da
Lacan’ın daha sık kullandığı terim olan “öznede
gösterilen”in ise) öznenin yaşantıladığı her
şey olduğunu (bir anlamda tüm bilişsel
simgeleştirmelerden soyutladığımızdaki haliyle
heyecanlar demek yanlış olmasa gerek) kaydedelim. Demek ki
Lacan’da simgeler insanın çıplak
yaşantılamasını kendi biçimsel kurallarına göre
yapılandırır.
Saussure’e göre dil,
iletişim amacıyla onu kullanan insanlardan
bağımsız ve onlara öncel, kendine özgü bir yapısı
ve yapısal kuralları olan uzlaşımsal bir sistemdir ;
dil, dilin bireysel kullanımı olan söze kendini kabul ettiren
toplumsal bir kurumdur. Bu şekilde ele alınınca dilden bağımsız
bir düşünce, dilin kurallarının dışında ve
ötesinde bir düşünce olamaz. Saussure’e göre dil sistemi ile
düşünce ayırdedilemez. Düşüncenin biçimleri de dille
birlikte kurulur. Psikanalizin sorunsalı, Saussure’ün
kavramlarıyla konuşursak, dilden çok “söz”ü (söylemi) sorgular.
Söz bireyin, öznenin dili kullanmasıyla ortaya çıkan, gerçek bir
nesne olarak varolan ve - zaman içinde birbirini izleyen dil birimleriyle
belirlendiğine göre –art zamanlı bir boyuttur. Oysa dil, söze
(yani bireysel kullanıma) olanak tanıyan uzlaşımsal bir
kurumdur, yani bir dili konuşanlar tarafından üzerinde
anlaşılmaya varılmış olmasından başka
bir geçerlilik koşulu yoktur. Öte yandan dil, sözün tersine gerçek nesne
değildir, o bir potansiyel, bir gizil imkanlar bütünüdür. Daha
doğrusu, bireysel kullanıma (söze) imkan veren biçimsel kurallar
sistemidir. Dil, söz gibi “art zamanlı” da değildir
; biçimsel kurallar dilbilimsel birimlerin eşzamanlı
ilişkisinden ibarettir.
Jacobson’a göre, konuşurken
iki tip edimde bulunuruz : “ayıklama” ve
“birleştirme”. Ayıklama, birbirinin yerini alabilecek ögeler
arasında bir seçim yapma edimidir. Birleştirmeyse, bu ögeleri
daha üst düzeyde bir öge elde etmek için art zamanlı bir şekilde
eklemleme işlemidir. Bir başka deyişle, ayıklama
Saussure'ün “dil” kavramı düzeyinde gerçekleşir. Ayıklamada,
birbiriyle eşzamanlı, gizil ilişkide olan ögeler
arasında bir seçim yapılır. Birleştirmeyse, Saussure’ün
“söz” düzeyinde geçer. Yani, burası aktüalize olmuş bir düzeydir
ve belirtildiği gibi artzamanlı bir ilişkilendirme süreci
söz konusudur.
Lacan,
“bilinçdışı dil gibi yapılaşmıştır”
derken, büyük bir olasılıkla, bilinçdışındaki
simgelerin, yukarıdaki dil düzeyini özetleyen ilişkiler içinde
olduğunu savunmaktadır.
BASTIRMA
Klasik teoriye göre iki
farklı mekanizma olan bastırma ve yüceltme, Lacan’da bir tek
mekanizmadır. Klasik teori bastırmayı egonun savunma
mekanizmalarından biri olarak, fakat hemen hemen diğer
mekanizmalarla aynı önemde bir mekanizma olarak ele alır. Klasik
teoride bastırılan materyale karşı ikinci bir savunma
olarak “yüceltme” ya da başka farklı mekanizmalarla semtom
oluşumu devreye sokulur. Oysa Lacan’da bastırma ve yüceltme (ya
da patolojik durumlarda semtom oluşumuna yolaçan diğer
mekanizmalar) bir tek edimde gerçekleşir. Bu edim de dilbilimsel
metafor kavramında anlatımını bulur. İnsan
kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltirken, metaforun ardında
kalan gösteren bilinçdışına itilmiş olur.
Lacan’a göre bastırma
dilbilimsel metafora benzeyen bir süreçtir. Metafor dilbilimsel bir gösterenin
yerine, onunla eşzamanlı ilişkide bulunan bir başka
gösterenin ikame edilmesi eğilimidir. Böylece gösterilen
değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni,
yerini bir başka gösterene bırakmış olur.
Edebiyatın daha ince bir söylem için sıklıkla
başvurduğu bu edime özne, daha toplumsal bir anlatım, bir
söylem kurmak için başvurur. İşte, Lacan’a göre
bastırma mekanizmasında benzer bir süreç söz konusudur.
Metaforda ilişkiye geçen
gösterenler birbiriyle eşzamanlı ilişkidedir. Bir başka
deyişle, metafor dil ekseni düzeyinde gerçekleşir.
Bilinçdışı, metaforlar zinciriyle oluşmuş ise
metaforların ardında bıraktığı gösterenler
birbiriyle eşzamanlı ilişki içindedir, tıpkı bir
dilin yapısında olduğu gibi. “Bilinçdışı bir
dil gibi yapılaşmıştır” der Lacan.
Lacan’a göre insan kendi
gerçekliğini giderek üst üste yığılan metaforlarla
düşünür, böylelikle kendi gerçekliğiyle düşüncesi
arasında bir uçurum meydana gelir. Üst üste yığılan
metaforlar ardında bilinçdışı simgeler
kalmıştır. İnsan kendi gerçekliğini giderek daha
toplumsallaşmış simgelerle düşünür ve dile getirirken
esas çıplak gerçekliğini dile getiren simgeleri geride,
bilinçdışında bırakmış olur.
İnsan kendi gerçeğini
bilinçdışı kılar. İnsan kendi gerçeğini önce
ailenin sonra diğer kültürel kurumların söyleminden
dolayımlanarak düşünürken esas otantik gerçekliğini
bilinçdışı kılmış olur.
Kültürün simgesel düzeninin
sağladığı hatta empoze ettiği metaforlar zinciri,
bastırmadan başka bir şey değildir. İnsan,
biyolojik bir varlıktan kültürel bir “özne” olma yolunda, temel
dürtülerine toplumsallaşmış tatminler aramak suretiyle
ilerler. O halde “gerçeklik ilkesi” denen şeyde kastedilen “gerçeklik”
doğal bir gerçeklik değil, kültürel bir gerçekliktir ve bu ilke
de “haz ilkesine” tam anlamıyla karşıt sayılmaz.
Gerçeklik ilkesi altında “özne” ilkel dürtülerine kültürel tatminler
arar. Her kültürel isteğin ardında bilinçdışı bir
arzu yatar. Demek ki, Lacan’a göre bastırma simgesel arzulara toplum
tarafından kabul gören daha “uygar” simgelerin ikame edilmesinden
ibarettir. Bu durumda Lacancı analizin dilsel bir regresyon süreci
olarak görülebileceğini ileri sürmek yanlış olmaz.
Bastırma insanın
kökensel arzusunu giderek kültürel normlara daha uygun gösterenlerle ifade
etmesi, böylece giderek esas arzusunun ilk simgeleştirmesinden
uzaklaşmasıdır. Yaşantılanan, gösterilen afekt
sürekli bilinç düzeyinde kalırken, bu yaşantılamanın
düşünüldüğü gösteren bir başka gösterenin, toplum
tarafından kabul edilir, kültüre uygun bir gösterenin onun yerini
almasıyla bilinçdışı düzeyine düşmekte, yani insan
kültürün dünyasında ilerlerken arzusunun ilk
simgeleştirilmiş halinden giderek uzaklaşmaktadır.
Bir tedavi tekniği olan
psikanaliz regresif bir süreçte üst üste yığılmış
bu metaforlar zincirini geriye doğru kateder ve arzunun ilk
simgeleşmiş haline, öznenin esas arzusuna ulaşmaya
çalışır. İkinci gösteren kültürel düzeye uygun bir
gösterense, bu süreç normal olarak kültürel yüceltmeye
açılacaktır. Yani, bastırma ve yüceltme aynı anda, bir
tek edim aracılığıyla gerçekleşecektir. Fakat,
aynı şekilde semtom da oluşabilir. Hasta
bilinçdışına bastırdığı arzusunun ilk
simgesi yerine semtomu da ikame edebilir. Semtom bilinçdışı
arzunun metaforik bir ifadesidir ve anlamını bu arzudan
alır.
Kişi belli bir
duygulanım ve heyecanı bilinçli olarak yaşantılar ancak
bunlara denk düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer almaz,
esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunların yerine
başka fikirler bilinç alanını kaplar ; kişi duygularını
tamamen farklı fikirlerle yorumlayabilir. Demek ki, bilinçdışına
bastırılan fikirsel temsilcilerdir, neyse o olan yani doğal
haldeki içgüdüler değil. Böylece gösterilen değişmeden
kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni yerini bir başka
gösterene bırakmış olur.
AYNA EVRESİ
Lacan’ın gelişimde üç
ayrı evre ayırt ettiği söylenebilir ; parçalanmış
beden, ayna evresi (kabaca imgesel düzen) ve oidipal evre (kabaca simgesel
düzen). Parçalanmış beden evresi, çocuğun psikomotor
eşgüdüm düzeyinde bedeninden kalkan duyumları
bütünleştiremediği evredir. Bu evrenin kabaca Freud’un otoerotizm
düzeyine denk düştüğü söylenebilir, çünkü, Freud bu evrenin
karakteristiği olarak libidonun örgütlenmiş bir güç
oluşturmadan önce eşgüdümden yoksun bir şekilde
değişik beden bölgelerine
yatırıldığını söyler.
İmgesel’in düzenine uyan
Ayna Evresi kabaca Freud’un narsisizm dönemine denk düşer. Bu dönem
6-8 aylık bir çocuğun aynadaki kendi imgesini coşkuyla
tanıması, bir bütünlük olarak kendini kavraması ile ilk
işaretini bulur. İnsanın kendini, kendinden geri
yansıyan bir imgeden (ki bu yansıtıcı anne de olabilir)
dolayımlanarak ele geçirmesi, insanın kendini ona bir
başkası tarafından yansıtılan imge sayesinde
kurgulayabilmesi tarafından anlamlıdır.
Oidipal evre ise kültürel aile
ortamında simgesel düzen içinde, ikili değil artık üçlü ve
dolayımlı ilişki içinde kendini yerleştirmek
bakımından ön plana çıkar. Bu bakımdan babayı
içine alan kültürel aile düzenine girme, kültür içinde kendi simgesel
yerini veren (dolayısıyla esasta baba tarafından
taşınan) ensest yasağını (babanın
yasası) tanıma, ikili imgesel ayna ilişkisini kültürel bir
yapılanma içinde düzene koyar, bu ilişkinin
sınırlarını belirler. Bu, insan varoluşu
açısından kastrasyonun tanınması (yasaya tabi olduğunun
tanınması) anlamına gelir.
İlk kez Lacan’ın
psikanalitik önemine değindiği Ayna Evresi klasik teorideki
narsisizm kavramıyla yakın ilişkidedir. Ayna Evresi tam
anlamıyla Oidipus öncesi dönem olarak kabul edilemez. Tura’ya göre
Ayna Evresi daha çok Oidipus’un sınılarında kalan, Oidipus’un
başlangıcına temel teşkil eden bir dönem olarak ele
alınmalıdır.
Simgesellik öncesi çocuğun
çevreyle ilişkisi ikili bir ilişkidir. Çocuk bu dönemde bir
başkasıyla, yaşıtı bir çocukla, annesinin görsel
imgesi ya da aynadaki kendi bütünsel imgesi ile imgesel yoldan
özdeşleşerek parçalanmış olarak
yaşantıladığı bedenin bütünlüğünü kazanmaya
yönelir. Çocuk gerek seneztezik duyumlarını, gerekse
hareketlerini eşgüdümleyemediği için bedenini de bir bütün olarak
yaşantılayamaz. İşte, bu dönemdeki çocuk kendi beden
imgesinin bir bütünlüğünü kazanmaya yönelir. Bu dönemdeki çocuk, yani
narsisistik dönemdeki çocuk neden kendi bütünsel imgesini kazanmaya yönelir
? Onun arzusunu yönlendiren nedir ? Şüphesiz
bu süreçte bedenin parçalanmış bir biçimde
yaşantılanması rol oynamaktadır. Ancak çocuğu bir
imgeyle özdeşleşmeye iten arzu nereden kaynaklanmaktadır
?
Lacan’ın narsisistik
dönemi, yani Ayna Evresi çocuğun annesi için her şey
(retrospektif kuruluşuyla annesi için fallus) olmak, yani onda “eksik”
olan şey olmak arzusuyla, bütünsel imgesini kazanmak için aynada kendi
imgesiyle ya da başkasının, annesinin bütünsel imgesiyle
özdeşleştiği, anne-çocuk ilişkisinin
dolayımsız dönemidir. Bu dönemdeki çocuk annesiyle bütünleşmeyi
arzular. Annesiyle bütünleşmeyi, annesinin her şeyi olmayı,
annesinin arzuladığı şey olmayı, annesinin
arzusunun nesnesi olmayı arzular. Böylece, narsisistik omnipotensine,
Nirvana’nın bütünlüğüne, tüm rahatsız eden uyaranlardan
uzak, mutlak tatmin durumunun devinimsiz hazzına ulaşacaktır
Lacan, Ayna Evresi’ndeki
çocuğun arzusu, annenin eksiği fallus olmaktır,dediği
zaman klasik Freudçu kadın kastrasyon karmaşasında
penis=bebek denkleminin, annenin arzusunun bilinçdışı
etkilerle bebeğin arzusunu belirlediğini söylemiş olmaz
yalnızca. Bunları da içerecek şekilde ama daha geniş
anlamda çocuğun anne için her şey (varlık) olma arzusunu da
yani omnipotens arzusunu da söylemiş olur. Çocuk anne için hiçlik,
eksik, sıfır değil her şey, varlık, bir olmayı,
tek olmayı arzular. Görünmeyen değil görünen, duyulmayan
değil duyulan, anlaşılmayan değil anlaşılan,
onaylanmayan değil onaylanan, önemsenmeyen değil önemsenen,
hiçlik değil varlık olmayı arzular. Bu arzu anne ile tek
olmak, içiçe geçmek, kaynaşmak arzusudur aynı zamanda ; empatik
bir tam içiçe geçmedir.
Şimdi tekrar Ayna
Evresi’nin detaylarına dönelim. Lacan’ın bu evreyi
yaklaşık 6-8 aylık bir çocuğun ilk kez aynadaki kendi
imgesini coşku ile kavramasından hareketle ele
aldığından söz etmiştik. Lacan bu
kavrayışın bir farkına varma, bir anlama olduğu
kanaatindedir ; insan yavrusunun kendi mevcudiyetini,
varlığını kavraması. Bu durumdaki insan yavrusu
gelecekte simgesel işleyiş içinde “ben” (I) diyeceği
şeyin ilk deneyimini kazanmaktadır.
Lacan’ın narsisistik dönemi
olarak kabul edebileceğimiz Ayna Evresi’nde çocuk
başlangıçta parçalanmış olarak
yaşantıladığı kendi beden imgesini
çevresindekilerin bütünsel imgelerinden dolayımlanarak
bütünleştirir ve böylece ortaya “Ben” denebilecek bir şey
çıkarsa da bu bütünlük Oidipus sayesinde, yani ailenin söylemi
sayesinde dilbilimsel bir gösterenle temsil edildiğinde “Ego”
kurulmuş olur.
Lacan ben deneyiminin bir imge
dolayımıyla üstlenilmesi fenomenini göz önüne alarak bu deneyimin
bir yabancılaşma, bir kurgu üzerinde
gerçekleşebileceğini söyler. Çocuk bu düzeyde psikomotor
bütünlüğüne ulaşmamıştır, ama kendini bu imge
sayesinde bütünleşmiş, parçalarına ayrılmaz bir
bütünlük, bir kendilik olarak kavrar. Bu, Kohut’un “bütünleşmiş
benlik” (cohesive self) dediği şeyin bedensel imgesel bir temsili
gibidir.
İmgesel düzende henüz “ben”
ile “ben-değil”in ayrımının tam
netleşmediğini, sürekli bir gidip gelmenin, benlik
sınırında belirsizliğin sürmekte olduğunu
kaydetmeliyiz. Söz konusu netleşme ancak simgeselin dolayımlandırıcı,
mesafe koyucu, yabancılaştırıcı etkisi sayesinde
kesinlik kazanabilir. Bu durumda imgesel düzen, insanın kendisiyle
imajını karıştırdığı bir
yapılanma sunar. Fantezi ile gerçeğin
karıştığı bir düzeydir bu. Lacan, buradan hareketle
insanın gerçekliği tam olarak yakalayamayacağından söz
eder.
İmgesel ilişki Ayna
Evresi’nin temel karakteristiği olmakla beraber bu ilişki biçimi
tüm yaşam boyunca sürer. S.Lelaire’in dediği gibi, “Ego öznenin
imgesel özdeşleşmelerinin yeridir.” Lacan’a göre egonun esas
işlevi bir imgeyle özdeşleşmek, bir kültürel imge halinde
kendini görmektir.
Egonun bütün işlevi Ayna
Evresi’ndeki gibi imgesel özdeşleşmeler yapmaktır. Ancak bu
özdeşleşmeler kültürel simgesel düzenle
koşullandırılır. Söz gelimi, erkek çocuğun Oidipus
çıkışında “baba”sı ile özdeşleşmesi
imgesel bir özdeşleşmedir, yani bir ego işlevidir. Ancak bu
özdeşleşmeyi yapılandıran simgesel bir temel
vardır.Egoyu baba ile özdeşleşmeye götüren Oidipal
söylemdir. Böylece ego bilinçdışı arzulara giderek daha
toplumsallaşmış simgelerin ikame edilmesiyle yönlendirilen
bir imgesel özdeşleşme işlevinden ibarettir.
Ayna Evresi’ndeki çocuğun
arzusu annesi için varlık olmak, fallus olmaktır, dedik. Bu arzu
esasta coşku ile ele geçirilen varlığın
onaylanmasının arzusudur. Çocuk adeta varoluşundan
duyduğu keyfin onaylanmasını bekler annesinden. Ancak
Babanın Adı ile, toplumsal kültürel simgesel kodun
dolayımıyla karşılaşır. Bu simgesel
dolayımlandırıcıyı fallus olarak algılar.
Omnipotensi ona yakıştırır. Babanın
idealizasyonunu, çocuksu omnipotens hayallerinin çöküşü
koşullandırmaktadır.
Lacan’da Ayna Evresi’nin çocuk
için eksiksizliğe, Nirvana’ya ulaşmak için annesiyle
özdeşleştiği, annesi için her şey olmak arzusuyla kendi
bedensel imgesini kazanmaya yöneldiği dönem olduğuna işaret
etmiştik. Demek ki Ayna Evresi’nin iki temel özelliği vardır;
1.
Anneyle bütünleşme arzusu
2.
Beden imgesinin diğer insanların bedensel
bütünlüğüyle özdeşleşme yoluyla kazanılması
Lacancı analitik
fenomenolojide bulunan temel varsayım :
insani arzu Öteki’nin arzusunun arzusudur ; insan arzulanmayı arzular.
O zaman ilk bakışta güç gibi gözüken şu denklem ortaya
çıkar ; insan kendini ancak dilde, yani Öteki’nin nezdinde, gene Öteki
tarafından ona dayatılan bu yabancı ortamda kendine
yabancı(laşmış) olarak imleyebilir. İşte
Lacan’a göre bu ötekileşme, bu yabancılaşma bilinçdışının
koşuludur. Böylece özne kendini imlerken temelde Öteki’nin arzusunu
dile getirir.
Anne-çocuk ilişkisinin
kaçınılmaz bir boyutunu oluşturan frustrasyonlar sayesinde
çocukta bir gerçeklik duygusu gelişmeye başlar. Çocuk giderek
omnipotent olma, kendi dolayımsız tatmin kaynağı olma
arzusunun sonuçsuz kaldığını algılar ve
erişkinin omnipotensini paylaşmaya yönelir. Böylece,
erişkinin sevgisi, bu sevgiyi kazanmak ve kaybetmemek arzusu ağırlık
kazanmaya başlar. Dış dünyanın koşulları
çerçevesinde gerçekleşen frustrasyonlar gerçeklik duygusunun
yanında “gerçeklik ilkesinin”nin de gelişmesine
ışık tutar. Çocuk davranışlarının
muhtemel sonuçlarını değerlendirmeye başlar. Böylece
gerçeklik ilkesi, dolayımsız tatmin
arayışının yerine, gelecekte vaadedilmiş bir
tatmini ikame etmeye dayanır. Lacan’ın gerçeklik ilkesinden
anladığı şey de bir yönüyle bu metaforik mekanizmadan
ibarettir.
Dış dünyayla “Ben”in
ayrışmasını, gerçeklik prensibinin
oluşmasını koşullandıran oral
frustrasyonların anneye bağlı olduğu açıktır.
Ancak söz konusu olan frustrasyonlar, bir anlamda,
kaçınılmazdır. Çocuğun oral dönemde
ayrıştırmaya başladığı tek nesne olan
anne, gidiş gelişleriyle narsisistik omnipotensi yıkar ;
anne çocuğa tabi bir nesne değildir.
Lacan, insan “gerçeklik
ilkesi”nin söz konusu ettiği “gerçekliğin” doğal bir
gerçeklik değil insani, simgesel, kültürel bir gerçeklik olduğu
görüşündedir. Bir başka deyişle, erken oral
frustrasyonların kendisi değil, nasıl simgeleştiği
önem kazanır Lacan’da ; çocukta bu frustrasyonlar hangi simgelerle
kodlanmaktadır ? Oral dönemdeki frustrasyonlar ancak simgesel bir
dolayım sayesinde kişilik üzerinde etkili olabilir. Lacan’a göre
insani gerçeklik sisteminin kuruluşu doğal frustrasyonlardan çok,
bu frustrasyonların kültürel simge düzeyinde kazandığı
anlama bağlıdır. Çocuk annesiyle ilişkisindeki
frustrasyonları, aile söyleminin sağladığı
simgenin dolayımıyla üstlenir. Böylece biyolojik kökenli
frustrasyonlar toplumsal-kültürel koda bağlanırken Oidipus
karmaşasının ilk çekirdeği de atılmış
olur. Çocuk frustrasyonlarını annenin söylemi sayesinde
Babanın Adı’na bağlayarak üstlenmekle kültürün düzenine
doğru çekilmiş olur. Kültürel bir kurum olan “Baba” önemini ve
anlamını buradan alır. Eğer anne “Baba”ya gönderimde
bulunmazsa çocuk imgesel ilişkide takılıp kalır ;
psikozun temeli budur.
Çocuğun ilkel
yaşantılaması sadece narsisistik doyumuna, Nirvana’ya
yöneliktir. Onun annesiyle bir bütün olma arzusu bu eksiksizliğe
yönelmiştir. Oysa, biyolojik frustrasyonlarını Babanın
Adı ile devreye giren simgeleştirmeler sayesinde kodlarken temel
arzunun karşısına dikilen yasak tamamen ensest
yasağıdır, özünde cinsel bir yasaktır.
İçgüdüler konusunda
Lacan’ın vurguladığı şey, doğuştan
bazı biyolojik ihtiyaçlarımızın olması ve
bunların özellikle anne tarafından karşılanması
olgusudur. Ön plana bir doyum kaynağı olan anne ile
tatmin-frustrasyon çizgisinde geçen ilişkiler
taşınmıştır, yoksa içgüdülerin mahiyeti
değil. Hatta Lacan’a göre içgüdülere cinsel kimliği
kazandıran şeyin bizzat kültürün baskısı olduğu
bile savunulabilir. Belki biraz iddialı bir yorum olacak ama, Lacan’a
göre biyolojik gereksinmeler neyse odur ve anne ile ilişkide
dolayımsız tatmin ararlar. Ancak kültürün düzeni, bir simgesel
yasayı (anne ile cinsel ilişki yasağı) çocuğa
kabul ettirmekle, ne ise o olan, yani kendinde hiçbir anlam
taşımayan biyolojik ihtiyaçlara cinsellik adını koyar,
böylece biyolojik gereksinmeleri kültürün anladığı anlamda
cinselliğe dönüştürür. Böylece çocuk Babanın Yasası ile
yasaklanan ilk saf deneyimini retroaktif olarak annenin eksiği olan ve
eksiksizliği, egemenliği temsil eden Fallus simgesiyle kodlar.
Babanın Adı’nın devreye girmesiyle çocuğun arzusu, anne
için Fallus olmak biçimini alırken, yine Babanın yasası nedeniyle
aynı anda bilinçdışı bir arzu haline gelir.
Lacan’ın terimiyle
“insanlaştırıcı kastrasyon” yani insan yavrusunu
kültürel özneye dönüştüren kastrasyon “olmak”tan “sahip olmak”a
yöneltir özneyi. Söz konusu olan, anne için annenin eksiği olan fallus
olmak değil, fallik nesneye “sahip olmak” ya da “sahip
olmamak”tır. Simgesel Baba anne-çocuk
dolayımsızlığına bir üçüncü olarak girerek, bu
dolayımsızlığı, temel narsisizmi bir “kayıp”a
dönüştürür ve “varlıkta / olmakta eksik” açılır.
Türkçede bu kavramın tam vurgusunu vermek için hem “varlık”ta
(yani dolayımsız kendi gerçekliğinde) hem de “olmak”ta (yani
anne için fallus olmakta) eksik olarak düşünülmeli. İşte
bilinçdışı arzuyu kuran da bu eksiktir. Bu eksik
simgesel-oidipal düzenin eksiksizlik simgesi Fallus şeklinde
bilinçdışının yapısına kodlanır. Çünkü,
Baba ana-oğul ilişkisine bir yasaklayıcı olarak
girmekle çocuğun sahip olduğu organın sadece penis
olduğunu (hatta kız çocuk için bir penis bile
olmadığını) yani fallus olmadığını,
yani bir yasaya, ensest yasağı yasasına tabi olduğunu
gösterir.
Narsis mitinde ifadesini bulan
Ayna Evresi, yani çocuğun annesinden yansıyan bütünsel imgesiyle
özdeşleştiği dolayımsız ilişki
yasaklanmalıdır. Ayna Evresi’nin
yıkılmadığı durumlarda, yani bir üçüncü olarak
Simgesel Baba dışarıda
bırakıldığında simgesel döneme geçemeyen insan
kendini bir özne olarak ayırdedemez. İşte şizofren
budur. Burada insan sadece simgeselde bir özne olarak ortaya
çıkmamakla kalmaz, kültürün simgesel düzeninin kuralları
çerçevesinde biçimlendiremediği kendi varoluşsal deneyimini de
sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılar. Babanın
insanlaştırıcı kastrasyonundan geçmeyen şizofren
kültürel bir özne olmayandır, kültür dışıdır.
Ayna Evresi’ndeki çocuğun
arzusu henüz kültürel bir arzu değildir ve simge içermez. Ancak
Oidipus’un devreye girmesiyle simgenin retroaktif bir etkinliğiyle
çocuğun simge içermeyen arzusu da simgeleşir. Çocuk arzusunu bir
yasaktan, Oidipal bir yasaktan dolayımlanarak kodladığı
için kökensel arzusu “fallus olmak” arzusu halinde bilinçdışına
kodlanır.
Fallus simgesi aslında
Babanın Simgesi, Babanın Adı ile devreye girer. Baba bir
yoksun bırakıcı, bir kastratör olarak devreye girmektedir.
Burada söz konusu olan tamamen simgesel bir kastrasyondur. Yani, kastratör
baba sadece simgesel bir babadır, annenin söyleminde yeralan bir
üçüncüdür, “Babanın Adı”dır. Böylece çocuk ilk kez simgesel
bir yasayla karşılaşır. Bu yasa ailenin temeli olan
ensest yasağı yasasıdır. İşte çocuğun
ilk dolayımsız arzusunu retroaksiyonla fallus simgesi
altında simgeleştiren de çocuğun
karşılaştığı yasanın cinsel mahiyetidir.
Babanın Yasası fallus
olarak çocuğu anneden kastre eder, anneyle dolayımsız
ilişkiye son vererek çocuğu kültürün dünyasına
bağlayacak olan Oidipal özdeşleşme sürecini
başlatır. Lacan bu sürece “insanlaştırıcı
kastrasyon” adını vermektedir. Ancak burada üzerinde
durulması gereken konu, çocuğu Oidipal üçgene
bağlayanın, çocuğu “babaya” gönderenin bizzat annenin
söylemi olduğudur.
Babanın Adı’nın
devreye girmesiyle çocuğun zaten hiçbir zaman bilinçli
olmamış, yani simgeleşmemiş arzusu Fallus göstereni ile
damgalanırken, bu gösteren bilinçdışı konuma
düşmektedir. Çocuk bilinç düzeyinde Babanın Adı ile devreye
giren Yasa’ya uyarken kendi ilk yaşantılamasını da
retroaktif olarak Fallus simgesi ile kodlar. Çocuk ilk arzusunu, ilk saf
yaşantılamasını simgeleştirirken aynı zamanda
bu simgeyi bilinçdışına iten bir metaforla karşı
karşıyadır. Böylece sadece bir
karşıt-yatırım söz konusudur. Hiçbir zaman bilinçli
olmamış, simgeselleşmemiş bir yaşantılama
simgeleşirken, bu simge, yasanın (Babanın) gücü sayesinde
bilinçdışı olmakta, bilinçdışının
çekirdeğini oluşturmaktadır.
Oidipusa giren çocuğun
arzusu Oidipusun retroaksiyonuyla simgeleştiği biçimiyle, annesi
için annenin eksiği Fallus olmaktır. Çocuğun arzusu anneyle
bütünleşmek, onda eksik olan şeyin yerini almak, onun arzusunun
nesnesi olmaktır. Çocuk böylece dolayımsız tatmin durumuna
erişecektir. Ancak, anne-çocuk ilişkisindeki
frustrasyonların Babanın Adı ile simgeselleşmesi ve
giderek Babanın Yasası olan ensest yasağı ile
ilişkilenmesi, çocuğun eksiksizlik arzusunu cinsel bir arzu
olarak bilinçdışına kodlanmasına yolaçar. Öyle ki,
çocuk başlangıçta simgeleşmemiş eksiksizlik arzusunu,
annesi için annenin eksiği fallus olmak şeklinde
simgeselleştirir. Böylece, o, fallus olarak anneden kastre
edilmiştir.
Kültür, anneyle ilişkiyi
simgesel bir ensest yasağında yasaklarken aslında
dolayımsız tatmini, Nirvana’yı, ölümü yasaklar. Kültürel
yaşamın düşmanıdır ölüm, yani anneye dönme.
Eğer anneyle dolayımsız hazzın yasağı olmasa
biyolojik varlık kültürel “özne”ye dönüşemez. Kültürün
yasası olan Babanın Yasası bu nedenle Kültür için zorunlu,
dolayısıyla evrenseldir.
Freud’un kabaca erkekte “penisin
kesilmesi tehdidi”, kadındaysa “penis haseti”
başlıkları altında ele aldığı penise
“sahip olmak” ile ilgili imgesel sıkıntılara denk düşen
karmaşa Lacan’da daha da derinde dil ile devreye giren simgesel bir
“olmak” sorunsalına bağlanır. Lacan’da kastrasyon sadece
–imgesel- bir penisin kesilmesi tehdidi değildir ; “fallus olmak”tan
yani her iki cins için de Öteki’nin arzusunun nesnesi olmaktan yoksun
olmaktır. Kadın olsun erkek olsun insan “eksik”tir, “kastre”dir,
yani narsisistik açıdan yaralıdır. Çünkü, kadın olsun
erkek olsun fark etmez, insan Öteki’nin arzusunun nesnesi olacak şey
değildir. Öyleyse Öteki’nin arzusu klasik olarak, mesela “İlksel
Ego İdeali” denebilecek bir biçim kazanarak özneye
içselleşmiş demektir. “Ego İdeali” de daima utanç ile
eşleşir. Çünkü, “ego” (ben) daima idealinden, Lacan’ın
deyişiyle “eksik” (kastre) bir şeydir. Yani, insan Öteki’nin
(burada annenin) arzusunu karşılayamaz. Lacan’ın
belirttiği gibi temel “eksiğin” Oidipus’ta alacağı ton
–ki fallus imleyeni de buradan gelir zaten- elbette Babanın Yasası’na
(ensest yasağı yasasına) tabi olacaktır, ama özü
itibariyle daha derine, Oidipus öncesine uzanır. Öznenin “ideali”ne
göre eksik olmasını bilinçdışında fallus imleyeni
ile anlatmasını sağlayan şey, yani “eksiğin”
cinsel bir ton kazanmasını sağlayan şey, “eksiğin”
kendisinin değil ama Oidipus girişinde aldığı
yorum gereği damgalandığı imleyenini, annenin
“eksiğinde” bulmasıdır. Cinselliğe adanmış
organı henüz cinsellik statüsü kazanmamış olan çocuk,
annenin fallus eksiğini onun arzusuna bağladığında
kendi yetersizliğini, “eksiğini” onu babaya götüren annenin
arzusu nedeniyle cinsel bir yetersizlik olarak deneyimler.
Burada dikkatimizi çekmesi
gereken nokta “olmak”taki “eksiğin” “olmak” kavramının
çağrıştırdığı tüm varoluşsal yükle
bir “sahip olmak” sorunsalına bağlanırken cinsel bir boyut,
cinsel bir simge, bir imleyen ile damgalanmasıdır. Lacan’ın
“simgesel kastrasyon” terimiyle anlatmak istediği sürecin bir boyutu
budur. Lacan’ın deyişiyle bu “simgesel” kastrasyon Oidipus
döneminde kız çocukta birinin operasyonuyla kaybettiğini
düşlediği penise karşı haset, erkek çocukta ise
kastasyon yoluyla cezalandırılma korkusu şeklinde
bildiğimiz Freudcu “imgesel” kastrasyon tonlarını
kazanacaktır. Demek ki, Lacan bu imgesel kastrasyona simgesel
anlamını veren temel bir yapıya geri gidiyor. Daha klasik ve
yapısal terimlerle kabaca “İlksel Ego İdeali”
diyebileceğimiz bir oluşumu cinsel kimlik ile eşleyen
narsisistik bir kastrasyon sözkonusu burada. Nitekim Lacan, kastrasyonu
cinsel kimlik sorunsalına bağlar.
Freud, Lacan’ın da
ısrarla üzerinde durduğu gibi, son yazılarından birinde
erkek ve kadın kastrasyon kompleksinin klasik psikanalizin
sonlandırılamaz noktalarından biri olduğunu söyler.
Oidipus kompleksinin bir parçası olan bu kompleks yalnızca
cinsellikle ilgili bir cezalandırma tehdidi ya da bir eksiklik,
yetersizlik duygusu olmaktan öte, erkeğin ve kadının erkek
ve kadın olma (ya da aslında bir türlü olamama) tarzları
hakkında bilhassa fikir vericidir.
Freud tarafından kökeni
kadın ve erkek cinsel organlarının
farklılığının çocuk tarafından
algılanmasına (dolayısıyla narsisistik beden imgesi
sorunsalına) bağlanan bu karmaşa giderek Oidipus
kompleksinin bir parçası haline gelir. Klasik olarak Oidipus içinde
erkek çocuğun annesine yönelik cinsel arzuları ve babasıyla
ilgili kıskançlık, öfke duyguları nedeniyle babası
tarafından penisi kesilerek cezalandırılacağı
korkularına dönüştüğü kabul edilen bu karmaşa,Tura’ya
göre, kendisinin iki olguda net bir şekilde çözümlediğini
belirttiği ve geniş ölçüde aşağıda
açıklanacak olan kadın kastrasyon kompleksine (penis haseti ;
kadınlık aşağılık duygularına) benzeyen
bir bileşen de içereir. Yaptığı iki analitik incelemeye
göre küçük erkek çocuğun erişkin kadın (anne)
karşısında yaşadığı yetersizlik
duyguları, penisinin küçüklüğü şeklindeki
aşağılık duygularına, oidipal rakibinin güçlü ve
büyük penisine karşı gizli bir hayranlık, aynı zamanda
öfke duygularına yol açar. Burada kelimenin kadındaki penis
haseti anlamında tam bir haset söz konusudur ; iyi, güçlü, güzel olana
karşı öfke. Çünkü, küçük oğlan çocuğu Oidipal rakibinin
(babasının), gücüne hayran olduğu penisi
karşısında aşağılık duyguları
geliştirir ve gücünü idealize ettiği bu organ sırf
varlığı sebebiyle ama kendi küçüklüğünü,
yetersizliğini hatırlattığı için,
varlığıyla onu aşağıladığı
için öfke uyandırır. Öfkesi nedeniyle tahrip etmek istediği
bu organ burada ayrıntısına giremeyeceğimiz projektif
mekanizmalar sebebiyle babası tarafından kendi penisi kesilmek
suretiyle cezalandırılacağı korkularına yol açar.
Tura’nın iki vakada net
olarak incelediğini belirttiği bu fenomen en azından
bazı durumlarda erkek kastrasyon kompleksinin de hem erişkin
kadın hem de erişkin erkek karşısında yetersizlik,
aşağılık duygularını içermesi sebebiyle
geniş ölçüde kadın penis hasetine benzer bir bileşen de
içerdiğini gösteriyor. Çocukluk kastrasyon kompleksinin erişkin
erkek bilincinde penisin küçüklüğü, erken boşalma (işlevsel
olarak kısa, küçük penis), iktidarsızlık (büyümeyen
penis),kadın karşısında “küçük düşme” (yani Türkçede
ilginç bir yorumla çocuk durumuna düşme) gibi kaygılara da
dönüştüğü hatırlanırsa ve bu tipte kaygıların
erkeklerde ne denli yaygın olduğu düşünülürse, üstelik
erkekte cinsel rekabete karşı şiddetli tahammülsüzlük,
cinsel olarak mukayese kaygılarının yol
açtığı cinsel partner karşısında
aşırı kontrolcü tepkiler de değerlendirilmeye
alınır ve buna bağlı olarak erkeklerin paradoksal bir
tarzda gerçek hoşlandığı kadınlardan
kaçındığı düşünülür ise Tura,
yaptığı incelemelere göre, Oidipal annenin empatik
yetersizliğine bağlı bu bileşenin (yani kadın
hasetine benzeyen bu bileşenin) erkek kastrasyon kompleksinin önemli
bir boyutu olduğunun kabul edilmesi gerektiği
kanısındadır.
Paradoksal bir şekilde,
yukarıda verilen erkek kastrasyon kompleksinin kadın penis
hasetine benzediği anlamak daha kolay iken, kadın penis hasetinin,
yani kadınsı cinsel aşağılık
duygularının kökenini anlamak daha zordur. Klasik Freudcu
çerçevede, biyolojik olarak erkeklerin üstün olmasına, yani biyolojik,
filogenetik sebeplerle, diğer memeli türleri ve bilhassa yüksek
primatlarda olduğu gibi insan türünün erkek cinsinin güçlü, zeki,
atak, döğüşken, aktif ve egemen cinsiyet olması, küçük
kız çocukta penis (genel olarak erkek) karşısında
hayranlık ve aynı zamanda bu organın (genel olarak erkeğin)
varlığının kendi eksikliğini, yetersizliğini
hatırlatması sebebiyle kimi kez iğrenme vb. gibi duygularla
kendini belli eden şiddetli bir öfke (yani haset)
dolayısıyla projektif mekanizmalarla bu organ (ve genel olarak
erkek) tarafından cinsel yoldan aşağılanma, zarar
verilme korkuları gelişir. Sosyo-kültüralist psikanaliz
okulları ise kadındaki penis hasetini tamamen kültürel verilere,
penisin (ve erkeğin) bilinen toplumlarda ayrıcalık atfedilen
değerine bağlarlar.
Küçük kız çocukta penis
haseti diğer kadının (annenin) ve genel olarak
kadınların aşağılanmasına, toplumsal
kadın rolünün küçümsenmesine yol açarken, bir kadın olarak
kendini ayrıcalıklı, farklı (erkeklerin becerilerine
daha çok sahip) bir kadın olarak algılamaya sevkeder. Öte yandan
aşağılık duyguları altındaki kadın bu
duyguları inkar etmek, bastırmak ya da kontrol etmek için
erkeklerle ilişkisinde yarışmacı bir tavır
alır. Bu sebeplerle kadın, cinsellikte daha çok sevildiğine
(incitilmeyeceğine,küçümsenmeyeceğine)
inanmak ister.
Histerik yapılarda bu
eğilim kaprisli tutumla kendini belli eder. Öte yandan eşiti ve
yaşıtı bir erkeğin sırf erkek olmasından
kaynaklanan egemenliğini kabul edemediği için bu egemenliği
akılcılaştırarak kabul edeceği erkeklere,
özellikle yaş bakımından veya bilgi bakımından
veya sosyal mevki ve statü bakımından kendinden üstün erkeklere
yönelir. Penis hasetinin bu paradoksal sonucu, Oidipal baba sevgisi ve
şefkatinin devamcısı figürlere yönelmesi (ki kadında
oidipus karmaşasının çözümü daha zordur) ve narsisistik
bakımdan da güçlü bir figürle bütünleşme yoluyla kendine saygı
ve güveni oluşturma gibi farklı gelişimsel yollardan gelen
bileşenlerle güçlenir. Daha nadir bazı durumlarda (burada Tura
incelediği iki narsisistik özellikli vakadaki dinamiklere göre
konuşur) oidipal babanın küçümseyici,
cezalandırıcı özellikleri ön planda ise (karizmatik
özellikli erkeklere yönelik beğeni ve özlem kişiliğin
bütününden ayrı tutulmaya çalışılan fantazilerde
korunmak kaydıyla, bu figürün uyandırdığı anksiyöz
durum sebebiyle) eş seçimi tam tersine kadının kendisine
yapılmasından korktuğu şeyi eşine
yapabileceği koşullarda, yani kişilik olarak erkeğin
güçsüz, bağımlı veya çocuksu veya sosyal bakımdan
kendinden aşağı olduğu koşullarda
gerçekleşir. Ya da, pek çok evlilikte söylenebileceği gibi,
yoğun düşkırıklıklarına bağlı
olarak kadının eşini algılayışı birinci
durumdan ikincisine doğru kayar, dönüşür.
Psikanalitik bakımdan en
iyi koşullarda sürdürülen analizlerde dahi, çözüme varması zor
olduğu bilinen erkek ve kadın kastrasyon
karmaşalarının erkek ve kadının sadece cinsel
yaşamlarını değil (ki kimi zaman en az etkilenen
kısım budur) genel olarak kadın ve erkek oluş (veya
olamayış) tarzlarını geniş ölçüde
belirlediğini kaydettikten sonra konumuza devam edelim..
EKSİKLİK
VE UTANÇ
Anal dönemi fallik döneme
bağlayan kavşakta, öznede fallus imleyenine denk düşen
organın (penis ya da klitorisin) bir “eksik” ve bir “utanç” ile
eşleştiğini görürüz. Anal dönemin nihai biçimini
almış süperegoya (üstben) aktaracağı “süperego
çekirdeği”, Öteki karşısında utanç, küçük düşme,
sevgiyi kaybetme korkusu ile kendini belli eder. Bu nahoş deneyimler
dönemin ayırdedici niteliği olarak, özellikle “beden-ben” ile
eşleşmiştir. Burada bedeninden utanmanın
çağrıştırdığı bütün ağırlıkları
da içerecek şekilde “beden-ben” ve “utanç” bizi fallik dönemin
başlangıcındaki narsisistik örselenmeye götürecek kavramlar
olarak ön plana çıkıyor.
Ayna Evresi’nde anneden ikinci
kez fakat bu sefer psikolojik olarak doğan, yani kendini annesinden
ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin ayna
karşısında “kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele
geçirmesi”ne dikkat çeker Lacan. Bu kuşkusuz
“oluş”un “beden-ben”de bedenleşen ve Öteki tarafından da
paylaşılması beklenen sevincidir. Bu beklenti her
şeyden önce, bu yeni varoluşun
canlılığının doğrulanması beklentisidir
ve karşılandığında bu anlamda kaydedilecektir.
Bebeğin
henüz istemli hareket düzleminde kazanamadığı beden
bütünlüğünü Öteki’nin bedeninden dolayımlanarak önceden
üstlenmesini sağlamak gibi bir öneme de sahip olan Ayna Evresi temel
olarak “olmak” kavramını psikanalize sokmuş olması
bakımından anlamlıdır. Kohut’un diliyle konuşmak
gerekirse “omnipotent, teşhirci muhteşem benlik” ile “Öteki’nin
arzusunu arzulayan “ çocuk burada ilk narsisistik örselenmelerine
açılır. Artık bu narsisistik örselenmenin işaretini
kazanacağı ve Oidipal simgeselliğe ulaşacağı
fallik gelişimin mantığına geliyoruz. Yani, “olmak”
sorunsalının narsisistik örselenmesinin kendine
yabancılaşmış işaretini bulacağı
(penise) “sahip olmak” (ya da olmamak) sonucuna bağlanıyoruz.
Öteki’nin
arzusunu arzulayan özne, fallik ilgilerini kazanıp dildeki
becerilerini geliştirdiğinde Öteki’nin (annenin) arzusunun,
annenin kendi penis eksiğiyle ilişkilendirdiği bir tarzda
babaya tabi olduğunu keşfeder. (annenin fallusa sahip
olmaması, fallusa sahip olanın baba olduğuna işaret etmesi
bakımından anlamlıdır) O halde Öteki’nin arzusu burada
dolayımlandırıcı bir rol oynayarak çocuğa
“Baba”yı göstermiş olur. İşte bu noktada kız olsun
erkek olsun insan yavrusu derinden sarsılır. Baba’nın
fallusu karşısında sahip olduğu şey, sahip
olmadığından daha değerli değildir. Çünkü,
“beden-ben”in bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber
–henüz- cinsel bir erk taşımaz. “Beden-ben”in bu “eksiği”
utanç kaynağıdır. İnsan yavrusu böylece “olmak”taki
eksiğini fallus imleyeniyle işaretler.
Kültürün
simge düzenine geçiş, öznenin yarılmasını da birlikte
getirir. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar
ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmini de de
yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla
düşünen özne giderek kendine yabancılaşır.
İşte bilinçdışına yol açan bu
yabancılaşmadır.
Yukarıdaki
ifadeden bilinçdışının saf fenomenolojik bir
yaşantılama olduğu çıkarılmamalıdır. İnsanın
bireysel yaşamının başında fenomenolojik solipsist
bir evre olabilir. Fakat bu psikanaliz açısından
ulaşılmaz bir düzeydir. Çünkü, insanda ancak
simgeleşmiş bir gerçeklik ele alınabilir ve
düşünülebilir, bir araştırma nesnesi olarak
konumlandırılabilir. İşte, bu nedenle
“bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmış”
ise, araştırabileceğimiz bu alandır.
Sosyokültürel
simgesellik otantik solipsizmi yıkmakla kalmaz, onu tamamen ortadan
kaldırır. Öyle ki, insanda simgeselleşmemiş hiçbir
yaşantılama olamaz. Simgesel düzen otantik saf solipsizmin
üzerini örter ve onu bilinçdışı konuma dönüştürürken,
aynı zamanda bu solipsizmi de simgeleştirir. Yani, kaba bir
benzetmeyle, simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi kendi
dolayımsız yaşantılamasından keserek
ayırırken, dikey bir düzeyde de bu saf fenomenolojik
yaşantılamaya da retroaktif bir etkinlikle kültürel simgesini,
adını verir, simgeselleştirmenin ardında kalan
simgeselleşmemiş otantik deneyim de simgeleşir.
Otantik
solipsizmin simgesi Fallus’tur, yani kültürel egemenliğin,
eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan Fallus. Otantik solipsizmi
yıkan Babanın Adı, Babanın Yasası olduğu
için, baba çocuğu annesiyle dolayımsız bütünlüğünden
ayıran güç olduğu için, yani baba çocuğu anneden
kestiği, kastre ettiği için yitirilen otantik solipsizm Fallus
simgesi ile kodlanır. Bu kod bilinçdışını da kuran
kökensel bastırmaya denk düşer.
Freud
iki tip bastırma ayırıyor : Kökensel bastırma ve
“kelimenin tam anlamıyla bastırma”. Kelimenin tam anlamıyla
bastırmada bastırılan psişik temsilciler, aslında
kökensel olarak bastırılmış temsilciyle
ilişkisinden ötürü bastırmaya maruz kalırlar. O halde
kökensel bastırma neye dayanır ? Freud, bu konuya
açıklık getirmemektedir. Tura, Lacan’dan hareketle soruna bir
yanıt bulunabileceği kanısındadır.
Kökensel
bastırmanın hem bilinci hem de bilinçdışını
kuran bir edimin sonucu olduğu düşünülebilir. Bilinçdışı
düzeyinde libido yatırımı değişmeden kalmakta,
bilinç düzeyindeyse bir yatırım çekilmesi söz konusu
olmaktadır. Fakat, kökensel bastırmada bastırılan
temsilci hiçbir zaman bilinç sisteminde yer almadığına göre
burada bir yatırım çekilmesi söz konusu değildir.Kökensel
bastırmada, bilinçdışı sistemin
uyguladığı bir karşıt-yatırım söz
konusudur. İkincil bastırmada da
karşıt-yatırım vardır, ancak buna
yatırım çekilmesi de eklenmiştir.
“Tam
olarak bastırma”da bastırılan simge öncelikle bilinçte (ya
da hemen bilinçaltında) yer alır, sonra da bir yatırım
çekilmesi ve bir karşıt-yatırım uygulaması yoluyla
bu simge bilinçdışına bastırılır, buna
karşılık kökensel bastırmada hiç bilinçli
olmamış bir simge karşıt-yatırım
uygulanmasıyla bilinçdışını kurar.
Kökensel
bastırmada –hiç bilinçli olmamış ama
bilinçdışı da zaten kökensel bastırmayla
kurulacağına göre bilinçdışı da olmayan – bir
temsilci bilinçdışına bastırılmaktadır. İlk
akla gelen çözüm, kökensel bastırmada hem ilk simgeselleşmenin
meydana geldiği, hem ilk simgenin bir ve aynı operasyonla
bastırıdığı, hem de böylece gösterenle gösterilen
arasındaki kopmaz bağın kurulduğu şeklinde oluyor.
Kökensel
bastırma ile yaşantılanan (gösterilen) ilk simgesine
ulaşır. İşte bu simgeleştirmeden sonra gösterenler
zinciri gösterilenlerle örtüşmeye başlar. Lacan’a göre bu süreç
hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmez.
Kökensel
bastırma ilk simgeleştirmeyi, tüm gösteren zincirinin
gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize olması için ilk
referans noktasını sağlar. Demek ki, Lacan’a göre kökensel
bastırmayla, gösteren ve gösterilen arasında ilk fiksasyon
meydana gelmekte ve Öteki’nin alanındaki simgeler bu hareket
noktasından itibaren stabilize olmaktadır.
Çocuk
annesi için her şey olma arzusunu sonradan, simgenin düzenine
girdiği zaman fallus göstereni ile işaretler. Bu süreç kökensel
bastırma sürecidir. Bir başka deyişle, çocuğun annesi
için fallus “olmak” arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almadan doğrudan
bilinçdışına kodlanır. Fallus göstereni hiçbir zaman
bilinçte yer almamıştır, çünkü bu gösterenin gösterdiği
yaşantılama sırasında fallus göstereni yoktur,
dolayısıyla bilinç düzeyinde yer almış bir ide söz
konusu edilemez. Simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya
andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır (Lemaire). Demek
ki,biyolojik varlığı kültürün düzenine bağlayan süreç,
öznenin toplumsal olmayan arzusunu bastırma yoluna gitmektedir.
Peki,kökensel
bastırmada çocuğun arzusu neden Fallus simgesiyle
kodlanmaktadır ? Bu tamamen ataerkil hatta fallus merkezci kültürel
yapımızdan ve kültürel bir kurum olan ailenin ensest
yasağının yasası ile düzenlenmiş olmasından
kaynaklanmaktadır.
Özne
simgesel düzene girerken, bu düzende kendi kimliğini kazanacağı
süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani “Fallus olmak”
kimliğini de geride bırakmış olur. Böylece, kökensel
bastırmayla “varlıkta / olmakta” eksik de açılmış
olur.
Lacan’da
Oidipal duruma geçişle simgesel kültürel düzene geçiş aynı
anlama gelir. Lacan’da Ben ile Ben-olmayanın ayrışması,
gerçekliğin gerçeklik statüsüne ulaşması, özneyle nesne
arasına giren simgenin dolayımı sayesinde olmaktadır. Gerçi,
Lacan’ın narsisistik dönemi olan Ayna Evresi’nde “ben” denebilecek bir
şey ortaya çıkmış, ayrışmaya
başlamıştır ama bu sadece bir imkandır ve bu
imkanı gerçekleştiren bir dolayım aktıdır, simge
kullanmaktır. Çocuk kültürel babanın, simgenin dünyasına
girdiği oranda annesiyle dolayımsız ilişkisini,
eksiksiz solipsizmini yitirir, böylece de kendisini anneden
ayırdetmeye başlar. Kendisini annesinin bir parçası
(fallusu) olarak görmek yerine, anneden kopmuş bir bütünlük olarak
algılar. Ben’in ayrışması demek, Ben’in Ben-olmayandan
ayrışması demektir. Zaten, gerçekliğin gerçeklik
statüsünü almasını koşullandıran süreç de budur.
Lacan’da
Ben-olanla Ben-olmayanın ayrışması, yani klasik
teorideki Ego işlevine giriş doğrudan simgesel düzene, bir
başka deyişle Oidipal düzene girişle
koşullandırılan bir süreç olarak yorumlanmıştır.
Bu durumda, Tura’ya göre, egonun oluşumu ile süperegonun
oluşumunu andaş saymak gerekir.
Lacan’a
göre psişik belirlenim toplumsal simge sisteminin özneyi aşan
yapısından kaynaklanır. Özne kendi gerçekliğini,
deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sisteminden dolayımlanarak
kavrar, düşünür ve dile getirirken, bu otonom gerçekliğin
presubjektif yapısının biçimsel kurallarına da tabi
olur. Lacan’a göre dil ile belirlenme, kültürün simgesel düzenine girme,
Oidipal evre ile aynı anlama gelmektedir.
Şimdilik
simgesel belirlenmeyle Oidipus arasındaki ilişkiyi kabaca
şöyle ifade edebiliriz : İnsan yavrusu dil ile kültürel bir kurum
olan ailede ve ailenin söylemi sayesinde karşılaşır. Demek
ki, ailenin Oidipal düzenini yansıtan aile söylemi, öznenin dil ile
belirlenmesinin, kültürel simge sistemine girmesinin, toplumsal öznenin
kuruluşunun ilk adımıdır. Bir başka deyişle,
toplumsal simge sistemine giriş Oidipus karmaşası sayesinde
gerçekleşir.
Lacan’a
göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üçlü bir etki ifa etmektedir. İlk
olarak “ben” ile “ben-olmayan”ı, içsel olanla dışsal
olanı ayırdetmeye imkan tanımaktadır. İkinci
olarak subjektiviteyi, içselliği bu içselliğin ifadesi olan
söylemden ayırdetmeye imkan tanımaktadır. Yani, simgenin
düzeninin özerk yapısı, insanın kendi gerçekliğine de
bir mesafe alarak düşünmesine imkan tanımaktadır. İnsan
kendi subjektivitesini, bu subjektiviteden bağımsız olarak
düşünebilme imkanına kavuşur. Bir anlamda
bilinçdışını da kuran budur zaten. Üçüncü olarak da
simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğerleri karşısındaki
konumuna yerleştirir. Oidipal dönemi düşünelim ; burada simgesel
düzene giren çocuk, anne ve baba karşısındaki kültürel
konumunu gene simge sayesinde kazanır. Çünkü, Oidipal düzen özünde
simgesel düzendir.
İnsanların
birbirleriyle kültürel ilişkilerinin, (söz gelimi en basit ve arkaik
biçimi Levi-Strauss’a göre akrabalık ilişkileri olan kültürel
yapıların) dilin biçimlerinin birbirleriyle ilişkileri
çerçevesinde belirlenmesi yapısına tam anlamıyla uyan bir
yapısı vardır. Üstelik, bu ilişkilerin belirlediği
konumlar da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir
kültürün eski kuşaklarından yenilerine bu yolla
taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi
kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin
yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece
birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne
halini alır. Söylemin belirleyici bir boyutunu da bu konum
oluşturur. Çünkü, bir söz ancak belli bir konumda anlam kazanır
ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar semboliktir.
Özne
simgesel düzende kendini bir gösteren aracılığıyla
işaret ederken bir, simge olarak simge düzeninin kurallarına tabi
olur. Dil, öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini
düzenler. Lacan’a göre, özne kendini simgesel düzende bir gösteren
aracılığıyla temsil ettiğinde, sadece bu düzenin
kurallarına tabi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı zamanda
bilinçdışına yolaçan bölünmeyi de kabullenir.
İnsan,
kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesinde kendi öz
yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu
yaşantılamasından uzaklaştıkça, bir başka
deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre
düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.
Dil
toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasakları ve yasaları
taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk, bu düzen
tarafından biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını
taşıyacaktır ve üstelik bunlar çocuk farkında
olmaksızın gerçekleşecektir. Dilin simgesel sistemine
geçiş, kültürel düzene geçmekle eşanlamlı olduğuna göre
, “anne” , ”baba” , ”aile”, ”akrabalık ilişkileri” vb. sadece
dilde ya da aile söyleminde belirlenmiş-tanımlanmış
olmakla kalmaz ; kültürel bir yapı olarak aile, bu söylemin
gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesidir. O halde
kültürel söylemler, ideolojiler, sadece birer tasarım değildir,
aynı zamanda nesnel bir niteliktirler, maddidirler. İdeolojiler,
söylemler gerçekliği tasarım düzeyinde temsil etmekle kalmaz, bu
gerçekliğin kurucu bir ögesini de oluştururlar.
Kültürün
simge düzeyine geçiş öznenin yarılmasını da birlikte
getirmekteydi. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede
ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmi de
yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla
düşünen özne giderek kendine yabancılaşır.
İşte bilinçdışına yol açan bu
yabancılaşmadır. Oidipus aracılığıyla
simgesel sisteme geçme özneyi kurar ve gerçeklik sistemini
oluştururken yarattığı yarılma da
bilinçdışına sebep olmaktadır.
Simge,dolayımsız
ikili ilişkinin arasına giren bir üçüncüdür. İşte insan
yavrusuna, bir simge kullanarak ötekini kendinden ayırma imkanı
veren – aslında bu imkanı bir zorunluluk olarak kabul ettiren –
simge bir dolayım sağlayarak özneyi kurar. Simgesel düzenin temel
simgesi Babanın Adı, anne-çocuk
dolayımsızlığına son verir ve kendi
yasasını kurar. Simgesel baba, annede “eksik” olana sahip
olandır ve annenin tabi olduğudur. Bu anlamda Baba iki kez yoksun
bırakıcı olarak devreye girer : hem çocuğu annesiyle
dolayımsız ilişkisinden çıkarır (annenin tabi
olduğu yasa Baba’nın yasasıdır), hem de anneyi fallik
nesneden yoksun bırakır (fallusa sahip olan Baba’dır).
Dilde
ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir etkiye sahiptir : önce
insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk kültürel kimliği
olan cinsel kimliğini verir, ikinci olarak ve aynı zamanda
bilinçdışı arzuyu kurar, üçüncü olarak ve aynı zamanda
özneyi simgenin metaforlarında kültürel yüceltmeler dünyasına
acılı fakat vazgeçilmez biçimde iliştirir. Simgesel düzen
özneyi kurar, çünkü özne fenomenolojik aşkın bilincin ,
“cogito”nun kaçınılmaz bir sonucu, ontolojik bir kategori
değidir. Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu
bırakır aslında ; Dil. Dil paranteze alınamaz, der
J.Derrida. Özne kültürel bir kodlamadır. Simge insan yavrusuyla
başkaları ve dünya arasına girerek insana “ben” deme, yani
kendini bir gösterenle temsil etme imkanı verdiğinde, özne de
kurulmuştur.
KİMLİK
Öteki’nin
alanı (simgesel düzen) öznenin kim olduğunu sorgulayıp
araştıracağı, kimliğini kazanacağı
yerdir. Kendi cinsiyetini sorgulayacağı alandır. Simge
sistemi insana, kendini bir simge ile, “Ben” göstereniyle ifade etmeye
imkan verdiği oranda onun kültürel kimliğinin
gelişeceği bir hareket noktası sağlar. Burada ilk
“Ben”in aile yapısı içinde kazanıldığını
hatırlatmak gerekir. Yani, insana bu ilk “Ben”i bir imkan olarak sunan,
ailenin, kültürel düzene özgü söylemidir. Çocuk bu ilk “Ben”i bu söylem
içine yerleştirir.
Oidipal
dönemde çocuk aile içindeki konumunu, ailenin kurucu yasası
tarafından belirlenen kültürel kimliğini kazanır. Bu kimlik
herşeyden önce fallus simgesi karşısındaki konumuyla
tanımlanan cinsel kimliktir. Lacan’da fallus merkezcilik Kültürün öz
niteliğidir. Çocuğu anne doğurduğu sürece, anne-çocuk
ilişkisini yasaklayan simge baba olacak , babanın egemenliği
de simgesel özetini bulacaktır.
İnsan
yavrusunun dille karşılaşması ilk kurumun , ailenin
söylemi yani Oidipus çerçevesinde geçtiğine göre bu ilk “Ben”,
simgesel Baba karşısındaki yapısal konumuyla
belirlenir, o halde cinsel bir kimliktir.
İnsanın
kültüre ilişkin ilk kimliği, yani kültürün düzeninde
aldığı yer, vaat, ve görevin ilk ayrımlaşması
hiç bir biyolojik gerekçede ifade edilemeyecek cinsel kimliğidir. Homoseksüelliğin
ve transeksüelliğin biyolojik dayatmalara karşın mümkün
olmasını sağlayan, insan cinselliğinin biyolojik
değil, kültürel bir kodlama olmasıdır. Öte yandan
insanın ilk temel kimliğinin cinsel kimlik olması
psikanalizin cinselliğe verdiği vurguyu temellendirir. Analizde
araştırılan, öznenin simgesele girişinde yani temel
cinsel kimliğindeki yapılaşmadır, Oidipal söylemidir.
Oidipus
karmaşasının çözümü nesne ilişkilerine çok önemli bir
boyut katar. Cinsel arzu yasaklanmış nesneden (baba veya anne)
sapar ve kültürün kabul ettiği metaforlarla ifade edilmeye
başlar. Bu özdeşleşme-kimlik kazanma sürecinde kişi,
kendini herşeyden önce cinsel kimliği olan biri olarak ortaya
koyar. Özdeşleşme-kimlik kazanma süreci sadece kültürel bir
yasanın (ensest yasasının) kabul edilmesiyle değil,
aynı zamanda anne-babanın içselleştirilmesi yoluyla da
ahlaki yaşamı, süperegoyu temellendirir. Çocuk
anne-babasıyla özdeşleşirken onların aslında ideal
imgeleriyle özdeşleşir. Bir anlamda onları idealize ederek
kabul eder. Bir başka deyişle, çocuk anne-babanın
süperegosuyla özdeşleşmiştir. Her ne kadar süperegonun
oluşumunda Babanın Yasası temel rolü oynuyorsa da bu simgesel
yasayı çocuğa kabul ettiren, babaya göndermede bulunan “anne”dir.
O halde süperego ancak annenin babayı naklettiği ölçüde “Baba
Süperego”su olabilir.
OİDİPUS
Lacan’a
göre anne-çocuk ilişkisindeki doğal (klasik teori çerçevesinde
oral) frustrasyonlar çocuk için simgesel bir yasa-yasak ile
yapılaşır, ne ise o olarak, yani doğal halinde etkili
olamaz. Bu simgesel yasa ve yasak ise annenin söyleminde geçen Babanın
Adı’dır. Böylece çocuk Oidipus üçgenine girmiş olur.
Frustrasyonların
kaynağı yasaklayıcı, yoksun bırakıcı,
çocuğu anneden kastre eden “Baba”dır. Dikkat edilirse böylece
kültür, biyolojik bir varoluşu kendi düzenine çekmek için simgesel bir
hile kullanmış olur ; doğal anne-çocuk ilişkisini
yasaklayan, dolayısıyla çocuk için biyolojik bir önem taşımamakla
birlikte, birden önem kazanan kültürel baba ile çift değerli
özdeşleşme ilişkisi. Aslında elbette doğal
frustrasyonlar kendinden bir zorunlulukla “baba”ya, kültüre gönderim
yapmaz. Frustrasyonları “baba”ya gönderen annenin söylemidir. O
anne-çocuk ilişkisinde simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda
çocuğu kültürün dünyasına bağlamıştır. Böylece
çocuk ilk kez bir Nirvana durumu yaşantıladığı
annenin uterusundan yine bu uterusun hareketleriyle doğal dünyaya
atıldığı gibi, annenin simgesel hareketleriyle de
kültürün dünyasına atılarak ikinci bir doğum
travmasında narsisistik omnipotensini yitirir.
Klasik
teoriye göre erişkin bir cinsellik ve duygusal yapılanmaya
ulaşabilmek için Oidipal karmaşanın üstesinden gelmiş
olmak gerekir. Oidipus karmaşasının çözüme
kavuşamaması nevrozun nedenidir. Erkek çocuğun Oidipus’u
aşabilmesinde en iyi yol rakip babasının yerine geçmeyi
arzulamasıdır. Bu, baba ile özdeşleşmeye açılan
yol olacaktır.
Lacan’a
göre Oidipus karmaşası, kültürel düzenin kökeninde yeralır. Oidipus
biyolojik varlığı kültürel özneye dönüştüren simgesel
bir karmaşadır ; bireyin toplum içindeki ilk kimliği olan
cinsel kimliği kazandığı, toplumsal bir üye haline
dönüştüğü aşamadır. Oidipus olmasa insan kültürün
düzenine giremez, çünkü Oidipus olmaksızın tatmin-frustrasyon
diyalektiğinde geçen biyolojik anne-çocuk ilişkisi kültürel bir
simgeyi,yani “Baba”yı da içine alacak şekilde dönüşemez. Psikotik
durum bunun bir örneğidir. Oidipussuz kültür mümkün değildir.
Çünkü, kültür kendi taşıyıcı faillerini Oidipus yoluyla
üretir.
Değişebilir
biçimlerinin ötesinde yapı olarak Oidipal fenomen insan
varlığının evrensel ve kökten bir dönüşümüdür. Oidipus
ikili dolayımsız ilişkiden sembolik düzene özgü dolaylı
ilişkiye geçiştir.
Lacan’a
göre Oidipus karmaşası da gerçek dünyanın bir
karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır, bir
başka deyişle simgeselin kendi otonom gerçekliğinden geçen
bir karmaşadır. Oidipus için gerçek bir babanın olması
koşulu yoktur. Yalnızca simgesel baba işlevi, “Babanın
Adı” yeterlidir. Kültürel Baba konumunun tüm anlamını veren,
bizzat aile söylemidir. Ailenin kendi gerçek gerçekliği (yani ne ise o
olan bu “numen” / “kendinde şey” ) simgeselin kendi otonom
kuralları çerçevesinde anlamını kazanır. Böylece
simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün düzeni içinde
bir “talep” olarak ifade etmek için simgenin özerk düzenini sunarken
doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de simgenin özerk
kuralları çerçevesinde biçimini verir.
Lacan’a
göre Oidipus aracılığıyla sosyokültürel düzene geçiş
iki süreci aynı anda başlatmaktadır ; (1) Sosyokültürel
öznenin kuruluşu (2) bilinçdışının kuruluşu. Aslında
bunlara bir üçüncüyü, öznenin Oidipus aracılığıyla
bağlandığı kültürün dünyasında
gerçekleştirdiği kültürel yüceltmeler zincirini de eklemek mümkün.
Oidipus
karmaşasının çözümü, anneyle ikili ilişkiyi
yasaklayarak, öznenin kökensel arzusunu bilinmeyen duruma iter ve
babanın metaforu sürecine göre ona yeni imgesel, toplumsal biçimler
ikame eder. Başka şekilde söylersek, simgesel düzene geçiş
kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde
bağlıdır. (Lemaire)
Freud’un,
çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin çizgisinde
düşünmeye çalıştığı ve erojen bölgelerin
otoerotik tatmininde tanımını bulan, geniş
anlamıyla birincil narsisistik dönem Oidipus ile
yıkılır. Öznenin tüm çabası Oidipus ile girdiği
kültürün düzeninde, kültürün düzenine girmekle yitirdiğini
(narsisistik omnipotensini) aramaktır.
Oidipus
bilinçdışı arzunun çekirdeğini atarak insanın kültürün
dünyasındaki yüceltme metaforlarına ilişmesini sağlar. Çünkü,
özne bilinçdışı arzusunu tatmin için aslında beyhude
bir çabayla temel arzusunu kültürel yüceltmelerle tatmin etmeye
çalışacaktır. Her aşamada frustre olacak, her
aşamada yeni bir imgesel özdeşleşmenin, imagonun (görsel
imge) peşine takılacaktır. Aslında
bilinçdışı arzu kültüre uygun dileğin ardında
metonimik bir artık olarak kalacaktır.
İnsanı
kültürün yüceltmelerine bağlayan “olmakta eksik”tir. İnsan
kültüre girmekle yitirdiği narsisistik bütünlüğü, kültürün
sunduğu “imago”larla özdeşleşmeye çalışarak, bu
imago (görsel imge) metaforlarında kapatmaya, tatmin etmeye
çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla
doyurulamayacağı için insan kültür içinde sürekli ilerler ;
doktor olmak, baba olmak, kitap yazmak vb. imagolarının
peşinde koşar.
Kültürel
insanın temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında
bıraktığını ileride arayacak,
toplumsallaşmanın ilk adımı ile yitirdiğini (yani
narsisistik bütünlüğünü) toplumsallaşma sürecinde kapamaya
çalışacaktır. İşte, bizi kültürel dünyada yol
almaya iten nostaljinin, eksiklik dünyasının temeli budur.
İnsan,
dilin metaforlar düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha
uzaklaşır ve hep ilk dolayımsız gerçekliğini,
annesinden ona yansıyan bütünleşmiş bir imge olarak
narsisistik omnipotensini, yani insanlaştırıcı
kastrasyonla yitirdiğini arar. İnsanın bu acılı
çabası boşunadır aslında. Çünkü, insanın kültürün
metaforlarında aradığı, zaten oraya girmekle
yitirdiği şeydir : Bilinçdışı arzu asla tatmin
edilemez (Lacan). İnsan hep düşlerinin peşinde koşar,
fakat sadece düşkırıklıklarıyla ilerler.
ÖZETLENEN KAYNAKLAR
1. Freud’dan
Lacan’a Psikanaliz (Saffet Murat Tura, Ayrıntı, 2.Basım,
Mart 1996)
2. Defter
(Yaz 1995, Sayı:24, Şeyh ve Ayna, Saffet Murat Tura, Sayfa:62-89)
3. Ege
Psikiyatri Sürekli Yayınları, Kişilik Bozuklukları
(Cilt 1, Sayı 3, Sonbahar 1996, Narsisizm Sorunsalında Kohut ve
Lacan, Saffet Murat Tura, Sayfa:437-455)
4. Fallusun
Anlamı (Jacques Lacan, Afa Felsefe Yazıları Ansiklopedisi,
Ekim 1994, Önsöz, Saffet Murat Tura, Sayfa:7-37)
İçgörü
İnternet Sitesinden Alınmıştır:
http://www.icgoru.com/makale/lacan.shtml
|
|