Tarih, Felsefe ve Psikoloji

 

Anasayfa

 

Irkçılığın Kaynakları ve Türkiye

İdris Küçükömer

 

Romantik Akım ve Irkçı politika

Yanılmıyorsam 1960 senesi başlarında idi. Londra da Tate Galerisinde, Romantik döne ait resim sergisi açılmıştı. Galeriye girince karşıda, galerinin merkezinde oda duvarı büyüklüğünde bir resim duruyordu. Şahlanmış bir atın üstünde uçuşan peleriniyle romantik dönem idealizmini sembolize eden, herkesi tanıdığı bir Fransız generalini gösteriyordu. General Napolyon’du. Bu ideal öyle zorlu, sarsıcı coşkun duyguları temsil ediyordu ki, Cermen Göthe, milletinin orduları Jena’da onun tarafından yenilince müteessir olmayacak: Lord Bayron Elba dönüşü Napolyon’un muvaffak olmasını arzu ettiğini ilân edecek ve Waterloo’da kendi milletinin ordularına mağlûp olduğunu işitince de “bunun için kahroldum” diyebilecektir. Carlyle de bir İngiliz olarak: “Bizim son Büyük Adamımız” yargısına varacaktır. Nietzsche ona hayran olacak ve “İyi Avrupalı” olarak onda, kendi idealini en modern sembolünü görecekti. Hegel onu “Dünyanın at üstündeki ruhu” diye kabul edecekti.

Onsekizinci yüzyılın sonunda doğan, ilmi ve rasyonal (akılcı) tutuma karşıt olan bu akım etkilerini bütün Ondokuzuncu asır boyunca sürdürmüş; içinde bulunduğumuz asırda da faşizme ve Nasyonal sosyalizme genel çerçeve olmuştur. Akımın esaslarını şu iki kısımda özetleyeceğim. I. Kişisel davranış olarak romantizm; II. Politikada ırkçı milliyetçilik; III. Akımın ekonomik görüşleri ve Türkiye açısından ırkçılık.

I. Kişisel Davranış Olarak Romantizm:

Cermen idealizmini de içine alan bu akım, kişinin kendi kendini geliştirmesinin bir yolunu göstermek iddiasındadır. Bir hareket olarak ortaya çıkışı asilzadeler karşısında, sanayileşme dolayısıyla burjuva ve işçi sınıflarının gelişmesi sırasına rastlar. Kurulan ve gelişen sanayi ile Batının maddî ve fikrî çehresi değişmekte fakat muhafazacı çevrelerde (özellikle soylu denilen çevrede) bu değişiklikler çirkinlik olarak karşılanmaktadır. Ayrıca değişimin kendisinde, Rönesans’tan beri gelen rasyonellik ve faydacılık destek bulmaktadır. Bu sanayi inkılâbı sırasiyle liberal ve sosyalist akımları getirirken romantizm de reaksiyoner bir şekilde ortaya çıkmıştır. Romantik başkaldırma akılcılığa (rasyonelliğe) ve faydacılığa karşıt olmuştur.

A) Sanayileşme ile burjuva ve işçi sınıfları gelişirken ortaya çıkan sosyal politik problemler romantiklerin konusu dışında kalmış; sanayileşmenin getirdiği çirkinlik karşısında, onun faydacı kaidelerini Romantikler estetik motifler lehine reddetmişlerdir. Yalnız bu estetik motifler eskiye ortaçağa, uzak Asya diyarlarına ait acaip, korku ve heyecan verici hikâye ve sahnelerden alınacaktır. Bu akımla bir taraftan eskiye ait kır hayatı, orta çağın katedralleri, diğer taraftan seller fırtınalar, korkunç yarlar ve hayaletleri konu alan sanat eserlerinin ortaya konuluşu görülmektedir. Örnekleri bütün Ondokuzuncu asır Saray hayatında (T. Gericault’un Medusa Salı, E. Delacroix’nın Dante ve Virjil’i, Sardanalpalın ölümü tabloları, Byron’ın kahramanları, Mary Shelleyin Frankenstein’i gibi) görüyoruz.

B) Romantik hareket, kişiye coşkun, kuvvetli duygulu bir hayat açmak ister. Bunun gerçekleşmesi bağlayıcı ve temkinli olmaya sevkeden rasyonelliğe karıt bulunmayı gerektirir. Kişi öyle normlara ahlâk kurallarına aldırmadığı, onların çemberini yarabilecek güçte olduğu takdirde yaşayabilir. Nietzsche’nin moral kaide olarak hazcılığı reddetmesi ve insanı aksiyonda kuvvete ulaşma derecesiyle değerlendirmesinin ve kuvvetli iradenin aksiyonla kuvvetinin arttığını söylemesinin anlamı budur. Kişiyi sulh ve sükûndan uzaklaştıracak olan bu davranış anarşist, anti sosyal bir davranıştır. Romantikler, tabiî olarak dine de karşıdır.

Peki bu nasıl gerçekleşecektir? İşte onumuzun önemli noktası buradadır. Romantiklere göre, rasyonel ve çıkarcı olarak hareket, insanları çevreye uymaya, sürüye katılmaya sevkeder. Halbuki içgüdüye tâbi olmakla, çevrenin moral kuralarına karşıt çıkılarak tek veyayalnız kalışa varılır. Duygular ne kadar kuvvetli olursa, bu bağlar o kadar kolay çözülür veya onlara tahammül edilemiyerek, koparılıp fırlatılır. Böylece bağlardan kurtuluşa yeni enerji ve kuvvet kazanılmış olur. Çevreden kurtuluş, kişisel ve toplumsal neticeleri ne olursa olsun, kişiye ilâh gibi yükseliş veya iktidar sağlar. Bağımsızlık vecdi içinde ilâhlaşan veya ilâh olan kişinin yaptıkları, diğerleri için hakikati, onun emirleri de diğerlerinin görevlerini gösterir. Bu akımda Nietzsche’nin “üstün insan” ve Carlyle’in “kahramana tapınma” kavramlarını görüyoruz. Nitekim Carlyle “Dünya tarihi büyük adamların biografyasından ibarettir” diyecektir. Yani toplum “kahraman tapınmağa tâbidir.” Bu mistiklere has kişisel veya tek kalışın vecdi içinde ilâhlaşma için, kimler toplumun gerçeklerini, kurallarını, aklı ve ilmi bir tarafa itebilir? Böylece kimler önünde açık gözüken iki yani a) Anarşizme ve b)Destpotizmden birine gidebilir? Russel’e göre bunlar deliler ve diktatörlerdir. İşte böyle davranan ve akılcı ve faydacı olmayan kişi için “hukuk dışı bir ego”yu örnek alan tutumiyle millî çıkara da hizmet ediyor denemez. Acaba “akla isyan” ettiren Romantik akım, tarihi olayları kahramanın iradesine bağlarken bu iradenin kaynağını nerede bulur? Bu soru bizi ırkçı milliyetçiliğe götürür.

II. Politikada Irkçı Milliyetçilik

Romantik akımda halk (Volk) bireylerin bir yığını kabul edilmez. Onun kollektif bir ruhu vardır. Bu ruh zaman zaman kahramanlar çıkarır. Kahramanlar veya üstün adamların akıl ile değil “kanda tevarüs edilen ırkî sezgi” ile yaratıcı olacaklarına inanılır. Millet, ırkî bir bütün olup onun kollektif bütünlüğünün “kan şuuru” ile sağlandığı kabul edilir. Bunu romantiklerin sevgi anlayışiyle daha da açık kılabiliriz. Kişiler arasında sevgi, bağlılık birbirlerinde kendilerini görmek veya bulmaları ile vücut bulur. Bu ise kan bağı ile olabilir. Kan bağının en yakın şekli akrabalar arasında bulunacağından, bu izahın örneklerini romantikler çevreyi aşarak bizzat kendi yaşayışleriyle vermişlerdir: Byron ve Nietzsche’nin kızkardeşlerine olan alâkası. R. Wagner’in iki kardeş kahramanı Siegmund ve Siglinde arasındaki bağ gibi. Bu kan bağlılığı ile ulaşılan sevgi akraba arasında evlenmeye (endogami) götürebilir.

Milleti ırk ve ırkı da kan şuuru ile ele alan romantikler, fert için istedikleri yaşayış tarzını (mistikçe yaşayış), milletler için de düşünürler. Fakat, bazı milletler (ırklar), geniş bir devletin sınırları içinde kalırlar. Şu halde bu milletler (ırklar) bağımsızlığa kavuşmalıdırlar. Ferdin çevreden sıyrılması gibi, milletler de hareketlerinde serbest olmaları için, bağlardan özellikle diğer milletlere bağlılıktan kurtulmalıdırlar. Yani milletin müşterek ruhu ancak kendi sınırları, devlet sınırları olduğunda tezahür edecektir. Politikaya böyle bir milliyetçilik anlayışı ile giren romantizm Aryan ırka (aslında bir dil grubudur) mensup Avrupalı milletlerin içinde bulundukları devletlerden kurtarılması hareketini getirmiştir. O devirde büyük devletlerden Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Avrupa ve Balkanlar bakımından özelliği mevcuttur. Türklere karşıt olan tutumunun kökleri çok daha eskiye gitmekle beraber, Romantizm Doğu Avrupa’yı Türklerden kurtarma kampanyasını üzerine almıştı. Eğer Batıda hürriyet felsefesi derslerinde hürriyetin değişik tarifleri arasında, dar anlamda, bir tarif olarak “Türklerden kurtarma” özellikle “Grekleri Türklerden kurtarma” şeklinde olanlara rastlanırsa hayret etmemek gerekir. Nitekim Byron hayatını mevcut kaidelere karşıt çıkarak orta zamanın günahkârlarından addedilen bazı meşhurlar gibi yaşamış, Yunan bağımsızlık hareketini Türklere karşı bir haçlı şövalyesi tutumu ile desteklemiş ve Türk siperleri önünde ölmüştür. O devir Romantiklerinin Napolyon’a hayranlığı ve onu Avrupalı milletleri hürriyete kavuşturacak kimse olarak görmeleri, İmparator, Avrupa idealinin gerçekleşmesini sağlayacak tutumu temsil ettiği içindir. Romantizm, esir milletlerin bağımsızlığına yol açan bir cereyan gibi gözükmekle beraber, kan şuuru yoluyla üstün ırka diğerlerini idare etme, boyunduruğu altına alma yolunu açmaktadır. Kendi ırkını tabiî olarak üstün gören ve bu sistemi kabul eden milletler, hele mazide büyük devletler de kurmuş ise, diğer milletleri kendilerine tâbi kılmaya çalışacaklardır.

Ondokuzuncu Asır Romantizmi bu ırkı, Aryan Avrupalı olarak kabul eder. 20 inci Asırda Nasyonal Sosyalizmde veya Hitler Almanya’sında bu ırk sarışın Cermen ırkı olmaktadır. Daha önceki “Prusya Sosyalizmi” de Cermen ırkı için benzeri görüşler taşıyordu. Fakat gariptir ki, Nasyonal Sosyalizm tarafından görüşü kabul edilen Nietzsche, bir Cermen olmasına rağmen, Cermen ırkında “esir ruhluluk” bulur ve Polonyalılara üstünlük atfeder. Aynı şekilde İtalyan faşistleri de Romalı idealin peşinde idiler.

Üstün ırk hâkimiyeti ve onun getirdiği tutum Milletleri birbirine karşı mütecaviz olmaya sevkeder, (Aynen kişiyi anarşist anti sosyal davranışlara ittiği gibi). Bu ise, uluslar arası işbirliğine engel olur. Diğer taraftan kan ayrılığı tezi önce memleket içinde ekonomik kuvvet olan Yahudileri hedef alır (Anti-Semitizm).

Kan şuuru ile bağlanan millet şu unsurlara ayrılır: a) Kişisel davranışını yukarda verdiğimiz kahraman lider (üstün adam) b) Liderlerin çevresinde idareci sınıf olarak seçkinler c) Bazen halk denilen yığınlar.

Kişi gibi, milletin de kendini geliştirmesi, kuvvetini kabul ettirmesi, diğer ırkları tâbi kılmak için açtığı mücadeleye, kısaca savaşlara tabidir. Esas amaç bu olunca, diğer problemler bu amaca göre ayarlanacaktır. En başta ekonomi, üstün ırkın giriştiği savaşın emrine verilecektir.

Irkçı Milliyetçilik ve Türkiye

Tereyağ yerine silâh

Kişisel davranış için bu sistemin tavsiye ettiği yol, bir çeşit barbarca veya kuvvetli hislerle yaşama idi. Bu biçim hayatı, kahramanlar olarak gördüğümüz liderler kan şuuru dışında hiç bir bağa tabi olmaksızın yaşarlar. Fakat halk için bu tarz davranış, sınırlıdır. Çünkü, liderin emrinde millî disiplin içinde kalabilmek fedakârlık ister, liderin doğrudan veya “seçkin zümre” elile açıkladığı emirleri millî görev olarak kabul edilmelidir.

Ekonomi aşağıda iki sebeple devamlı olarak harp ekonomisi niteliğinde olmak zorundadır. 1) Kandan teavarüs edilen ırkî sezgiye uygun hareket, kişisel hayatla olduğu gibi millî ölçüde de, kuvvet sağlayan hareket olacaktır. Milletin (üstün ırkın) güçlenmesi diğer milletleri tâbi kılmada (savaşta) gerçekleşir. Öyle ise devamlı gelişme, harp için kurulu devamlı bir düzen istetecektir. 2) Diğer taraftan tarihî olarak teşekkül etmiş ve edecek sosyal grup veya sınıfların çatışan menfaatlerini “sınıfsız bir millet olmak” sloganile hal mümkün değildir. Tarihî ve gerçek olan sınıf çatışmasını, sosyal düzeni değiştirmeden ırkçı milliyetçiler şöyle halletmek isterler: a) Sınıfların çatışmasını millî görev için yasaklamak. Gerçekte Nazi Almanya’sı ve Faşist İtalya’sında kapitalistler serbest kalmış, işçilerden veya sendikalardan “itaat etme” istenmiştir. b) Tarihi sınıfların çatışan ekonomik ve sosyal menfaatlerini devamlı harp hazırlığı ortamında bağdaştırmak. Nitekim Nasyonal Sosyalist Almanya’da, Faşist İtalya’da hükümet geçici olamayan birer harp hükümeti ve ekonomileri de harp ekonomileri idiler. G. N. Sabine bunu “devamlı politik sistem” olarak kabul eder, halbuki harp ekonomisi gerçekten buhranlı zamanlarda uygulanacak bir sistemdir. Bir memleketin saldırganlık üzerine örgütlenmesi neticesinde, saldırı er veya geç gerçekleşecektir. Bu saldırının hududunu askerî güç tayin edecektir. Askerî güç bir taraftan kana bağlanan millî bir myth’e itaatkârlığa, diğer taraftan silâh ve teçhizata dayanır. Burada, üretim (istihsal) kaynaklarının hangi mal ve hizmetler üretimine tahsis edilmelidir şeklindeki, halkın refahı ile ilgili ekonomik probleme Göring’in verdiği cevap gayet kesindir. “Alman Milleti tereyağ değil silâh istiyor.” Askeri güç olduğu sürece saldırganlık ne yönde olacaktır? Bunu jeopolitik mülâhazalarla “hayat sahası” (Lebensraum) tayin edecektir. Bunun misallerini Naziler ve Faşistlerin saldırılariyle yakın mazide gördük. Hatırlanacaktır ki, gerek Naziler ve gerekse Faşistlerin “hayat sahası” Türkiye’yi içine alıyordu! Bu onlarca iki sebebe dayanıyordu: a) Türkiye’nin jeopolitik mevkii; b) Aryan ırktan olmamak. Askerî güç artılışına göre teşkilâtlanmış ekonomilerin, özellikle Alman ekonomisi ne gariptir ki, millî gelirin önemli bir oranını harp içinde harbe tahsis edememiştir! Almanya’nın karşısında çarpışanlar harp içinde millî gelirin daha büyük harp ihtiyaçlarına ayırabilmek gücünü bulmuşlardır. Burada ekonomik gücü hiçe sayıp myth’e inanan Musolini’nin İtalyan Ansiklopedisindeki şu sözleri tekrarlayalım.

“Faşizm, hâlen ve her zaman, kahramanlığa ve ululuğa inanır; kısaca doğrudan veya dolaylı olarak ekonomik saiklerin tesiri olmayan hareketlere inanır.” Gerçi bu akımın yirminci asırdaki temsilcilerinde ekonomiye uygulanan bir plân görüşü vardır; fakat bu, harp hedeflerine göre yürüyen bir plândır.

1933 seçim kampanyasında bir programla çıkmayı reddeden Hitler şöyle diyecektir: “Çünkü bütün programlar nafiledir”. Aynı Hitler 1930 da sosyalistleri tarafına çekmek için “kahrolsun kapitalizm” dediğini ve bunu politik sebeplerle yaptığını bir sanayiciye yazmıştır. Değişik sınıf gerçeklerini oportünist tarzda bağdaştırmakta Musolini de Hitler’den farklı değildi.

Gelelim Türkiye’ye

Türkiye’de Türklük üzerine yazı yazmış kimse olarak Ziya Gökalp ırkçı milliyetçiliği reddetmiştir. Bununla beraber diğer neşriyattan da açık olduğu üzere ırkçı milliyetçilik Türkiye’de vardır. Irkçı milliyetçiler kendi sistemleri içinde tutarlı hareket ettiklerinde memleketimizin içinde bulunduğu problemler karşısında ne tutum alabilirler?

Türkiye gelişmemiş bir memlekettir, yani kişi başına gerçek millî gelir düşüktür. a) Kalkınma bunu yıldan yıla artırma çabasıdır. b) Fakat bu artış kâfi bir ölçü değildir, sosyal ve politik denge sağlamak için artan gelir âdil bölüşülmelidir. Kalkınmanın tek yolu, yüksek nüfus arışı karşısında daha fazla yatırım yapmaktır. Yatırımın gerçek kaynağı da gerçek iç ve dış (yabancı kredi) tasarruftur. Şu halde, bu tasarrufu artıran yoları bulmak zorundayız. Diğer taraftan bölüşümün âdil olması için, millî geliri bölüşen taraflardan yahut sınıflardan biri diğeri tarafından istismar edilmemelidir. Bu ise istismar imkânlarının kaldırılmasına bağlıdır. Bu kaldırmayı yapabilmek için de istismar edilen taraf dâvasını kamu oyunda ve gerekli politik kurumlarda bir baskı gurubu olarak ortaya koyabilmelidir. (141-142 nci maddelerin anti demokratikliği bundandır). Halbuki, ırkçı milliyetçilik sosyal ve ekonomik bir değişim getirmediğine göre, yani reformcu olmadığından, mevcut sosyal düzen ile yukarki problemlere nasıl bir hal şekli getirilebilir? Irkçı milliyetçilikte bunların makul bir cevabı yoktur.

Aksine, millî kalkınma ve insanca yaşama ereği, onlar tarafından sistemleri içinde ele alınamaz. Daha faza gerçek millî gelir ve onun insanca bölüşümü ırkçı prensiplerle bağdaşamaz. Savaşçı olmak, acımamak, Hitler’in  tabirile “erkekçe hareket”, âdil bir bölüşümün yanından geçemez. Hümanist bir tutum onların tavsiye ettiği kişisel ve millî davranışa aykırıdır. Onlardan hâlen Anadolu’nun her köşesinde orta çağda da eski şartlar içinde yaşayan büyük kütlelerin kamu oyuna gelmiş problemlerinden hangisine eğildikleri ve hangi yolu gözettiklerini sormak gerekir. Onlar, “kommünizm tehlikesi” sloganiyle çalışanların ezilmesinin âleti olmaktadırlar.

Irkçılık, sosyal ve ekonomik açıdan muhafazacı kaldığına, Hitlerin söylediği gibi sosyalizm kelimesini sadece diplomasi için kullandıklarına göre, mevcut sosyal ve ekonomik sistem içinde nelere sebep olabilir?

1- Türkiye savunmasını çeşitli anlaşmalara bağlamıştır. Şu halde bu bağlar mevcut iken savaşçı saldırgan olamaz.

2- Nüfus artışı oranı yüksek dolayısıyle tasarruf oranı düşük olduğu için sermaye birikimi için yabancı sermaye (krediye) muhtaçtır. Halbuki yabancı sermaye Uluslararası, yani millî olmayan özellik taşır; ve yabancı finansman merkezlerinde ırkçıların karşıt oldukları Musevilerin nüfuzu büyüktür.

3- Türkiye’de çeşitli ırklardan azınlıklar mevcuttur.

4- Türkiye’de gelir bölüşümünde büyük âdaletsizlikler mevcuttur (Plânlama hesapları).

Şimdi ırkçı bir politik sistemi biz kendi içinde tutarlı kabul edip Türkiye’ye tatbik etmek istediğimizde (yani sistemi de tutarlı şekliyle aldığımızda, derme çatma olarak kabul etmediğimiz varsayılınca) yukarki varsayımlar veya şartlarla hemen görülecektir ki ırkçı tutum Türkiye’de tezatlı yollara girecek, problemleri ağırlaştırarak bizzat millî gücü düşürecektir, neticede eklektik, tam dejenere despot bir sistem olacaktır.

Üstün ırk sloganiyle beslenen, savaşçı diye yetiştirilen kitleleri tutmak gıdalandırmak savaşla olur, Hangi silâhlarla kime karşı savaş başlatılacak? Anlaşmalar müsaade etmeyeceğine, daha doğrusu ırkçı bir Türkiyenin katılacağı bir müşterek harp kararında Türkiyenin önemli bir sözü olmıyacağına göre, saldırganlık mevcut azınlıkların fethedilmesi yönünde olabilir. Halbuki bizdeki azınlıklar meselesi artık dünya kamu oyunda uluslararası bir konu olmuştur. Azınlıkların içinde musevi vatandaşların kaderi yabancı yardımla yakından ilgilidir.

Diğer taraftan “millet sınıfsız bir yığındır” görüşü ile hareket edildiğinde sosyal adalet onlarca mesele olmayacağından sınıf farkların yarattığı problemler Türkiye’yi sonu meçhul neticelere sürükleyecektir. Büyük şehirlerin yarısına yaklaşan büyüklükleri ile gecekondu gerçeği ırkî myth’lerle halledilemez. Irkçılar bu konulara eğildikçe ve konuları eklektik değil de bütün olarak ele aldıkça çelişmelerin içinde bocalayıp duracaklardır. Irkçılar Batı ölçüleriyle, gelişmemiş Türkiye’nin sorunlarına eğilme cesaretini gösterebilirler mi? Bunun için önce bugünün Batı kıymetlerini tanımaları şarttır. Kağnıya myth’den yapılma bir motor takmalıyım.

 

Kaynak: Küçükömer, İdris (1962). Irkçılığın Kaynakları ve Türkiye, Yön, 139, 5 Aralık 1962, S. 12; 140, 12 Aralık 1962, S. 11.

 

 

 

 

 

© 2006