Tarih, Felsefe ve Psikoloji

 

 

Anasayfa

 

Hekimin Teşhisi ve Psikanalitik Edebiyat Eleştirisi

 

Ömer Şirin

 

“Psikanalizde sadece abartılar doğrudur.”

T.W. Adorno/ Minima Moralia

 

Giriş

Aşağıda doğrudan psikanalitik edebiyat eleştirisinin ne olduğunun tarif edilmesinden çok, ya da bu yollu bir suale verilecek bir cevaptan çok, söz konusu cevapta, sorunun kendisini muhatap alarak, birtakım analojilere başvurularak kaleme alınmış bir metin vardır.  

Bu çalışmada ana sav olarak ele alınacak nokta; marazî bir bütünde (beden), semptomların marifetiyle temsil edilen “marazî yapının”, iç ve dış nedenlerle ilişkilendirilmesi, hekimlikte ve edebiyat eleştirisinde1, karşımızda bir varoluş tarzı olarak marazın bitmiş/tanımlanmış bir kip durumunda olmaması, ve bu varoluş tarzının, bizim ilgi sahamızın merkezinde, kapalılığıyla, örtüklüğüyle bir varolan olarak ikâmet ediyor olmasıdır. Başka bir ifadeyle; bu çalışma, mahiyet’i ve görünüm’ü, birbirini tamamlayan iki farklı katman olarak incelemeyi istemektedir. 

İlkin, psikanalitik edebiyat eleştirisinin ne olduğunu irdeleyeceğiz; daha sonra metnin “bir semptomatik mekân” olduğunu savunacak; “yazarın niyeti-amacına” değinip, metin üzerinden aslında kendimizi anlamaya yönelik bir çalışma icra ettiğimizi ileri süreceğiz; sonuç bölümündeyse, ben/sen ikiliğinin içiçeliğini “ben bir başkasıdır” ve “metnin bir ikame olarak temsil yeteneği” başlıkları adı altında inceleyecek ve çalışmayı sona erdireceğiz.  

*           *           *

Psikanalitik Edebiyat Eleştirisi Nedir?

Bunu, ilkin, formel bir cümleyle, ya da kitabî bir bilgiyle ifade etmek yerine, anonim bir şekilde şöyle söylebiliriz:

“Psikanalitik edebiyat eleştirisi; metni yalnızca bir edebi ürün/kurmaca olarak değil, ayrıca bir de, yazarını da bilgilenim sahasına katarak metnin sunduğu semptomatik yapıyı tahlil eden bir okuma türüdür”.

Kitabî olarak ise, psikanalitik edebiyat eleştirisini neliğinden çok niçinliğinden faydalanarak şöyle ifade edebiliriz:

“Freud’un bilinçaltıyla ilgili buluşlarına dayanan bu yöntemi, bazıları sanatçının psikolojisini, bilinçaltı dünyasını, cinsel komplekslerini vb.. ortaya çıkartmak için; bazıları aynı zamanda, bu buluşları eserlerini yorumlamak için kullanmış, yine bazıları da eserlerindeki kişilerin psikolojisini, davranışlarını açıklamak amacıyla bu kişilere uygulamıştır.” (Moran, 1991: 132)

Berna Moran’a göre, bu yöntem, yaratmanın bilinçaltı kaynaklarını açıklamak iddiasındadır; ve sanatın ne sebeple doğduğu, sanatçının niçin eser yarattığı sorularına cevap da vermeye çalışır. Görülüyor ki psikanalitik eleştiri bir yöntem, bir vasıta olarak kullanılagelmiş; ancak Noman Brown’a göre, “psikanaliz herhangi bir sanat teorisi  geliştirememiştir”, ama “sanatın tematik içeriğinin doğası hakkında devrimci yeni fikirler gündeme getirmiştir. Sanatın tematik içeriği bir anlamda her zaman insandır; sanatın içerik-analizine psikanalitik katkı insan doğasının anlaşılmasına yaptığı katkıdan başka bir şey değildir” (Brown, 1996: 65). “Sanatın tematik içeriği”nin insandan oluşması, belki de, tek başına bir çalışmanın konusu edilecek derinlikte ve önemdedir, ancak burada bundan söz edilmeyecektir.

Semptomatik yapı: metin/hasta mekânı

Psikanalitik eleştirinin ne olduğu sorusuna verilen cevaplardan ilkinde,  göze çarpan nokta, sempomatik yapıdır. Semptomatik yapı meselesine değinmeden önce, semptomun neliği üzerinde biraz düşünelim. Çünkü, tek başına “semptomatik yapı” belirli bir anlamla yüklü değildir; herhangi bir tahlil teşebbüsünde, bu ibarenin, linguistik olarak bile, “tek” olmadığı görülür ve bu yüzden de daha aşikâr bir hale getirilmesi elzemdir. Öyleyse, “nedir bir semptom?” Şöyle bir şerh kaçınılmazdır: 

“Bulgu ve semptom aynı şeydir ve aynı şeyi söylerler: Şu ayrı olmak üzere, bulgu kesin olarak semptomun olduğu şeyi söyler.  Maddesel gerçekliği içinde bulgu, semptomun kendisiyle özdeşleşir; semptom, bulgunun kaçınılmaz morfolojik [yapıbilimsel] dayanağıdır”. 2

Bu şerhin gösterdiği şey, semptom ve bulgunun hastalıklı bir bütünde bir arada müşahede edildikleridir. Çünkü, “(..) hastalık kendini gözlemciye semptomlar ve bulgular aracılığıyla gösterir” (s. 112). Semptom’u tek başına ele aldığımızda, (onu) şöyle tanımlayabiliriz: Belirli nedenlerden dolayı sağlıklı bir bünyede oluşan lezyonlar, tahrişler, en geniş haliyle de, bir hastalığın önbelirtileri olarak, henüz bulgu safhasında olmayan emareler. Belirli bir şüpheyle hekimi elzem hale getiren, hastalanma riski taşıyan bireyi hekime götüren ham neden, öncü  semptomlardır. Bunlar;

“hastalığın kendini gösterdiği biçimdir: Tüm görünür olanlar arasında öze en yakın olan odur; ve hastalığın ulaşılamaz doğasının ilk çeviriyazıdır. Öksürük, ateş, böğürlerde ağrı ve nefes alma güçlüğü zatülcenbin [sıtlıcan] kendisi değildir -zatülcenp kendini asla duyulara sunmaz, “yalnızca usavurmayla ortaya çıkar”- ama yine de “başlıca septomu” oluştururlar, çünkü patolojik bir durumu( sağlığın tersine), hastalıklı bir doğayı (örneğin zatürreeden farklı olan) ve en yakın nedeni (seröz sıvı toplanması) belirtirler”. Semptomlar, hastalığın görünür ve görünmez, biraz gerideki, değişmez yüzünü gösterir” (s. 113).

Öte yandan tek başına bulgu ise, “haber verir: Tahmini olarak, ne olacağını, tarihsel olarak, daha önce ne olduğunu; tanısal olarak şu anda ne olup bittiğini. Bulgu, tanımaya imkân vermez; olsa olsa ondan yolla çıkarak keşif yapılabilir” (s. 113).

Semptom dildir; patojeniden malûmatlar içerir. Patolojik bir nüvenin kıpırdanmaları ‘varlık-içinde-varlık’ mekânıdır. O, bir haberci ve resmedicidir. Semptomu görmek3, gizli olanı tasvir etmek, resmetmektir; Wittgenstein’ın olumsuzladığı, bizimse, ondan ödünç alarak soracağımız soru şudur: “Semptom, neyi tasvir eder?” Tasvir ettiği, açık ki, hastalığın, tablonun dökümü, saklı kalmış görünümüdür. Semptom ancak bir yorumla anlam bulur: Tıpta, kızarıklık, ateş, bulantı, dökülme gibi semptomlar bir tıbbî marazın önbelirtileri; psikolojik bir rahatsızlıktaysa -örneğin saplantı nevrozunda- “hastanın ilgilenmediği düşünceler”, “çok tuhaf gelen dürtüler”, “ona zevk vermeyen, ama bir türlü engel olamadığı şeyler”, “kara kara düşünme”, “spekülasyonlar yapma”, “anlamsızlık”, “çocuksuluk”, “sıradan yaşam faâliyetlerinin birer tekrara” ve “törensel ayrıntılara” dönüşmesi gibi semptomlar da en azından hekim tarafından  “saplantı nevrozu” olarak yorumlanır.   

Tüm bunların gösterdiği, bir beden/metin üzerindeki bulgular ve semptomlar, beden/metinin hep görünenden fazla olduğu ve saklı bir iç mekânın dış görünüme hükmettiğidir. Bu yüzden, daima, onu anlamada, hastalığının ne olduğunu teşhis etmede, marazî yapının dışta sunduklarıyla yetinmek safdillik olur. Bir çırpıda, hekim şöyle bir bakmayla, ya da eleştirmen şöyle bir okumayla, kendi bilgi nesnelerini tanımlayamaz, ondan üstün körü edindikleriyle bir mahiyete varamazlar.

Buraya kadar, tıbbî hastalığın, kabaca, bulgular ve semptomlar yardımı olmaksızın teşhis edilemeyeceğini; görünüm’den hareketle de bir mahiyet’e ulaşılamayacağını semptom/bulgu ikiliğiyle göstermeye çalıştık. Semptom, hem tıbbî hastalığın teşhisinde hem de metinsel hastalığın teşhisinde kullanılacak bir vasıtadır. Burada, bundan sonra, soruşturma mekânımız, insan bedeni değil metnin ta kendisidir. Herhangi bir eleştiriyi mümkünleştiren gerekli araç, metinde, yazarın iç dünyasını kelimeler dolayımıyla nesneleştiren yazarın amacı/niyeti: Kendi sınırlarını çizen, böylece uzakta duruş noktası ve bir ufuk olarak tezahür eden, yazarın metin inşa etme meramıdır. Buna karşılık hastalıklı bedene yöneldiğimizde, bilinir ki, metinde anlaşılmayı mümkünleştirecek ipuçları yerine, hastalığın normal dışına doğru sağlıklı bedeni tahriş ederek sürüklediği bir bedenle karşı karşıyayızdır.

Metni anlamada niyet-amaç uğrağı-duruşu

Bir hasta/metin mekânı varsaymak, görünenin ardında hep saklı, örtük kalmış bir doğayı ya da yapıyı da varsaymak demektir. Bu varsayımın bizi sevk edeceği “sakıncalı bakışa” meyil vermeme, belirsizi görünür kılma ve izâfî bir sabitliğe ulaşma temennisi,  sürekli bir akış halinde anlam inşa ederken, ilgi alanımızın da bizimle beraber, sürekli bu akışın bir iştirakçisi olduğunu bilerek, hasta/metne belli bir duruştan, yeğin bir mekândan bakmayı zorunlu kılar. Bunun kifayetli olduğunu söylemek, metinde hakiki anlamın olup olmadığı sorusundan muzdarip olmamayı ve yalnızca “bakmayı” değerli bulmak anlamına gelir. Akışkan ve sürekli yorumlardan oluşan okur, şunu kabul etmelidir ki, belirli bir durumun habercisi olarak semptomlar, metinde niyet/amaçtan asla koparılamaz; çünkü metnin ilksel varoluş gerekçesini, yazarın metin kurma niyet/amacını bu semptomlar teşkil eder. Benzer durumda hekimlikte, semptomlar, gerçekten de, hastada bulgu elde etmeden çok önce, örneğin zatürreenin, semptomları mıdır? Hekim bunu anlama ve açıklama yolunda, bir tür kesinlik istemiyle, “test”, “röntgen” ve “hastayı dinleme” gibi  bir dizi tıbbî yollara başvurur. Belirtilmeli ki, buradaki kesinlik bir metni anlamada kullanılacak ya da içkin bir amaç olarak akılda tutulacak bir şey değildir. Böyle bir istemle girişilecek herhangi bir metin okuma, eleştiride metni tahrif etmekten öteye gidemez. Okur, metne gizlenmiş amacı keşfedebilmek için, yüksüz bir okuma yaparak, “gizlenmiş anlama” herhangi bir duruş edinmeksizin ulaşabilir mi?Buna, eksiz bir  cevap verebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Ama, en azından, bedenin “anlamlı bir oluş olarak okunması”; buna karşılık, metnin “anlamlı bir insan eylemi olarak” okunması, yeni imkânlar açması nedeniyle “anlamı gerçekleştirme” faâliyetinde başarıya ulaşmada bizi bir adım daha ileriye sevk edebilir. Çünkü anlam, yalnızca ne yazarın amaçladığı ne de okurun metinden edindiğidir, ama daha çok her ikisinin de ufuklarının kaynaşmasıdır.  

Öte yandan, Freud’tan sonra, insanın, anne-baba-çocuk üçlemesinde okunmaya başlanması, bize bilinçdışının bir icat mı, yoksa bir keşif mi olduğu sormaya itiyor. Ama cevap ne olursa olsun, psikolojide bilinçdışının icadı/keşfi4 ve vaat ettiği gizlilik, eleştiride pek çok eleştiri/okuma yönteminin yanında, psikanalitik eleştirinin de önemli olduğunu; yine eleştirinin kendisi, amaç/metinlerdeki gevşek dokuyu göz önünde bulundurması ve bunu sıklaştırması koşuluyla, amaç/metinlere yeni okumalar sunarak yerine getiriyor. Benzer şekilde, hekimlikte, kullanılan teşhis yöntemlerinde de, bireysel farklılıkların da göz önünde tutulmasıyla ve hastalıkların  kimi sağaltıcı ilaçlara gösterdikleri direncin artmasıyla, uzlaşımsal olarak kabul edilmiş teşhis yöntemlerinde belirli oranlarda revizyon zorunlu hale gelir. Böyle bir diyalektik ilişki, edebiyat eleştirisinde Freud’tan sonra eleştirmenlere bir metni anlamada ve açıklamada yeni bir imkân olarak gözükür. Bu yüzden, kabaca diyebiliriz ki, okunmak/eleştirilmek için yeryüzünde ne kadar yazılı metin varsa, bir o kadar da yazarından derin etkiler ve izler taşıyan, bir bakıma yazarının bilinçdışısı gibi hareket eden metin paradigmaları var; ve bu paradigmalar, “sözlü ve yazılı olarak dilin bir söylem olarak yazılmasını ve söylenmesini içerir” (Ricouer, 1990: 28). Söylemdeki sabit olmayış yüzünden, eleştirmen, bir metni farklı okuma noktalarından değerlendirirken daima kesin ve doğru bir tahlile gidemeyebilir; bu yüzden eleştirmen, eleştiri skalasına yeni bir okuma türü eklemelidir ki metnin söylemindeki oynaklık telafi edilebilsin. Özetle, psikanalitik eleştiri, metni anlamlandırma/sabitleme yollunda kullanılacak araçlardan yalnızca biridir.

Eğer psikanalitik eleştirinin/okumanın, yazarı hastalıklı bir bütün olarak okuduğunu, kabul edersek, hastanın bazı “olayları unutmuş, ve yaşamından dışlamış olması” (Avtomova, 1989: 163) bize, hastalığın bir izdüşümü olarak ya da semptomları olarak karşımıza çıkardığı kristalleşmiş haller, hastada “grip”, “kanser”; yazarda ise “bilinçdışı gibi hareket eden metin” olarak görünür. Metnin bileşenleri olarak tanımlayabileceğimiz ve insan varlığının tezahürleri olarak karşımıza çıkan ve onu tanımlamada önemli birer uğrak olarak uğranılması gereken; “haz, oyun, düş, mit, mekân, simge, fantezi ve temsil” gibi mefhumlar birer estetik nesne gibi yorumlanabil(mekted)irler. Fakat bundan daha önce ve daha kıymetli olarak yapılması gereken şey, bu mefhumları insanın estetik yaşamına katılan estetik süsler, onu tanımlayan meseleler olarak değil de, onları daha çok “toplumsal sürecin bir çeşit “birincil tözü”, “insan varoluşunun” tam da “temelinde yatan şeyler” olarak düşünmektir (Eagleton, 1998: 272). Yani, herhangi bir psikanalitik okumada/ eleştiride, yukarıdaki estetik süsler ve toplumsal sürecin cevheri olarak tespit edilen bu mihenkler, aslında bir psikanalitik okumanın zorunlu ve gerekli vasıtalarıdır. Bunun tersi olarak, tıpta hastalığın teşhisi için gerekli estetik süsler ise (öksürük, ateş, kusma, bulantı…gibi dış ve iç semptomlar) hekime teşhis imkânı  temin ederler. Bu yüzden hekim, hastalığı sağaltmada, öncelikle dışsal semptomları sonra da içsel ya da örtük semptomları teşhis etmeye çalışır; en son safhada hekim hastalığı adlandırır ve reçete verir. Tek bir hekimin sözü, özellikle ağır bir vakada, bizi iknâ etmeyebilir; bu yüzden daima ikinci bir teşhis gereksinimi duyarız. Bu, ilki tarafından aralanamayan örtüyü açar. Eleştiride bu, Marksist bir eleştiri de olabilir, fenomonolojik bir eleştiri de, diğer eleştiri teknikleri de. Çünkü anlam inşa etmede, her eleştiri yalnızca bir uğraktır (moment).  Dolayısıyla ikincil bir yöntemi herhangi bir metinde yazarın amacını anlamada kullanma, bizim ne tür eleştiriler  gerçekleştirmemiz gerektiğini ve yazarın aşısız olarak anlam doğasına saldığı amaçlı-metninde nasıl bir anlamlandırma faâliyetinin okurlarca ifa edilmesi gerektiğini ve böylece de ufukların nasıl bir mekânda kaynaşacağını da söyler.   

Yazarın niyetini/amacını anlamada, yazarın metin olarak sunduğu, ve böylece de,  belirli bir dolayım inşa ettiği metinde bir uğrak olarak karşımıza çıkan bir türdür psikanalitik okuma; yani bir metne kaç türlü girileceği sorusunu yanıtlarken, verilecek yanıtların zeminini oluşturan okumalardan sadece biri..

Bir metin üzerinden “başkasını-deneme” ya da “Einfühlung”5:

Bir kendini-anlama

Şu ana kadar, hekimin teşhisinin ve psikanalitik edebiyat eleştirisinin farklı amaçlar doğrultusunda da olsa benzer yöntemlerle aynı vazifeyi icra ettiklerini savunduk: anlama. Savımızı kanıtlamak için, bir hastanın hastalıklı yapısının “semptomlar” ve “bulgular” vasıtasıyla tespit edildiğini ve bir metnin bizim okuyarak girebileceğimiz anlam dünyasında, yazardan semptomatik yapılar taşıdığını iddia ettik.

Bu iki insanî faâliyet, biri hekimlikte, diğeri de edebiyat eleştirisinde, bilgi nesneleri açısından birbirinden çok farklı iki sahada bir faâliyet icra etseler de, esasında, her ikisi de başkasını anlamayı, onun yerine geçip onun gibi düşünmeyi amaçlamaktadır (einfühlung). Bu faâliyet, bir tür “estetik haz” olarak da tanımlanabilir. Bunu biraz daha açmamız gerekseydi, şöyle söyleyebilirdik:

Bu iki insanî faâliyet, biri hekimlikte, diğeri de edebiyat eleştirisinde, bilgi nesneleri açısından birbirinden çok farklı iki sahada bir faâliyet icra etseler de, esasında, her ikisi de başkasını anlamayı, onun yerine geçip onun gibi düşünmeyi amaçlamaktadır.  Bu faâliyet, bir tür “estetik haz” olarak da tanımlanabilir. Bunu biraz daha açmamız gerekseydi, şöyle söyleyebilirdik:

“Estetik haz, bir (duyulur) obje’de kendi kendimizden haz duymam, kendimi onda yaşamam demektir. Obje’de duyduğum şey, genel olarak söylenirse, hayattır. Ve hayat, kuvvettir, içten bir çalışmadır, çabalamadır ve bir şey ortaya koymaktır” (Wooringer, 1985: 13). Bu faâliyetleri gerçekleştirmem tamamen bana, daha doğrusu, karşımdaki obje’ye kendimden yüklediğim kimi insanî özelliklerimi yansıtmamda ve bu özelliklerin onda var olmasını ve onların görünür olmasını  istememe bağlıdır. Görülüyor ki, bu objelerin/metinlerin  kendi başlarına gelip gözümüze takıldıkları gibi bir pasiflik değildir, çünkü “her duyulur obje, benim için varolduğu sürece, daima iki öğenin, duyulur veri ile benim kavrayıcı etkinliğimin bileşkesidir.../.. Her yalın çizgi, kendisini olduğu şey olarak kavramayı bekler” (s. 13). Bu savdan yola çıkarak, biz, daha karmaşık, sık dokulu metinleri nasıl olduğu gibi kabul etme faâliyeti sergileyeceğiz ki? Bu imkân, biraz eklektik bir faâliyetle, psikanalitik edebiyat eleştirisinde mümkün olabilir. Çünkü bir metin ne kadar sık dokunursa dokunsun, o, bir biçim olarak ben’den aldıklarıyla, benim ruhsal-tinsel dünyamla ve “benim aracılığımla”, ben’de, “benim etkinliğimle bir biçim almış olur”(s. 15)

Edebiyat eleştirisinde, amaç olarak görülen metin, metinselliğinde (poetikasında) belirli oranda iletişim kaygısı da taşır; hatta bu, metne bildiri olarak gömülüdür. “Metnin, yapıtın, ta kendisi iletişimdir” (Blanchot: 1993, ??).

Başkasını-deneme ya da özdeşleyim, metne yönelme  doğrultumuzda-amaç yönümüzde-, bize, kurulu metinde yazarın aslî amacının ne olduğunu, ya da yazarın metne gizlenmiş patolojisinin nelerden mürekkep olduğu anlamamızı (verstehen) sağlarken; ayrıca bir de, bize, ontolojik olarak tanımlanabilecek kimi edebi imkânları da sunar. Bunu, Habermas’tan hareketle yorumsamacı (hermenötik) bir faâliyet olarak tanımlayabiliriz. Habermas, psikanalizin hem bir bilim dalı olarak kendi üzerine düşünme boyutuna sahip olduğunu hem de öznelere kendi üzerine düşünme olanağı tanıdığını söyleyerek şöyle bir tanım yapar: psikanaliz, “birey, terapötik olarak yönlendirilen kendi üzerine düşünme gereksinimi içerisinde olduğundan da kendini yeniden inşa ederek biçimlendirmeye çalışan bireyi araştıran, bireyin kendi gelişmesine engel olarak gördüğü şeylerin nedenlerini sorgulayan bir hermenötik türüdür (Aktay, vd, 1991: 61). Psikanalitik edebiyat eleştirisi, kendine has yöntemleriyle ve bilgi sahasıyla başkasını anlamada, bilgi nesnesini anlamlı bir metin gibi gördüğü sürece, “insanın her türlü eyleminin konuşma gibi bir bildiri içeriği vardır”6 savına ulaşabilir, ve bu yüzden psikanalitik edebiyat eleştirisi, yüzleştiği hastalıklı bütüne ve onun eylemine mütemadiyen, en azından, bir bildiri kırıntısı içerdiği önkabulüyle yaklaşmalıdır:

“Eylemleri, yalnızca kendilerine özgü yüklemlerle ifade edebiliriz ve bu yüklemler bir cümle yapısını oluşturan özne, tümleç gibi tamamlayıcılarla değişken birçok anlamlılık kazanırlar. İnsan eylemi, bildiri içeriği taşımasını yanı sıra konuşma eylemi gibi belirli kurallara göre ifade edilme tarzına da sahiptir. Eylemin bildiri içeriği ve ifade tarzı bir arada, onun yazıyla saptanmasını imkânlı kılan anlam içeriğini oluştururlar.../.. Nasıl sözlü söylem (konuşma), bir görünür bir kaybolur nitelik taşıdığı halde, anlam içeriği (noema, söylenen) sayesinde yazıyla saptanıp kaydedilebiliyorsa, benzer özellikleri bulunduğu için her türlü insan eylemi de aynı fırsattan yararlanabilir” (s. 79)

Bu uzun alıntı, bize, yazıyla saptanan herhangi bir insan eyleminin anlamlı bir metin gibi okunabileceğini savunurken, yazılı ve sözlü kültür ürünleri arasında geçişlerin mümkünlüğünü gösteriyor; ve herhangi bir metindeki tek bir patoloji şüphesi uyandıran nokta  dahi, ayrıca bir metin olarak görme cüretini veriyor. Diyebiliriz ki, sergilediğimiz her eylem zaten anlaşılmayı kolaylaştıracak, hatta mümkün kılacak birtakım gramatik tamamlayıcılar içeriyorsa, kendi eylemimizi başkası nazarında olumlu buldukça ve eylemimizin onandığına müşahade ettikçe, aynı yolla biz de bir başkasını böyle deneyimleyebilir, onun gibi davranabiliriz. Bu yer değiştirebilme kabiliyeti, başkası üzerinden bize kendimizi anlama olanağını da verir. Edebiyat eleştirisinde, tüm insanların benzer psişik aygıtlara sahip olduklarını ve tüm insanların benzer  psikolojik süreçlerden geçtiği varsayımı, aslında, ister istemez bizim bir başkasının psikolojisi hakkında birtakım kestirimlere varmamızı mümkünleştiriyor.

Psikanalitik edebiyat eleştirisi bize, edebiyat eleştirisinde formel birtakım vasıtalar sunarken, üstte de bahsettiğimiz gibi, başkası üzerinden kendimizi anlamamızı da imkânlı hale getirir. Bu karşılıklı zorunluluğu, yani “anlamayı”, Habermas pratik bir istem olarak görür ve bunu şöyle ifade eder: Başkasını anlama, “Ben” ile “Sen” arasındaki ayrışmayı zorunlu kılar. “Ben”in kendisini anlaması, “Sen”in anlaşılmasını gerektirdiği gibi “Sen”i anlamadan “Ben”in kendini anlaması imkân dışıdır. “Ben” ve “Sen” arasındaki ilişkiler ve bunların karşılıklı anlaşması değiştirilebilen ve yeni biçimlere dönüştürülebilen” (Aktay, vd.: 60) bir ilişkiselliktir. Sen ve Ben, burada, anlam için bir önkoşuldur. Yani “başkası, benim için öylesine köklü bir anlam bütünüdür ki, bu anlam-bütünü benim için bir gerektirme olarak belirmektedir: en içimde başkası vardır; “sen” benimle içiçedir (Uygur, 1998: 173) Husserl üzerine yaptığı çalışmasında Nermi Uygur, “sen”in “ben”den önce olduğunu ve bunu “ben”in kurulması için olmazsa olmaz olarak görür. “Kendimden öte herhangi bir şeyin, hatta her çeşit ben-kültür anlamından sıyrılmış bir şeyin konabilmesi, ondan önce “sen”in yaşanmış olmasını, bendeki bir sen-bilinci gerektirmektedir; böylece, kendi, benimden öte konstitute ettiğim [kurduğum] ilk varlık-anlamı, ilk ben-olmayan, bir cisim ya da “şey” değil, benim gibi başka bir ben’dir (s. 185). Husserl bunu şöyle pekiştirir: “Demek ki, kendi başına ilk yabancı olan (ilk-ben-olmayan) başka-bendir”7. Son derece mühim olan bu fenomonolojik ifadeler, bir “ben” zemininde durdukça, psikanalitik edebiyat eleştirisinin neliği de, yöntemi de belirli oranlarda, bir izah çerçevesine oturtulabiliyor. Uygur, yine aynı çalışmasında, “biz”in diğer parçası olarak “ben”i her zaman kendimden saydığım ya da kendimi kendilerinden saydığım: ailemle, akrabalarımla, soyumla, sopumla alışverişte bulunan (Uygur, 193) bir kesim olarak tanımlar. Şimdi, böyle bir bakışla, böyle bir işteşlik kipiyle tanımladığım, yerleştirdiğim kendimi başkasını deneyimlemeden kuramıyorsam, neden öyleyse başkasını yok sayayım? “Ben”i böyle bir ufka sokan, daima, bir yer değiştirme istemidir; ve bunu, psikanalitik edebiyat eleştirisiyle yapmak pekâlâ mümkündür. Varoluş kipim ne olursa olsun, Husserl’e göre, tek insan ister varlığını yoğunlaştırsın isterse de varlığını korkuya salsın, hep başka ben’leri hesaba katmak zorundadır (s.193). Bir tür başkasına-gömülü-varlık olduğumuzu, başkasının yaşamına içkin olduğumuzu, başkasının da bizim yaşamımıza içkin olduğunu Husserl şöyle dile getirir: “Başkası hep yaşama ufkumun içindedir; tıpkı benim kendimin, her zaman, yaşadığım ufkun içinde olduğum gibi.. Öyleyse, denilebilir ki, bu, bir “ufuklar kaynaşmasıdır”; ve “ben” karşılıklı, içiçe-geçmişliklerle, “başkalarının-benimle-birlikte-varolmaklıkları”yla (Mitdasein, Mit-sein) ve bunun en üst seviyede farkındalığıyla başkalarıyla-birlikte- eylemlere girerim (Mithandeln).

Sonuç Yerine

Buraya kadar, “sen/ben” diyalektiğinden hareketle diğerini denemeyi, ve böylece bu yolla kendimizi nasıl kurduğumuzu, ve bir-ben-bilincine nasıl vardığımızı göstermeye çalıştık. Bunu, bir metin üzerinden, bir şartla, yapabilmek mümkün. Bu şart, yüzleştiğimiz bir metnin bir insanın anlamlı bir eylemi olduğunu ve eyleyen’den birtakım psikolojik ve fenomenolojik izler taşıdığını kabul etmekten geçmektedir. Son olarak, aslında, “bir ben’in başkası olduğunu” ve “bir metnin bir başkasının  ikamesi” olduğunu savlayacak ve biraz da bu iki mesele üzerinde duracağız.

Neden psikanalitik edebiyat eleştirisiyle uğraşır bir insan? Bir metnin yazarını anlamak için mi, yoksa sadece metni anlamak için mi; ya da ikisini de birleştirip metindeki yapıyla hem yazarı hem de metni anlamak için mi? “Birleşik bir anlama işi” iki asli şerhle; “ben bir başkasıdır” ve “bir ikame olarak bir metnin temsil yeteneği”ile genişletilebilir:

“Ben Bir Başkasıdır”

Ünlü Fransız şair Arthur Rimbaud, “Kahine Mektuplar” isimli düzyazı-şiirinde kendisinin de bir başkası olduğunu ve, belki de bu yolla da, bir ikili-bütünlüğü 8 “Ben bir başkasıdır” diyerek kastetmiyor muydu? Öğretmenine yazdığı “kahince mektupta” Rimbaud (1999: 68), “kendimi topluma feda ediyorum” derken zaten kendi ben”ini başkasına adamaya başlamıştı bile. “Düşünüyorum” demek, yanlış bir şey. “Beni düşünüyorlar,” demeli (s. 68). Burada, tek başına düşünüyorumun yetmediğini, ben’in birilerinin eylemine maruz kalması gerektiğini, ancak ben’in “düşünülmeyle”, kendini dünyaya ait kılacağını görmek mümkün. 

Sonuç olarak, “Ben bir başkasıdır” önermesi, birkaç hareketli noktadan okunabilir ve bu noktalara içkin olan önbilgilerle belirli anlamlara, kanılara ulaşılabilir. Hiç kuşku yok ki, bu noktalardan biri de “başkasını deneyimleyebilme” hasebiyle, başkası’yla benzer gelişim çizgilerinden geçtiğimizden, belli suallere, soruşturmalara benzer cevaplar vermemizden kaynaklı olarak, başkası’nı bizim varoluş zeminimize sermesi nedeniyle, ve bizim bir “ben” olma sürecimizdeki katkısıyla psikanalitik edebiyat eleştirisi, belli oranda, bir varoluşsal okuma olarak da ele alınabilir. Şu unutulmamalı ki, “ben” dediğimizde, bunu dile serdiğimizde, bize bir tür “ayna” tutan “ben” kendim değilimdir. İşte bu nedenle, “ben”in bir başkası oluşu “ben” için, başkasını “nesne” kılmaktan çok, bu edimi ifa ettiğinde veya ederek “ben”, aslında hem ediminin nesnesi hem de ediminin faili olmaktadır. Bu elzem organik-ontik zemin, yaşamın içinde, ta kendisinde yer alır; ve herhangi bir “namevcudiyet”te “ben” organik-ontik zeminden mürekkep diğer öznenin/failin ifrazatıyla ikame olarak metnin temsil yeteneği ile yüzleşirim. “Ben”, “bir ortak havuzda” yüzüyor olsa da, başkasını ancak başkasının metniyle dikkate alır.

Bir İkame Olarak Bir  Metnin Temsil Yeteneği

Bir metin nasıl ve hangi eleştiri/okumayla okunursa okunsun, bu eyleme imkân tanıyan, yazar mevcut olmadığında yazarı ikame eden ve onun namevdudiyetini gideren bir metin vardır. Metin, karşımızda, mevcudiyetiyle bizi ilgilendirir. Yani, öncelikle, tüm okumaların üstünde, bir metne yönelme gerekçemiz, onunla ilgilenme sebebimiz, bizi de içine alan bir çevrede, ya da metin bizden farklı bir varoluş kipinde olsa da, bizim varoluş kipimizin onun varoluş kipiyle çevrili olmasıdır. O, çevremizdedir, ve bizi çevreler; bu yüzden o’na kayıtsız kalamayız. Şimdi, ben’imle aynı kipte varolan başkası burada mevcut olmadığında, onun yerine, ben, mevcut olmayanla söyleşmek istediğimde bir “namecudiyetlik” fark edip, söyleşmek istediğim başkasının yerine geçen, onun bir çeşit “mümessili” ile söyleşirim, yani metinle. Bu namevcutluğu metin, anlamlı yüküyle, bana, yazarın/başkasının burada olmadığını ama kendisinin bir mevcudiyet kapladığını söyler. Ve benden de, mümessil, ortadaki noksanlığı, benim onu okuma gerekçeme gömüp, böylece bir temsili gerçekleştirmeyi ummaktadır. Bu ilişki tarzında, yani “temsilde bize hatırlatılan şey sürekli şudur: burada bir “mevcut olmama” hali mevcuttur”(Güzel, 2001: 28). Toparlarsak, hem başkasını-deneme hem ben’in bir başkası olması hem de metnin temsil yeteneği dönüp dolaşıp tek bir amaca hizmet veriyor: “Anlamayı” varoluşsal bir çerçeveye oturtmak. Anlama, varoluşsal bir zemine yerleştirilmedir, çünkü “var-olan bir şey olarak (metin) sanat, var-olan şeydir ve bu anlamda kendi-başına olan şeydir. İnsan, kendi de dahil, böyle bir var-olanların real dünyası içinde yaşar ve böyle bir dünya tarafından çevrelenir. Onun ödevi, bu kendi başına var-olan varlığı incelemek ve araştırmaktır” (Tunalı, tarihsiz: 7). Bizler, birer var-olan olarak, etrafımızdaki diğer var-olanlar gibi olamayacağımıza göre, kendi otantikliğimizle çevremizdekilerle, onları tahriş etmeden onlarla-birlikte organik bir çevre kurabiliriz ve bunun yolu da, başkasını da bu işleme dahil eden bir “çerçeve” belirlemekten geçmektedir. Son olarak, psikanalitik edebiyat eleştirisini böyle bir çerçeveye dahil etme, herhangi bir yazarın patolojisini, niyetini anlamanın, ve bu yolla da kendimizi anlamanın, ve burada-konumlanmış-oluşumuzu (in-der-welt-sein) bir nebze de olsa idrak etmemizin müsebbibi olacaktır.     

Notlar

1 Hekimlik ve edebiyat eleştirisi analojiye temel teşkil etmektedir. Bundan sonra metinde sıklıkla bir arada kullanılacaktır.

2 (Foucault, 2002: 116).

3 Wittgenstein, “bir kelimenin veya cümlenin anlamı, onun normal kullanımından ibarettir” cümlesini göz önüne alır ve o “bu, ne iş görür” sorusunu sorar; “bu, neyi tasvir eder” sorusunu soruşturmasının dışında bırakır. O, bu yolla kelimenin ve cümlenin işlevselliğini keşfeder ama “bu, neyi tasvir eder sorusu” tam da bir şeyi resmettiğinden bizim ödünç olarak alıp soracağımız sorudur. Bkz. Wittgenstein’ın Din Felsefesi, Donald Hudson; çev.: Ramazan Ertürk, s.55 

4 Ulus Baker’e göre, bilinçdışı, Ignoramus= Bilmiyoruz: Bilinçdışının Bir Eleştirisine Doğru’da gösterdiği gibi Freud’un kendi ürettikleri ve kavramlaştırmalarıdır. Baker’e göre, bilindışı, okunacak bir çivi yazısı, yorumlanacak bir kutsal kitap, hele hele “karanlık bir dünya” değildir. Bkz. Ulus Baker, Aşındırma Denemeleri, Birikim Yay., 2001, İst., s. 12, 43 ve 44’teki dipnotlar.

5 Bu mefhum, burada,  iki anlamda kullanılmıştır. İlki, “empathy-sempati” diğeri se “özdeşleyim”dir. Özdeşleyim için bkz.: Worringer, Wilhem(1985); “Soyutlama ve Özdeşleyim” Remzi Kitapevi, İst. Empati, kaynak metindeki kullanımıyla ve orada amaçlandığı biçimlerle de göz önüne alınmıştır. Ayrıca bkz.: Uygur, Nermi,(1998) “Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Sorunu”, YKY, İstanbul.

6 (Ricouer, 1990: 79)

7 Husserl’den aktaran (Uygur, 1998: 185)

8 “ben başkasıdır”, başkası da bendir”.

Kaynakça

Avtonomova, Natalya (1989); “Lacan: Psikanalizin Yeniden Doğması mı, Yoksa Sonu mu?” Felsefe Dergisi, 1989/ 4, Sayı 30, s., 163-173

Blanchot, Maurice (1993); Yazınsal Uzam, (çev.: Sündüz Ö. Kasar), YKY, İstanbul.

Brown, Norman O. (1996); Ölüme Karşı Hayat, (çev.: Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yay., İstanbul

Eagleton, Terry (1998); Estetiğin İdeolojisi, (çev.: Hakkı Hünler vd.,) Özne Yay., İstanbul.

Foucault, Michel (2002); Kliniğin Doğuşu, (çev.: İnci M. Ünsal) Epos Yay., Ankara.

Göka, Erol, Topçuoğlu, A., Aktay, Yasin, (1999) Önce Söz Vardı, Vadi Yay., Ankara.

Güzel, Murat (2001); “Estetik Aklın Oluşumu: Yücenin Temsili Sorunu ve Siyasalın Eklemlenişi”, Tezkire, Haziran/ Temmuz 2001, Sayı 21, s. 27-36

Moran, Berna (1991); Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul

Ricouer, Paul (1990); “Anlamlı Bir İnsan Eylemini Metin Gibi Görmek”, (der.Rabinow, Paul, Sullivan W), (çev. Taha Parla), Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul.

Rimbaud, Arthur (1999); Ben Bir Başkasıdır, (çev.: Özdemir İnce), Gendaş, İstanbul.

Tunalı, İsmail (tarihsiz); Sanat Ontolojisi, Sosyal Yay., İstanbul.

Uygur, Nermi (1998); Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Sorunu, YKY, İstanbul.

Worringer, Wilhem (1985); Soyutlama ve Özdeşleyim, (çev.: İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, İstanbul.

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

© 2006