Göçmenliğin ruh sağlığı üzerindeki etkileri ya da İsviçre
Hastalığı
Serol Teber
(Serol Teber,
tanınmış bir tıp doktoru ve psikiyatrdı. Meslek
yaşantısını uzun yıllar Almanya’da sürdürdü. Göçmenliğin ruh
sağlığı üzerindeki etkileri, Dr. Teber’in
üzerinde çalışma sürdürdüğü özel uzmanlık alanları
arasındaydı. Bu konuya yıllarını veren ve çok
önemli bilimsel çalışmalara imzasını atan yapan bu
değerli bilim adamı, 13 Kasım'da İstanbul'da
yaşama veda etti.
Serol Teber İsviçre'den de geçmişti.
Bu büyük bilim adamının beş yıl önce Basel'de
"göçmenlik ve ruh sağlığı ilişkisi"
üzerine verdiği seminer kayıtlarını
arşivlerimizden çıkararak yayımlamayı, ondan bir kez daha
öğrenmek ve anonim bilimsel literatüre kazandırmak
açısından bir görev biliyoruz. Anısı önünde
saygıyla eğiliyor ve sözü Serol Teber'e
bırakıyoruz. Serol Teber’in son derece ilginç
çalışma gözlemlerini de aktardığı seminer
kayıtlarını, onun sözlerini hiç kesmeden ilginize sunuyoruz.
Aktaran: snc/ Sevim Civil )
“İlk
önce kendimle ilgili bir kaç satır bir şeyler söyleyeyim.
Herhalde çoğunuz tarafından hiç bilinmiyorum. Ben Serol Teber,
tıp doktoruyum. 1938 doğumlu ve İstanbul kökenliyim.“
“İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okudum. Sonra gene aynı üniversitenin
Nöro Psikiyatri Bölümü’nde uzmanlık çalışması
yaptım. Ardından da, 12 Mart’ı izleyen dönemde
yurtdışına çıktım. O dönemden bu yana Almanya’da
yaşıyorum. Düsseldorf’a yakın bir bölgede bir psikiyatri
kliniğinde psikiyatr olarak çalışıyorum. Hizmet verdiğimiz
psikiyatri kliniği toplumun tümüne yönelik bir klinik, yani sadece
yabancılara, Türkiyelilere yönelik değil. Ama...“
“Kendimi Konunun
İçinde Buldum”
Almanya’daki
yirmi küsur yıllık yaşam ve çalışma serüveni
içinde, özellikle 70’li yılların sonlarına doğru
birdenbire, biraz abartarak söylüyorum, küçük bir salgın şeklinde
çalıştığım kliniğin servislerinin Türkiye
kökenli insanlarla, kadınlar olsun erkekler olsun, işgal
edildiğini gördük. Kadın servisinin yarısından
çoğu bizimkiler, erkekler bölümünün yarısından çoğu
yine bizimkiler.
Burada
adını bir kez daha saygıyla anmak istediğim çok
değerli bir Alman bilim adamı Profesör Villigen bir gün
vizite yaparken çekici kaldırıp yere attı ve
şunları söyledi: “Çocuklar ben sizden yardım
istiyorum. Bu olay nedir, nasıl oluyor böyle?” Yardım
etmek istiyoruz, fakat bir türlü, hasta olarak gelen, oraya
yatmış olan insanların gösterdiği belirtilere tıp
dilinde bir karşılık bulamıyoruz. Yani bir
insanın, saçının telinden ayağının
parmağına kadar her tarafı nasıl ağrır? Ya da
benzer şikayetler... Böyle Avrupa hekimine, tıbbına
kolaylıkla anlatılamayan, onlar tarafından da kolayca
anlaşılamayacak bir garip belirtiler yelpazesi... Bunun üzerine
ben, birkaç yıl süren bir çalışma sonucu, 80’li
yıllarda “İşçi Göçü ve Davranış Bozuklukları”
başlığı altında bir kitap yayımladım.
Benim
konuyla yakından ilgilenmem bu şekilde oldu. Bir bakıma,
Alman hekimlerinin beklentilerine yanıt vermek içindi. Ardından
geçen yıllarda ilginç değişiklikler oldu ya da biz en
azından ilginç değişiklikler gözlemledik. Göçün süresi
arttıkça, göçmenlerin 25-30 yıllık bir dönem içinde
gösterdikleri belirtiler de kanımca ilginç değişikliklerdi.
Yani şöyle: Bir insanın göç sürecine
başladığı ilk yıllarda gösterdiği -tabii ki herkesin göstermesi şart
değil- belirtilerle, yıllar sonrası arasında
ilginç, öğretici bazı farklılıklar oluyor.
Burada
bir şeyin altını ısrarla çizmek istiyorum. Benim burada
söylediklerim yirmi yıllık bir gözlemi yansıtıyor,
özetliyor. Ama bu kesinlikle istatistiki bir bilgi değil. Sadece, “bizim
izlediklerimiz böyledir” diyebiliyoruz. Kendi bölgemizde, kendi
kliniğimizde saptadıklarımızdan yola çıkarak bir
şeyler söyleyebiliyoruz.
Tıp Tarihinde
Basel ve İsviçre Hastalığı
Basel
göç sorunuyla ilgili ilginç bir şehir. Altını gerçekten
çizmek isterim, çünkü araştırabildiğim kadarıyla
edebiyatta göçmenlik sorununu işleyen ilk hekimce yaklaşım,
ciddiye alınan ilk büyük çalışma, Johannus Operius adlı
Baselli bir hekim tarafından 1678’de yapılmış.
Düşünün 1678’de “Nostalgia oder Heimweh”
adında bir kitap çıkmış. Göçle ilgili ilk tıbbi
çalışma.
Kitapta
iki önemli gözlem aktarılıyor.
Birincisi,
yukarıdaki dağlık yörelerden Basel’e gelen bir üniversite
öğrencisi, birkaç ay sonra içinde korku, heyecan, huzursuzluk duymaya
başlamış. Sonra zamanla kulağına sesler gelmeye
başlamış. Zamanla hezeyanlar göstermeye
başlamış. Ve giderek bilinci
bulanıklaşmış ve artık iyiden iyiye kendisinden
ümit kesilir bir duruma gelmiş. Bu arada, sadece Basel kentinin
güngörmüş yaşlıları olayın farkına
varmışlar. Teşhisi hekimlerden biraz daha önce koyup, “bunu
elden geldiğince hızlı bir şekilde geldiği köye
geri göndermek lazım, yoksa kaybederiz” demişler.
Delikanlı hemen köyüne gönderilmiş ve gerçekten de bir kaç hafta
sonra tümüyle düzelmiş.
İkinci
örnek bir genç kız. O da çevre köylerden Basel’e
çalışmaya gelmiş. Benzer şikayetler, korkular,
sıkıntılar, kulağına sesler gelmeler, hezeyanlar
ve kusma, ishal gibi gözlemlenebilir belirtiler. Kız köyüne gönderilmiş
ve onun da şikayetleri son bulmuş.
O
günden bu yana “Heimweh” ya da Fransızca “nostalgia” denilen
olay “İsviçre hastalığı” olarak geçmeye
başlamış. Bugün bile kimi literatürde “İsviçre
hastalığı” olarak geçebiliyor.
Konu
hakkında çok malzeme var. Zaman bol olsa da, sizlere çoğunu
sadece tebessüm etmeniz için anlatabilsem. Denmiş ki, “dağ
köylerindekiler hayvan pisliğine çok alıştıkları
için şehrin temiz havasında hastalanıyorlar.” Ya da “çan
sesine alıştıkları için bunlar çan sesi olmayan
yerlerde hastalanıyorlar ya da tekrar bir yerde çan sesi
duydukları zaman hastalanıyorlar.” Bu açıklama öyle
yaygın bir hal almış ki, Avusturya ve Fransız
ordularında bu tür belirtiler çok sık görülmeye
başlandığında, ordular hareket halindeyken hayvanlara
çan bağlanması yasaklanmış. Ola ki, bu işe
meyilli, yurt özlemi içinde olan insanlar çan sesi duydukları zaman
hastalık başlar... Bu konuda yüzlerce spekülasyon var.
Kökten Kopma Sendromu
Bu
konuda ikinci ünlü isim ise Fransız Doktor Larey.
Larey,
dünya tıp literatüründe bir günde en optimal bir şekilde 250
bacak ya da kol keserek insanları ölümden kurtarmasıyla da
ünlüdür. Sadece bununla kalmamış doktor Larey; aynı zamanda
Fransız ordularında “yurtsama”, yani yurdundan
uzaklara giden askerlerin gösterdikleri psişik bozuklulukları da
incelemiş. İnsan bugün bile bunları şaşırarak
okuyor. O kaos içinde bunları nasıl tespit etmiş, nasıl
anlatmış?
Olayın
böyle bir gelişmesi var. Hekimce daha ciddi yaklaşımlar
Birinci Dünya Savaşı’nda oluyor. Birinci Dünya
Savaşı’nda tesadüf üçü de Müslüman kökenli Tatar, Avusturya
askerlerine tutsak olmuşlar ve Viyana Askeri Hastanesi’ne
yatırılmışlar. 1920 yıllarının
başında Alain adında
Avusturyalı bir hekim bunları birbirlerinden ayırıp da,
Avusturya askerlerinin yanına koyduğunda, yani kendi dillerini
konuşamadıkları duruma geçtiklerinden bir süre sonra üçünde
birden ağır depresyon, korku, hezeyanla karışık
bir tablo gözlemlemeye başlamış.
Bundan
beş ay sonra ise ünlü alman psikiyatrı Grepellin, ilk defa, “kökten
kopma sendromu” diye bir olayı en anlaşılır,
radikal bir biçimde açıklayan tıbbi tebliğini sunuyor
dünyaya... 1920’den bu yana pek çok araştırmacı, bizim gibi
göçmenlik sürecine katılan insanların gösterdikleri ruhsal bir
takım gerginlik olaylarını ya da
rahatsızlıkları, genellikle “kökten kopma sendromu” olarak
da değerlendirebiliyor.
Bu
olayın nasıl geliştiği, bugün biraz daha
değişik açılardan değerlendiriliyor. Aslında
şöyle de bir şey saptamak mümkün: Günümüzden 2600 yıl evvel
bile, yani tarihin ünlü babası denilen Herodod,
yazılarında, “kendi kentinden başka yerlere
gidenlere görülmeyen şeytanın eşlik ettiği söylenir”
diye not almış. Demek ki, kentini bırakıp da başka
bir yere giden insana bir tuhaflıklar oluyor ki, “şeytan eşlik etti”
diye düşünülüyor.
Ama
bundan daha önce de, din kitaplarında da, yani Adem ile Havva’nın
ünlü elma macerasından sonra insanın cennetten kovulması da,
özellikle Hıristiyan din kitaplarında devamlı bir yurt
hasreti olarak değerlendiriliyor ki, yabancı düşmanı
hareketlerde kilise hep böyle bir temelden yola çıkarak
yabancıların yanında yer alıyor; eğer
alırsa... “Biz hepimiz anayurttan kovulmuşuz, biz hepimiz yeni bir yurt
arayışı içindeyiz, dolayısıyla da yabancı
yoktur, hepimiz yabancıyız bir anlamda” diye. Böyle
güzel, kökten hoş bir davranışları var.
Aşağı
yukarı beş altı tane İsviçre kökenli yurt hasreti
sözcüğü var. İsviçre’de, özellikle bu Basel merkezli yörelerde
yurtsamaya verilen çeşitli adlar var. Sonradan bu kelimler Almanca "Heimweh” çatısı altında
birleşmişler.
Bu
dinsel kitaplardaki yurt arayışından sonra, edebiyat
alanındaki en büyük özlem Homerus’un kitabındaki
meşhur Odiseus’unkisi... Hatırlamak istiyorum, biliyorsunuz
Odiseus yirmi sene kendi yurdunu arama, kendi yurduna kavuşma
çabası içinde kan ağlamış. Tanrılar
tarafından yurduna dönmesi önlenir, ama Odiseus yılmadan, yirmi
yıllık bir macerayla yurduna dönme çabası içindedir ve
kulağına sürekli yurdundan sesler gelir.
Arkadaşlar,
bu işin tarihçe tarafı.
Göç Olayı Bir
Travmadır
Bugünün
modern tıbbı, özellikle de psikanalizi önemseyen hekimler,
özellikle 20. yüzyılın artan siyasal göçlerini de
araştırarak, göç olayına nasıl yaklaşıyorlar?
Göçmen
insanın ruhsal durumunda neler oluyor?
Söylenen
şey şöyle özetlenebilir:
Göç
olayı her şeyden önce bir travmadır.
Yani Türkçesiyle bir örselenmedir.
İnsan doğduğu, büyüdüğü, çocukluk dönemini
geçirdiği ve kendini ilk kanıtlama dönemini annesi, babası,
çevresiyle yaşadığı, o kültürle ilk
karşılaştığı yerden ayrılıp da
başka yerde yaşamak zorunda kaldığı zaman, olumlu
ya da olumsuz olsun bir tür travma, örselenme yaşıyor.
Bu
travmanın ya da örselenmenin ruhbilimleri açısından önemi
nedir, nasıl değerlendiriliyor?
Travma
Yunanca kökenli bir kelime, örselenme, zedelenme anlamına geliyor.
Tıpta çok kullanılıyor. Örneğin cerrahide, genellikle
bir kazada ya da sert bir şeyle bir dokunum, iskelet sisteminin zarar
görmesi, kırılması... Trafik kazasında kafanın bir
yere vurulması kafa travması... Bir kemik
kırılıyor ya da beyin sarsıntısı geçiriliyor.
Ama
bunu ruhbilimleri biraz değişik yorumluyor. Psikiyatri
açısından durum şöyle: İnsanın,
dış uyaranları artık sağlıklı bir
biçimde algılayıp bunlara uygun yanıtlar veremediği,
savunma mekanizmalarını aşan bazı yeni ve
aşırı ortamlar, ruhsal dünya için, kişilik için travmatik olmaya
başlıyor.
Örneğin
dilini iyi anlamadığımız bir topluma girdiğimiz
zaman, o dile gramatik olarak büyük ölçüde hakim de olsak, satır
aralarında söylenenler, yaşamın kendi iç dinamiği
içinde olan bir takım gizli şeyler kalıyor. O sende bir soru
işareti bırakıyor. Giderek bu tür uyarımları insan
travmatik olarak yaşamaya başlıyor. Zaman içindeki birikimi,
bu çok önemli, belli bir süre sonra normal kişilikte belli bir ruhsal
gerilim ortaya çıkarıyor. Bu ruhsal gerilim bir hastalık
mı? Hayır. Kesinlikle hastalık değil. Bu sadece bir
alarm durumu… Ama bu gerginlik durumunda ne oluyor? Kendisinin tümünü
anlamadığı bir ortamda güvensizlik başlıyor. Bir
tür iç huzursuzluk başlıyor. Bir matlaşma durumu başlayabiliyor. Durgunlaşma,
donuklaşma, rahat hareket edememe... Yani yavaş yavaş geri
çekilme durumu gibi bir tür canlılık azalması...
Ben
burada bir şey söylemek istiyorum. Bütün bu söylenenleri her
akıllı psikiyatrın mutlaka kendi iç dünyasının
süzgecinden geçirerek söylemesi lazım geldiğini düşünüyorum.
Ben de bir göçmenim ve bunları çeşitli biçimlerde kendi içimde de
duydum. Zannetmeyin ki, buraya oturup hiç duyumsamadığım bir
durum üzerine ahkam kesiyorum. Bu Freud örneğinde de vardır.
Bilirsiniz, biz modern psikiyatriyi biraz da Freud’un kendisinin
geçirdiği ağır melankoliye borçluyuz.
Burada
söylemeye çalıştıklarımı en azından zaman
zaman ya da çok zaman kendim yaşamamış olsaydım,
bunları bu kadar açık yüreklilikle ifade edemezdim.
Cemaat
Toplumları ve Modern Toplumlar Arasındaki Uçurumlar
Şimdi
böyle bir travmatik durumu tespit edersek, bunun prizmasında,
göçmenlik sürecine başlamış herhangi bir insanda nelerin
olup bittiğini bir adım daha yaklaşarak anlamaya
çalışırız. Bu bağlamda göçmenlik, her şeyden
önce bir kopuşlar olayıdır. Göçe başlayan insan
bulunduğu yöreyi -bu iç göç
olur, dış göç olur aşağı yukarı fark etmiyor-
terk ediyor. Bu göçlerde, insanların içinde doğduğu,
büyüdüğü kalıplandığı bölgeden mekansal, zamansal,
tarihsel, kültürel kopuş başlıyor.
Bunlar
bu kadar önemli mi? Meraklısı için çok önemli.
Bir
kere mekansal kopuşu anlatmaya gerek yok, burada herkes onu kendinde
yaşıyor. Ama zaman olayı galiba bizim kültürlerde pek
tartışılmıyor. Ancak, bu olağanüstü önemli… Her
mekanın ayrı bir iç psişik zamanı oluyor, bir zaman
akışı oluyor. Yani Ankara’nın iç zaman
akışıyla, İstanbul’un zaman akışı
mutlaka birbirinden farklı. Orada yaşanan zaman, oradaki hayat
süreci çeşitli yerlerden çok farklı…
Bir
de o akışa anlam verebilmek sorunu var. O akışı
anlamlandırmak da, ayrıca bir farklılık
oluşturuyor. Şunu söylemek biraz daha
somutlaştırır belki. Genellikle cemaat içinde yaşayan
toplumlarda, -ki, Türkiye’yi, bizim
kültürü, Türk İslam kültürünü buna yakın görmemiz mümkün-
insan o toplumun içine girdiği zaman, o toplumun yıllardan beri,
yüzyıllardan beri süregelen geleneksel zamanını
değiştirmekle yükümlü görmez kendini. Varolana uymaktır
asıl olan... “Böyle gelmiş,
böyle gider” lafı biraz abartılmış olsa da, böyle
bir espriyi içinde taşır. Tıpkı kendinden öncekiler
gibi davranılır, yapılması gerekenler
aşağı yukarı bellidir. İşte, şu
yaşta evlenilecek, çocuklar olacak, makul bir zaman dilimden sonra da
ölünecek. Böyle bir şey alışagelmiştir. Sosyoloji ve
psikiyatri dilinde, buna organik zaman deniliyor. Bu
organik zaman, aslında çok da rahat, güzel bir zamandır. Mutlu
bir yaşam tarzını da içerir, çünkü insanı çok fazla bir
şeyler yapmaya zorlamaz. Çünkü toplumun sizden bilinenler
dışında bir beklentisi yoktur.
Cemaat
içinde genelde geleneksel tarzda bir hayat sürülür. İçine girilen
topluma aktif katılındığı zaman ise durum
değişiyor. Toplumun zamanını değiştirmeye
başlamak gerekiyor. “Erlebnis” demek için
dönüşümlerin dizginlerini insanın birey olarak kendi eline
alması lazım. İşte modern toplumlarda sürdürülen
yaşam bu. Onun için bizdeki hayatla batı toplumları, modern
yaşam arasında belli bir fark var. Dünyaya bakışın
temelinde bir farklılık var. Burada mutlaka toplum sizden aktif
bir şekilde yaşamı değiştirmenizi bekliyor. Öbüründe
ise siz yaşamı değiştirmeye ezkaza kalktığınızda, size büyük
eleştiriler geliyor. “Neden
değiştirdin, neden bilindiği gibi, şimdiye kadar
olduğu gibi hayatını sürdürmüyorsun” diye...
Geleneksel
toplumdan gelip, modern toplumun içine girmiş olmamız basit bir
süreç değil, sıkıntılarla dolu... Burada
karşılaştığımız belki de en önemli
sıkıntı, yeni toplumun beklentisinin çok fazla olması.
Oysa biz çok beklenti değil de, günlük işimizi sürdürelim, ondan
sonra kendi hayatımıza, klasik geleneksel hayatımıza,
müziğimize, esprimize, yemeğimize dönelim istiyoruz. Bu
beklentiyi şu veya bu şekilde duyumsamaya
başladığımız zaman, önceden sözünü ettiğim
psişik durum biraz daha gerginleşmeye, sıkıntılarımız
biraz daha artmaya başlıyor.
Yeniden Kök Salma
Kolay Olmuyor
Peki
bu zamansal, mekansal, tarihsel, kültürel kopuşlar sürecini
yaşayan o göçmen insan, göç sürecine katılmış insan,
yeni geldiği topluma ne ölçüde katılabilir? Benim bu soruya, can
sıkıcı da olsa, edebiyat bilgisinin de yardımıyla
vereceğim cevap pek olumlu değil. Kopuşu yaşayan
birinin, o içine girdiği yeni toplumda yeniden kök salması, -kökten kopma sendromunda söylenmek
istenen espri de zaten bu- kökten kopan yetişkin birinin yeni bir
yere kök salması pek kolay olmuyor. Bir takım temaslar oluyor, bir
takım ilişkiler kuruluyor, ama sonuna kadar, yani yeniden orada
eskisi gibi çiçek açması oldukça zor. Bu, her ulustan insan
açısından aynı şekilde geçerli.
Göçmenlik Psikolojisi
ve Psikosomatik Rahatsızlıklar
Bu
arada, şöyle bir şey de sorulabilir: Göçmenlik psikolojisi diye bir şey var mı?
Göçmene
özgü hastalık demek mümkün değil. Ancak, göçmenlik
yaşantısı insanı belli bazı
rahatsızlıklar için potansiyel bir hazırlığa
sokuyor. İnsanı biraz daha gergin bir ruh durumuna sokuyor. Bu
hapse giren için ya da toplama kampına giden insanlar için çok daha
ağır olabilir. Yani belirli bir gergin, psişik duruma
sokuyor. Ve bu gergin durumda insanlarda görünen bazı
rahatsızlıkları biz bazı kümelerde topladık. Örneğin,
1980’de bizim kliniğe bir yıl içinde gelen Türkiye kökenli
insanlarda gördüklerimizin yüzde 70’i psikosomatik şikayetlerdi.
Bu yüzde 70’in en az yüzde 70’i de kadınlardı. Kadınlarda
olan şikayetler genellikle çeşitli ağrılar,
çeşitli organ şikayetleriydi.
Bazı İlginç
Örnekler
O
zamanlar bana çok çarpıcı gelen bir örneği burada aktarmak
istiyorum: Bir kadın birkaç haftalık bir zaman dilimi içinde
zannediyorum 244 tane mide filmi çektirmiş. Büyük bir felaket
tasviriyle anlatılan bu mide şikayetlerini duyan her doktor, mide
patladı diye düşünüyor ve hemen mide filmi çekiyorlar. Yani bu
kadın 244 filmle kliniğe yattı ve biz onu anti-depresif
bir tedaviyle birazcık olsun sağlığına
kavuşturabildik.
Buna
karşın erkeklerde görünen belirtiler biraz daha
değişikti. O zaman, “akut paranoit reaksiyon” diye
tanımladığımız 20 küsur vaka gördük erkeklerde.
Olay şu bakımdan ilginç, belirtiler gözlemlediğimiz
erkeklerin Almanya’ya geliş, kalış süreleri oldukça
azdı. Yaklaşık beş yıllık bir dönemdi. Yeni
gelinmişti, toplum yepyeniydi. Özellikle dil olayı büyük bir sorun
durumdaydı. Hemen tümü kırsal kesim insanı olan erkekler,
ailenin bütün yükünü birlikte getirmişlerdi, memleketlerindeki bütün
bağları atıp gelmişlerdi. Almanya hakkında hiçbir
bilgileri yoktu. İşyerlerindeki ufak bir sürtüşme gibi bir
olayla gelişim gösteren süreç ve birkaç günde ortaya çıkmaya
başlayan ağır bir korku, bilinç
bulanıklığı, hezeyanlar, halüsinasyonlarla
başlayan bir “akut psikoz” tablosu... Bu
durum, klinikte birkaç haftalık çok ciddi bir tedaviyi gerektiriyordu.
Bizim kliniğe yatıp da ölen olmadı, ama bu durumda gereken
tıbbi müdahele yapılmasaydı onların birkaçı
kaybedilebilirdi.
Konuyla
ilgili bir örnek vermek istiyorum. Ege bölgesinden gelen otuz
yaşlarında bir genç erkek. İlk önce hanımı
Almanya’ya geliyor. Biliyorsunuz o zamanlar hanımlar önce geldiği
zaman beylerini getirmesi daha kolay oluyordu. Erkek biraz daha sonra
geliyor. Yapısı itibariyle biraz da bıçkın bir tip.
Hala pantolonunun arkasında şöyle küçük bir çakı
taşıyan tiplerden. Yumurta topuk ayakkabılarının
arkasına basan ve gezen bir tip.
Hanımı
birkaç yıl önce gelmiş. Çok parlak ve çok akıllı,
oldukça da güzel bir hanımdı. Almanca’yı öğrenmiş,
işini iyi kurmuş. Hanım ön planda, erkek bütün işlerde
hanımın birkaç adım arkasından gidiyor. Hemen iş
bulamamış ve evin içinde ev işleriyle
uğraşıyor. Hanım çalışıyor, parayı
getiriyor. Bütün Türklük alt üst olmuş.
Aradan
birkaç ay geçtikten sonra hırçınlaşmaları birdenbire
aşırı derecede artıyor. Bir gün evdeki eşyalar
kapının arkasına yığılıyor. Adam
başlıyor hezeyanlara: “Bütün dünya bana düşman. Polisler
gelip, beni alıp götürecekler.” Eline geçirdiği bir
tabancayla hanımı, çocuğu evin içine hapsediyor, onları
bağlıyor ve evi korumaya hazırlanıyor. Bu duyuluyor ve
polis çelik yeleklerle filan camdan içeri giriyor. Böyle olaylar Almanya’da
sıkça yaşanıyor. Öyle “Nato
manevrası” gibi yakalanıyor ve yüksek doz ilaçlar
verilmiş olarak, kelepçelerle bağlı halde kliniğe
getiriliyor. Ama psikiyatride genel bir eğilim vardır. Bir
hastalık, bir ruhsal sıkıntı ne kadar patırtılı
gürültülü başlarsa, o kadar çabuk geçer. İyileşme,
sağlığına kavuşma şansı o kadar
fazladır. Bunlar gerçekten de, iki üç haftalık tedaviden sonra
oldukça düzelerek taburcu ediliyor.
Unutamadığım
bir başka psikoz olayı ise şöyle: Almanya’da işleri iyi
durumda olan Karadeniz kökenli genç bir hasta, köyüne gidiyor. Tabii, bu
göçün başka bir yüzü. Almanya’da bir takım hoş şeylere
alışmış bu genç, köyüne gidince birdenbire yoğun
bir korkuya kapılıyor. Sanki kendisini köyünde
tutacaklarmış ve bir daha hiç oradan çıkamayacakmış
gibi bir duygu içinde. “Dağ tepesinde” diyor, “bir
kara kuşun ağzımın içinden karnıma girdiğini
hissettim. Bir kuş ve o kuş beni o tarlaya çivilemek istiyordu.”
Ondan sonra en kısa yoldan Almanya’ya geliyor ve eline geçirdiği
her türlü kusturucu ve ishal yapan ilaçları içiyor ki, içindeki o
kuş çıksın. Tabii, bakıyor kuş çıkmıyor,
bu sefer devamlı koşuyor. Günlerce haftalarca koşuyor ve
baş aşağı yatıyor ki, kuş içinden
çıksın. Devamlı koşan ve kusmak isteyen bir insan ve
polisler onu alıp getiriyorlar. Yatakta da rica ediyordu ki, baş
aşağı yatırılsın ve o kuş
çıksın diye. Uygun ilaçlarla tedavi edildi ve sonra kendisi de
gülmeye başladı olay üzerine.
Bir Tehlikeye Dikkat
Bu
noktada bir tehlikeye de dikkat çekmek gerekir sanıyorum. Doktorlar
bazı durumlarda yanılabiliyorlar. Hiç bir röntgen çekilmeden,
hiçbir işlem yapılmadan, psikosomatik rahatsızlık, yani
“göçmen hastalığı”
diye teşhis konuluyor. Bunun örnekleriyle
karşılaştık. Arkasından işte beyin tümörü ya
da akciğer kanseri çıkıyor. Tabii ki, bazen çok geç
kalınmış oluyor.
Bu
büyük bir tehlike. Hiç bir şekilde özrü olmayan bir hata. Böylesi bir
olayı bir genç delikanlıda yaşadık. Baş
ağrısı, baş ağrısı, baş
ağrısı... İlk izlenim, bu tipik bir köy özlemi durumu.
Baş ağrısı filan derken, bir de gördük ki, organik bir
şey var. Bir bakın, bir de “EG” çekelim. Bir de baktık ki,
iri bir kanama, yarım elma büyüklüğünde bir kanama ve
yaygınlaşmak üzere. Hemen müdahale edildi ve genç kurtuldu. Böyle
bir çok olay oluyor. Ben onun için her şeye rağmen baştan
film çekilmesinden yanayım.
Benlik Bilinci
Arkadaşlar
konuyla ilgili bir adım daha atıp, tıpta çok kullanılan
bir kavramı, konuya yabancı olanlara biraz sıkıntı
verse de, anlatmak istiyorum. Ama konuşmayı götürmek bakımından
çok önemli.
Psikiyatride
“benlik
bilinci” diye bir laf var. Benlik bilinci, kişinin kendisinin
kim olduğunu bilmesi, ben benim diyebilmesi olayı. Bu olayda
benlik bilinci, yazgı belirleyici derece önemli. Çünkü, bütün bu bizim
göç sürecinde ya da başka süreçlerde, günlük yaşantıda
karşılaştığımız olaylar, o bizim en iç,
en çekirdek bölümümüz olan benlik bilincinde yansısını
buluyor. İnsanda, ancak kendisinin haberdar olabildiği bir yer
var. Dış dünyada başka hiç kimse benlik bilincimiz
hakkında bir bilgi sahibi olamaz. Onu sadece biz biliyoruz ve bu tür,
bizim rahat yaşamamızı engelleyen, kendimizi evimizdeki gibi
hissetmemizi engelleyen herhangi yabancı bir ortamda, üzülmeye
başlayan, “bana neler oluyor
böyle?”, “ben neredeyim?”, “kimim?” filan diye soru sormaya
başlayan bölüm, o benlik bilinci bölümüdür. Ne zaman ki, o benlik
bilinci bir miktar huzursuzlandıktan, bir miktar
rahatsızlandıktan, bir miktar matlaştıktan
sonradır ki, zaten bizde bir takım organ şikayetleri başlıyor.
Ya da daha ileri gidip psikoz durumu ortaya çıkıyor.
Nasıl
oluyor bu?
Kas
Kasılmaları
Hep
denir ki, bütün kas kasılmaları bir miktar bilinç
dışı, benlik bilincinin üzgünlüğüne daha doğrusu
korkusuna bağlıdır. Korkan insanın kasları
kasılır. Genel bir laf bu. Wilhelm
Reich’ın çok güzel tespitleri vardır, der ki, “her
kas kasılmasının belli bir psikopatolojik öyküsü
vardır.”
Genellikle
bizim insanlarımızda görülen yaygın sırt
ağrıları, yaygın bel ağrıları, baş
ağrıları, aslında, uzun süreler içinde
yaşandığı halde ayrıntıları bilinmeyen
bir toplumun neden olduğu kronikleşmiş korkunun
sonuçları... Bu korkuyu öyle büyük bir korku olarak
algılamayalım, ama kendisini babasının evinde gibi
hissetmediği bir yerde yaşayan insanların hissettiği
huzursuzluk, belli bir dönem sonra kas kasılmalarına neden
olabiliyor.
Ne
demek kas kasılmasının ruh bilimsel çözümü?
Bu
kas kasılması, bir anlamda, içimizdeki o benliğin bir
bölümünü olsun ikinci bir zırhla örtme çabasıdır. Yani bir panzerle
içimizin o bölümünü, dış dünyanın
saldırılarına, uyarılarına karşı bir tür
koruma refleksidir kasların kasılması. Genellikle
görünmeyen, bilinmeyen düşmanın hep arkadan geleceği tahmin
edilir. Ama bütün hayvanlarda da bu böyledir. Bir kedi, bir köpek çok
uzaklardan bir düşman sesi duydukları zaman ilk önce bütün ense
kasları kasılmaya başlar.
Bizdeki
eklem ağrıları, sırt kasları
ağrıları gibi en yaygın psikosomatik şikayetlerin
çoğu zaman böyle bir nedeni var. Yani, kronikleşmiş olumsuz
yaşam koşullarına karşı bir tür savunma
mekanizması... Çok sadeleştirerek anlatmaya
çalışıyorum, bunun daha ileri gittiği bir dönemde,
eğer artık benlik bilinci belli bir gücünü iyiden iyiye bu
savunma mekanizmasını kurmaya ayırıyorsa, o zaman bu
koşullarda, kişi benliğin bir bölümünü gözden
çıkarır.
Ne
demek bu gözden çıkarmak?
Psikiyatride
benliğin bir bölümünün gözden çıkarılması olayı,
daha ileri düzeyde bir rahatsızlığın başlama
aşamasını çağrıştırır. O zaman
benlik, artık kendisini o hale getiren gerçek dünyayı bir fantezi
dünyası gibi yaşamaya başlar. Bu herkes için söz konusu, ama
göçmenlikte bunun belli bir potansiyel tehlike içerdiğini söylemek
mümkün. O zaman bir bakıyorsunuz ki, büyük
sıkıntıları olan, büyük korkuları olan bir insan
elinde bir zincir şarkı söyleye söyleye sokaklarda dolaşmaya
başlıyor. Bir küçük depresyona, bir küçük psikoza girmenin ön
yolları böyle başlıyor olabilir.
Sorular ve Cevaplar
Çocuklara
Yansıtma ve Sarkaç Psikolojisi
İkinci kuşak, göçmenlik psikolojisini nasıl
yaşıyor?
Serol
Teber: Ancak uzun süren korku, kendini evinde hissetmeme
duygusu insanlarda giderek artan boyutlarda bir takım psikozlar
yaratabilir. Şimdiye kadar anlattıklarım hep birinci
kuşakta gördüklerim, tespit ettiklerim. Bunun ikinci kuşağa
yansıması nasıl oluyor? Genellikle evde konuşulan her
olay, gergin hava, evdeki psişik durum çocuklara şu veya bu
şekilde mutlaka yansıyor. Çoğu zaman, bizdeki olumsuz
anılar tıpkı onların yaşam öyküsüymüş gibi
onlar tarafından özümseniyor. Öyle ilginç bir şey ki, o ilk göç olayını
yaşamamış çocuk, yaşam öyküsünü birine anlatırken,
içtenlikle, o ilk annesinin babasının öyküsünü de kendi
yaşam öyküsüne katarak anlatıyor. İlk önce onlara sahip
çıkma isteğiyle başlayan bu durum, bir süre sonra gerçekten
de onun öyleymiş gibi anlatmasına dönüşüyor. Buna “sarkaç
psikolojisi” deniliyor. Yani bir sarkacın gidip gelmesi gibi,
çocuğun benlik bilinci de, kişiliği de annesinin
babasının yaşam öyküsüyle kendi yaşam öyküsü
arasında gidip geliyor. Belli bir süre sonra da, yaşam öyküsünün
hangisi kendisinin, hangisi annesinin babasının olduğu
sınırı kalkabiliyor. Öyle gerilimli evlerde, gerilimli
şartlarda biraz psikoz boyutlarına varmış durumlarda,
çocuklar için olay daha da zorlaşıyor ve çocuk bu
ayrımı yapmakta giderek daha da zorlanıyor. Önemli
şeylerin evde konuşulması mutlaka gerekli, ama çok abartarak
da yapmamak gerekiyor. Hepimize oluyor. Mesela ben uzun süre Türkiye’ye
gidemez durumda yaşadım. Onu o kadar çok
anlatmışım ki, benim oğlum iki üç kez beni ciddi bir
şekilde uyarmak zorunda kaldı. “Yeter artık” dedi. Bunu
yapmak hataysa şayet, hepimiz yapıyoruz. Ben de çok
yapmışım. Oğlumun uyarması çok yararlı
mı oldu bilemeyeceğim, ama kendimi artık frenlemeye
çalışıyorum.
Bizim
bilebildiğimiz kadarıyla, üçüncü kuşakta bile bu göç
olayının izleri şu veya bu şekilde kalıyor.
***
Sevgi ve Nefret Yan Yana
İkinci nesilden bir insan, kendini ebeveynleriyle
özdeşleştirerek anlatıyor. Yaşarken de bu böyle mi?
Serol
Teber: Kısmen... Zaman zaman hepimiz gireriz psikoz durumuna.
Burada ilişki çok karışık. Bir yandan ruhbiliminin en
keyifli, en güzel yerleri, çünkü nefret ve sevgi ilişkisi bu
durumlarda çarpıcı bir şekilde ortaya çıkabiliyor.
Bir
yandan böylesine sıkıntı geçirmiş ana babaya
karşı büyük bir sevgi ve saygı. Bu saygı onlarla
özdeşleşmeyi getiriyor.
“Öyle bir olayım ki”, diyor “o
saygıyı ben de paylaşayım.” Diğer yandan,
ondan kaçmak, kopmak ihtiyacı. Her çocukta ortaya çıkar, bu sevgi
nefret ilişkisi.
***
Savunma Mekanizmaları ve Sonuçları
Kişilik ve benlik arasında nasıl bir ilişki var?
Serol
Teber: Benlik bilincinin bulanması göçmenlikte en
sık rastlanan olaylardan biri. Benlik bilincinin bulanması ve
gerginleşmesi, giderek benlikle kişilik arasında bir
farklılaşma şekline dönüşebiliyor. Kişilik,
benliğin dış dünyayla temasta olan kesimi. Herkesin
kişiliği içinde bulunduğu koşullara göre
değişir. Her göçmen insanın kişiliğinde eskiye
göre bir miktar değişme, bir dönüşüm var. Nasıl bir
değişme? Günlük koşullara, kişiye göre
değişen depresif, korkulu, kuşkulu, öfkeli bir zemin.
Var
olan her şeyden kendini bir miktar geri çekme, kendi içine kapanma
eğilimi son derece doğal bir savunma mekanizmasıdır.
Onu öğren bunu öğren, bütün bunlardan bıkan, yorgun
düşen insanın, artık uyarım gelebilecek olası her
yere ince ince duvarlar örerekten kendisini küçük mat bir dünyanın
içine doğru çekmeye başlaması olayı.
***
Kadınlar Daha Fazla Baskı Altında
Kadınların durumu erkeklere göre daha ağır
denebilir mi?
Serol
Teber: Organik depresyon kadınlarda genellikle sindirim
sisteminde ifadesini buluyor. Aslında kadınlardaki bir çok mide,
bağırsak şikayetleri de depresyonun bir çeşidi.
Sıkıntısını dile getiremeyen insanlar, ben
depresyondayım deme şansına sahip olmayanlar, ancak organsal
bir acıyla, organsal bir mesajla kendi durumlarının iyi
gitmediğini gösterebiliyorlar. Üçüncü Dünya Ülkeleri, Akdeniz Ülkeleri
insanlarında, kadınlarda buna organ depresyonları deniyor.
Erkeğe o hak tanınıyor. Bizim kültürümüzde kadında o
hak daha yok. Son zamanlarda bizim kadınlarımızda sık
sık rahim, cinsel organlar, karın ağrıları
görünüyor. Kadın doktorları çaresiz durumdalar ve devamlı
psikiyatrlardan yardım istiyorlar.
Kaynak: SNC
– Uluslararası Medyalar İçin İsviçre Haberleri Web Sitesi: http://www.sncweb.ch/turkisch/dosya/serol-teber.htm
|