Anasayfa
|
Aklın Doğuşu
Alan Woods - Ted Grant
Beyin Bulmacası
“Organik
doğa ölü doğadan çıkıp gelişti; canlı doğa düşünmeye yetenekli bir form
üretti. Önce düşünme yeteneğinde olmayan madde vardı; ondan, düşünen madde,
yani insan çıktı. Eğer durum buysa –ve doğa bilimlerinden biliyoruz ki
öyledir– aklın maddenin anası olmadığı, maddenin aklın anası olduğu
açıktır. Çocuklar asla ebeveynlerden daha yaşlı olamazlar. «Akıl» sonra
gelir, ve bu yüzden onu döl olarak görmeliyiz, ebeveyn olarak değil ...
madde düşünen insanın belirmesinden önce vardı; herhangi türden bir «akıl»
dünya yüzeyinde belirmeden çok önce dünyanın kendisi vardı. Başka bir
deyişle madde nesnel olarak, «akıl»dan bağımsız olarak vardır. Ama «akıl»
denilen ve hiçbir zaman ve hiçbir yerde maddesiz varolmayan psişik olgular
asla maddeden bağımsız olmadılar. Düşünce beyin olmaksızın varolamaz; arzu
eden bir organizma olmadan arzular imkânsızdır... Diğer bir deyişle, psişik
olgular, yani bilinç olgusu, yalnızca belirli bir tarzda örgütlenmiş
maddenin bir özelliği, bu maddenin bir «fonksiyonudur».” (Nikolay Buharin)
“Beyin
mekanizmalarının yorumlanışı, biyolojinin son gizemlerinden birini, gölgeli
mistisizmin ve şaibeli dinsel felsefenin son sığınağını temsil etmektedir.”
(Steven Rose)
Gördüğümüz
gibi, felsefenin merkezi konusu, yüzyıllardır düşünce ve varlık arasındaki
ilişki sorunu olmuştur. Şimdi nihayet, bilimin attığı büyük ileri adımlar,
aklın gerçek doğasına ve nasıl işlediğine ışık tutmaya başlıyor. Bu
ilerlemeler, materyalist bakışın çarpıcı bir doğrulanışını sunar. Özellikle
beyin ve nörobiyoloji hakkında yürüyen
tartışmalarda durum budur. İdealizmin son sığınağı saldırıya uğramaktadır.
Ama bu saldırı, idealistleri inatçı bir direniş göstermekten alıkoymuyor:
Yaratılışın
bu madde-dışı öğesini araştırmak
imkânsız hale geldiğinde, çoğu kimse bu işi bıraktı. Yalnızca maddenin
gerçek olduğunu düşünmeye başladılar. Ve böylelikle en derin
düşüncelerimiz, kimya yasalarına göre işleyen beyin hücrelerinin ürünlerine
indirgendi... Düşünceye eşlik eden elektriksel beyin sinyallerini
inceleyebiliriz, ama Platon’u sinir pulslarına ya da Aristoteles’i alfa-dalgalarına indirgeyemeyiz...
Fiziksel hareketlerin betimlemeleri asla bu hareketlerin anlamını açığa
çıkarmayacaktır. Biyoloji ancak, nöronlar ve sinapsların
kapalı dünyasını inceleyebilir.[1]
“Akıl”
dediğimiz şey beynin varoluş tarzından başka bir şey değildir. Milyonlarca
yıllık evrimin ürünü olan muazzam ölçüde karmaşık bir olgudur. Beyin ve
sinir sisteminde gerçekleşen karmaşık süreçleri ve bir o kadar karmaşık
olan zihinsel süreçlerle çevre arasındaki karşılıklı ilişkileri
çözümlemekteki zorluk, düşüncenin doğasını doğru bir biçimde anlamamızın
yüzyıllarca gecikmesine neden oldu. Bu durum, idealistlerin ve
ilâhiyatçıların, bedende geçici olarak konaklamak üzere tasarlanmış
maddesel olmayan bir öz olarak düşünülen “ruh”un mistik addedilen doğası
üzerine spekülasyonlar yapmalarına olanak tanıdı. Modern nörobiyolojinin atılımları, idealistlerin nihayet son
sığınaklarından da kovulmaları anlamına gelir. Beyin ve sinir sisteminin
sırlarını çözmeye başladıkça, aklı, doğa-üstü etkenlere başvurmaksızın, beyin
faaliyetlerinin toplamı olarak açıklamak giderek daha kolay hale
gelmektedir.
Nörobiyolog Steven Rose’un
sözleriyle, akıl ve bilinç “insanoğlunun ortaya çıkışı yolunda bir dizi
evrimsel değişim içinde gelişen özgün beyin yapılarının evriminin
kaçınılmaz sonucudur… Bilinç, kendine özgü bir karmaşıklık düzeyinin ve serebral kortekse* ait sinir hücreleri (nöronlar) arasındaki
etkileşim derecesinin evriminin bir sonucudur. Bunun aldığı biçim her
bireyde, bireyin çevresiyle ilişkisi içerisinde gelişimi tarafından büyük
ölçüde değiştirilmiş olsa da durum budur.”[2]
Akıl –
Bir Makine mi?
İnsan
beyninin kavranışı, modern bilimin doğuşu ve kapitalist toplumun ortaya
çıkışından bu yana geçen son 300 yılda önemli ölçüde değişti. Beyinin
algılanış tarzı, tarihsel olarak, mevcut dinsel ve felsefi önyargılarla
bezenmiştir. Kilise için akıl “Tanrının evi” idi. 18. yüzyılın mekanik
materyalizmi, aklı saat mekanizması gibi işleyen bir makine olarak
görüyordu. Son zamanlarda ise akıl, olasılıksal
olayların olası olmayan bir toplamı olarak tanımlanmıştır. Katolik
ideolojinin her şeye egemen olduğu Ortaçağda ruhun bedenin bütün
parçalarına sızmış olduğu söylendi; beyin, beden, akıl ya
da madde ayrıştırılamazdı. Copernicus, Galileo ve
nihayet Newton ve Descartes’ın mekanik
materyalist görüşlerle ortaya çıkmasıyla bu bakış açısında bir kayma oldu.
Descartes
için dünya makine benzeri bir şey ve canlı organizmalar da yalnızca özel
tipte saatimsi ya da hidrolik makinelerdi. Bilime
egemen olan ve makineyi canlı organizmalar için bir model olarak alan özgün
bir dünya görüşünü meşrulaştıran temel metafor işlevi gören de bu Kartezyen
makine imgesidir. Beden, parçalara ayrıldığında özsel niteliğini yitiren
ayrıştırılamaz bir bütündür. Tam tersine, makinelerse, anlaşılmaları için
sökülebilirler ve sonra tekrar bir araya getirilebilirler. Her parça ayrı
ve çözümlenebilir bir işlevi yerine getirir, ve bütün, birbiri üzerine
etkisi olan ayrı parçaların işleyişiyle tanımlanabilen düzenli bir tarzda
işler.
Beyin
imgesi her aşamada, o dönemin biliminin sınırlarını sadakatle yansıtmıştır.
18. yüzyılın mekanik dünya görüşü günün en ileri biliminin mekanik olduğu
gerçeğini yansıtıyordu. Büyük Newton tüm evreni mekaniğin yasalarıyla
açıklamamış mıydı? O halde neden insan bedeni ve aklı başka tarzda işliyor
olsundu? Descartes insan bedenini bir tür kendi kendine işleyen makine
olarak tanımladığında bu bakış açısını benimsemişti. Ama Descartes dindar
bir Katolik olduğundan, ölümsüz ruhun bu makinenin bir parçası olduğunu
kabul edemezdi. Ruh, beynin pineal bezi denilen
özel bölgesinde yer alan bütünüyle ayrı bir şeydi. Ruh, bedendeki geçici
konaklamasını sürdürdüğü beynin bu kuytu köşesinden, makineye hayat
veriyordu. Steven Rose
şöyle diyor:
Batı
bilimsel düşüncesindeki kaçınılmaz ama ölümcül kopukluk böylelikle gelişti.
Descartes’ta ve onun takipçilerinde “düalizm”
olarak bilinen bu dogma, göreceğimiz gibi, insanların sonuçta moleküllerin
hareketinden “başka bir şey olmadığını” kabul etmek istemeyen her türden
indirgemeci materyalizmin kaçınılmaz sonucu olan bir dogmaydı. Düalizm,
dinin ve indirgemeci bilimin iki yüzyıl boyunca ideolojik üstünlük elde
ederek diğerini alt etmek için kaçınılmaz olarak büyük bir çekişme içine
girmelerini mümkün kılan mekanizmin paradoksuna bir çözümdü. O günün
kapitalist düzeniyle uyumlu bir çözümdü bu, çünkü bu bakış açısı, işgünlerinde,
insanların nesneleştirilmiş ve çelişkisizce sömürülme yeteneğinde olan salt
birer fiziksel mekanizma olarak görülmesini mümkün kılıyordu. Beri yandan
Pazar günlerinde, bedenin çalıştığı günlerde maruz kaldığı travmalardan
etkilenmeyen, sınırlanmamış ve bedensiz bir ruhun ölümsüzlüğü ve özgür
iradesi ileri sürülerek ideolojik kontrol pekiştirilebilirdi.[3]
18. ve 19.
yüzyıllarda aklın “makinedeki hayalet” biçimindeki tasarımı değişti.
Elektriğin keşfiyle beyin ve sinir sistemi bir elektrik şebekesi olarak
algılandı. Yüzyıl dönümünde, beynin farklı organlardan gelen mesajları
işlediği telefon santrali analojisi doğdu. Kitlesel üretim çağıyla birlikte
de, bir çocuk ansiklopedisindeki şu alıntıda tipikleşen, iş organizasyonu
modeli çıka geldi:
Beynimizi
büyük bir şirketin yönetim birimi olarak düşünün. O, burada gördüğümüz gibi
bölümlere ayrılmıştır. Merkez ofisteki büyük masada tüm bölümlere telefon
hatlarıyla bağlı olan Genel Müdür –kendi bilinciniz– oturur. Çevrenizde baş
yardımcılarınız vardır; görme, tatma, koku, duyma ve dokunma gibi Gelen
Mesaj Amirleri (son ikisi merkez ofisin arkasında gizlidir). Bu amirlerin
yanında da konuşmayı ve kolları, bacakları ve bedenin tüm diğer parçalarını
kontrol eden Giden Mesaj Amirleri bulunur. Elbette, sadece en önemli mesajlar
sizin ofisinize ulaşır. Kalbi, ciğerleri ve mideyi çalıştırmak gibi rutin
görevler ya da kasların çalışmasının küçük
ayrıntılarının gözetlenmesi Medulla Oblongatadaki** Otomatik İşlemler
Müdürleri ve Beyincikteki Refleks İşlemleri Müdürü tarafından yürütülürler.
Tüm diğer bölümler, bilimcilerin serebrum*** dedikleri şeyi oluştururlar.
Hayret
verici hesapları yapabilen bilgisayarın keşfiyle birlikte beyinle
paralellik kurulması kaçınılmaz hale geldi. Bilgisayarların bilgi depolama
biçimine bellek denildi. Gittikçe daha güçlü bilgisayarlar yapıldı.
Bir bilgisayar insan beynine ne kadar yaklaşabilirdi? Nihayet, bilim-kurgu,
bilgisayarların insan zekâsını geçtiği ve dünyayı
ele geçirmek için savaştıkları Terminatör
filmlerini önümüze getirdi. Oysa Steven Rose son kitabında şöyle açıklıyor:
Beyin,
bilgisayardaki gibi bilgiyle değil anlamla çalışır. Ve anlam,
doğal ve toplumsal çevreleriyle etkileşim içindeki bireyler tarafından
ifade edilen, tarihsel ve gelişimsel olarak şekillenmiş bir süreçtir.
Gerçekten de, belleği incelemenin sorunlarından birisi, onun kesinlikle
diyalektik bir olgu olmasıdır. Zira bizler her hatırlayışımızda bazı
bakımlardan anılarımız üzerinde işlem yapar ve onları dönüştürürüz; onlar
basitçe depodan çağrılıp, bir kez danışılıp, değişmemiş olarak yerlerine
konmazlar. Anılarımız onları her hatırladığımızda yeniden yaratılırlar.[4]
Beyin Nedir?
İnsan
beyni, maddenin evriminin ulaştığı en üst noktadır. Fiziksel olarak
yaklaşık 1,5 kilogramdır ve birçok insan organından daha ağırdır. Yüzeyi
bir ceviz gibi kıvrımlıdır ve soğuk yulaf lapasını andıran bir rengi ve
kıvamı vardır. Ne var ki biyolojik olarak son derecede karmaşıktır. Muazzam
sayıda, muhtemelen toplam 100 milyar kadar hücre (nöronlar) içermektedir.
Fakat her bir nöronun, kendisine destek hizmeti gören glia
denen daha küçük hücrelerden oluşan bir topluluk içine gömülü olduğunu
keşfettiğimizde bu sayı bile cüce kalır.
Beynin
büyük bölümünü, iki eşit parçaya bölünmüş olan serebrum
oluşturur. Serebrumun yüzeyi korteks
olarak adlandırılır. Korteksin büyüklüğü insanı
bütün diğer organizmalardan ayırır. Serebrum kabaca belirli vücut fonksiyonlarına karşılık
gelen ve algısal bilgiyi işleyen bölgelere ya da
loplara ayrılır. Serebrumun arkasında, vücuttaki
tüm küçük kas hareketlerini kontrol eden beyincik uzanır. Bu kısımların
altında omuriliğin devamı olan kalın bir sap ya
da beyin sapı bulunur. Burası, her şeyi beyinle iletişime sokmak üzere,
beyinden çıkarak omurilikten geçen ve vücudun tüm sinir sistemine uzanan
sinir liflerini taşır.
İnsanları
diğer hayvanlardan kesin olarak ayıran büyük
beyine, esasen, neo-korteks
olarak bilinen sinir hücrelerinin ince dış katmanının kalınlaşması yol
açmıştır. Ancak bu genişleme beynin tüm bölgeleri için aynı değildir.
Planlama ve öngörüyle ilgili olan ön loplar diğer bölgelerden çok daha
fazla büyümüştür. Aynı şey, kafatasının arka kısmındaki beyincik için de
geçerlidir; beyincik, otomatik beceriler edinme yeteneğiyle ve bisiklet
sürme, araba sürerken vites değiştirme ya da
pijamanın düğmelerini ilikleme gibi düşünmeksizin yerine getirdiğimiz bir
sürü gündelik eylemimizle ilişkilidir.
Beynin
kendisi, bir kan kaynağından uzak bölgelere besin taşıyan bir dolaşım
sistemine sahiptir. Yaşamsal önemi olan oksijen ve glikozu taşıyan kanın
büyük bölümünü beyin çeker. Bir yetişkinin beyni vücut ağırlığının %2’sini
oluştursa bile, beynin oksijen tüketimi toplam oksijen tüketiminin
%20’sidir. Bir bebekte bu %50 gibi büyük bir orandadır. Vücudun glikoz
tüketiminin %20’si de beyinde gerçekleşir. Kalp tarafından pompalanan kanın
beşte biri beyinden geçer. Sinirler bilgiyi elektriksel olarak iletirler.
Bir sinirden geçen sinyal bunu bir elektrik dalgası biçiminde gerçekleşir;
yani hücrenin gövdesinden sinir lifinin ucuna ilerleyen bir puls biçiminde. Demek ki beynin dili, sadece miktar
açısından değil, frekans açısından da elektriksel uyarımlardan oluşur. Steven Rose şunları söylüyor:
Öngörülerimizi
dayandırdığımız bilgi, çeşitli dalga boyları ve şiddetteki ışık ve ses
dalgaları, sıcaklık dalgalanmaları, derinin belli noktalarındaki basınç,
burun ya da dil tarafından saptanan belli
kimyasal maddelerin yoğunluğu gibi biçimlerde vücudun yüzeyine ulaşan
verilere bağlıdır. Vücut içerisinde bu veriler bir dizi elektriksel
sinyallere dönüştürülürler, bu sinyaller özel sinirler üzerinden geçerek merkezi beyin bölgelerine ulaştırılır ve orada
birbirleriyle etkileşerek belli tiplerde yanıtlar üretilir.
Nöron, bu
bilgi aktarımını gerçekleştiren (mesajlar aksonlardan sinapslara
ulaşır) çok sayıda özellikten (dendritler, hücre
gövdesi, akson, sinapslar) oluşur. Diğer bir
deyişle, nöron beyin sisteminin temel birimidir. Her koordine kas
hareketinde binlerce motor nöron yer alır. Daha karmaşık hareketlerde
milyonlarcası yer alır; her ne kadar bir milyon sayısı bile insan korteksindeki toplam sayının yalnızca yaklaşık yüzde
0,01’ini temsil ediyor olsa da. Ama beyin ayrı parçaların bir montajı
olarak düşünülemez. Beyinin ayrıntılı bileşiminin analizi yaşamsal bir önem
taşısa bile, bu yöntem ancak bir noktaya kadar işe yarayabilir.
“Beynin
davranışının betimlenebileceği birçok düzey vardır” diyor Rose. “Atomların kuantum yapısı ya
da beyni oluşturan kimyasalların moleküler özellikleri; içindeki tekil
hücrelerin elektro-mikrografik görünüşü;
karşılıklı etkileşim içindeki bir sistem olarak nöronların davranışı; bu
nöronların zaman içinde değişen bir örgü olarak evrimsel ya da gelişimsel tarihi; söz konusu beyne sahip insan
bireyinin davranışsal tepkisi; bu insanın aile ya
da toplumsal çevresi vb. gibi düzeylerde beynin davranışları
betimlenebilir.”[5] Beyni anlamak için,
tüm parçalarının karmaşık diyalektik iç bağıntılarını kavramak gerekir. Bir
sürü bilim dalını bir araya getirmek gerekir; etnoloji, psikoloji,
fizyoloji, farmakoloji, biyokimya, moleküler biyoloji ve hatta sibernetik
ve matematik.
Beynin Evrimi
Antik
mitolojide tanrıça Minerva tam donanımlı olarak
Jüpiter’in başından çıkıvermiştir. Beyin bu kadar talihli değildi. Bir anda
yaratılmış olmak şöyle dursun, beyin, mevcut karmaşık sistemine ancak
milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşti. Evrimin çok ilkel bir düzeyinde
ortaya çıktı. Tek hücreli canlılar belirli davranış kalıpları gösterirler
(örneğin, ışığa ya da besinlere doğru hareket).
Çok hücreli yaşamın doğuşuyla birlikte hayvan ve bitki yaşamı arasında
keskin bir ayrım oluştu. Bitkiler, “iletişim” kurmalarını sağlayan iç
sinyal aygıtlarına sahip olsalar da, bitki evrimi, sinirlerin ve beynin
evriminden başka yöne döndü. Hayvanlar âleminde hareket, vücudun farklı
kısımlarındaki hücreler arasında hızlı bir iletişimi zorunlu kıldı.
Tüm
gereksinimlerine tek bir hücrenin içinde sahip olan en basit organizmalar
kendine yeterlidirler. Hücrenin bir kısmıyla diğer kısımları arasındaki
iletişim görece basittir. Öte yandan, çok hücreli organizmalar nitel olarak
farklıdırlar ve hücreler arasında uzmanlaşmanın gelişimini mümkün kılarlar.
Belirli hücreler öncelikle sindirimle uğraşabilirler, diğerleri koruyucu
bir tabaka oluştururlar, diğerleri dolaşımı sağlarlar vs. Kimyasal
sinyaller (hormonlar) en ilkel çok hücreli organizmalarda bile mevcuttur.
Bu ilkel düzeyde dahi uzmanlaşmış hücreler bulunabilir. Bu, sinir sistemine
doğru atılmış bir adımdır. Yassı solucan gibi daha karmaşık organizmalar,
nöronların bir ganglionda****
kümelendikleri bir sinir sistemi geliştirmişlerdir. Ganglionun,
sinirler ve beyin arasındaki evrimsel halka olduğu saptanmıştır. Bu sinir
hücresi kümeleri, böceklerde, kabuklu hayvanlarda ve yumuşakçalarda
görülürler.
Bir
kafanın gelişmesi ve göz oyuklarının ve ağzın bu kafada kendilerine bir yer
bulmaları, hayvanın hareket etmekte olduğu yön hakkında bilgi edinmesinde
bir avantajdır. Bu gelişimle uyumlu olarak bir ganglia
grubu yassı solucanın başında kümelenir. Bu kümelenme, ilkel biçimine
rağmen beynin evrimini temsil eder. Yassı solucan aynı zamanda, gelişmiş
beynin kilit bir özelliği olan öğrenme yeteneği de sergiler. Bu gelişme
beynin evrimine giden yolda ileri doğru devrimci bir sıçramayı temsil eder.
On yıl
kadar önce Amerikalı sinirbilimciler insanlarda bellek oluşumu için gerekli
olan temel hücre mekanizmalarının salyangozlarda da mevcut olduğunu
buldular. Columbia Üniversitesinden Profesör Eric
Kandel, Aplysia
Californica denilen bir deniz salyangozunun
öğrenme ve bellek yeteneğini inceledi ve bu salyangozların, insanlarda da
bulunan bazı temel özellikleri sergilediklerini buldu. Fark şudur ki, insan
beyni 100 milyar sinir hücresine sahipken, Aplysia
daha büyük boyutlarda ama yalnızca birkaç bin sinir hücresine sahiptir. Bu
mekanizmaları bir deniz salyangozuyla paylaşmamız olgusu, idealistlerin
insanoğlunu tüm diğer hayvanlardan ayrı ve uzak, bir tür eşsiz yaratık
olarak sunmaktaki inatçı çabalarına yeterli bir yanıttır. Beynin hemen hemen her fonksiyonu bir biçimde belleğe bağlıdır. Bu
olguyu açıklamak için hiçbir ilâhi müdahaleye gerek yoktur. Doğal süreçler
çok tutucu olma eğilimindedirler. Belli fonksiyonları yerine getirmekte
yararlılığını kanıtlamış bir uyarlanma bir kez sağlanınca, artık evrim
boyunca sürekli olarak tekrarlanır ve evrimsel avantaj sunduğu bir düzeye
dek genişletip geliştirilir.
Evrim,
hayvanların beyinlerinde, özellikle çok büyük beyinlere sahip üst primatlar
ve insanlarınkinde birçok yeniliği gündeme getirdi. Aplysia
bir şeyi birkaç hafta için “hatırlasa” da, onun belleği yalnızca,
insanlarda alışkanlık olarak bilinen bir zihinsel etkinlik düzeyini
içerir. Bu tür bir bellek, örneğin nasıl yüzüldüğünü hatırlamada söz
konusudur. Beyni hasar görmüş insanlarda yapılan araştırmalar, olguları
hatırlama yeteneğinin ve alışkanlıkların beyinde ayrı yerlerde
depolandığını göstermektedir. Bir kişi olgu belleğini yitirebilir, ama yine
de bisiklet sürebilir. İnsan aklını dolduran anılar, kuşkusuz bir
salyangozun sinir sisteminde işleyen süreçlerden sonsuz ölçüde daha
karmaşıktır.
Beynin süregiden büyümesi, hayvan evriminde büyük bir
değişikliği gerektirdi. Eklembacaklıların ya da
yumuşakçaların sinir sistemi, temel bir tasarım sorunu nedeniyle daha fazla
gelişemez. Sinir hücreleri bağırsak etrafında bir halka biçiminde
düzenlenmişlerdir ve eğer genişlerlerse bağırsağı gitgide sıkıştırırlar;
örümcekte bu sınır çok keskin bir biçimde açığa çıkar, bağırsak sinir
halkası tarafından öyle daraltılmıştır ki, örümcek yiyeceğini yalnızca ince
bir sıvı olarak sindirebilir. Bünyeleri kendi ağırlıkları altında
parçalanacağı için böcekler belirli bir büyüklüğün ötesinde büyüyemezler.
Beyin büyüklüğü fiziksel sınırlarına ulaşmıştır. Korku filmlerindeki dev
böcekler bilim-kurgu alanında kalmaya mahkûmdurlar.
Beynin
daha da gelişmesi sinirlerin bağırsaktan ayrılmasını gerektirir. Omurgalı
balığın ortaya çıkması, omurilik ve beynin sonraki gelişim modelini sunar.
Kafatası boşluğu büyümüş bir beyni barındırabilir ve sinirler beyinden
çıkarak omurga içinden geçip omuriliğin
aşağılarına ulaşırlar. Göz çukurlarında optik desenleri sinir sistemine
sunabilen görüntü oluşturucu bir göz gelişti. Karada amfibilerin ve
sürüngenlerin ortaya çıkışı, ön beyin bölgesinin muazzam gelişimine tanık
oldu ki, bu da optik loblar sayesinde
gerçekleşti.
Yirmi yıl
önce, California Üniversitesinden Harry Jerison, beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüyle bağıntılı
olduğu fikrini geliştirdi ve bunun evrimsel gelişiminin izini sürdü. Jerison sürüngenlerin 300 milyon yıl önce küçük beyinli
olduklarını ve bugün de öyle kalmış olduklarını keşfetti. Dinozorlar da
dahil olmak üzere, sürüngenlerin beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüne bağlı
olarak çizilen grafiği düz bir çizgi oluşturmuştur. Ne var ki, yaklaşık 200
milyon yıl önce ilk memelilerin evrimi göreli beyin büyüklüğünde bir
sıçramaya işaret eder. Bu küçük gece hayvanları ortalama bir sürüngenden
dört beş kat daha büyük beyinlere sahiptiler. Bu, büyük ölçüde, yalnızca
memelilere özgü olan serebral korteksin
gelişimi nedeniyleydi. Beyin yaklaşık 100 milyon yıl aynı göreli büyüklükte
kaldı. Sonra, 65 milyon yıl kadar önce, hızlı bir gelişme gösterdi. Roger Lewin’e göre beynin
gelişimi 30 milyon yıl içinde “dört ilâ beş kat artmıştı ve en büyük
artışlar, ungulatlar (toynaklı memeliler),
etoburlar ve primatların evrimiyle çakışmaktaydı.” (New Scientist, 5 Aralık 1992.)
Maymunlar,
insansı maymunlar ve insanlar evrimleştikçe beyin büyüklüğü daha da arttı.
Vücut büyüklüğü dikkate alındığında maymunların beyinleri modern memeli
ortalamasının iki ilâ üç katıdır, ama insan beyni altı katıdır. Beynin
gelişimi sürekli tedrici bir gelişme değil, kesintiler, başlangıçlar ve
sıçramalardan oluşan bir gelişme sergilemiştir. “Kalın fırçalarla çizilmiş
bu resim önemli ayrıntıları atlıyorsa da asıl mesaj yeteri kadar nettir;”
diyor Roger Lewin,
“beynin tarihi, değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk
dönemlerinden oluşur.”
Beynin
göreli büyüklüğü, beyin hacminin yüzde 70-80’ini oluşturan bir korteks geliştirerek 3 milyon yıl içinde –evrimsel bir
sıçrama– üç katına çıktı. İki ayaklı ilk hominid
türü 10 ilâ 7 milyon yıl önce evrimleşti. Ne var ki, insansı maymunlarla
aynı düzeyde olan beyinleri görece küçüktü. Ardından, yaklaşık 2,6 milyon
yıl önce Homonun doğuşuyla birlikte hızlı bir
büyüme gerçekleşti. “Modern insanların atalarının evriminde bir sıçrama
gerçekleşti” diyor Kiel Üniversitesinden jeolog
Mark Maslin. “Bulunan kanıtlar” diye açıklıyor Lewin, “beyin büyümesinin 2,5 milyon yıl kadar önce,
yani taş aletlerin ilk ortaya çıkmasıyla çakışan bir dönemde başladığı
hissini veriyor.” Engels’in açıkladığı gibi,
emekle birlikte beynin büyümesi ve konuşmanın gelişmesi çıka geldi. İlkel
hayvan iletişimi, nitel bir ilerleme olarak dilin yolunu açtı. Bu durum ses
tellerinin gelişmesine de bağlı olmalıydı. İnsan beyni, yakın akraba
olduğumuz şempanzenin çok ötesinde soyutlamalar ve genellemeler yapma
yeteneğindedir.
Beynin
büyüklüğündeki artış, sinir şebekesinin karmaşıklığının artmasını ve reorganizasyonunu da beraberinde getirdi. Bundan asıl
yararlanan, insansı maymunlardakinin altı katı büyüklükte olan korteksin ön kısmı, önyüz bölgesi olmuştur. Büyüklüğü
nedeniyle bu bölge, diğer beyin bölgelerinden gelen bağlantıların yerini
alarak orta beyne daha fazla lif bağlantısı kurabilir. “Bu durum, dilin
evrimi için önemli olabilir” diyor Harvard Üniversitesinden Terrence Deacon, önyüz
bölgesinin insanın belli konuşma merkezlerine ev sahipliği yaptığına dikkat
çekerek. Bilincin bu gerçekliği, insanlarda kendinin farkına varışta ve
düşüncede açığa çıkar. Steven Rose
şöyle diyor:
Bilincin
ortaya çıkışıyla, insanlarla diğer türler arasındaki kritik ayrımı
oluşturan, ileriye doğru nitel bir evrim sıçraması olmuştur, böylelikle
insanlar çok daha fazla çeşitlenmiş ve diğer organizmalar için mümkün
olandan daha karmaşık etkileşimlere maruz kalmıştır. Bilincin doğuşu
insanın varoluş tarzını nitel olarak değiştirmiştir; bilinçle birlikte,
karmaşıklığın yeni bir düzeni, daha yüksek bir hiyerarşik
örgütlenme düzeni görünür hale gelir. Ama bilinci statik bir biçim olarak
değil de, birey ile çevresi arasındaki etkileşimleri de kapsayan bir süreç
olarak tanımladığımızdan dolayı, insan ilişkileri insan toplumunun evrimi
boyunca dönüşürken insan bilincinin de nasıl dönüştüğünü görebiliriz.
Kafatası kapasitemiz ya da hücre sayımız ilk Homo sapiensten pek farklı
olmayabilir, ama çevremiz –toplum biçimlerimiz– çok farklıdır ve bu nedenle
bilincimiz de çok farklıdır; bu aynı zamanda beyin durumlarımızın da çok
farklı olduğu anlamına gelir.[6]
Konuşmanın Önemi
Konuşmanın
–özellikle “iç konuşma”nın gelişimi– beynimizin gelişimi üzerindeki etkisi
belirleyici önemdedir. Bu yeni bir düşünce değildir, antik Yunanlılar ve
17. yüzyıl filozofları, özellikle de Thomas Hobbes,
bunu biliyorlardı. İnsanın Türeyişi adlı kitabında Charles Darwin şöyle açıklıyordu: “İster seslendirilmiş ister
sessiz olsun, çeşitli sözcüklerin yardımı olmaksızın karmaşık ve uzun bir
düşünceler silsilesini gerçekleştirilebilmek, cebirsel sayılar olmaksızın
uzun bir hesaplamanın yapılmasından daha mümkün değildir.” 1930’larda
Sovyet psikologu Lev Vigotski
tüm psikolojiyi bu temelde yeniden inşa etmeye girişti.
Vigotski çeşitli çocuk davranış örneklerini kullanarak,
çocukların kendi kendilerine yüksek sesle konuşmaya neden bu denli çok
zaman ayırdıklarını açıkladı. Gelecekte iç
konuşma olarak içselleştirecekleri planlama alışkanlığının provasını
yapmaktaydılar. Vigotski bu iç konuşmanın,
insanın anıları yeniden derleme ve hatırlama yeteneğinin temelini
oluşturduğunu gösterdi. Genellemeler yapma ve perspektif sunma
yeteneğindeki insan aklı, algılarımızla uyarılan bir iç düşünceler
dünyasının hakimiyeti altındadır. Hayvanların da belleği vardır, ama onlar
yakın çevresini yansıtan bir biçimde o ana kilitlenmiş gibidirler. İnsan iç
konuşmasının gelişimi, insanların düşünce üretmesini ve bu düşünceleri
hatırlamasını mümkün kılar. Başka bir deyişle, iç konuşma insan aklının
evriminde kilit bir rol oynamıştır.
Her ne
kadar erken ölümü, Vigotski’nin çalışmalarını
kesintiye uğrattıysa da, antropoloji, sosyoloji, dil bilimi ve eğitim
psikolojisinin önemli katkılarıyla fikirleri ele alınıp incelenmiş ve
genişletilmiştir. Geçmişte, bellek, kısa ve uzun dönemli belleği içeren üniter bir biyolojik sistem olarak inceleniyordu.
Bellek, nörofizyolojik, biyokimyasal ve anatomik
olarak incelenebiliyordu. Ama bugün, diğer bilimleri de içeren daha
diyalektik bir yaklaşımın önü açılmaktadır. Rose
şunları söylüyor:
Bu
indirgemeci yaklaşımdan, organizmayı inceleyen bilimlere düşen görevin,
bireyin davranışını, belirli moleküler düzenlenişlere indirgemek olduğu
sonucu çıkmaktadır; beri yanda organizma popülasyonlarının
incelenmesi de, karşılıklı ya da bencil
özgeciliği kodlayan DNA ipliklerinin araştırılması düzeyine
düşürülmektedir. Son on yılda, bu yaklaşımın paradigmasını, öğrenmeden
kaynaklanan ve belirli anıları “kodlayan” RNA’nın, proteinlerin ya da peptid moleküllerinin
yalıtılması çabaları; ya da moleküler biyologun,
bir dizi elektron mikroskobu kesitiyle haritası çıkartılabilecek ve bu
harita içerisinde farklı davranışsal mutasyonlarla ilişkili farklı bağlantı
diyagramlarının tanımlanabileceği “basit” bir sinir sistemine sahip bir
organizma arayışı oluşturmuştur.[7]
Ve şu sonuca
varıyor:
Bu tür bir
indirgemeciliğin içine sürüklendiği paradokslar, sistem
modelleyicilerininkinden muhtemelen daha beterdir. Bu paradokslar şüphesiz Descartes’tan beri çok bariz biçimde ortadaydılar. Descartes’ın, organizmayı, hidrolikle çalışan hayvani
bir makineye indirgeyişini, insan söz konusu olduğunda, pineal
bezinde yer alan özgür irade sahibi bir ruhla uzlaştırmak zorunda
kalınmıştı. Nitekim daha sonraları, ki bugün de öyledir, mekanik
indirgemecilik, işe yaramaz bir hale gelmeden önce, halis bir idealizme
sürüklendi.
Beynin
evriminde bazı kısımlar tamamen bir kenara atıldı. Yeni yapılar gelişirken,
eskiler önem ve hacim bakımından küçüldüler. Beynin gelişimiyle birlikte
öğrenme kapasitesi de artar. Eskiden insansı maymunun insana dönüşümünün
beynin gelişimiyle başladığı varsayılmaktaydı. Bir insansı maymunun beyni
(hacimce) 400 ilâ 600 santimetreküp arasındadır, insan beyni ise 1200 ilâ
1500 santimetreküp. “Kayıp halka”nın, esasen insansı maymun benzeri, ama
daha büyük beyinli olduğuna inanılıyordu. Yine aynı şekilde, büyük bir
beynin dik duruşu da öncelediği düşünülmekteydi.
Engels bu ilk beyin teorisine, yanlış idealist tarih görüşünün
bir uzantısı olarak kararlı bir biçimde karşı çıktı. Yürüyüşteki dik duruş
insansı maymundan insana geçişte tayin edici
adımdı. Ellerini özgür bırakan şey tam da iki ayaklı doğalarıydı; sonradan
beynin büyümesine yol açan şey de bu duruş biçimidir. “Önce emek
gelir” diyor Engels, “ardından onunla birlikte
net konuşma; bunlar, insansı maymunun beyninin, insan beynine tedricen
dönüşmesine neden olan en temel iki uyarıcıdır.”[8]
Daha sonraları keşfedilen fosilleşmiş kalıntılar Engels’in
görüşünü doğrulamıştır. “Bu doğrulama her türlü bilimsel şüphenin ötesinde
tamdı. Afrika’da gün ışığına çıkarılan yaratıklar insansı maymunlarınkinden
daha büyük olmayan beyinlere sahiplerdi. Bunlar insanlar gibi yürümüş ve
koşmuşlardı. Ayak modern insanınkinden çok az farklıydı ve el insandaki
şekline doğru yarı yoldaydı.”[9]
İnsanların
kökenleri konusunda Engels’in görüşlerini destekleyen
kanıtların giderek artıyor olmasına rağmen, önce beynin geliştiği anlayışı
hâlâ canlıdır ve ortalıkta dolaşmaktadır. Son zamanlarda çıkan, Kaçak
Beyin, İnsan Eşsizliğinin Evrimi adlı bir kitapta yazar Christopher Wills şöyle
diyor: “Biliyoruz ki atalarımızın beyinleri büyüdükçe aynı zamanda
duruşları daha dikleşiyor, ince hassas becerileri gelişiyor ve
çıkardıkları sesler konuşmaya doğru derece derece
ilerliyordu.”[10]
İnsan,
çevresi ve kendisi hakkında giderek daha fazla bilinçlenir. Diğer hayvanların
aksine insanlar kendi deneyimlerini genelleyebilirler. Hayvanlar
çevrelerinin hakimiyeti altında iken, insanlar çevrelerini kendi
ihtiyaçlarına uydurmak için değiştirirler. Bilim, Engels’in
şu ifadesini doğrulamıştır. “Bilincimiz ve düşüncemiz, ne kadar duyuüstü
görünürse görünsün, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünüdürler. Madde
aklın bir ürünü değildir, tersine aklın kendisi yalnızca maddenin en yüksek
ürünüdür. Bu, elbette, saf materyalizmdir.”[11]
Beyin geliştikçe öğrenme ve genelleme kapasitesi de gelişir. Önemli
bilgiler beyinde, muhtemelen sistemin birçok farklı bölümünde depolanır. Bu
bilgiler, beyindeki moleküller yenilendiğinde silinmezler. On dört gün
içinde beyin proteinlerinin %90’ı parçalanır ve özdeş moleküllerle
yenilenirler. Beynin evrimini durdurduğunu düşünmek için de bir neden
yoktur. Onun kapasitesi sonsuz kalmaktadır. Sınıfsız toplumun gelişimi,
insanoğlunun kavrayışında da ileri doğru yeni bir sıçramaya tanık
olacaktır. Örneğin, genetik mühendisliğinin başarıları henüz bebeklik
evresindedir. Bilim muazzam olanaklar ve meydan okuyuşların önünü açıyor.
Beyin ve insan zekâsı gelecekteki bu meydan okumaları karşılayacak şekilde
evrimleşecektir. Ama gelişmenin sonu gelmeyen spiralinde, her problem
çözülüşünde çok daha fazla sorun ortaya çıkacaktır.
Dil ve Çocuğun Düşüncesi
Genel
olarak insan düşüncesinin gelişimiyle insan bireyinin dil ve düşüncesinin
çocukluk ve ergenlikten yetişkinliğe varan süreç içindeki gelişimi arasında
belli bir benzerlik göze çarpar.
Engels, Maymundan İnsana Geçişte
Emeğin Rolü’nde bu hususa değinmiştir:
Tıpkı
embriyonun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesinin, hayvan atalarımızın
solucandan başlayarak milyonlarca yıla yayılan bedensel evrim tarihinin
kısaltılmış bir tekrarından ibaret olması gibi, insan yavrusunun zihinsel
gelişimi de, atalarımızın, en azından daha yakın olanlarının, zihinsel
gelişiminin daha da kısaltılmış bir tekrarından ibarettir.[12]
Embriyondan
yetişkine doğru gelişmeyi inceleyen bilim dalına ontojeni,
türler arasındaki evrimsel ilişkileri inceleyen dala ise filojeni denmektedir. Her ikisi de ilginç
biçimde birbirine bağlıdır, ama aynadaki kaba bir görüntü gibi değil.
Örneğin, rahimdeki gelişimi boyunca insanın embriyosu bir balığa, bir
amfibiye, bir memeliye benzemekte ve hayvan evrimini anımsatan aşamalardan geçiyor görünmektedir. Tüm insanlar birçok bakımdan
birbirlerine benzerler, özellikle de beyin maddeleri ve yapıları
bakımından. Kimyasal, anatomik ve fizyolojik olarak şaşırtıcı ölçüde az
farklılık vardır. Gebelikte, döllenmiş yumurta iki boş hücre topuna doğru
gelişir. İlk görülebilir gelişme on sekiz gün içinde gerçekleşir, bu
topların birbirlerine değdikleri nokta kalınlaşarak nöral
oluk haline gelir. Ön parça sonraları bir beyne doğru gelişmek üzere
büyür. Ardından gözler, burun ve kulaklar haline gelecek olan diğer
farklılaşmalar gerçekleşir. Gebeliğin üçüncü haftasında kalp atışının
başlamasıyla birlikte ilk olarak embriyo yaşamında kan dolaşımı ve sinir
sistemi çalışmaya başlar.
Nöral oluk, bir kanal ve sonra da bir tüp haline gelir. Zaman
içinde bu oluşum omuriliğe dönüşecektir. Kafa ucunda, ön beyin, orta beyin
ve arka beyini oluşturmak üzere tüpte şişlikler belirir. Her şey merkezi
sinir sisteminin hızlı gelişimi için düzenlemiştir. Nihai hücresel yapıya
doğru ilerleyen hücre bölünme hızında nitel bir sıçrama olur. Embriyo 13 mm
uzunluğa ulaştığında, beyin, beş-kabarcıklı bir beyin şekline bürünür.
Görsel sinirleri ve gözleri oluşturan saplar ortaya çıkar. Üçüncü ayın
sonunda serebral korteks
ve beyincik kadar, talamus ve hipotalamus
da ayırt edilebilir bir hale gelir. Beşinci ayla birlikte boğumlu korteks şekillenmeye başlar. Doğumdan sonra daha da
gelişecek olmasına rağmen tüm temel öğeler dokuzuncu ayda gelişmişlerdir. O
anda dahi beynin ağırlığı, bir yetişkinin 1300 ilâ 1500 gramlık beyin
ağılığıyla karşılaştırıldığında, yalnızca 350 gram civarındadır. Beyin altı
ayda yetişkindeki ağırlığın %50’sine, bir yılda %60’ına ve altı yılda
%90’ına ulaşır. On yaşında yetişkin beynin ağırlığının %95’ine ulaşır.
Beynin hızlı gelişimi kafa büyüklüğünde kendini dışa vurur. Bir bebeğin
kafa büyüklüğü yetişkinle karşılaştırıldığında bedeni için büyüktür. Yeni
doğmuş bir bebeğin beyni yetişkinlikteki durumuna diğer herhangi bir
organdan daha yakındır. Doğumda, beyin toplam vücut ağırlığının %10’nu oluştururken, yetişkinde bu oran yalnızca %2’dir.
Beynin
fiziksel yapısı (biyokimyası, hücre mimarisi ve elektriksel devresi) beynin
çevreye verdiği tepkilerin etkisiyle değişikliğe uğrar. Düşünceler ve
anılar, sinir sistemindeki karmaşık değişimler aracılığıyla beyinde
kodlanırlar. Böylece, beyin etkileşiminin tüm süreçleri, eşsiz bir bilinç
–kendinin farkında olan madde– olgusuna yol açarlar. Kanadalı psikolog Donald Hebb’e göre, anahtar
iki sinir hücresi arasındaki sinaptik bağlarda
yatmaktadır, ki bu görüş günümüzde yaygın olan düşüncenin temelini
oluşturur. Sinapslar arasındaki kendine özgü
devre dizileri ve ateşleme kalıpları belleği kodlayabilir, ama bu, mutlaka
tek bir beyin ağına lokalize olmayacaktır. Her
iki yarı kürede ve birçok kez kodlanabilir. Bireyin tüm çevresi, özellikle
gelişiminin ilk yıllarında, beyinsel süreçler ve davranışlar üzerinde
sürekli olarak benzersiz etkiler bırakır. “Özellikle çocukluk
dönemindeyken, çevredeki en küçük bir değişim,” diyor Rose,
“beynin kimyası ve işleyişinde uzun-dönemli değişimlere yol açabilir.”
Beyinle
çevre arasındaki bu diyalektik etkileşim olmasaydı, bireyin gelişimi
basitçe genetik kodun emrinde olurdu. Bireylerin davranışları önceden
kodlanmış ve en başından itibaren öngörülebilir olurdu. Ne var ki çevre,
gelişimde belirleyici bir rol oynamaktadır. Değiştirilmiş bir koşullar
dizisi bireyde çok belirgin bir değişime yol açabilir.
Gözler, El ve Beyin
Çocukta
dil ve düşüncenin gelişimi, ilk kez İsviçreli epistemolog***** Jean Piaget’nin çığır açan
çalışmasında kapsamlı bir incelemeye tâbi tutulmuştu. Teorilerinin bazı
yönleri, özellikle de çocukların bir aşamadan diğerine geçiş
biçimini yorumlayışındaki esneklik yoksunluğu eleştiri konusu olmuşsa da,
onun çalışmaları, neredeyse gözardı edilmiş bir
alanda öncü çalışmalar niteliğindeydi ve teorilerinin birçoğu geçerliliğini
halen önemli ölçüde korumaktadır. Hegel’in genel
olarak diyalektik düşüncenin sistematik bir sergilenişini sunan ilk kişi
olması gibi, Piaget de doğumdan çocukluğa, oradan
da ergenliğe kadar olan gelişmenin diyalektik sürecine dair bir fikir veren
ilk kişiydi. Her iki sistemin de barındırdığı kusurların, bu insanların
çalışmalarının olumlu içeriğini karartmasına izin verilmemelidir. Piaget’nin aşamaları şüphesiz oldukça şematik ve
araştırma yöntemleri de bir o denli sorgulanmaya açık olsa bile, yine de
bunlar, erken insan gelişimine genel bir bakış olarak değer
taşımaktadırlar.
Piaget’nin teorileri, davranışçıların görüşlerine bir tepkiydi,
davranışçı ekolün önde gelen temsilcisi Skinner, özellikle 1960’larda
ABD’de etkiliydi. Davranışçı yaklaşım lineer bir kümülatif
gelişme kalıbına dayanan bütünüyle mekanik bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma
göre, çocuklar, uzman öğretmenler ve müfredat planlamacılar tarafından
oluşturulan, lineer bir içerik programına tâbi tutulduklarında en verimli
şekilde öğrenirler. Skinner’in eğitim teorileri
kapitalist zihniyete cuk oturmaktadır. Bu teoriye
göre çocuklar sadece ödüllendirildiklerinde öğrenirler, tıpkı bir işçinin
ancak fazla mesaiye kaldığında fazla para alması gibi.
Davranışçılar
dilin gelişimi konusunda tipik bir mekanik görüş benimsemişlerdi. Noam Chomsky, Skinner’in bebeklerin ilk birkaç sözcüğü (esas olarak
isim sözcükleri) nasıl öğrendiğini uygun biçimde açıkladığına, ama bunların
nasıl bir araya getirildiğini açıklamadığına dikkat çekiyordu. Dil yalnızca
sözcük dizileri değildir. Dil tam da, belli bir dinamik ilişki içindeki
sözcükler bileşimidir, ki onu öylesine zengin, etkili, esnek ve karmaşık
bir araç yapan da budur. Burada bütün en kesin biçimde kendi parçalarının
toplamından büyüktür. Yabancı dil öğrenmeye çalışmış her yetişkinin
katılacağı gibi, iki yaşında bir çocuğun gramer kurallarını öğrenmesi gerçekten
inanılmaz bir hünerdir.
Bu kaba ve
mekanik dogmayla karşılaştırıldığında Piaget’nin
teorileri ileri doğru büyük bir adımı temsil etmektedir. Piaget, öğrenmenin çocuklarda doğal olarak bulunduğunu
açıkladı. Tüm çocuklarda zaten mevcut olan bu eğilimleri açığa çıkarmak
öğretmenin işidir. Dahası Piaget, haklı olarak,
öğrenme sürecinin lineer bir çizgi olmadığına, nitel kırılmalarla kesintiye
uğradığına dikkat çekti. Piaget’nin orijinal
aşamaları tartışmaya açık olsa da, bu diyalektik yaklaşımın genel olarak
geçerli olduğuna kuşku yoktur. Piaget’nin
çalışmasında değerli olan şey, çocuğun gelişiminin çelişkili bir süreç
olarak sunulması ve bu süreç içindeki her aşamanın bir öncekine
dayandığının, bu bir önceki aşamanın da hem aşıldığı hem de muhafaza edildiğinin
savunulmasıdır. Genetik olarak koşullanmış altyapı, daha ilk andan itibaren
çevreyle diyalektik bir etkileşime giren hazır malzeme sunar. Yeni doğmuş
bebek bilinçli değildir, ama acilen giderilmeyi talep eden derin ve köklü
biyolojik içgüdülerce yönlendirilir. Bu güçlü hayvan içgüdüleri yok
olmazlar, etkinliklerimizin altında yatan bilinçsiz bir alt tabaka olarak
dururlar.
Hegel’in dilini kullanacak olursak, burada karşımıza çıkan şey,
kendinde varlıktan kendisi için varlığa; potansiyelden gerçeğe, yalıtık,
savunmasız, bilinçsiz varlıktan, doğa güçlerinin bir oyuncağından, bilinçli
bir insan varlığına geçiştir. Kendisinin bilince varışa doğru ilerleyen
hareket, Piaget’nin doğru biçimde açıkladığı
gibi, farklı aşamalardan geçen bir mücadeledir. Yeni doğmuş bebek kendini
çevresinden açıkça ayırt edemez. Ancak yavaş yavaş
kendisiyle dış dünya arasındaki ayrımın farkına varır. “Doğumdan
dilin edinilmesine kadar geçen dönem,” diye yazıyor Piaget,
“olağanüstü bir zihinsel gelişme dönemidir.” Başka bir yerde, varlığın ilk
18 ayını “küçük ölçekte bir Copernicus devrimi”
olarak tanımlıyor.[13] Bu sürecin
kavranılması gereken anahtarı, özne (kendisi) ve nesne (gerçeklik) arasında
cisimleşen ilişkinin yavaş yavaş aydınlanışıdır.
Vigotski ve Piaget
Piaget’yi ilk ve en iyi şekilde eleştiren kişi, 1924-34 döneminde
Piaget’nin düşüncelerine tutarlı bir alternatif
geliştiren Sovyet eğitimcisi Vigotski idi.
Trajiktir ki, Vigotski’nin düşünceleri Sovyetler
Birliği’nde ancak Stalin’in ölümünden sonra yayımlandı ve Batıda 1950’lerde
ve 60’larda tanınarak, Jerome Bruner
gibi birçokları üzerinde güçlü bir etki yarattı. Günümüzde onun düşünceleri
eğitimciler arasında geniş ölçüde kabul görmektedir.
Vigotski, jestlerin dilin gelişimindeki önemli rolünü
açıklamakla, zamanının çok ilerisinde olduğunu göstermişti. Bu görüş, dilin
kökenlerini açıklığa kavuşturan psikolinguistler
(ruhdilbilimciler) tarafından son zamanlarda
yeniden diriltilmiştir. Bruner ve diğerleri,
jestlerin, çocukta dilin sonraki gelişimine muazzam bir etki yaptığına
dikkat çekmişlerdir. Piaget, çocuğun gelişiminde
biyolojik yöne daha fazla vurgu yaparken, Vigotski,
Bruner ve diğerleri gibi, daha çok kültür üzerine
yoğunlaşmıştır. Kültürde aletlerin çok önemli bir rolü vardır; bu aletler
ister ilk hominidlerin sopa ve taşları olsun,
ister günümüz çocuğunun kurşun kalem, silgi ve kitapları.
Son
araştırmalar, bebeklerin Piaget’nin düşündüğünden
daha erken bir aşamada belli yetenekleri sergilediklerini göstermiştir.
Biyoloji temelinden gelmiş birisi olarak çocuk gelişiminin bu yönüne
ağırlık vermesi kaçınılmaz olan Piaget’nin çok
küçük bebekler hakkındaki düşünceleri aşılmış görünüyor, ama araştırmasının
büyük bölümü geçerliliğini korumaktadır. Vigotski
soruna başka bir açıdan yaklaştı, ama ortak noktalar vardı. Örneğin, Piaget’nin kendi çalışmalarında “duyu-motor aktiviteler”in –başka bir oyuncağa ulaşmak için bir
tırmığın kullanılması gibi– taslağını çizmesi gibi, Vigotski
de, çocukluğun ilk yıllarına dair incelemesinde, “dilsel olmayan düşünce”
üzerinde durur. Bunun yanı sıra bebeklerin anlaşılmaz sesleri
(“bebek-dili”) dikkat çekicidir. İki öğe bir araya geldiğinde dilde
patlamalı bir gelişme olur. Yeni yürümeye başlayan çocuk, her yeni
deneyiminin adını bilmek ister. Vigotski farklı
bir rota tuttursa da, yolu Piaget açmıştı.
Büyüme
süreci beceriksizlikten becerikliliğe doğru lineer bir ilerleme değildir:
Yeni doğmuş bir bebek, yaşabilmek için sonraki yetişkinin minik bir
versiyonu olarak değil yeni doğmuş bir bebek olarak becerikli olmalıdır.
Gelişme yalnızca nicel olmayıp, içinde nitel dönüşümlerin olduğu –örneğin
meme emmesiyle katı yiyecek çiğneme arasında, ya
da, duyu-motor ile bilişsel davranış arasında– bir süreçtir.[14]
Ancak
yavaş yavaş, uzun bir dönem boyunca ve zorlu bir
alışma ve öğrenme süreciyle birlikte çocuk, kör duyumların ve güdülerin bir
bohçası, aciz bir nesne olmaktan çıkar ve bilinçli, kendi kendini yöneten
özgür bir fail haline gelir. İşte, tek bir bebeğin gelişimiyle insan
türünün gelişimi arasındaki çarpıcı paralelliği sağlayan şey de, bilinçsizlikten
bilinçliliğe, çevreye tam bağımlılıktan çevreye egemen olmaya geçiş için verilen bu sancılı mücadeledir. Elbette bu
paralelliğin kusursuz olduğunu ima etmek yanlış olurdu. Her analoji ancak
belirli sınırlar içinde geçerlidir. Ama en azından bazı noktalarda bu tür
paralelliklerin gerçekten de varolduğu sonucuna karşı durmak zordur. Alt
düzeyden üst düzeye, basitten karmaşığa, bilinçsizlikten bilinçliliğe; bu
özellikler yaşamın evriminde sürekli olarak tekrar ederler.
Hayvanlar,
insanlara göre duyulara daha fazla tâbidirler ve daha iyi duyma, görme ve
koku alma duyusuna sahiptirler. Görüş keskinliğinin çocukluğun son
dönemlerinde yüksek bir noktaya ulaşması ve ardından gerilemesi dikkat
çekicidir. Diğer taraftan, yüksek entelektüel fonksiyonlar yaşam boyunca,
yaşlılığa dek gelişmeyi sürdürürler. İnsanların bilinçsizlikten gerçek
bilinçlilik düzeyine geçtiği yolun izini sürmek,
bilimin en büyüleyici ve önemli görevlerinden biridir.
Bebek,
doğumda yalnızca refleksleri bilir. Ama bu hiç de pasiflik anlamına gelmez.
Varlığının ilk anından itibaren bebeğin çevresiyle ilişkisi aktif ve
pratiktir. Yalnızca kafasıyla değil tüm vücuduyla düşünür. Beyin ve
bilincin gelişmesi doğrudan doğruya pratik etkinliğe bağlıdır. İlk
reflekslerden birisi emmedir. Burada bile deneyimden öğrenme mevcuttur. Piaget, bebeğin bir ya da iki
haftadan sonra başlangıçtakinden daha iyi emdiğine dikkat çeker. Sonra
çocuğun nesneleri tanımaya başladığı bir ayrıştırma süreci gelir. Daha
sonra bebek yalnızca düşüncede değil eylemde de ilk genellemelerini yapmaya
başlar. O yalnızca memeyi emmez, havayı ve sonra kendi parmaklarını da
emer. İspanyolların bir sözü vardır: “Başparmağımı emmem”, bunun anlamı
“aptal değilim”dir. İşin doğrusu bir başparmağı ağza sokmak bir bebek için
oldukça zor bir iştir, ki genellikle ancak ikinci ayda ortaya çıkar ve el
ile beyin arasındaki belirli bir eşgüdüm düzeyini gösteren önemli bir adım
oluşturur.
Doğumun
hemen sonrasında çocuk dikkatini belirli nesneler üzerinde odaklamakta
zorluk çeker. Belirli nesneler üzerinde ancak yavaş yavaş
yoğunlaşabilir hale gelir ve nerede olduklarını sezinleyerek onları görmek
için başını hareket ettirir. Bruner tarafından
analiz edilen bu gelişme, ilk iki ya da üç ay
içerisinde gerçekleşir ve yalnızca görsel alanı değil etkinliği de içerir:
gözlerin, başın ve vücudun dikkati çeken nesneye doğru yönelmesi. Aynı
zamanda ağız, görme ve el hareketi arasındaki bağlantı haline gelir. Yavaş yavaş, görsel olarak yöneldiği bir nesneye
ulaşma-tutma-getirme süreci başlar, ki bu süreç her zaman eli ağza
getirmeyle sonuçlanır.
Yeni
doğmuş bir bebek için dünya her şeyden önce emilecek bir şeydir. Sonra,
bakılacak ve dinlenecek bir şey ve yeterli bir eşgüdüm düzeyine
ulaşıldığında da hareket ettirilecek bir şeydir. Bu, henüz bilinç
diyebileceğimiz şey değildir, ama bilincin başlangıç noktasıdır. Bu basit
öğelerin alışkanlıklar ve organize algılar halinde birleşmesi
için çok uzun bir gelişme süreci gerekir. Daha sonra, sistematik parmak
emmeyi, başın bir sesin geldiği yöne doğru çevrilmesini, hareketli bir
nesneyi gözlerle izlemeyi (ki bir genelleme ve sezinleme düzeyini gösterir)
görüyoruz. Beş hafta ya da daha uzun bir süre
sonra bebek gülmeye başlar ve –bebeğin bir kişi ya
da hatta bir nesne kavramına sahip olduğu anlamında alınamazsa da– diğerlerine
göre bazı insanları tanır. Bu, en temel duyu-algılama aşamasıdır.
Nesnel
dünya ile ilişkilerinde bebeğin önünde iki olasılık vardır: Şeyleri (ve
insanları) kendi etkinliklerinin içine dahil etmek ve böylelikle maddi
dünyayı özümsemek ya da öznel istek ve itkilerini
dış dünyaya göre ayarlamak, yani gerçekliğe uydurmak. Çok erken
yaştan itibaren bebek ağzına sokmak suretiyle dünyayı kendisine
“özümsemeye” çalışır. Daha sonra, dış gerçekliğe uyarlanmayı öğrenir, yavaş
yavaş farklı nesneleri ayırt etmeye ve algılamaya
ve onları hatırlamaya başlar. Deneyim yoluyla, erişme ve tutma gibi bir
dizi işlemi kotarma yeteneğini kazanır. Mantıksal zekâ ilk önce somut
işlemlerden, pratikten ortaya çıkar ve ancak çok sonraları soyut
çıkarımlara varır.
Piaget, çocuğun gelişiminde net biçimde tanımlanmış altı
“aşama” saptadı. Beslenme gibi temel güdüsel eğilimleri içeren
refleksler ya da kalıtımsal fonksiyonlar aşaması.
Yiyecek edinme ihtiyacı doğuştan gelen ve yeni doğmuş çocuğun reflekslerini
kontrol eden güçlü bir itkidir. İnsanların tüm hayvanlarla paylaştıkları
ortak bir özelliktir bu. Yüksek düşüncenin unsurlarından yoksun olan yeni
doğmuş bebek, yine de doğal bir materyalisttir; fiziksel dünyanın varlığına
sağlam inancını, tüm hayvanlarla tamamen aynı şekilde ifade eder, onu
yiyerek. Zeki filozofların, insanları, dışımızda bir maddi dünya olup
olmadığını gerçekte söyleyemeyeceğimize ikna etmeyi başarmaları için büyük
bir entelektüel incelik göstermeleri gerekir. Bu sözümona
karmaşık ve büyük felsefi sorun, aslında bir bebek tarafından mümkün olan
tek yolla, pratik yoluyla çözülür.
Çocuk iki
yaşından itibaren sembolik düşünme ve ön kavramsal temsil dönemine
girer. Çocuk resim görüntülerini gerçek şeylerin yerini alan semboller
olarak kullanmaya başlar. Buna paralel olarak dilin gelişmesi gelir. Bir
sonraki aşama dünyadaki diğer referans noktalarının tanındığı ve eşzamanlı
olarak tutarlı bir dilin geliştiği koşullu temsil aşamasıdır. Bunu
yedi yaşından on iki yaşına kadar süren işlemsel düşünme takip eder.
Çocuk nesneler arasındaki ilişkileri tanımaya ve daha soyut kavramlarla
uğraşmaya başlar.
Çocuğun
zihinsel gelişiminin anahtarını sunan şey, tam da pratik ve doğuştan gelen
genetik olarak koşullanmış eğilimlerin etkileşimidir. Piaget’nin
ikinci aşaması, ilk “organize algıların” ve temel nitelikteki “farklılaşmış
duyguların” eşlik ettiği temel motor alışkanlıklar aşamasıdır. Üçüncü aşama
“duyu-motor zekâ” ya da pratik (ki konuşmadan
önce gelir) aşamasıdır. Daha sonra bireyler arasındaki kendiliğinden
ilişkileri, özellikle yetişkinlere itaati içeren “ön sezgisel zekâ”
aşaması; mantığın ve ahlâki ve toplumsal duyguların
gelişimini içeren “somut entelektüel işlemler” aşaması (7 ilâ 11 ya da 12 yaş arası); ve son olarak, soyut
entelektüel işlemler –kişiliğin oluşumu, yetişkinler toplumuna duygusal
ve entelektüel entegrasyon (ergenlik)– aşaması gelir.
İnsanın
ilerlemesi genelde düşüncenin gelişimine, özelde de bilim ve teknolojinin
gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. Rasyonel soyut düşünme kapasitesi kolay
oluşmaz. Bugün bile birçok insanın aklı, somutun tanıdık dünyasını geride
bırakan düşünceye isyan etmektedir. Bu yetenek çocuğun zihinsel gelişiminde
oldukça geç ortaya çıkar. Bunu, çocukların, perspektif yasalarına vs. göre
görmeleri gereken şeyi değil de, gerçekten gördükleri şeyi
yansıttıkları resimlerinde görürüz. Mantık, etik,
ahlâk, hepsi çocuğun entelektüel gelişiminde geç ortaya çıkarlar. İlk
dönemde her eylem, her hareket, her düşünce zorunluluğun ürünüdür. “Özgür
irade” kavramının çocuğun zihinsel etkinlikleriyle hiç bir ilgisi yoktur.
Açlık ve yorgunluk, en küçük bebekte dahi yiyecek ya
da uyku isteğine yol açar.
En ilkel
düzeyde dahi olsa bir soyut düşünme kapasitesine sahip oluş, özneyi hem
uzayda hem de zamanda en uzak olayların dahi hakimi kılar. Bu, ilk insanlar
için olduğu kadar çocuklar için de doğrudur. En eski atalarımız kendilerini
diğer hayvanlardan ya da cansız doğadan net bir
biçimde ayırmıyorlardı. Gerçekten de onlar
hayvanlar âleminden bütünüyle çıkmamışlardı ve büyük ölçüde doğa güçlerinin
insafına kalmışlardı. Kendinin farkında oluşun unsurları, maymunlarda
olmasa bile en yakın akrabamız olan şempanzelerde var görünüyor. Ama soyut
düşünce potansiyeli yalnızca insanlarda tam ifadesine ulaşıyor. Bu,
insanoğlunun temel ayırt edici özelliklerinden biri olan dile sıkı sıkıya
bağlıdır.
İnsanın
beyin hacminin %80’ini oluşturan neo-korteks, beynin gruplarla ilişkilerden sorumlu kısmıdır
ve genel olarak düşünmeyle ilgilidir. Toplumsal yaşam, düşünce ve dil
arasında sıkı bir bağlantı vardır. Yeni doğmuş bir bebeğin kendisini merkez
alan doğası, yerini yavaş yavaş, kendi yasaları,
kendi gerekleri ve kendi sınırlamalarıyla bir dış dünyanın, insanların ve
toplumun varolduğunu kavramaya bırakır. Epey sonra, üç ilâ altı ay
arasında, Piaget’ye göre ilk basıncı ve sonra da elle
hareket ettirmeyi içeren tutma aşaması başlar. Bu, bebeğin güçlerinin
katlanmasına ve yeni alışkanlıkların oluşumuna yol açan tayin edici bir
adımdır. Bundan sonra gelişim hızlanır. Piaget
sürecin diyalektik doğasını göstermiştir:
“Ayrım
noktası her zaman bir refleks döngüsüdür. Ama bu döngünün işleyişi, ses
çıkartmaksızın kendisini yinelemekten ziyade, yeni unsurları bir araya
getiren ve ilerici farklılaşmalar sayesinde bu unsurlarla hep daha geniş
organize bütünlükler oluşturan bir özelliğe sahiptir.” Demek ki,
çocuğun gelişimi lineer bir çizgi ya da bir
kısırdöngü değil, uzun süren yavaş değişim dönemlerinin ani ileri
sıçramalarla kesintiye uğradığı ve her aşamanın nitel bir ilerleme içerdiği
bir helezondur.
Piaget’nin üçüncü aşaması “pratik zekâ” ya
da “duyu-motor aşama”dır. Bu “aşamaların” kesin karakteri ve resmedilişi
elbette tartışmaya açıktır, ama genel yaklaşım çizgisi geçerliliğini korur.
Zekâ, nesnelerin elle hareket ettirilmesiyle sıkı sıkıya ilişkilidir.
Beynin gelişimi doğrudan doğruya elle bağlantılıdır. Piaget’nin
dediği gibi: “Ama bu, özellikle nesnelerin elle hareket ettirilmesine
uygulanan ve eylem tasarımında sözcükler ve kavramlar yerine,
yalnızca algılar ve organize hareketlerden yararlanan bir pratik zekâ
sorunudur.”[15] Bundan da görüyoruz ki,
tüm insan bilgisinin temeli, deneyim, faaliyet ve pratiktir. Özellikle
eller belirleyici bir rol oynamaktadır.
Dilin Doğuşu
Bebekler,
konuşma tam olarak gelişmeden önce, isteklerini dışa vurmak için göz
teması, çığlıklar ve vücut dilinin diğer öğeleri gibi her türden işareti
kullanırlar. Aynı şekilde, ilk hominidlerin de
konuşmadan önce birbirleri arasında işaretleşmek için başka araçları
kullanmış olmaları gerektiği açıktır. Bu tür bir iletişim diğer hayvanlarda
ve özellikle üst primatlarda da mevcuttur, ama konuşma yalnızca insanlara
özgüdür. Çocuğun, dilin altında yatan karmaşık kalıplar ve mantıkla
birlikte konuşmaya hakim olmak için verdiği uzun mücadele bilincin
edinilmesiyle eşanlamlıdır. Benzer bir yol ilk insanlar tarafından da kat
edilmiş olmalıdır.
İnsan
bebeğinin gırtlağı, insansı maymunlar ve diğer memelilerdeki gibi, ses
oluğu aşağıda olacak şekilde düzenlenmiştir. Bu yolla hayvanlarınkine
benzer çığlıklar atabilir, ama henüz düzgün konuşamaz. Bunun avantajı,
boğulmaksızın aynı anda hem çığlık atabilmesi hem de yemek yiyebilmesidir.
Daha sonra ses oluğu evrim boyunca gerçekleşen bir süreci yansıtarak yukarı
doğru hareket eder. İnsan konuşmasının, birçok geçişsel
biçim olmaksızın bir çırpıda ortaya çıkmış olması düşünülemez. Konuşmanın
gelişimi, tıpkı insan bebeğinin gelişiminde gördüğümüz gibi, hiç kuşkusuz
hızlı gelişim dönemlerini de içeren milyonlarca yıllık bir süreye
yayılmıştır.
Dil
olmaksızın düşünce varolabilir mi? Bu, “düşünce” ile ne kast edildiğine
bağlıdır. Düşüncenin unsurları hayvanlarda ve özellikle belirli
iletişim araçlarına da sahip olan üst memelilerde mevcuttur. Şempanzelerin
arasındaki iletişim düzeyi oldukça karmaşıktır. Ama bunların hiçbirisinde,
insanın düzeyinin uzağından bile geçecek türden
bir dilden ya da bir düşünceden bahsedemeyiz.
Üstteki alttakinden gelişir ve onsuz varolamaz. İnsan konuşmasının
kökenleri bebeğin tutarsız seslerindedir, ama bu ikisini özdeşleştirmek
aptalca olurdu. Aynı şekilde dilin insan ırkından önce de varolduğunu
göstermeye çalışmak bir hatadır.
Aynı şey
düşünce için de doğrudur. Erişilemeyen bir nesneye ulaşmak için bir çubuk
kullanmak zekice bir davranıştır. Ama çocuğun gelişiminde böylesi bir
davranış oldukça geç –yaklaşık 18. ayda– ortaya çıkar. Bu davranış, önceden
düşünülmüş bir hedefi gerçekleştirmek için eşgüdümlü bir hareketle bir
aletin –bir çubuk– kullanılmasını içerir. Kasıtlı, planlı bir
eylemdir. Bu tür bir faaliyet insansı maymunlar ve hatta maymunlar arasında
bile görülebilir. Yiyecek toplama etkinliğine yardımcı olarak, hazır
bulunan nesnelerin –çubuklar, taşlar vb.– kullanımı hakkında çok şey
yazılmıştır. Çocuk, on ikinci ayda, “ne olduğunu görmek” için bir nesneyi
farklı yönlere atarak deney yapmayı öğrenir.
Bu
etkinlik, sonuç elde etmek için tasarlanmış tekrarlanan amaçlı bir
etkinliktir. Neden ve sonucun farkına varıldığını gösterir (bunu
yaparsam şu olur). Bu bilgilerin hiçbiri doğuştan değildir. Deneyim yoluyla
öğrenilir. Neden ve sonuç kavramını kavramak çocuğun 12-18 ayını alır.
Bilginin en güçlü parçası! İlk insanların, tüm akılcı düşüncenin ve amaçlı
eylemin gerçek temeli olan bu aynı dersi öğrenmeleri milyonlarca yıl almış
olmalı. Doğa hakkındaki bilgimizin böylesine göz kamaştırıcı zirvelere
ulaştığı zamanımızda, bazı bilimciler ve filozofların, nedenselliğin
varlığını yadsımak suretiyle düşünceyi gerçekte ilkel ve çocukça bir düzeye
doğru geri sürüklemeyi istemeleri haydi haydi
saçmadır.
Çocuğun
yaşamın ilk iki yılında, uzay, nedensellik ve zaman kavramlarının oluştuğu
bir entelektüel devrim gerçekleşir. Ve bu devrim, Kant’ın tasavvur ettiği
gibi gökten zembille inmez, bizzat pratik ve fiziksel dünyanın
deneyimlerinin doğrudan bir sonucu olarak şekillenir. Tüm insan bilgisi, en
soyut olanlar da dahil düşüncenin tüm kategorileri buradan türetilir. Bu
materyalist anlayış çocuğun gelişimi tarafından açıkça kanıtlanır.
Başlangıçta bebek gerçeklik ve kendisi arasında ayrım yapmaz. Ama belirli
bir noktada, gördüğü şeyin kendisi dışında bir şey olduğunun ve görüş
alanından çıktığında da varolmaya devam edeceğinin farkına varır. Bu büyük
bir atılımdır; zekânın “Copernicus devrimi”.
Maddi dünyanın varolmadığını ya da bunun
kanıtlanamayacağını iddia eden filozoflar sözcüğün tam anlamıyla çocukça
bir düşünceyi dile getirmektedirler.
Anne odayı
terk ettiğinde ağlayan bebek, görüş sahasından çıktı diye annesinin yok
olmadığını anlar. Ağlama eyleminin annesini geri getireceğini bildiğinden
ağlar. Çocuk bir yaşına kadar görüş alanının dışında olan şeyin gerçekten
de yok olduğuna inanır. İkinci yılın sonunda artık neden ve sonucu
bilmektedir. Nasıl ki düşünceyi eylemden ayıran
bir Çin Seddi yoksa, aynı şekilde çocuğun
entelektüel yaşamıyla duygusal gelişimi arasında da mutlak bir ayrım
çizgisi yoktur. Duygular ve düşünceler gerçekte birbirinden ayrılamaz.
Bunlar insan davranışının tamamlayıcı iki yönünü oluştururlar. İrade unsuru
olmaksızın hiçbir büyük girişimin başarıya ulaşmayacağını herkes bilir.
Duygular insan eylemi ve düşüncesi için en güçlü maniveladır ve insan
gelişiminde temel bir rol oynarlar. Ama her aşamada, çocuğun entelektüel
gelişimi çözülmez bir biçimde etkinliğe bağlanmıştır. Zekaya dayalı
davranış ortaya çıktıkça, aklın duygusal durumları eylemlerle ilişkilenir;
neşelilik ya da hüzün bilerek yapılan eylemlerin
başarısı ya da başarısızlığı ile bağlantılıdır.
Dilin
doğuşu, bireyin davranış ve deneyiminde hem entelektüel hem duygusal
bakımdan muazzam bir değişimi temsil eder. Nitel bir sıçramadır bu. Dile
sahip olmak, Piaget’den alıntılarsak “geçmiş
eylemlerini anlatı biçiminde yeniden inşa etme ve gelecekteki eylemlerini
sözlü sunumlar aracılığıyla önceden gösterme yeteneğini” yaratır. Dil
sayesinde geçmiş ve gelecek bizim için gerçek haline gelir. Şimdinin
sınırlamalarının ötesine geçebilir, bilinçli bir
plana göre tasarlayabilir, öngörebilir ve müdahale edebiliriz.
Dil
toplumsal yaşamın bir ürünüdür. İnsanın toplumsal etkinliği dil olmaksızın
düşünülemez. Dil, şu ya da bu biçimde, en eski
insan toplumlarında, en eski zamanlardan beri varolmuş olsa gerektir.
Bizatihi düşünce bir tür “iç dildir.” Dil sayesinde insanın gerçek
toplumsal ilişki olanağı ortaya çıkar, yalnızca taklit etmenin aksine,
öğrenilebilen ve önce sözlü sonra da yazılı bir biçimde kuşaktan kuşağa
aktarılabilen bir kültür ve geleneğin yaratılışı söz konusu olur. Dil aynı
zamanda antipati, sempati, aşk ve saygının daha tutarlı ve gelişmiş biçimde
ifade edilebildiği gerçek insan ilişkilerini mümkün kılar. Bu unsurlar ilk
altı aydan itibaren taklit biçiminde nüve halinde mevcutturlar. Telaffuz
edilen ilk sözcükler genellikle yalıtık isim sözcüklerdir. Sonra çocuk
sözcükleri bir araya getirmeyi öğrenir. İsimler yavaş yavaş
fiillerle ve sıfatlarla bağlanır. Son olarak, mantıksal düşüncenin son
derece karmaşık kalıplarını gerektiren gramer ve sözdiziminde ustalaşma gelir.
Tür için olduğu kadar tek tek bireyler için de
muazzam bir nitel sıçramadır bu.
Çok küçük
çocukların gerçek anlamda dil olmayan, ama sırf yetişkinlerin konuşmasını
taklit deneylerini ve çabalarını temsil eden seslerden oluşan “özel” bir
dile sahip oldukları söylenebilir. Düzgün konuşma bu seslerden gelişir, ama
bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Dil gerçek doğası itibariyle
özel değil toplumsaldır. Toplumsal yaşam ve kolektif etkinlikten, en başta
da, en eski zamanlardan beri tüm toplumsal yaşamın temelinde yatan üretim
işbirliğinden ayrıştırılamaz. Dil ileri doğru muazzam bir sıçramayı temsil
eder. Süreç bir kez başladı mı bilincin gelişimini muazzam ölçüde
hızlandırır. Bu olgu çocuğun gelişiminde de görülebilir.
Dil insan
etkinliğinin toplumsallaşmasının başlangıçlarını temsil eder. Ondan önce,
ilk ön-insanlar çığlıklar, beden dili ve diğer jestler gibi başka araçlarla
iletişim kurmuş olmalılar. Gerçekten de modern insanlar, özellikle büyük
gerilim ve duygu anlarında böyle yapmayı sürdürürler. Ama bu tür bir
“dilin” sınırları açıktır. Acil durumların ötesine geçmekte
tamamen yetersizdir. İşbirliği temelinde üretime dayanan en basit insan
topluluklarının ihtiyaç duyduğu karmaşıklık, soyut düşünce ve planlama
düzeyi bile böylesi araçlarla ifade edilemez. Ancak dil aracılığıyladır ki,
şimdinin darlığından kurtulmak, geçmişi hatırlamak ve geleceği öngörmek
mümkün olur. Ancak dil aracılığıyladır ki, başkalarıyla gerçekten insani
bir iletişim biçimini inşa etmek, kişinin “iç yaşamını” başkalarıyla paylaşması
mümkün olur. Bu yüzden, tek konuşan hayvan olan insandan farklı olduğunu
belirtmek için “dilsiz hayvanlardan” söz ederiz.
Düşüncenin Toplumsallaşması
Dil
sayesinde çocuk, insan kültürünün zenginliğine açılır. Diğer hayvanlarda
genetik kalıtım faktörü baskınken, insan toplumunda kültürel faktör
belirleyicidir. İnsan yavrusu, yetişkinlere, özellikle de onu yaşamın,
toplumun ve dünyanın gizlerine büyük ölçüde dil aracılığıyla ayak bastıran
ebeveynlerine bütünüyle boyun eğdiği çok uzun bir “çıraklık” döneminden geçmek zorundadır. Çocuk kendisini, kopyalanacak ve
taklit edilecek hazır bir modelle karşı karşıya bulur. Daha sonraları bu,
özellikle oyun aracılığıyla, diğer yetişkinleri ve çocukları da içerecek
şekilde genişler. Bu toplumsallaşma süreci kolay ya
da otomatik değildir, ama tüm entelektüel ve ahlâki gelişimin temelidir.
Tüm ebeveynler küçük çocukların kendi kendilerine oynarlarken nasıl da
kendi kendilerine oldukça neşeli olarak uzun “konuşmalar” yaptıklarını
zevkle gözlemiştir. Çocuğun gelişimi, ilkel benmerkezcilik
durumundan kopma ve başkalarına ve genel olarak dış gerçekliğe bağlanma
süreciyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Piaget’nin orijinal şemasında, iki yıldan yedi yıla kadar olan
dönem, basit “pratik” (“duyu-motor”) zekâ evresinden düşünceye geçişi göstermektedir. Bu süreç ikisi arasındaki her
türlü geçişsel biçimle karakterize olur. Bu durum
kendisini meselâ oyunda açığa vurur. Yedi yaşından on iki yaşına değin
oyunlar, diyelim hayli bireysel olan oyuncak bebeklerle oynamanın aksine,
ortak amaçları içeren kurallarla belirir. İlk bebekliğin mantığı,
yetişkinlerde de hâlâ varolan ve Hegel’in
“dolaysız” düşünce dediği sezgi olarak tanımlanabilir. Ebeveynlerin
iyi bildiği daha geç bir aşamada çocuk neden diye sormaya başlar. Bu
çocuksu merak, akılcı düşüncenin başlangıcıdır. Çocuk artık yalnızca
şeyleri oldukları gibi almayı istememekte, onlar için akılcı bir temel
aramaktadır. Her şeyin bir nedeni olduğunu kavramakta ve bunun ne olduğunu
da anlamaya çalışmaktadır. “B”nin “A”dan sonra olduğu basit gerçeğiyle tatmin
olmamaktadır. Onun neden olduğunu bilmek istemektedir. Böylelikle üç ilâ
yedi yaş arasındaki çocuk, bazı modern filozoflardan daha akıllı olduğunu
göstermektedir.
Geleneksel
olarak belli bir büyü ve şiir havası verilen sezgi, gerçekte düşüncenin en
geri biçimidir, ki çok küçük çocuklar için ve düşük bir kültürel gelişim
düzeyine sahip insanlar için karakteristik biçim budur. duyuların sağladığı
izlenimlerden oluşan sezgi, bizi belirli bir olaya karşı “kendiliğinden”,
yani düşünmeden tepki vermeye kışkırtır. Mantığın ve tutarlı düşüncenin
sıkıntıları onun semtine uğramaz. Bu sezgiler bazen gözalıcı
biçimde başarılı olabilmektedir. Bu durumlarda, “esin parlamasının” apaçık
kendiliğinden doğası, “içten” gelen ve ilâhi olarak esinlenmiş gizemli bir
seziş yanılsamasını doğurur. Gerçekte sezgi, ruhun karanlık derinlerinden
değil, bilimsel tarzda olmasa da imgeler vb. biçiminde edinilmiş deneyimin
içselleştirilmesinden kaynaklanır.
Kayda
değer bir yaşam deneyimi olan insan, karmaşık bir duruma dair son derece
kıt bilgilere dayanarak sık sık doğru bir
değerlendirmeye varabilir. Benzer biçimde bir avcı izini sürdüğü hayvanlar
hakkında neredeyse bir “altıncı his” sergileyebilir. Gerçekten büyük
beyinler söz konusu olduğunda esin parlamalarının bir deha niteliğini
temsil ettiği düşünülür. Tüm bu durumlarda kendiliğinden düşünce olarak
görünen şey aslında yılların deneyim ve düşüncelerinin damıtılmış özüdür.
Ne var ki salt sezgi, çoğunlukla tatmin edicilikten son derece uzak,
yüzeysel ve bozuk biçimli bir bilgiye yol açar. Çocuklarda “sezgi”
muhakeme, tanımlama ve hüküm vermeyi becermeden önceki düşüncenin ilkel,
ham evresine işaret eder. O kadar yetersizdir ki, bu evreyi çok önce geride
bırakmış yetişkinlerin gözünde genellikle komik görülür. Tüm bu durumlarda
gizemli hiçbir şeyin olmadığını söylemeye bile gerek yoktur.
Yaşamının
ilk aşamalarında çocuk kendisiyle fiziksel çevresini birbirinden ayırt
etmez. Gördüğümüz gibi, özne (“ben”) ile nesneyi (fiziksel dünya)
birbirinden ayırt etmeye ancak yavaş yavaş başlar.
Kendisi ile kendi çevresi arasındaki gerçek ilişkiyi, nesneleri elleriyle
hareket ettirmek ve diğer fiziksel işlemler sayesinde pratik içerisinde
anlamaya başlar. İlkel birlik darmadağın olur ve kafa karıştırıcı bir
görüntüler, sesler ve nesneler bolluğu ortaya çıkar. Çocuk ancak bu andan
sonra şeyler arasındaki bağlantıları kavramaya başlar. Deneyler, çocukların
eylemde her zaman sözcüklerde olduğundan daha gelişmiş olduklarını
göstermiştir.
“Saf
entelektüel eylem” diye bir şey yoktur. Küçük çocuklarda bu çok açıktır. Kalp
ile kafayı karşı karşıya koymak çok alelâdedir. Bu da yanlış bir
karşıtlıktır. Duygular entelektüel sorunların çözümünde bir rol oynar.
Bilimciler kavranılması en güç eşitliklerin çözümünde heyecana kapılırlar.
Farklı düşünce ekolleri, felsefi, sanatsal vb. sorunlar hakkında ateşli
tartışmalar içerisine girerler. Örneğin aşk, iki insan arasında üst düzey
bir anlayışı gerektirir. Hem akıl hem de duygular rol oynar. Biri
diğerini önvarsayar ve şu ya
da bu ölçüde birbirlerine müdahale edip şartlandırırlar.
Toplumsallaşma
derecesi ilerleyip geliştikçe çocuk, Piaget’nin
“kişiler arası duygular” –insanlar arasındaki duygusal ilişkiler– dediği
ihtiyacın giderek daha çok farkına varır. Burada, bizzat toplumsal bağın, cezbetme ve iticilik gibi çelişkili unsurlar taşıdığını
görürüz. Çocuk bunu önce ebeveynleri ve ailesine ilişkin olarak öğrenir,
ardından da daha geniş toplumsal gruplarla sıkı bağlar kurar. Sempati ve
antipati duyguları gelişir, bu duygular eylemlerin toplumsallaşmasıyla
ilintilenir ve ahlâki duygular ortaya çıkar; iyi ve kötü, doğru ve yanlış,
ki bunlar “hoşlandıklarım” ya da
“hoşlanmadıklarımdan” çok daha öte bir şey anlamına gelir. Bunlar öznel
değil, toplumdan türetilmiş nesnel kriterlerdir.
Bu güçlü
bağlar, daha en başından itibaren işbirliğine dayanan toplumsal üretime ve
karşılıklı bağımlılığa dayanan insan toplumunun evriminin önemli bir
parçasıdır. Bu olmaksızın insanlık asla hayvanlar âleminden çıkamazdı.
Ahlâki değerler ve gelenekler dil aracılığıyla öğrenilir ve kuşaktan kuşağa
aktarılır. Bununla karşılaştırıldığında, biyolojik kalıtım faktörü,
insanoğlunun yapıldığı hammadde olarak kalmaya devam etse bile, tümüyle
ikincil bir faktör olarak görünür.
Yedi
yaşından itibaren gerçek bir okul eğitiminin başlamasıyla birlikte çocuk
güçlü bir toplumsallaşma ve işbirliği duygusu geliştirmeye başlar. Kurallı
oyunlarda bu kendisini gösterir; en basit bir misket oyunu bile karmaşık
bir kurallar dizisini bilme ve kabullenmeyi gerektirir. Etik
kuralları ve toplum yasaları gibi, bu oyun kuralları da kendi ayakları
üzerinde durabilmek için herkes tarafından kabul edilmelidir. Kuralları ve
bu kuralların nasıl uygulanacağını bilmek, dilin gramer ve sözdizimi
kuralları kadar karmaşık bir şeyi kavramakla at başı gider.
Piaget şu önemli gözlemde bulunur, “tüm insan davranışları
aynı anda hem toplumsal hem de bireyseldir.” Bu noktada karşıtların
birliğinin en önemli örneğiyle karşı karşıyayız. Düşünceyi varlığın ya da bireyi toplumun karşısına koymak tamamen
yanlıştır. Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Özne ve nesne
arasındaki ilişkide ve birey ile çevre (toplum) arasındaki ilişkide aracı
olan etken insanın pratik faaliyetidir (emek). Düşüncelerin
iletişimi dildir (dışsallaştırılmış yansıtma). Diğer taraftan düşüncenin
kendisi, içselleştirilmiş toplumsal ilişkidir. Yedi yaşındayken çocuk,
bakış açılarının eşgüdümünü mümkün kılan bir ilişkiler sisteminden ibaret
olan mantığı anlamaya başlar.
Çok parlak
bir pasajda Piaget bu aşamayı Yunan felsefesinin
ilk dönemleriyle karşılaştırır, bu ilk dönemde İyon materyalistleri
dünyanın ussal bir kavrayışına ulaşmak için mitolojiden kopmuşlardı:
İlk açığa
çıkanlar (birleştiricilerin yeni açıklama biçimleri) arasında, tam da
mitolojik açıklamaların gerilediği çağda Yunanlıların sergilediğine kaydadeğer bir benzerlik gösterenler olduğunu görmek
şaşırtıcıdır.
Burada çok
çarpıcı bir biçimde, daha gelişiminin en başlarında tek tek
her çocuğun düşünüş biçiminin nasıl genel olarak insan düşüncesinin
gelişimiyle kaba bir paralellik taşıdığını görürüz. İlk aşamalarda ilkel animizmle
paralellikler vardır, çocuk güneşin doğduğu için parladığını düşünür. Daha
sonra, bulutların dumandan ya da havadan
geldiğini; taşların topraktan yapıldığını vb. tasavvur eder. Bu, maddenin
doğasını, su, hava vb. şeyler aracılığıyla açıklama girişimlerini
hatırlatmaktadır. Bunun büyük önemi şurada yatar ki, bunlar, evreni, din ya da büyü aracılığıyla değil de, materyalist, bilimsel
araçlarla açıklamaya dönük çocuksu çabalardır. Yedi yaşındaki çocuk zaman,
mekân, hız vb. kavramları kavramaya başlar. Ne var ki bu zaman alır.
Kant’ın, zaman ve mekân kavramlarının doğuştan geldiğini ileri süren
teorisinin aksine, çocuk böylesi soyut düşünceleri, bu düşünceler kendisine
deneysel olarak gösterilmediği sürece kavrayamaz. Demek ki idealizmin
yanlışlığı, bizzat insan düşüncesinin gelişim sürecinin incelenişiyle
gösterilebilir.
[1] Blackmore ve Page, Evolution: the Great Debate
(Evrim: Büyük Tartışma), s.185-6.
* Serebral korteks, beyin kabuğu. (ç.n.)
[2] Steven Rose,
The Conscious
Brain (Bilinçli Beyin), s.31.
[3] S. Rose, Molecules
and Minds (Moleküller
ve Akıl), s.23.
** Medulla oblongata: omurilik soğanı. (ç.n.)
*** Serebrum:
beyin. (ç.n.)
[4] S. Rose, The
Making of Memory (Beleğin
Oluşumu), s.91.
[5] S. Rose, The
Conscious Brain,
s.28.
**** Ganglion:
Merkezi sinir sistemi dışında bulunan sinirlerde hücre gövdelerinin
oluşturduğu küme.(ç.n.)
[6] S. Rose, The
Conscious Brain,
s.179.
[7] S. Rose, Molecules
and Mind, s.96-7.
[8] Engels, The
Dialectics of Nature,
s.284. [Doğanın Diyalektiği, s.190]
[9] Washburn ve Moore, Ape to Man: A Study
of Human Evolution (İnsansı
Maymundan İnsana: İnsan Evrimi Üzerine Bir İnceleme).
[10] Christopher Wills, The Runaway Brain, The Evolution of Human Uniqueness, s.8.
[11] MESW, cilt 3, s.348. [Seçme
Yapıtlar, cilt 3, s.425]
[12] Engels, The
Dialectics of Nature,
s.241. [Doğanın Diyalektiği, s.196]
***** Epistemoloji: Bilginin kaynağını,
niteliğini, sınırlarını araştıran bilim.
[13] Piaget, The
Mental Development of the Child, s.19. [Çocukta
Zihinsel Gelişim, Cem Y., Eylül 1999, s.20]
[14] Rose, Kamin
ve Lewontin, Not In Our Genes (Genlerimizde
Değil), s.96.
[15] Piaget, The
Mental Development of the Child, s.22. [Çocukta
Zihinsel Gelişim, s.23]
Kaynak: Alan
Woods ve Ted Grant: AKLIN İSYANI Marksist Felsefe ve Modern Bilim. Marksist Tutum.
|
|