Yerinde duramıyordu Ahmet. Ona gitme arzusuna engel
olamıyordu. “Özlem iki sokak ötede ve ben hala buradayım. Neyi
bekliyorum ki? Hemen şimdi gidip aşkımı ilan etmeliyim.
Mutluluğa bu denli yaklaşmışken durulur mu? Hayallerim
gerçekleşmeli artık.” Ve koşarcasına çıktı evden. Yolda hiç
bir şey düşünemedi. Sadece duygular vardı, “o” vardı. Aşk
gelince akıl giderdi zaten. Onu sevdiğini söyleyecek, aşkına
karşılık alırsa aradığı gerçek mutluluğu bulacaktı.
17 yaşındaydı. Daha ilkokul son sınıfta tanımış ve sevmişti
Özlem’i. O yaşta neyinden etkilenmişti tam bilemiyordu ama
çocukça aşık olmuştu işte.
Pıt pıt atan yüreği birini sevmek istemiş ve ona yapışmıştı.
Bu aşkın, yedi yılını geçirdiği şehirden ayrılıp o Ege
kasabasına taşınmalarının hemen ardından başlamış olması da
ilginçti. Yaşadığı ayrılık ve yalnızlık gerçeğini, “özel biri”
ile avunup görmezden gelme arzusu gibiydi. Çünkü zordu
ayrılık, ölümü andırıyordu. Alıştığı, sevdiği insanların
otobüsün peşinden ağlayışları gözünün önünden gitmemişti uzun
zaman. Sonsuzu isteyen bir kalp, bir anlık bir ayrılıktan bile
sonsuz yara alırdı; çünkü sonsuz ayrılıkları hatırlatırdı.
İşte bu yaraya çare olarak bulduğu ise, Özlem’e kalbini
bağlamak, o sevgiyle avunmak olmuştu belli ki.
Ortaokulda farklı sınıflarda okumak ve görüşmemek ise bu
duyguyu unutturmak şöyle dursun, iyice arttırmıştı.
Erişilemeyen, gözde, hayalde, kalpte büyürdü zaten. Ve hiç bir
yerde bulunamayan mutluluk hep gerçekleşmemiş hayallere
bağlanırdı. Artık çocukça bir sevgi değil basbayağı ateşli bir
gençlik aşkıydı bu. Şarkılar dinleten, yollar gözleten,
hayaller kurduran, rüyalar gördüren cinsten. Çiçekler onunla
gülüyor, yağmur onunla ağlıyor, güneş onunla ışıyordu sanki.
Onsuz bir hiç gibi hissediyordu kendini, her şeyi.
Lise yıllarında kısmen vuslat gerçekleşmiş, aynı sınıflara
düşmüşlerdi sonunda. Ama o, aşkını belli etmemiş, edememişti.
Gurur da denilebilirdi buna, utangaçlık da. Hoşlandığı kıza
duygularını açamayanların başka şekillerde, mesela tam tersine
o kişiyi kızdırarak ilgilerini belli ettiklerini fark ettiği
için, bu tür davranışlardan bile kaçınıyordu.
Yakınında olmak, ufak bir dokunuş, göz ucuyla bir bakış bile
yetiyordu ona.
İleride ona kavuşmak, onunla mutlu bir hayat sürmek ise en
büyük hayaliydi ve hayaller büyüyordu hep, bunalımlarla,
hüzünlerle, arzularla beslenerek.
Liseyi bitirip üniversiteyi kazandığında içi cız etmişti.
Ondan kopuyor muydu yoksa? Ama hayır, Özlem de kendisi gibi
Ankara’daki bir okulu kazanmıştı. O kadar sevinmişti ki bunu
duyunca. Zaten bugüne dek ne istediyse vermişti Allah. Onu da
verecekti, emindi bundan artık. Ve sonra gerçek mutluluğu
bulacaktı mutlaka. Yoksa?
Açıkçası düşünmek bile istemiyordu ama, bu aşkın da onu mutlu
edemeyeceğinden şüpheleniyordu bazen. Zira mutlu, gerçekten
mutlu olmak için şart olarak gördüğü hemen her şeyi elde
etmişti son birkaç yılda. Okulda başarılı olmak, ailesini
gururlandırmak, çok iyi bir üniversite kazanmak, geniş bir
arkadaş çevresi, kültürel faaliyetler, lüks bir ev, güzel bir
araba, yeni bir müzik seti, sevdiği sanatçıların tüm kasetleri
vs. vs. “O” hariç, istediği ne varsa elde etmişti. Ama
bunların hiç biri kısa bir sevinme dönemi sonrasında tatmin
etmemişti ruhunu. “Gerçek mutluluğu” bulma ümidini sadece
aşkına bağlamıştı artık. Özlem’e kavuşacak ve mutlu olacaktı.
Özlem’in evine vardığında kapıyı çalmadan birkaç dakika
bekledi. Kalbi fırlayacak gibiydi. Kapıyı “o” açtı ve film
koptu. Heyecandan abuk sabuk konuşmuş, evelemiş, gevelemiş ama
“o sözü” bir türlü söyleyememişti. Yine de mesaj yerine
varmıştı. Ne de olsa bu kadar saçma sapan konuşmayı ancak aklı
iptal eden o duygu yaptırabilirdi: Aşk. Özlem de bunu anlamış
ve... ve duygularına karşılık da vermişti. O da Ahmet’i
seviyordu işte, yaşasın!
Aşkına kavuşmuş, mutluluk kapıları ardına kadar açılmıştı
artık. Yedi yıllık hasret bitiyordu sonunda.
Ama hiç ummadığı bir şey oldu. Eve dönerken içindeki heyecanın
söndüğünü ve beklediği gibi çok çok da mutlu olmadığını
hayretle fark etti. Onca sevgi duyduğu, hayallerle büyüttüğü
Özlem işte öylesine biriydi. Ayşe gibi, Fatma gibi, kendisi
gibi, herhangi biri gibi. Etten kemiktendi o da. Zaafları,
hataları vardı mutlaka. Ayda bir hasta olurdu, baş ağrısı
tutardı. Bazen tartışacak, belki birbirlerini yeterince
anlayamayacaklardı. Sonunda da çevrede gördüğü diğer insanlar
gibi öylesine bir beraberlikle hayatları geçecek ve belki de
aşkları bir gün bitecekti. Kafasından uzaklaştırdı bu
düşünceleri hemen. Nankörlük yapmamalıydı, mutlu olması
gerekiyordu. “Çok mutlu bir aşık gibi” yaşamaya çalıştı
sonraki bir yıl boyunca.
Mektuplar döşendi, şiirler yazdı, dostlarına sevgisini ve
sevgilisini anlattı, her fırsatta Özlem’le oldu, onu övdü, ne
kadar çok sevdiğini, ne kadar mutlu olacaklarını söyledi
defalarca, defalarca. İçten içe şüphe duyulan şeyler çok sık
söylenir, gereksiz yere vurgulanırdı zaten. Kendini ikna
etmeye çalışmaktı bu aslında. Söylediklerine Özlem inanıyordu
ama kendisi inanmakta zorlanıyordu bazen.
“Ayışığı” ismini takmıştı ona. Duru güzelliği, kibarlığı ve
sakinliği bu ismi çağrıştırmıştı ama bu isim de başka şeyleri
çağrıştırıyordu fena halde.
Evet ay güzeldi ama doğar, sonra da batardı. Faniydi yani. Kâh
bir bulut perde olur ışığını keser, kâh incelir görünmez
olurdu. Üstelik ışığı kendinden de değildi. Bir güneşin
ışığının çok az bir kısmını yarım yamalak aksettirirdi o
kadar. Eksikti ve acizdi. İçinden bir ses “faniyim, fani olanı
istemem; acizim, aciz olanı istemem” demeye başlamıştı artık.
Dünyaları dolduracak bir sevgi vardı kalbinde ve Özlem bu
sevgiyi kaldıramıyordu, belliydi. Değmiyordu tüm zerrelerinde
hissettiği aşka. Onu olduğundan mükemmel görmeye çalıştıkça da
eksikler daha bir gözüne batıyordu. En dayanamadığı şey ise
“sonlu” olmaktı. “Bir gün mutlaka öleceğiz. Ne kadar sevsem ve
mutlu olsam da bu beraberlik bir gün bitecek ve ebediyen
ayrılacağız. Sonsuzluk isteyen bir kalp nasıl taşır bu yükü?
Bir gün ayrılacağını bile bile insan kalbini nasıl bağlar bir
sevgiliye? Nasıl kandırır kendini “sonsuza dek beraber
olacağız” diye?” Kaybedeceğini bile bile sevmek. Bu acıların
en dayanılmazıydı. Üstelik tam da o sıralarda bir arkadaşından
duyduğu bir söz zihnine kazınmıştı fena halde. “İdama mahkum
birisi, sehpanın süslenmesinden zevk alabilir mi?” Ne anlama
geldiği açıktı bu sözün: Hepimiz ölümlüydük. Bir gün gelip
öleceğimizi bile bile yaşıyorduk. Her şey, saatin tik-takları,
takvim yaprakları, dökülen saçlar, doğum günleri, hepsi,
hepsi, içten içe ölümü hatırlatıyordu aslında. Ne kadar güzel
olursa olsun, bu hayat bitmeye mahkumdu. İdam mahkumlarıydık
hepimiz. Sadece tarihi belli değildi idamın. Ve zindan
eğlenceleri, darağacı süslemeleri ile avutuyorduk kendimizi.
Ya da bir başka idam mahkumuyla. Çıldıracak gibi oluyordu
bunları düşündükçe. Ama ne yapacağını da bilemiyordu. Yarayı
görmezden gelmek de doğru değildi, olgunlaşmamış yaraya neşter
vurmak da. Okuyor, düşünüyor ve bekliyordu. “Her derdin
devası, her sorunun çözümü var. Bir gün bulacağım çözümü”
diyordu.
Özlem’e de kısmen açmıştı bu duygularını. “Seni çok seviyorum
ama bu sevgi kalbimdeki o muazzam aşkı karşılamıyor sanki”
demişti. “Kusursuz ve sonsuz olanı sevmek istiyor kalbim. Ama
nasıl olur bu, bilemiyorum. Senden bir şikayetim yok aslında.
Şikayetim, senin de benim gibi, herkes gibi hataları,
eksikleri olan, geçici, ölümlü bir insan oluşundan.” Özlem’i
çok üzüyordu bu konuşmalar, farkındaydı. “Galiba sen beni
artık sevmiyorsun” demişti bir gün. Derdini anlatamadığını
anladı ve sustu ondan sonra. Sonun yaklaştığını hissetti.
Başını kuma soktu.
Ve o gün, kasvetli bir sonbahar günü, sabah okul kantininde
görüşmek istedi Özlem. Kısa bir konuşmadan sonra da “senden
ayrılmak istiyorum artık” dedi Ahmet’e. Kafasının içinde sanki
bir şimşek çaktı o an. Beynini titreten elektrik tüm
hücrelerine “her şey fani” gerçeğini kazıdı. Rüzgar durdu,
sesler sustu, kantin yıkıldı, dünya boşaldı. Bitmişti işte.
Dışarı çıktığında sarhoş gibiydi. Yağmur çiseliyordu dökülmüş
yaprakların üstüne.
Ağlayamadı bile.
Eve dönüşte ailesini çarşıya götürmesi gerekti. Alışveriş
merkezinde müzik yayını yapılıyordu. Şıkıdım bir parça
eşliğinde neşeyle çığlık atıyordu vokalistler. İnanamadı buna,
nasıl mutlu olabiliyordu ki bu insanlar? Ne varsa onları mutlu
eden, geçici değil miydi? Bilmiyorlar mıydı her şeyin fani
olduğunu, bir gün er-geç öleceklerini? Nasıl gülebilirdi,
neşeli olabilirdi bir insan bu halde? Aklı almadı. Sonraları,
hayatının en önemli ve hayırlı günü olduğunu anlayacaktı o
günün. Neyin onu mutlu edeceğini arıyordu yıllardır ve en
azından neyin mutlu edemeyeceği belli olmuştu artık. Kim ki,
fanidir ve ölümlüdür, bizzat sevilmeye layık değildir. Ne ki,
geçicidir ve elden çıkmaya mahkumdur, kalbi bağlamaya değmez.
Evet, ay batmıştı, “ayışığı” yoktu artık ve her yer karanlıktı
ama, güneşin doğuşu da yakındı.
DR.YUSUF KARAÇAY
|