
Marîz bir asrın, hasta bir
unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır.
Azametli bahtsız bir kıt'anın,
şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi;
ittihad-ı İslâmdır.
Ruh, bir kanun-u zîvücud-u
haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi,
ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u
hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir.
Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i
emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir
vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa,
şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.
Birbirinden
eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan
esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ
zamana, fikre tenevvü' ediyor. Hava âyinesinde bir kelime milyonlar
kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib istinsah
ediyor. İn'ikas, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin
timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin kendi
âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa
da, gayrı da değildir.
Arzı ve bütün
nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli
bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad
edemez. Zira herşey, herşeyle bağlıdır.
Haşirde bütün zev-il-ervahın
ihyası; mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya
ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye
zâtiyedir; tegayyür edemez, acz tahallül edemez, avaik tedahül edemez.
Onda meratib olamaz, herşey ona nisbeten birdir.
Sivrisineğin gözünü halkeden,
Güneş'i dahi O halketmiştir.
Pirenin midesini tanzim eden,
Manzume-i Şemsiyeyi de O tanzim etmiştir.
Kâinatın te'lifinde öyle bir
i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer
fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karşı secde
ederek diyeceklerdir.
Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş,
vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete
perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zâhirde, dest-i
kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin.
Mahall-i taalluk-u kudret olan
herşeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir.
Âlem-i şehadet, avalim-ül guyub
üstünde tenteneli bir perdedir.
Bir noktayı tam yerinde îcad
etmek için, bütün kâinatı îcad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî
lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bahusus
zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır
birer gözü vardır.
Tabiat, misalî bir matbaadır,
tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır,
masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı
iradiyedir, hakikat-ı hariciye değil.
Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki
incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir.
Fıtrat yalan söylemez. Bir
çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve
vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der:
"Piliç olacağım." Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı
incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan
çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, iradeden
gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
Hayat, kesrette bir çeşit
tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi
herşeye mâlik eder.
Ziya ile mevcudat görünür, hayat
ile mevcudatın varlığı bilinir. Herbirisi birer keşşaftır.
Cumhur-u avamı, bürhandan ziyade,
me'hazdaki kudsiyet imtisale sevkeder.


|
|