Bahriye ÜÇOK
Tarihçi ve siyasetçi. 1919'da Trabzon'da doğdu. İstanbul Kandilli Kız Lisesini bitirdi. Yüksek öğrenim Diplomasını Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ortacağ Türk-İslam Tarihi Bölümü'nden alırken, aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera bölümüne de devam etti ve bitirdi. Samsun ve Ankara'da onbir yıl süren lise öğretmenliğinden sonra,1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Öğretim Üyesi oldu. Bu Fakültenin İlk Kadın Öğretim Üyesi'dir. 1957 yılında doktora, 1964 yılında "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlarla" adlı tezinde başarılı bulunarak doçentliğe yükseldi ve bu fakültenin İslam Tarihi bölümüne öğretim üyesi tayin edildi. Farsça ve Arapçayı iyi bilen Bahriye Üçok Kur-an'ı Kerim'e bağlı kalarak İslam Dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960'lı yıllardan itibaren tehditler almağa başladı. Kendini güvencede hissettmediği için akademik çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı. 1971'de Cumhuriyet Senatosu'na kontenjan senatörü olarak atandı. Altı yıl süre ile bu görevde çalıştı. 1977 de CHP'ye katıldı. 12 Eylül' den sonra açılan Halkçı Parti'nin 1983'de kurucu üyesi oldu. 1984 seçimlerinde bu partiden Ordu Milletvekili olarak T.B.M.M.'sine girdi. 1986'dan itibaren SHP üyesi oldu. 1990 Eylülünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi. Yaşamı boyu laik Türkiye Cumhuriyeti'nin ilkelerine bağlı kalarak Kadın Haklarının Atatürk aydınlanması ışığı içinde savunucusu oldu. 1989 da televizyonda yapılan bir açık oturumda, "İslamda Örtünmenin Zorunlu Olmadığını" açıklamasından sonra, gericilerin, şeriatçıların yoğun tehditlerini almaya başladı. Yılmadı, açıklamalara her fırsatta devam etti. Bilindiği gibi 6 Ekim 1990 günü evine gönderilen kitap paketini kapısının önünde açmağa çalışırken içine yerleştirilen bombanın patlamasıyla yaşamını yitirdi. İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, İslam Devletinde Kadın Hükümdarlar, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler ve Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu adlı yapıtları bulunan Üçok, birçok makale ve araştırma yazısı kaleme aldı. Aly Mazahéri'nin " Ortaçağ'da Müslümanların Günlük Yaşayışları" adlı ilginç yapıtını da Türkçeye kazandırdı. 7 Ekim 1990 Pazar, Cumhuriyet Gazetesi'nin haberi şöyleydi :"Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun'dan sonra türbana karşı tavrı ve laikliği savunmasıyla tanınan SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok da suikast sonucu öldürüldü. İstanbul'dan Ankara Çankaya'daki evine özel bir kargo şirketiyle yollanan kitap paketini açan Üçok, içindeki bombanın patlaması sonucu ağır yaralandı. İki kolu ve bir bacaği kopan Üçok kaldırıldığı hastanede ameliyata alınamadan öldü. 1978'de Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu da benzeri bir yöntemle öldürülmüştü. Alçakca cinayeti "İslami Hareket" üstlendi. Gazetemizi telefonla arayarak İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu bildiren bir kişi Üçok'u "tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdıklarını söyledi. Aynı kişi "İslama sınır koyanları idam etmeyi borç bildiklerini" belirtti. Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri Bahriye Üçok'un son zamanlarda sık sık tehdit edildiğini bildirdiler." "Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu", Bahriye Üçok, Cem Yayınları, 1993 kitabından iki makale yer almaktadır. ATATÜRKLE GELEN KADIN HAKLARI "Kadın hakları açısından tarihe baktığımız zaman, islâmiyetin bu yolda kadınlar yararına getirmiş olduğu yenilikleri dünyanın başka hiç bir yerinde ve çağındaki devrimlerle kıyaslanmayacak kadar büyük bir hamle olduğu açıkça görülecektir. Şöy1e ki:İslamiyetten önceki kadın haklarıyla sonrakiler arasında saptanan büyük farklar bu gerçeği açıkça gözler önüne sermeğe yeterlidir. 6. yüzyılın Arap kadını genellikle hak süjesi değil hak objesi idi. Nitekim cahiliye çağı denilen islam öncesi çağda kadın evlenirken velisi tarafından satılmakta ve bundan dolayı da satın alanın, yani kocasının mamelekinden sayılmakta idi. Öyleki, koca öldüğü zaman karıları mirasçıları arasında bö1üşü1mekte ve oğulları üvey anneleri ile evlenmekte idiler. Doğaldır ki, bu durumda kadının miras hakkı da yoktu. Çünkü kendisi mirasın konularından birisi sayılmakta idi. Kocalar karılarını hiç bir şarta bağlı olmadan boşayabilmekte idiler ve dul kadınlar da bir yıl süre ile hiç bir temizlik yapmadan bir çadırda oturmak zorunda idiler. Ayrıca bazı arap kabilelerinde kız çocuklarının öldürüldüğü de herkesce bilinmektedir. 7 nci yüzyılın başlarında islamiyet âyet ve hadislerle kadına kişiliğini tanıdı. Bundan böyle “ergin ve mümeyyiz kadın tam ehliyetli hak süjesi haline geldi. Artık o mirasın konusu deği1 bazı durumlarda erkeğin yarısını almakla birlikte, bu hakkın da sahibidir.Evlenmede kocanın vermesi gereken bedel, artık kadının velisine deği1, doğrudan kendisine ödenecektir. Böylece kadın, boşanma veya dul kalma durumları için bir tür garanti elde etmiş olmaktadır. Kadının iktisadi ve ticari hayatta istediği gibi ça1ışabilmesi için hiçbir engel ka1mamıştır. Evlenirken iradesini beyan etmesi şarttır. Üvey oğulları ile evlenme zorunluluğu kaldırılmakla kalmamış, hatta yasak1anmıştır. “ilim tahsil etmek her müslüman kadın ve erkeğe farzdır” hadisi ile de bilimsel alanda kadınla erkeğin farklı olmadığı gösterilmek istenmiştir. Ancak tarih boyunca büyük islam alemindeki kadınların büyük çoğunluğu kendilerine islâmiyetin tanımış olduğu bu haklardan tamamıyle habersiz ve bu hakların bilincine varmadan gene de erkeklerin adeta bir kölesi gibi bir çok bakımlardan eski yaşayışlarını sürdürüp gitmişlerdir. Çünkü islam ülkelerinde, en ücra köylere kadar eğitim, değil kadınları, erkekleri bile ele alıp yetiştirme yollarını aramamıştır. 1926 yılında Medeni Kanununun kabulü ile ve 5 Aralık 1934’de kadınlara siyasal haklarının tanınmasıyla, Atatürk de tarihin en büyük devrimlerinin birini gerçekleştirmiştir. Ancak büyük şehirlerimizde ve kasabalarımızda kadınların bugün bilim, bürokrasi, teknokrasi, öğretim, eğitim, ticaret ve ekonomi alanlarında yüklenmiş oldukları rollere bakarak kendimizi aldatmayalım. Bugün bile Türkiyemiz kadınlarının büyük bir bölümü Cumhuriyet'le gelen devrimlerin kendilerine tanımış olduğu haklardan habersizdirler; hatta islâmiyetin vermiş olduğu haklardan da habersizdirler. Bu cümlemi bir örnek vererek açıklayalım: İslam dini dinsel bir evlenme kuralı getirmemiştir yani Hiristiyan kişilerin kilisede rahibin önünde evlenmek istediklerini beyan etmeleri ve doğan çocuklarını vaftiz ettirip adları yazılmış olan kilise defterinin aynı sayfasına kaydettirmek gibi bir saptanma işlemi müslümanlıkta öngörülmemiştir. Kilise öteden beri hem evlenmeleri hem doğumları saptayan bir çeşit nüfus kütüğü görevini yapmaktadır. İslam hukukuna göre evlilik sadece iki erkek tanık önünde sözle ifade edilmekten öteye gidememiş olduğundan evlilik zevalinden sonra bile iki erkek tanıkla saptanabilmekte idi. Böylece dini bir nikâhın olmayışı bir çok kişileri eski geleneklerine göre evlenmekte adeta serbest bırakmıştır. Yüzyıllar boyunca osmanlı imparatorluğunda evlenecek olanlardan izinname adı verilen bir resmi belgenin istenmesi de evlenmeleri saptama imkânı vermemiştir. Taraflar resmi belge olmadan da aralarında bildikleri gibi evlenmeye devam etmişlerdir ve halâ da etmektedirler. Bugün hâlâ en ücra köylerimize kadar öğretim ve eğitimin girmemiş olması, girdiği yerlerde de yetersiz bulunması en ilkel evlenme biçimlerinin günümüze değin geçerli olması sonucunu vermiştir. Bence bugün kanunlarımızda kadınlarla erkeklerin eşitliğini bozan önemli hayati bir hüküm yoktur onun için Türk kadınını bundan böyle kadınlara yeniden haklar veya eşitIik hakları kazanmak için bir mücadeleye atılmak zorun1uluğunda görmüyorum. Kadınların ancak kanunlarımızın kendilerine tanıdığı hakların bilincine varabilmeleri ve onları erkeklerin baskısından uzak, serbestçe kullanabilmeleri için bir eğitim ve öğretim seferberliğine inmek zorun1u1uğunu kabul ediyorum. Ta ki kadın yalnız oy verme hakkı olduğunu bilmekle kalmasın bu hakkını kocasının veya kendi üstünde etken olan başka erkeklerin baskısından uzak özgürce kullanabilsin." EĞİTİMDE ŞERİAT DÜZENİ
Geçen hafta içinde Senato gündeminde bekleyen iki önemli kanun önerisi, süresi içinde görüşülemediğinden otomatik olarak kanun1aştı. Fakat yeniden görüşülmek üzere Cumhurbaşkanı tarafından Meclislere geri gönderildi. Bunlardan birisi Milli Eğitim Temel Kanununun 25. maddesini, öteki üniversiteler kanununun 52. maddesini değiştiren önerilerdi. İki yıl önce ( 13 haziran 1973), Senato'da oylanan Milli Eğitim Temel Kanunu uzun bir sürede uygulama olanağı isteyen bir kanundu; özellikle iIköğretim konusunda Türk toplumunu eğitimsizlik yüzünden çağın gerisinde kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan bir nitelik taşıyor, ilköğretimi ülke gereksinmelerine göre programlayıp öğrencilerin heves ve yeteneklerini saptamayı ön görüyordu. Bizler bu yöntemi uygulamakta oldukça geç ka1mıştık. Oysa görebildiğim Fransa'dan Almanya'dan Pakistan'a kadar uzanan ülkelerde bu yöntemin yararları çoktan beri fark edilmiş ve Milli Eğitimleri bu yola yönelmişti. Kuşku yok ki, bir ülkenin, bir ulusun en büyük gereksinimi ana okulundan üniversitelerine kadar uzanan eğitim kuru1uş1arınadır. Bu kuru1uş1arın dayandığı ilkeler o ülkenin rejimi ile uygunluk içinde bulunmalıdır. Hiçbir ülkede hiçbir yönetim düşünü1emez ki, kendi yasalarına hatta kendi rejimine ters düşen bir eğitimi desteklemek yolunu izlesin. Bizde XVII. Yüzyıldan bu yana geçen her dönemde, biraz daha Ortaçağ karanlıklarına gömülen Osmanlı imparatorluğunda ge1işen çağa ayak uydurma çabaları ancak Tanzimat döneminde gözükebildi. Böylece bir yanda uygarlıkta hayli yol almış olan Avrupa uluslarını geriden de olsa izleme o1anağı, modern ve olumlu programlarla yürütülen okullar açarak sağlanması yolu tutulurken, öte yandan fonksiyonunu yitirmiş, skolastik görüş1erin dışına çıkamaz bir hale ge1miş olan medreseler eğitimlerini Cumhuriyet dönemine değin sürdürmüşlerdir. Ancak, giderek Kurtuluş Savaşımızı izleyen günlerde Türk toplumu tarihinin karanlık günlerini bir daha yaşamamak, o günlere geri dönmemek için önce padişah1ıktan Cumhuriyet rejimine geçmiş, sonra anayasasi ile, yasaları ile gerekli her önlemi almıştı. Bunların başında gelenlerden biri "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" idi. Bununla eğitim ve öğretimdeki ikilik kaldırılıyor, Batı'ya yönelmiş, pozitif bilimlere geniş çapta dayanan laik bir eğitim sistemi getiriliyordu. 3 Mart 1924'ten izlenen yol Tanzimat'tan bu yana sarfedilen yenileşme, çağdaşlaşma çabalarına hız verme olanağını engelsiz olarak sağlamıştır. Artık, Batı'nın ilerleyen toplumlarının karşısında yaya kalmaktan kurtulmanın çareleri ülkemizde de bulunmuştur. Tek, belirli, akılcı ve ulusal bilinç veren bir programla, yeni, yapıcı kuşaklar yetişirilecek ve bunlar Tanzimat'tan sonra olduğu gibi birbirine zıt eğitim kuruluşlarından yetişen kişi1erin an1aşmazlıkları içinde olmayacaklardı; olmadılar da. 25 yıl böyle geçti. Ancak "Tevhid-i Tednisat Kanunu"nun bir maddesine dayanılarak açılan İmam-Hatip Okulları ile ilgili Temel Egitim Kanunu'nun bir maddesi, üzerinden sadece iki yıl gibi kısa bir süre geçer geçmez, yeni bir biçime sokularak, yeniden Meclislerin gündeminde yer aldı. Temel Eğitim Kanunu'nda ilköğretim iki dönemden oluşmaktadir: beş yıllık birinci dönem ve üç yıllık ikinci dönem. Bu sekiz yıllık eğitimin ikinci dönemi olan üç yılda, eğitimciler çocuğun yeteneklerini araştıracak ve eğilim1erini saptayacaktır. Yoksa büyük ölçüde iş hayatına, meslek hayatına alıştırıcı bir yöntem izlemeyeceklerdir. Bu dönemde sadece çocuğun gizli kalmış yeteneklerini bulup ortaya çıkaracaklardır. Örneğin hekimliğe hevesi olan bir çocugun, bir sağlık memuru gibi yara pansuman etmesi veya ilâç enjekte etmesi, ya da yapı mühendisi veya teknisyeni olması gereken 11-12 yaşındaki çocuğu duvar örmeye, beton dökmeye alıştırmak gibi bugün artık yanlış olduğu bilimsel yöntemlerle ortaya çıkan bir program uygulanmayacaktır. Çünkü, beş yıllık ilköğretimi bitiren çocuk henuz 11 yaşındadır. Üstün yetenekleri henüz kendi de çevresi de bilemez. Onu, daha 11 yaşında bir çocuk iken ruhsal durumu ile hiç de bağdaşmayacak bir mesleğe sokmak, coğu kez heder etmektir. Bu hem o gencin, hem de ülkemizin zararına olur. Gene örneğin bir yabancı dil dehası genci Birleşmiş Milletler'de senknonik tercüman olarak, ya da büyük bir hukukcu, hekim, tarımcı, atom bilgini olma heves ve yeteneğine sahip kişileri "ağaç yaşken eğilir", "arapça ve farsçayı çocuk yaşta öğrensinler" diye alıp İmam-Hatip Okulunda yetiştirmek çağdaş ülkelerin eğitim metodlarına ters düşeceği gibi, ülke çıkarları yönünden olduğu kadar, bireylerin meslek seçme özgürlüklerini de kısıtlayıcı bir tutum olur. Büyük bir Fransız eğitimcisi olan Jean Jacques Rousseau, Emile adlı yapıtında, daha XVIII. Yüzyılda, çocukların onüç-ondört yaşlarına kadar seçme yeteneklerinin bulunmadığını bilimsel olarak açıklamıştır. Cumhuriyet Senatosu'nda görüşülmeden kanunlaşan öneride ise, bu bilimsel verilere göre hazırlanmış olan ve henüz iki yıl önce uygulanmasına başlanan kanunun 25. maddesi değiştiriliyor, geriye dönüş yapılıyor; daha önce yararlı görülmediği için uygulamadan kaldırılmış olan ve yeni kuşakIarı iradeleri dışında mesleklere iterek yaşamlarını hüsranla sürdürmelerine vesile olacak kanun hükümleri geri getirilmek isteniyor. Oysa Temel Eğitim Kanunu henüz denenmemiştir. Yararları, ya da varsa zararlı, sakıncalı yönleri görülmemiştir. Konu bu açılardan dikkate alınınca görülmektedir ki, son birkaç yıldan heri, belli bir çevrenin özellikle üzerinde durduğu eğitim konusu adım adım bir amaca doğru yaklaştırılmak isteniyor. Bu amaç "Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun öngördüğü modern, Batı uygarlığı doğrultusundaki eğitimi kaldırmak ve şeriat eğitimini onun yerine geçirmektir. Bugün şeriatla yönetilen ülkelerde bile geçersizleşen kimi kuralları ve yasaları, uygarlıkta Ortadoğu ülkelerine örnek olan Türkiye'de yeniden canlandırma çabaları, üzülerek söylemeliyiz ki, yadsınamaz bir gerçektir artık. Bunu, ısrarla önünüze getirilen yasa önerisinde de açık olarak görmekteyiz. Gerekçenin son bölumünde "imam-hatip okullarının özel bir yanı olduğu bu okullarda Arapca ve Farsça öğretildiği, bu nedenle verimin arttırılması için erken yaşlarda imam - hatip derslerinin okutulması gerçekdışı" açıklanmıştır. Evet erken yaşlarda.. çünkü çocuk 11 yaşındadır, emredilen yöne kolayca gider, bunu kendi doğal kaderi sayar. Ama sekiz yıllık temel eğitimden sonra, hem yaşı, hem de bilgi ve görgüsü onu daha olgunlaştıracak, hayatta ne iş tutmak istediğini, neyi seveceğini, hangi meslekte başarılı adımlar atmak, buluşlar yapmak istediğini, sezecektir. Onu hiç de istemediği bir mesleğe veya sanata zonlamak kolay olmayacaktır. Bunun en güzel en canlı örneğini 1971'de birinci dönemi kaldırıldıktan sonra imam - hatip okullarında gördük. Bu meslek okulunun ikinci döneminde mesleğe gidenlenin sayısında büyük bir düşüş olmuştur. Demek ki, gençlerin büyük çoğunluğu kendi iradeleri olmaksızın bu mesleğe yönelti1mişlerdir. İşte bunun sonucundadir ki, yüzmilyonlar harcanarak yetiştirilen bu gençler okullarını bitirdikten sonra Diyanet işleri Başkanlığı kuruluşunda görev almak istememekte, ellerine geçen fırsatlardan yararlanarak başka alanlanda çalışmaya koşmakta, ya da böyle fırsatlar yaratmak çabası içine düşmektedirler. Bir yazılı sorum üzerine 1974 ağustosunda Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanmış, Din Eğitimi Genel Müdür1üğünün mühür ve imzasını da taşıyan bir açıklama ile sözlerimi belgelemek isterim. İmam-Hatip Okullarının birinci dönemini bitirenlerin yalnızca yüzde 9'u Diyanet işlerinde görev almıştır.Yani köylere gideceklerini umduğumuz kişilerden yüzde 91'i göreve gitmemiştir. Bunların büyük bir bölümü imam hatip'in ikinci dönemine gitmişse de yüzde 16 kadarının meslek değiştirdiği saptanabilmiştir. İkinci dönemi bitirenlere gelince, bunlardan yüzde 60'ı ya meslek değiştirmiştir, ya da başka yüksek okullara, örneğin Hukuk Fakültesine girerek söz konusu alanda çalışmak istememişlerdir. Diyanet İşleri Başkanlığında görev alanlar, gene onların açıklamalarına göre, yüzde 40 dolaylarındadır. O da son üç yıldan beri sağlanan dolgun kadrolar sayesinde mümkün olmuştur. Görülüyor ki, köylerde ve ilçelerde hâlâ daha pek çoğuna gereksinme bulunduğu savunulan ve bu yüzden sayısı nerdeyse öğretmen okullarının iki katına yaklaşan, son zamanların bütün iktidar partilerince yarışırcasına yenileri açılan imam - hatip okulları, amaçlanmış olan hizmeti sağlayamamışlardır; bundan sonra da hiç sağlayamayacaklardır. Ama gene de o alanda okulların plansız olarak açılması düşünülmektedir. Bundaki amaç nedir? Meclislerin iki ay kadar ça1ışamaz durumda bırakılmaları ile süreleri dolup otomatik olarak kanunlaşan bu öneriler, yalnızca Temel Eğitim Kanunundaki 25. maddenin bir iki sözcüğünü değiştirmekten ibaret bir işlem gibi görünmekte ise de asıl amaç başkadır. Bir kez Üniversiteler Kanununun 52. maddesini değiştiren kanun1aşan öneri ve Tevhid-i Tedrisat Kanununa aykırı düşmektedir. Çünkü Anayasa güvencesi altında bulunan Tevhid-i Tedrisat Kanunu imam hatip okullarının yalnız ve yalnız imam ve hatip yetiştirmek üzere açı1abi1eceğini kesinlikle be1irtmiştir. Ayrıca Temel Eğitim Kanununun 25. maddesini degiştiren kanunun amaçlarını dikkatlere sunmayı da görev saymaktayım. Zira bu degişiklikler ulusumuzu çağdaşlaşma ilkelerinden yoksun bırakmayı amaçlayanların hayal ettikleri şeriat düzenine ulaşabilmek için eğitim sistemimiz içinde atmak istedikleri küçümsenemeyecek ölçüde tehlikeli bir adımdır.