Onat KUTLAR
25 Ocak 1936'da Alanya'da doğdu; ilk ve orta öğrenimini Gaziantep Lisesinde yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki öğrenimini tamamlamadan felsefe öğrenimi yapmak için Fransa'ya gitti. İki yıl, Paris Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğrenim gördü. 1952'de çeşitli dergilerde yer alan siirleri, özellikle Seçilmiş Hikayeler Dergisi ile a Dergisi'nde yer alan öyküleri ilgi gördü. Çok genç yaşta yazdığı bu öykülerini, lshak adlı kitapta topladı. Kitap, 960 TDK Hikaye Ödülü'nü kazandı. Daha sonraki yıllarda sinemaya ağırlık verdi. Sinema eleştirileri, denemeler ile senaryolar yazdi. 1965-67 ye 1969-76 yılları arasında, kurucusu olduğu Türk Sinematek Derneği'nin yöneticiliğini yaptı. Sinema kültürü ve sevgisinin yayılmasında büyük emeği geçti. 1978-79 yıllarında, Kültür Bakanlığı Sinema ve Yapım Merkezi Müdürlüğü'nü üstlendi. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı, İcra Kurulu Üyeliği, Uluslararası İstanbul Film Festivali Danışma Kurulu Üyeliği yaptı. 30 Aralık 1994 Cuma günü, Taksim-Marmara Oteli'nde patlayan bir bombayla yaralandı. Bütün çabalara rağmen kurtarılamadı. 11 Ocak 1995 çarşamba günü İstanbulda öldü. Yapıtları : Ishak (öyküler,1959), Gerçeküstücülük (ortak inceleme,1960), Peralı Bir Aşk için Divan (şiir,198l), Yeter ki Kararmasın (mektuplar,1984), Sinema Bir Şenliktir (sinema yazıları,1985), Bahar İsyancıdır (denemeler, 1986). Film senaryoları : Yusuf ile Kenan (Yön. Ö. Kavur,1978), Hazal (Yön. A. Ozgentürk,1979), Kurban Olduğum, Delikanlı, Hakkaride Bir Mevsim (Yön. E Kıral, 1982), filmlerinin senaryoları. Büyük usta İlhan Selçuk, kitabına yazdığı önsözde şunları yazmıştı : "Çağımızın aydınıdır o.. Hem ülkemizin gerçeklerine ayaklarını dayamış, hem evrenselliğin ölçüleriyle yerel gerçekleri teraziye vurabilen bir bilince ulaşmıştır. Onat'ın yazı söylemi ilginçtir, hem olayın içinde bütün duyarlılığıyla yaşar, hem kendisini olayın dışıda tutar; ikilem gibi görünen bu bütünlükte, sencil yazar kimliğiyle benci edebiyatcı kişiliğinin gelgitleri yazı boyunca süregelir. Noktayı koyunca amacına ulaşmıştır. Amacı nedir?. Ah o amaç!. İnsandan insana geçen titreşimde daha güzel, uygar, aydınlık bir dünyanın tınısını duyurabilmek !.Onat'ın işi bu !..Onat Kutlar omurgalı bir yazardı, belkemiğinden yoksun sürüngenlerden değildi. İnsan eliyle enlem ve boylamları çizi1miş dünyamızda doğrultusu hiç şaşmadı. Kolay gibi görünen bu erdemi koruyabilmek, sanıldığından çok güçtür. Yaşadığımız yıllarda pusulasını şaşırmış aydınlar öylesine çok ki elini sallasan ellisi, saçını sallasan tellisi... Onat, çağdaş Türkiye'nin bir 'önsöz'üdür; çünkü sanatın, yazının uygarlığın 'sonsöz'ü yoktur; üstelik, biliyorum ki bu kısacık 'önsöz' , Onat için hiç mi hiç yeterli değildir. Yaşasaydı, daha neler yazabileceğini düşündükçe yitirdiğimizin ne olduğunu çok daha çarpıcı biçimde duyumsuyorum.Ne var ki bu yazıyı bir ölünün değil, bir dirinin kitabına önsöz gibi yazdığımı da söylemeliyim. Onat yaşarken diriydi, öldükten sonra da diri kalacak." "BALYOZ" VE "ÖZGÜRLÜK" 15 Ocak '83 Baharı simgeleyen kuşlar gibiydiniz. Her türden, her cinsten. Yoksul ve kerpiç köy evlerinin kırlangıçları da vardı aranızda, kentlerin yeniyetme horozları da. Bozkır turnaları, dağların kartalları, şahinleri, sokakların gösterişsiz serceleri,açık deniz martıları. Sanki aynı nisan mayıs güneşlerinin aydınlığı ile ışırdı yüzünüz. Bu yüzden birbirinize benzerdiniz gene de. Gözlerinizdeki şaşkınlık,merak ve umuttan tanırdık sizleri. Bir de aranızdaki sınıf farklarını silen giysilerinizden. Kız erkek, kadife pantolonlar, kotlar giyerdiniz. Ayaklarınızda hem ucuz hem pratik botlar, lastik ayakkabılar. Bir kazak, bir mont ya da bir parka gecenin ayazında sizi sıcak tutardı. Büyük kentlerin sokaklarını doldururdunuz.Günün tuhaf saatlerinde. Sabahları ortalık henüz alacakaranlıkken, ya da geç vakit, geceyarıları. Ellerinizde kitaplar, çantalar, banliyö istasyonlarına çıkan dar yollardan, otobüs duraklarından tartışarak geçerdiniz. Durmadan tartışırdınız. Kaldığınız evler ve yurtlar, okullarınız, gittiğiniz kantinler ve lokaller, yaşadığınız kent ülke ve yeryüzü sanki büyük bir forumdu. Durmadan yer değiştirirdiniz.Bilinmez bir içgüdüyle ağaç dallarında sürekli yer değiştiren sakalar gibi. Yeryüzünü de aynı hızla değiştirmek isterdiniz. Kolları ve paçaları tarazlanmış,hızlı boy attığınız için kısalmış giysilerinizin ceplerinde pek para bulunmazdı ama gene de kitaplar satılır, tiyatrolar, sinemalar dolardı. Sinemayla ilginizi, Sinematek'teki, sinema kulüplerindeki tartışmalardan bilirim.Biz, sinema yazarları, yönetmenler, senaristler biraz kızardık size. Tatlı tatlı giden konuşma1arın bir yerinde, salonun bir köşesinden parmak kaldırır, utangaç ama cesur ve tok bir sesle karşı çıkardınız: "çözüm nerede ?" diye sorardınız çoğu kez."Bir gerçeği saptamakla yetinecek miyiz?" Toplumsal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi sinemada da ince denge ve kãr hesaplarına, biçim oyunlarına, kariyer kaygılarına aklınız ermezdi. Bu yüzden her yerde yadırganırdınız. Sorularınızın pervasızlığı, bizdeki sadist duyguları kamçılardı. Susturmak isterdik nice hoşgörülü olursak olalım. Çünkü her yerde, her türlü rahatlığı bozuyordunuz. Hele bu yüzlerceyıllık otokratik, rahatına düşkün ve sert toplumda. Bir de aceleciydiniz. Bir şen1ikte gösterdiğimiz "Balyoz" adlı kısa Yugoslav filmini hatırlıyor musunuz? Hani bir 'civciv fabrikasi'nı anlatan? "Çağdaş" (!) yöntemlerle her gün binlerce civciv üreten bir işletmeyi gösterir bize film. Üzerinden binlerce civcivin geçtiği geniş bir bant'ın iki yanında "kapo"ları andıran seçici kadınlar durur ve "salam" civcivleri ayırırlar. "Bozuk",sakat ve ölü civcivler bantta bırakılır ve az ileride yumurta kabuklarıyla karışık olarak bir büyük varile dökülürler. Bantın üzerinde sapsarı, birer küçük ışık yumağı gibi yavrular,yaşamak için titreyerek seçilmeyi beklerler. Birden bir kara civciv görünür aralarında. Sapasağlamdır ama "kurala uygun değil". Acımasız bir el iterek bant üzerinde bırakır onu. Yürüyen bant, civcivi uçuruma götürmektedir. Geriye doğru hızla koşar civciv.Kurtulmak için. Eller yeniden iter onu. "Sen kuralları bozuyorsun. Git..." Bu umutsuz çaba, küçük civciv yumurta kabukları ile birlikte varile düşünceye kadar sürer.Sonra üstüne, düzenli aralıklarla işleyen bir balyoz iner. Varilde çok yer kaplamasın diye. Filmin sonu umutsuz değil. Avluda, arabalara yüklenmek için bekletilen varillerden birinde kimsenin farketmediği bir kıpırtı. Kara civciv, yumurta kabuklarının arasından başını çıkarır. Atlar varlilden ve güneşe uzanan aydınlık bir yolda koşmaya başlar.Düş mü gerçek mi, kimbilir ? Filmin yönetmeni A. İliç'le tanışmak, dost olmak fırsatını buldum. Sakin, ağırbaşlı, orta yaş1ı bir sanatçıydı. İlk sorum şu oldu: "Kara civcivin, bant üzerinde itilerek bırakılınca, geriye doğru koşup kurtulmaya calışmasını nasıl sağ1adınız?" Gülerek yüzüme baktı "Civcivler de sıcaklığa ve sevgiye doğru koşarlar" dedi."Kara civciv bantın üstüne gelince, filmde göstermediğimiz kısa bir sürede, seçici kadınlardan biri onu sıcak avucunda bir an tutarak okşadı. Sonra onu bıraktığında,hatta eliyle ittiğinde, gene de koşup durdu bu dost sandığı sıcaklığa civciv.Civcivi aldatmak zorunda ka1dığımız için üzüntü duyuyorum. Ama ne yapalım seyirciye istediğimiz mesaji vermek için hile yapmak zorundaydik. Ayrıca küçükler ne kadar kolay aldanıyorlar..." Yönetmen A. İliç'le, Sıraselviler'de bir lokantada uzun uzun konuştuk o akşam.Bizim "kelaynak kuş1arı" ile de ilgilendi.Çünkü kuş1ar, uzmanlık alanıydı onun.Söyleşirken birden yıllar önceye gitti kafamdaki çağrışımlar. Krakow Kısa Film Şenligi'nde gene kuş1arIa ilgili bir belgesel seyretmiştim. Bir korulukta, tirolien şapka1ı, buz swatch bir avcı, bir teknisyenin titizliği ile sakalara, isketelere tuzak kuruyor, küçük kuşları yakalayarak büyük bir kafese kapatıyordu. Film,yakalanan kuşlardan birinin kafes içindeki gerçek öyküsüydü. Acaba Bay İliç, "özgürlük"adını taşıyan bu belgeseli görmüşmüydü? Yönetmen gene de gülümsedi. "O filmi ben yaptım," dedi. Neyse, niyetim sizlere filler anlatmak değidi. Sokaklarda, arabalarda, gece külüplerinde ve diskotek kapılarında, lüks semtlerin sinemalarında giysileri,tavırları, gü1üş1eri sizlere benzemeyen bir sürü genç insanla karşı1aşıyorum.Özellikle benim sık sık gittiğim sinemalarda. Ama sizleri göremiyorum. Filmleri ve yeryüzünü doğru dürüst tartıştığımız yok.
Ne oldu size? Nerdesiniz?.. 2 Temmuz 1993 ülkemin kara gününde 37 güzel insanın diri diri yakıldığı bir günde, o güzel insanlardan birisi de Asım Bezirci idi. Onat Kutlar'ın Bezirci ve diğer katledilenler için yazdığı yazıdaki haykırışı aşağıda veriyoruz (Asım Bezirci'ye Saygı,Atilla Birkiye,Yön Yayınları,1993). SEN NE MÜSLÜMANSIN NE DE SIVASLI Sen insan bile değilsin. Gözü dönmüş bir katil, bir yaratıksın. Sen, yüreği insan ve yurt sevgisi ile çarpan, tüm yaşamını ulusal edebiyatın en güzel eserlerini incelemeye, araştırmaya, değerlendirmeye adamış, kırk yıllık dostum o değerli yazar Asım Bezirci'yi yakmadın. Sen,"Baza, baza! Çi hest-ü baza!", "Gel, gel! Kim olursan ol gene gel! İster Kafir ol ister putperest gene gel! Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir!..." diyen kutbu Hazret-i Mevlana'yı yaktın. Sen nasıl müslüman olabilirsin? Yaktığın, göz göre göre, sırıtarak ve alkışlayarak yaktığın o mazlum yiğit, dürüst arkadaşım, o büyük cura ustası, halk ozanı, Sıvaslı Nesimi Çimen değildi. Sen, bir toz tanesinde alemleri gören, yüce tanrının bir sureti iken senin gibi biri marifeti ile derisi yüzülerek aslına dönen Seyyit Nesimi'yi bir kez daha yaktın. Sen nasıl Sıvaslısın? Sen, "Kavaklar" şiirinin dizeleri, Sezen'in sesiyle dalga dalga tüm Anadolu' ya yayılan; yıllarını inanılmaz bir özveri güzelliği ile Anadolu kentlerinde öğrencilerine adayan, Türkçenin en iyi çağdaş ozanlarından Metin Altıok'u vahşice yaktığını sanıyorsun. Ey zavallı gafil hayvan, yaktığın Yunus'tur. "Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi, Elin yüzün yumaz değil..." diye yüzlerce yıl öncesinden seslenen Yunus Emre'yi yaktın. Yunus Emre'yi yakana Müslüman demek, İslam'a hakarettir. İslam'a asıl hakareti sen ettin. Sen, Cumhuriyet Türkiyesi'nin genç şairlerini, Behçet Aysan'ı Orhan Kaynar'ı, kız-erkek gencecik çocuklarımızı, geleceğimiz olan geçlerimizi, üstlerine benzin dökerek hunharca yakmakla kalmadın. Kurtuluş Savaşımızın ilk kongrelerinin şanlı ve onurlu kenti Sıvas'ı yaktın. Ey soysuz! Sen nasıl Sıvaslı olabilirsin? Sen, uğursuz zebani ateşinle bizim koca bir geçmişimizi yakmaya kalkıştın. Koca bir uygarlık olan geçmişimizi, barbar ve ilkel kavimlerin karanlık geçmişlerine benzetmek için. Atının ayağı surları geçerken tüm dinlere, ırklara, inançlara güvence veren Fatih Sultan Mehmet'in anısını; Itri'den Şeyh Galib'e, Şeyh Hamdullah'dan Koca Sinan'a, Baki Efendi'den Süleyman Çelebi'ye sevdiğimiz, değer verdiğimiz, gözümüz gibi koruduğumuz sonsuz bir kültürü bir hayvan gibi hiçe sayarak, yaratıkların en eşrefi otuz yedi canı yakarak yok ettin. Ortaçağ engizisyon papazları gibi. Sen Müslüman olabilir misin? Sen benim çocukluğumu, ilk gençliğimi yakmaya kalktın. Serin bayram sabahlarımı; cami sebillerindeki barışçı güvercinleri, babalarımızın alçakgönüllü mezarlarındaki selvileri, inançlı, nur yüzlü analarımızın hiç eksilmeyen dualarını, bir küfür gibi fırlattığın ateşle yakmaya kalkıştın. Ey benim çocukluk arkadaşım Sezai Karakoç, aynı gençlik yıllarının şairi İsmet Özel, bu yaratık Müslümansa, siz nesiniz? Ey benim elli yıllık ömrümün sakin, alçakgönüllü yüzü yerde, inançlı Anadolu halkı, sesime bir yankı verin. Deyin ki hep beraber: "Hayır! Müslüman bu değildir. O bir avuç gözü dönmüş katil bizden olamaz!" Ey Sıvaslılar! Asıl siz yükseltin sesinizi. Anadolunun en eski töresi olan, ocağına misafir olana düşman bile olsa saygı gösterme geleneğini bir yana bırakıp, konuklarını kor ateşde yakan bu alçakların sizden olmadığını söyleyin. Belki yanan yüreğimize bir merhem olur. Onat Kutlar'ın 'adını bile bilmediği arkadaşları' na yazdığı bir mektup
Düşle gerçek arasında Nasıl bir alacakaranlık...Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın.
ONAT KUTLAR
15 Aralık'82 Marquez 'in Milliyet
Sanat'ta çevirisi yayımlanan güzelim öyküsü Kardaki Kan İzleri 'ni
sen, içeri girmeden önce, sanırım geçen şubat ayında Nouvel Obs'ta
okuyup bana da salık vermiştin. Sonra da oturup ikimizin de yakından
tanıdığı Paris'in hastanelerinden ve mezarlıklarından söz etmiştik.
Mezarlıklar güzeldir Paris'te. Hastaneler ise çirkin ve kasvetli.
Marquez'in öyküsündeki hastaneyi, o garip soğukluğu, insansızlığı
düşün. Malte'nin Notları 'ndan da öyle ıssız bir hastane duvarı hatırlarım.
Ölümün sapsarı bir yüzle dibinde sürüklenip durduğu. Bir de Montparnasse
Mezarlığı'nı hatırlamaya çalış. Sen anlatmıştın. Bir kez Aiglon otelinde
kalmışsın ve Bunuel' le karşılaşmışsın. Bunuel anılarında o oteli,
mezarlığın şirin görüntüsüne açılan penceresini, hatta Select' i,
Coupole' ü ''gülümseyen bir keşiş'' in (üstelik dinsiz) rahatlığıyla
öylesine güzel anlatıyor ki. Günlerdir, Fransa'da yeni yayımlanan
iki kitap yüzünden düşle gerçek arasında salınıyorum. Biri Marquez'le
söyleşiler. Başlığı ''Une Odeur de Goyave.'' ( Hintarmudu Kokusu diye
mi çevirmeli gerçekten?). İkincisi ise Bunuel'in anıları: ''Son İç
Çekişim'' . Gerçekle düş. Aynı olayın iki yüzü sanki. Hani o çok bilinen
Çin öyküsünde olduğu gibi. Chuang-chu, bir gece düşünde kendini kelebek
olarak görmüş. O geceden beri de düşünüyormuş. Acaba Chuang-chu gerçekten
o gece, düşünde kendini kelebek olarak mı görmüş, yoksa Chuang-chu
aslında bir kelebekmiş de şimdi kendisi düşünde Chuang-chu olarak
mı görüyormuş?
''Bir ocak ikindisi, başkanlık balkonunda gurubu gözleyen bir inek
görmüştük; düşünün bir, ulusal balkonumuzda bir inek, ne korkunç bir
şey, ne boktan ülke, herkes ineklerin merdiven çıkamayacağını bildiğinden,
ineğin ne yapıp edip balkona çıktığı uzun uzun tartışıldı ve sonunda,
ineği gerçekten gördük mü, yoksa ikindi üstü alanda gezinirken başkanlık
balkonunda bir inek gördüğümüzü mü sandık, anlayamadık; o balkonda
yıllardır bir şey görmemiştik çünkü ve geçen cuma tan ağırırken gelen
ilk akbaba sürüsü de olmasa daha nice yıllar göremeyecektik...''
Marquez'in Başkan Babamızın Sonbaharı 'nda, aynı sayfada, az yukarıda Ruben Dario' ya da bir selam var. Nikaragua'nun unutulmuş şairi Dario'ya. Geçmiş yıllarda ''Automne du Patriarche'' ı Fransızcasından okumaya çalıştığımda bütün kitabı bir tür retoriğin çalılarına dolanmış bulmuştum. Bu duygumu Tomris Uyar 'ın çok başarılı çevirisi de giderememişti. Şimdi yeniden okuyorum. Gerçekle düş arasında salınarak. Çünkü sık sık soruyor değil miyiz kendimize? Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir?
Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans'ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.
''Zaman zaman, Yok edici Melek 'i (L'ange Exterminateur) Meksika'da çektiğim için hayıflanıyorum. Daha çok Paris ya da Londra'da, giysilerin ve aksesuvarın daha görkemli olabildiği bir yerde çekmek isterdim. Viridiana ' nınki gibi tümüyle özgün olan senaryo, bir akşam, bir tiyatro gösterisinden çıktıktan sonra bir köşkün salonunda geçe yarısı yemeği için bir araya gelen bir grup insanı anlatır. Yemekten sonra daha geniş bir salona geçen konuklar, filmde açıklanmayan bir nedenle bir türlü oradan çıkamazlar... Filmin ilk gösterisinden sonra, yanımda oturan Gustavo Alatriste bana eğilerek, 'Don Luis, esto es un canon. Hiç bir şey anlamadım' dedi. Canon, çok güçlü, çarpıcı, müthiş demek İspanyolcada...''
Luis Bunuel'in anılarında konusunu yukarıdaki gibi kısaca özetlediği filmi hatırlıyor musun? Bir edilginliği, çürümeyi, donup kalışı anlatır Yokedici Melek. Önce her şey normal gibidir. Konuklar içer, aralarında söyleşir, eğlenirler. Zaman geçer. Arada, birinden zayıf bir ses duyulur: ''Artık çıksak?'' Ama kimse çıkmaz. Gece sürer. Sonra o güçsüz kurtuluş niyetini bir başkasının ağzından duyarız. Sonuç aynı. İlişkiler, bir düşüşün yamaçlarındaki çalılar gibi birbirine dolanırken renkler solar. Öfke, kin, ihanet, acı, güçsüzlük. ''Artık çıksak?..'' Ama herkes gene orada. Genç konuk Letitia'nın olağanüstü güzel konuşmasını hatırlıyorum filmden. Eski bir Avant-Scene'den olduğu gibi alıyorum:
''..... LETITIA - Bilmiyorum... Daha doğrusu... Evet. Olağanüstü bir şey bu... Nice zamandan beri buradayız. (Sessizlik) Bilmiyorum. (Oradakilerin her birini ayrı ayrı inandırmak ister gibi) Ama düşünün ne olur, bu korkunç sonsuzluk sonrasında kimler yerlerini değiştirdi? (Israrlı) Binlerce birbirine benzemez durumu bir düşünün. Satranç piyadeleri gibiyiz. Eşyalar bile. Yüz kez değiştirildi belki yerleri. Ama şu anda hepimiz.. eşyalar ve biz.. o gecenin başladığı andaki yerimizdeyiz. Bütün gördüklerimiz bir düş mü acaba? Söyle Alvaro, düş mü? Söyleyin hepiniz...''
Bir uyurgezerin mırıldanmalarıdır Letitia'nın sözleri. Konuklar, sızlanan, kusan, yerlerde sürüklenen konuklar bu sözler üzerine, ancak salondan çıkıp yandaki küçük kiliseye gidecek kadar bir güç bulabilirler kendilerinde. Sonra da orada kapanıp kalırlar. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler çoktan terk etmiştir onları. Sabaha karşı dışarda büyük gürültüler duyarlar. Derken birden kapı açılır.. ve, içeriye bir koyun sürüsü girer. Filmi gördüğümde, bu koyun sürüsünün ne anlama geldiğini uzun uzun düşünmüştüm. Bir düş mü acaba? Bugünlerde ise sık sık şunu soruyorum: İçerde olan sen misin, yoksa bizler mi? (Yeter ki Kararmasın)