Yılmaz GÜNEY
Yılmaz Güney 1937 yılında Adana'nın Yenice köyünde topraksız köylü bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Ortaokul ve Lise öğrenimini Adana'da tamamladı. Lise yıllarında, bisikletiyle sinemadan sinemaya on altı milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya ilk adımını atar. Sinema sektörüyle ilk kez And Film'in pursantaj memurluğunu yaparak temas kurdu. Lise ikinci sınıftaydı. Bu görevi nedeniyle yakın illerde sinemaları dolaştı, bu dönemde ilk öykülerini verdi. Nihat Ziyalan ve Özdemir İnce ile bu dönemde tanıştı ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlanmaya başladı. 1955 yılında liseyi bitirmesinin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Güney, Adana'ya döndü ve Dar Film'de çalışmaya başladı. İşi için de uygun olduğu için İstanbul'a geçen Güney, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne kaydoldu ve bu dönemde sinemaya ciddi olarak adım atmasını sağlayan Atıf Yılmaz ile tanıştı. Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinde senaryoculuk ve yönetmen yardımcılığı yaparak kamera arkasında ilk görevlerini aldı. Yılmaz Güney bu dönemde senaryocu, oyuncu ve yönetmen yardımcısı olarak çalıştı. Oyuncu ve senaryocu olarak hızla sivrildi. Dönemin siyasal öğrenci hareketlerinin içinde yeralan Güney, bu dönemde hem sol ile temasını artırdı hem de sinemayla ilişkisi daha üretken bir zemine doğru yol aldı. Bu dönemde senarist Vedat Türkali, yönetmen Atıf Yılmaz ve asistanı Yılmaz Güney diğer öğrencilerle olayları filme çekmenin yollarını konuştular. On Üç adlı dergide 1956 yılında yayınlanan Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 1961 yılında hapse mahkum edildi ve film setinden alınıp götürüldü. 24 ayını cezaevinde geçirdi. Boynu Bükük Öldüler adlı romanı bu dönemin ürünüdür. Güney, cezaevi günlerini hep biriktirme, yeni projeler için yoğunlaşma ve siyasal bilincini olgunlaştırma yönünde değerlendirdi. İlk kez hapse giren Yılmaz Güney, hayatının muhakemesini yapar, kendini yeniler ve düşünsel yapısını geliştirir. Kendisine bir misyon biçer, bunu nasıl gerçekleştireceğinin hesaplarını yapar. 63'ten itibaren yaptığı filmlerde oyuncu olarak giderek artan bir popülarite kazandı ve beyaz temiz yüzlü jönlerin saltanatını yerlebir etti. Yılmaz Güney bu dönemde genellikle ezilen, aşağılanan, yenilen ama sonunda isyan eden ve başını dik tutan kişileri oynuyordu. Güney'in senaryolarını da yazdığı bu filmlerde izleyiciler bu tiplerle kolaylıkla özdeşleşiyordu. Ancak bu dönemin filmleri genellikle Yeşilçam kalıpları içinden çıkamadı. Çirkin Kral adı ve miti bu dönemin eseridir. 1964'te rol aldığı 10 Korkusuz Adam filminde hiç konuşmayan, sürekli arka cebinde taşıdığı konyağı içen bir ayyaşı canlandırır. Bu rol, filmde fazla bir önem taşımadığı halde, Yılmaz Güney'in göründüğü sahnelerde sinema salonları inler. Böylece Yılmaz Güney bir mitos haline gelmeye başlar ve senarist ve oyuncu olarak birçok filmde görev alır. Hudutların Kanunu ile başlayan Seyyit Han ile işaretini veren bu süreçten çıkışın en anlamlı meyvesi ise sinemamızın en önemli yapıtlarından biri olan Umut oldu. Umut çıkışı olmayan mutsuz çabaları gerçekçi bir biçimde betimledi. Güney, Antalya ve Adana Film Festivallerinde aldığı en iyi oyuncu ödüllerine Umut ile Adana'da aldığı En İyi Film ödülünü ekledi. Türk sinemasında yer yerinden oynar. Umut, Yılmaz Güney'in başyapıtlarından biridir. Ayıca Türkiye'de devrimci sinemanın da ilk ve en iyi örneklerinden biridir. Bu filmi, Acı, Ağıt, Baba, Arkadaş ve Endişe takip eder. Güney bilinçli bir şekilde toplumsal sorunlarla uğraşmaya başladığı oranda sansürle de başı ağrımaya başlamıştır. 1972 yılında Mahir Çayan ve arkadaşlarına yardım ettiği için tutuklanan Güney, bu kez dünyada tanınmış bir sinemacı olarak büyük bir desteği arkasına aldı. Siyasal bilincinin gelişiminin sonuçlarını çıkar çıkmaz çekmeye başladığı Arkadaş filminde ortaya koydu. Büyük ilgi gören ve tartışılan bu film Çirkin Kral'ın kendisiyle olduğu kadar Çirkin Kralcılarla da hesaplaşması anlamına geliyordu. Bu filmiyle Yılmaz Güney, tarafını nihai olarak sınıfsız bir dünyanın gerçekleşmesi yönünde belirlemiştir. 1974 yılının 13 Eylül'ünde yaşanan Yumurtalık provokasyonu sonrasında 19 yıl hapse mahkum edildi. Uzun hapislik döneminde çevrilen filmleri cezaevinden yönetilmeleriyle tarihe geçtiler. Sürecin tümünü yöneten kişinin "içerde" olduğu bu filmlerde yapım sürecinin kollektivizasyonu ve filmler için yapılan araştırmalar, okuma ve tartışmalar yeni bir anlayışı geliştirdi. Endişe, İzin, Bir Gün Mutlaka, Düşman, Sürü ve Yol filmleri bu dönemin ürünü oldu. 1979'da çekilen Sürü ve 1981 yılında çekilen Yol ile yurtdışında önemli ödüller alır. Yol, Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazanır. Cezaevinde 7 yıl 1 ay yattıktan sonra Isparta cezaevinden kaçarak Fransa'ya iltica etti. “Bana kendi dilinde bir şarkı söyle, Kimin adına olursa olsun, Yeter ki çığlığın senin olsun, Belki anlamam dediğini ama, kendi dilinde olsun (...)” Emel Mesçi’nin bestelediği, bu şiirinde olduğu gibi kendi dilinde son bir film çekti. Fransa’da 1984 tarihinde çektiği Duvar’dan sonra aynı yılın 9 Eylül’ünde henüz 47 yaşını sürerken, Paris’te kansere yenik düştü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi sübyan koğuşu isyanı sonrasında yazılan Soba, Pencere Camı ve iki Ekmek istiyoruz adlı bir roman ve daha sonra Duvar/Le Mur olarak değiştirilen Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun adlı bir film kalıyor ondan son olarak. 1981 yılında Türkiye’den kaçarak sığındığı Fransa’da, yaşamından geriye kalan üç yıllık kısa zaman diliminde yaptığı işlerden biriydi Duvar filmini çekmek. Sonunda, kahramanları ile hapishanenin adeta özdeşleştiği Güney filmlerinin son ve en belirgin örneğini veriyordu. Oyuncu ya da yönetmen olarak birçok filmde hapishane hep “kötü yazgı”nın, “kıstırılmış olmanın” ya ilk ya da son durağıydı. Gerçek yaşamında olduğu gibi filmlerinde de hapishaneyle içiçe oldu, bu kapalı mekanları kahramanların neredeyse vazgeçilmez mekanı haline getirdi. Prangasız Mahkumlar’da afdan yararlanan bir mahkum, İkisi de Cesurdu’da cinayet suçundan yattığı hapishaneden yeni çıkan bir kişiydi. Zımba Gibi Delikanlı’da çaresizlikten veznedarı soyup, istemeyerek de olsa adam öldürünce hapsi boyladı. Zavallılar’da hapishane işsiz, güçsüz ve çaresiz insanlar için bir sığınak, karınlarını doyuracak bir başka mekan oldu. Baba filminde ise kahramanımız ailesini geçindirmek umuduyla işlemediği bir suçu üstlenerek gitti mapushaneye. Son filmi Duvar’da da hapishaneyi öne çıkararak yaşanılan, yaşanmak zorunda kalınan bir yer olarak filmin ana konusu yaptı. Yılmaz Güney, aydın kimliğinin sorumluluğunu taşımış ve bedelini ödemekten kaçınmamıştır. Büyük usta Onat KUTLAR 'ın bir yazısını aktarıyoruz : Yılmaz Güney ve Sinemamız Yılmaz Güney'in sanatsal yaşam öyküsü, sadece Türk Sineması bakımından değil, dünya sineması bakımından da benzerine pek rastlanmayan özellikler taşır. Türk ve dünya sinemasında, önceleri tanınmış bir oyunucu iken, sonradan film yönetmeye başlayan sanatçılar vardır ama sayıları çok değildir... Ama daha az rastlananı sinema kariyerine popüler filmlerde aktörlükle başlayıp, sonunda ödünsüz, kaleteli filmler yapan sanatçılardır. Bu, bir yaşam planı, bir tutku, ömür boyu unutulmayan bir amaç gerektirir. Yıllarca yüzden fazla filmde aktör olarak rol alan, Türk Sineması'nın en sevilen star'ı düzeyine yükselen, "Çirkin Kral" adıyla milyonlarca seyircinin hayranlığını kazanan popüler bir yıldız'ın, günün birinde tüm ününü, yaygınlığını tehlikeye atarak, ödünsüz, kaliteli filmlerin yönetmenliğine karar vermesi, çok rastlanan olaylardan değildir. Yılmaz Güney, sinemada bunu gerçekleştirdi.Bu anlamda Yılmaz Güney, Türk Sineması'nda yanlızca yöntem olarak değil, aktör olarak da, kendisinden sonra gelenlere önemli bir örnek oluşturdu. 1970 - 80 arası bir düzine genç yönetmen, onun ödünsüz ve gözüpek gerçekliğini benimsediği gibi, birçok genç aktör de, kaliteli filmlerde oynamayı, ilkeli davranmayı benimsedi. Bu anlamda öncülük, Yılmaz Güney'in sinema sanatımızdaki yerini konumlarken kullanabileceğimiz en geçerli sözcüktür. Yılmaz Güney bir öncüydü.Yılmaz Güney'in sinemamıza getirdiği ikinci önemli yeniliğin kaynağında ise, onun 1970'te yaptığı Umut filmi bulunmaktadır. Türk Sineması, Yılmaz Güney'den öncede gerçekçi denemeler yapmıştır. Ama bu filmler, Yeşilçam ın geleneksel abartılı ve melodramatik uslubundan kurtulamamıştır. Buna karşılık Umut, hem senaryosu ve oyuncularının olağanüstü başarısıyla, ülkemizin gerçeklerini, kırsal kesimin sert ama insancıl atmosferini güçlü bir biçimde dile getirmiştir, tüm Türk ve yabancı seyirciler için inandırıcı olmuştur.Yılmaz Güney'in sinemasındaki üçüncü önemli özellik, bir tür popüler içtenlik, tutarlılıktır. Mazlum yiğitlik, erkeksi sevecenlik, utangaç atılğanlık, kurnaz saflık, gerçekçi fantaziseverlik gibi çelişik duygu, tavır ve değerleri günlük yaşam içinde bir tür senteze ulaştıran popüler kimlik, en parlak temsilcilerinden birini Yılmaz Güney'de bulmuştur. Onun her filminde, sadece kendisinin değil, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarında yıllarca düşler kurup günün birinde büyük kentlere gene düşler içinde giren ama o susuz topraklardan da hiçbir zaman kopmayan sayısız delikanlının tozlu ayak izlerini bulmak mümkündür. Bu yüzden Güney'in sineması, anlattığı insanların yazgısıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yüzden tematik bir tutarlılığa, bir öze sahiptir.Bu öze uygun sinema dili ise, Güney'in sanatının dördüncü özelliğini oluşturur. Birçok yazı ve söyleşisinde, okurun yüreğine dokunan bir duyarlılıkla anlattığı gibi, yazğısını paylaştığı gençlerle birlikte o da ilk sinema kültürünü kenar mahalle sinamalarında gösterilen Amerikan seriallerinden, westernlerden almıştır. Gene Anadolu'nun sert gerçekleri ortasında bir sanatsal eğilim göteren her genç gibi o da Rus ve Amerikan romancılarından geçerek Orhan Kemal, Yaşar Kemal'le beslenmiştir. Böylece nasıl filmlerin içeriğinde toplumcu değerlere bireysel kahramancılık içiçe yaşamışsa dilinde de western dramatik örgüsü ile belgesel gerçekçi anlatım özel bir alaşım oluşturmuştur.Yılmaz Güney'in altı çizilmesi ve incelenmesi gereken bir başka konu, feodal ahlaki değerlerle sürekli bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmanın serinkanlı bir eleştiriden çok "trajik bir boy ölçüşme" olduğunu söylemeliyim, Yerleşik ahlak değerleri, töreler öylesine aşılmazdır ki, tüm insani acılara rağmen kurtuluş yolu bulunamaz. Bu nedenle Yılmaz Güney'in birçok filminin yapısı melodram olmaktan kurtulur, trağedya'ya dönüşür.Yılmaz Güney, hem yazar oluşundan gelen beğeni düzeyi, birikimi ile, bir de adeta sezgisel sinemacı yeteneği ile yönettiği her film de, filmlik atmosferi orijinal bir biçimde yakalamayı bilmiştir. Hemen hepsi yakın sinema tarihimizin klasikleri arasında yer alan Umut, Ağıt, Acı, Arkadaş, Seyyit Han gibi filmler, bugün içinde ilginç değerler taşımaktadır. Ancak bu noktada, acı bir gerçeği de vurgulamakta da yarar görüyorum: Başta Umut olmak üzere Türk Sineması'nın son otuz yılda gerçekleştirdiği en önemli filmleri yapmış, yapıtları toplu gösterilerle dünyanın dört köşesinde sürekli gösterilen ve Paris'te ünlü Chailot Sarayı'ndaki Sinema Müzesi'nin giriş kapısını fotograflarıyla süsleyen bu değerli yönetmenimizi genç kuşak Türk seyircisi tanımaktadır. Avurpa Topluluğu'na girmek için can atan, insan hak ve özgürlüklerine sayğılı olduğunu her fırsatta ilan eden bir ülkenin en önemli yönetmenlerinden, sanatçılarından birini yasaklaması kadar yanlış ve çağdışı bir uygulama olamaz. Türk Sineması ve onun içinde yer aldığı Türk kültürü bu utancı taşımamalıdır.
Hayat
bize mutlu olma sansı vermedi sevgili...
Biz kendimizden baska herkesin üzüntüsünü
üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığımız
bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı.
Kedilere
ağladık, kuşların yasını tuttuk.
Yüreğimizin yufkalığı kimi zaman hayat
karşısında bizi zayıf yaptı.
Aslında ne güzel şeydir insanin
insana yanması sevgili...
Ne güzeldir bilmedigin birinin derdine
üzülebilmek ve çare aramak...
Ben, bütün hayatımda, hep üzüldüm,
hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili...
Yaşamak
ne güzeldir...
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...
ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...
Yılmaz Güney