“Uygulama” ne
zaman?
İnsan Hakları Başkanı Doç. Dr. Vahit Bıçak, toplumda insan
hakları ve demokrasi ilkeleri konusunda bilinçlenmeye katkıda
bulunmak amacıyla (AB ve Avrupa Konseyi desteğiyle) başlattıkları
“Herkese İnsan Hakları, Hemen!” kampanyasını tanıtmak üzere
İstanbul’da basın mensuplarıyla bir toplantı yaptı. Toplantıya ben
de katıldım ve çok şey öğrendim.
“İnsan hakları ihlali iddiaları ile ilgili başvuruları incelemek
ve araştırmak, sonuçlarını değerlendirmek”le de görevli,
Başbakanlık’a bağlı bir İnsan Hakları Başkanlığı’nın Nisan 2001’de
kurulduğunu, itiraf edeyim ki, bilmiyordum. Başkanlığa kısa süre
önce çok yetkin bir uzmanın, Sayın Bıçak’ın atandığını da bu
toplantıya davet edildiğim zaman öğrendim. Şimdilik 25 personelli
başkanlığın, “inceleme ve araştırma görevini” şimdilik 3 müfettişle
yerine getirmeye çalıştığından da toplantı sayesinde bilgim oldu.
İnsan Hakları Başkanlığı’nın kurulmasından çok önce, Kasım
2000’de çıkan bir kanunla “İhlal iddiaları hakkında gerekli inceleme
ve araştırmaları yapmak ve bunların sonuçlarını yetkili mercilere
bildirmek”le de görevli il ve ilçe kurulları oluşturulduğunu hiç
duymamıştım. Bu kurulların vali, kaymakam, belediye başkanı,
üniversite rektörleri (ya da temsilcileri), emniyet müdürü, jandarma
komutanı ve diğerlerinden oluştuğunu bilmiyordum. İnsan hakları
ihlallerinden sorumlu görülenlerin genellikle kamu görevlileri
olduğu dikkate alınırsa, kamu görevlilerinden kendi kendilerini
denetlemeleri beklenen bu kurulların ne işe yaradığını anlamak
mümkün değil. Zaten bir işe yaramadıkları da ortada.
Bizim İnsan Hakları Başkanlığı (artı il ve ilçe kurulları) ile
karşılamak istediğimiz ihtiyacın Batı demokrasilerinin birçoğunda
sivil toplum kuruluşları temsilcilerinden oluşan, devletten bağımsız
“İnsan Hakları Üst Kurulları” tarafından karşılandığını; BM Genel
Kurulu’nun 1993’te kabul ettiği “Paris İlkeleri” uyarınca bütün üye
ülkelerde, insan hakları ihlallerini takiple görevli bu tür üst
kurullar kurulmasının öngörüldüğünü bilmiyordum. Bundan böyle,
elimden geldiğince bu fikrin takipçisi olmaya karar verdim.
Toplantı sayesinde edindiğim öteki dikkate değer bilgileri şöyle
sıralayabilirim: Batı demokrasilerinde sanıkların ifadelerinin
tümünün banda kaydedilmesi zorunlu; kayıtlı ve mühürlü olmayan
ifadeler mahkemelerce dikkate alınmıyor. Bizde ise ifadelerin ancak
yargıcın gerekli görmesi halinde banda kaydediliyor. Batı
demokrasilerinde gözaltına alma anında kaydediliyor ve süre o andan
itibaren geçerli. Bizde ise, süre gözaltına alma ne zaman
kaydedilirse o zaman başlıyor, dolayısıyla (24 saatlik) kanunî
süreye uyulup uyulmadığını denetleme imkanı bulunmuyor.
Türkiye’de yılda 950 bin kişi hakkında dava açılıyor, buna
karşılık en çok 50 bini mahkum oluyor. Avrupa’da mahkemeye sevk
edilen 10 sanıktan 7’si, bizde ise 100 sanıktan 5’i mahkum oluyor.
Türkiye’de yargının etkinlikten uzaklığının bir ölçüsü de bu olmalı.
İnsan hakları konusunda bilinçlenme ihtiyacımızın ne kadar derin
olduğuna dair çarpıcı bir örnek, bir araştırmanın sonuçları: Eğitim
fakülteleri öğrencilerinin % 17’si, öğretim üyelerinin de % 7’si
eğitimde dayağın gerekli olduğu kanısında.
AB’ye uyum kanunları farklı dil ve lehçelerde (bu arada Kürtçe)
yayın ve eğitim yapılmasını serbest bıraktı. Bu arada 7. Uyum
Paketi, daha önce çıkarılan yayın ve eğitim yönetmeliklerinin
yenilenmesini zorunlu hale getirdi. Peki, yönetmelikler ne zaman
çıkarılacak? Kanuna göre RTÜK, yayın yönetmeliğini 19 Kasım’a kadar
çıkarmak mecburiyetinde. Eğitim yönetmeliğini ise Milli Eğitim
Bakanlığı ne zaman isterse o zaman çıkarabilir.
AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu üyesi Verheugen, Dışişleri
Bakanı Gül’e “Şu Kürtçe yayın ve eğitimin yapıldığını bir görsek”
demiş. Ama anlaşılan, “uygulama” biraz bekleyecek; reform yapıyormuş
gibi yapmaya devam edeceğiz.
02.10.2003
|